9 Nisan 2024 Salı

SEVGİLİ DOSTLAR BAYRAMINIZ HAYIRLARA VESİLE OLSUN 2024

Ramazan'ı uğurladık. Ramazan bizden memnun olarak ayrıldığını söyledi. Son çıkıştan el sallarken, gözlerinden akan yaşlar yanaklarından süzülüyordu. O kadar memnun olmuş ki; öf bile demeden, yüzümüzü dahi ekşitmeden kendisini bir ay boyunca ağırlamamızdan dolayı, seneye on gün önce gelecekmiş. Karşılıksız fedakarlıklarda bulunmuşuz, ihtiyaç sahiplerini görüp gözetmişiz, iftar sofraları kurarak insanları, dil, din, ırk ayırımı yapmadan o sofralarda buluşturmuşuz. Dünyanın değişik coğrafyalarındaki insanlar için maddi fedakalıklarda bulunmuşuz. Bütün bunlar Ramazan'ın çok hoşuna gitmiş. Evet sevgili dostlar, dostların en güzeli, sevgili Ramazanla bir ay beraber yürüdük bu yollarda; bazen aç kaldık, bazen susuz. Elimizi attığımız zaman ulaşabileceğimiz hertürlü yiyecek ve içecekten bile sırf Ramazan rahatsız olmasın diye vazgeçtik. Buna rağmen, onu misafir olarak ağırlamaktan yüksünmedik. Ne istediyse onu yaptık. Yeme dedi yemedik, içme dei içmedik. Ver! dedi verdik. Pes etmedik, hep verdik, alan el değil veren el olduk. Yorgunluğumuz var elbet. Şimdi biraz soluklanma zamanı. Muhabbet zamanı. Kucaklaşma zamanı. Coşkumuzu devam ettirme zamanı. Ramazan gitti ama yerine Bayram geliyor. Onu da layıkıyla ağırlayalım. O da mutlu olarak ayrılsın aramızdan. Küskünlüklerimiz varsa nefis yapmayalım barışalım. Fakir fukarayı sevindirelim. Onlar da bayram yapsınlar. Büyüklerimizin ellerinden öpelim. Yanımızda değillerse telefonla görüşelim. Bayramın misafir olarak aramızda bulunacağı günlerde bir ay boyunca biriktirdiğimiz hatıralarımızı, sevincimizi onlarla paylaşalım. Bayramınız hayırlara vesile olsun.

7 Nisan 2024 Pazar

GURBET ELLERDE KURULAN NİFTAR SOFRALARI 2024

-“Müslümanlar ile Hristiyanlar birlikte yaşamayı öğrenmelidirler”- -“Almanya’da her geçen gün ırkçılık biraz daha yükseliyor. Geçen hafta Singin’deydim. Bugün bile acılarımız taptazedir. O günlerin tekrar yaşanmamasını istiyoruz.” Ha-ber.com Berlin- Zülfikar Kam Türk Eğitim Derneği dördüncü iftar sofrasını kurdu. Çok sayıda kadın ve erkek davetlinin katıldığı sofrada T.C. Berlin Büyükelçisi Ahmet Başar Şen de hazır bulundu. Günün hatibi Katolik Akademisi sözcüsü Dr. Katrin Visse idi. Moderatörlüğünü doktora öğrencisi Mansur Doğan’ın yaptığı iftar sofrasında, IGMG Berlin Bölge Başkanı Hasan İstanbul, Devlet sanatçısı Metin Akyol, Op. Dr. Mustafa Başyiğit, Prof. Dr. Tahir Durmuş, iş adamlarımızdan Veli Karakaya, Mustafa Kaya, Raşit Tanrıverdi ve Gazeteci Züleyha Öztürk hazır bulundular. Çok sayıda insanımızın sponsor olduğu iftar sofrasının ana sponsorunun Büyükelçi Ahmet Başar Şen olması misafirler tarafından alkışlarla karşılandı. Şen ayrıca Türk Eğitim Derneği bünyesinde hizmet veren Almanya'nın ilk Türk Kütüphanesine bir çay demleme makinesi ve bir de Türk kahvesi makinesi hediye etti. Program neyzen Özlem Yıldız’ın üflediği ney eşliğinde Devlet Sanatçısı Metin Akyol’un okuduğu ilahilerle devam etti. Sanatçılar misafirlerden büyük alkış aldılar. Daha sonra Büyükelçi Şen selamlama konuşması yapmak üzere kürsüyü teşrif etti. Şen özetle şunları söyledi: “Türk Eğitim Derneği Türk Kültürüne çok büyük hizmetlerde bulunuyor. İçinde bugün iftar sofrası kurulan bu kütüphaneyi çok önemsiyorum. Ayrıca üç ayda bir yayınlanan MOCCA dergisini çıkarıyorlar. Eğitim, kültür ve araştırma dergisi. İki dilde yayınlanıyor. Geziler, konferanslar, eğitim kampları düzenliyorlar. Başta Başkonsolosluk görevinde bulunduğum zamandan bu yana tanıdığım kıymetli Rüştü Kam Hocam olmak üzere tüm üyelerine, Türk dilini ve kültürünü yaşatmak için ve her yaştan gençlerimizin eğitimine yaptıkları bu güzel hizmetlerinden dolayı teşekkür ediyorum.” Büyükelçi Şen, konuşmasını Ramazan ayının kurtuluşa vesile olan bir ay olmasından söz ederek şunları söyledi: “Ramazan ayı mübarek bir aydır. Başı rahmet, ortası bereket sonu da kurtuluş olan bir aydır. Bugün de Kadir gecesidir. Bin aydan daha hayırlı olan bir gecedir. Geceniz mübarek olsun. Biz bugün burada, bu mübarek gecede, böylesine güzel bir sofranın etrafında iftar saatini beklerken; Gazze'de ve dünyanın başka bölgelerinde masum insanların yiyecek ekmek, içecek temiz su, başlarını sokacak bir dört duvar bulamadıklarını unutmayalım. Tabiki devletimiz elinden gelenin fazlasını yaparak o insanların yanında olmak için gayret sarfediyor. Gayretimiz o insanların daha fazla acı çekmemesi için acilen ateşkesin sağlanması yönündedir. Bu konuda devletimiz yapılması gereken girişimleri yapmaktadır. Gazze'deki saldırılar karşısında, dünya devletlerinin ve İslam ülkelerinin sessiz kalması insanlık ve demokrasi adına manidardır.” Büyükelçi Şen son olarak şunları söyledi: “Avrupa’da ve Almanya’da her geçen gün aşırı sağ ve ırkçılık biraz daha yükseliyor. Geçen hafta Solingen'deydim. 31 yıl önceyi hatırlatan bir kundaklama olayı var. Failleri hala bulunamadı. O günlerin tekrar yaşanmasını istemiyoruz. Bu kundaklama olayının tüm yönleriyle açığa çıkarılmasını ve faillerinin en ağır cezalara çarptırılmalarını bekliyoruz. Almanya'da yaşayan insanımıza, hepimize bugün en çok lazım olan şey dayanışmadır. Birlik ve beraberliktir. Birbirimizi ötekileştirmenin, ayrışmanın anlamı yoktur. Almanya'da yaşayan üç buçuk milyon civarındaki Türk olarak her daim dayanışma içinde olmamız gerekir. Bu yıl Ramazan ayındaki yardımlarınızı yaparken Gazze'yi ve Türkiye’de geçen sene depremden zarar görmüş olan kardeşlerimizi de unutmayalım.” Daha sonra ezan okundu ve kaşıklar çorba ile buluştu. Yemekten sonra Selamlama konuşması için Rüştü Kam takdim edildi. Kam Kadir Gecesi’ni esas alarak bu ayda inen Kur’an’ın özelliğinden ve öneminden bahisle şunları söyledi: “Bu gece bin aydan daha hayırlı olan bir gecedir. Kur’an bu gecede indirilmeye başlamıştır. 23 senede tamamlanmıştır. Mekke'de inen ayetlere Mekkî, Medine’de inen ayetlere Medenî denir. 6236 ayettir. 114 sureden mürekkeptir. Ayetlerin 500 kadarı muhkemdir. Diğerleri müteşabih. Muhkem ayetleri herkes anlar. “Yalan söyleme, haram yeme, zulüm yapma, … gibi. Müteşabih ayetleri ise ilimde derinleşmiş olanlar daha iyi anlarlar. Öncelikle Arapların anlaması için indirilen Kur'an tarihseldir. Kurucu ümmet tarafından evrenselleştirilmiştir. Kıyamete kadar tecdid edilerek evrenselleştirmeye devam edilecektir. Kur’an sadece okumak için değil anlaşılmak için indirilmiştir. Her millet Kur’an’ı kendi dilinde yazılan meallerden okuyarak anlamaya çalışmalıdır. Eğer Kur’an anlaşılmış olsaydı. Bugün Müslümanların başına gelmekte olanlar ile karşılaşılmazdı.” Moderatör son olarak Katolik Akademisi sözcüsü Dr. Katrin Visse’yi kürsüye davet etti. Katrin Visse’nin konusu, Gelenek ve Tecdid olarak ilan edildi. Yani, Hristiyanlıkta neyin değiştirilebileceği ya da neyin değiştirilmesi gerektiği sorusuyla Hristiyanların nasıl başa çıkmaya çalıştıkları… Dr. Katrin Visse Müslümanların ve Hristiyanların ortak sorunu olan yenilenme çabalarından bahsetti ve Hristiyanlık perspektifinden konuya yaklaştı. Özetle şunları söyledi: “Değişim için yapılan tartışmaların temelinde değişime ne kadar izin verilmesi gerektiği sorusu yer alır. Çünkü geçmişte söylenen dini söylem ve öğretiler hiç değişmezse dinin içi boş kalabilir, söylenenlerin çoğunluğu değişirse de bir belirsizlik hali hâkim olur. Bugün Hristiyanlar bir ikilem ile karşı karşıyadırlar: Hem kendilerinden öncekilerin görüşlerine güvenmelidirler hem de onların temelinde de beşer olduklarını ve hatalar işleyebileceklerini hatırlamalıdırlar. Bu bağlamda bir toplumun değişime ne kadar katlanabileceği sorusunu kendilerine sormaları gerekir. Her iki tarafın da amacı aralarındaki görüş farklılıklarına rağmen birlikte ibadet edebilmeleri ve azami ölçüde topluma faydalarının dokunabilmesi olmasıdır. Müslümanlar ile Hristiyanlar birlikte yaşamayı öğrenmelidirler. Müslümanlar ve Hristiyanlar değişime ne kadar önem veriyorlar? Bir başka soru da şudur; toplum değişimin ne kadarını kaldırabilir? Hem Müslümanlar ve hem de Hristiyanlar, değişime ne kadar müsade ediyorlar? Değişim yapılmadan önce bu soruların cevabı mutlaka verilmelidir. Bu çıkmazdan kurtulabilmek için Katolikler 3 yöntem geliştirdiler: a. Fikirler yeni öğretiler olarak tanıtılmayacak. Onun yerine var olanlar yeni şekilde ifade edilecek. b. Soğan örneği kullanılarak bir hakikatler hiyerarşisi kurulacak. Buna göre ilk öğretiler soğanın merkezinde yer alıp, sonradan eklenenler sırasıyla soğanın dış kabuklarını temsil edecek. c. İman sezgisi geliştirilecek. Yani inananlar, çevrelerinin müdahalesi olmadan da hakikati Tanrı’nın onların yanında olduğu bilinci ile içlerinde hissedebilecek.” Dinin bir paket gibi gelecek kuşaklara aktarılamayacağını açıklayan Dr. Katrin Visse son olarak şunları söyledi: “Yeni fikirler yani tecdid, toplumun inşası ve iyileştirilmesi için bir fırsat ve hatta Tanrı'nın bir lütfu olarak sunulmalı ve algılanmalıdır.” Sorulara verilen cevaplardan sonra, Büyükelçi Şen ve Katrin Visse’ye dernek yönetimi tarafından hazırlanan hediyeleri verildi ve toplu çekilen hatıra fotoğrafından sonra iftar sofrası kaldırıldı. zk

31 Mart 2024 Pazar

RAMAZAN AYINI UĞURLARKEN BİR DEĞERLENDİRME 2024

RAMAZAN AYINI UĞURLARKEN SON BİR DEĞERLENDİRME 2024 Rüştü KAM Ha-bar.com Ramazan ayı yine çaldı kapımızı. Alışkanlık yapmış nedense, her sene çalıyor zaten. Hem de önceki yıla göre on gün önce çalıyor. Nasrettin Hoca’ya sormuşlar; “Hocam bu sene de Ramazan ayını uğurladık, memnun edebildik mi acaba?” Hoca cevap vermiş; “Memnun olmasaydı her sene on gün önce gelir miydi.” demiş. Ramazan kapıyı çaldığında kapıyı açanlar/ açamayanlar da oldu. Kapıyı açanlar; başka kapıların da kendilerine açılacağını umut edenlerdir. Rahmet kapısı, cennet kapısı, rıza kapısı, gönül kapısı bu kapılardan bazılarıdır. Ramazan’a kapıyı açmayanlar ise: Hastadır açmamıştır, yolcudur açmamıştır, müsait değildir açmamıştır. Bazıları da kasten açmamıştır. Kapıyı çalan Mevlâ’mız olduğuna göre kimin hangi niyetle kapıyı açmadığını da O bilir elbet. Herkesin niyetine göre muamele yapacak olan da O’dur. Bizlere o konuda söz düşmez. ‘Nârın da hoştur, nûrun da hoştur.’ der geçeriz. Bizlere düşen, “İçinizde iyiliği anlatan, emreden, kötülükten sakındıran, uzaklaştıran, zararlarını anlatan bir topluluk olsun (Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker. (3/Âl-i İmrân, 104) buyruğuna, uymak ve gereğini yapmaktır. Bu farz bir ibadettir. Kimisi bu ibadeti; camilerde, mescitlerde, aynı amaçla kurulan kurumlarda, gazetede-dergide, radyoda-televizyonda yapar, sosyal medyada yapar. Kimisi de yazardır; kitaplarında, yazılarında bu konuları işler. Hepimizin amacı Rabb’imizin buyruğunu bir şekilde yerine getirmek, rızasını kazanmaktır. Böylece kul olmaktan kaynaklanan tebliğ görevimizi yerine getiririz. Farz olan bir görevi yani. Ben de kulum; hem de aciz bir kul. Sorumluluklar olan bir kul. “Emr-i bi’l mâruf ve nehy-i ani’l-münker.” konusunda eline geçen fırsatları değerlendirmeye çalışan bir kul. Aynı amaçla kitap yazıyorum, sohbetler ediyorum, sosyal medyayı kullanıyorum, imkân verilen internet sitelerinde makaleler yazıyorum. Böylece kulluk görevimi yerine getirmeye çalışıyorum. İbadetlerin en meşakkatlisi, en çetrefillisi, en sıkıntılısı olan; Tebliğ ibadetimi yapıyorum. Ancak, Rabbime karşı kulluk görevimi yerine getirirken, çoğu zaman ayağıma basıyorlar. Kimileri tuttuğum oruca dil uzatıyor, “böyle oruç olmaz” diyor basıyor, kimileri kıldığım namaza karışıyor basıyor, kimisi de yazdığım yazılardan rahatsız oluyor basıyor. Eleştiriden de öte hakaretlere maruz kalıyorum. Darlanıyor muyum evet darlanıyorum. “Neden yapıyorsun öyleyse o yaptıklarını” derseniz, ibadet olduğu için derim. Cihad ibadeti için tebliğ etmem gerek, bnu ibadet yazılı veya sözlü yapılıyor. Ben de onu yapıyorum. Namaz kılana, niçin namaz kılıyorsun, oruç tutana, niçin oruç tutuyorsun, zekât verene niçin zekât veriyorsun denmez. Benim yaptığım da aynı şey değil mi? İbadet değil mi benim yaptığım? Niçin kızılca kıyametler koparılıyor? Elçiler, cihad görevini yerine getirmek için, tebliğ yaparken hakarete uğramadılar mı, yurtlarından kovulmadılar mı? Elçilerin geçtikleri yollara dikenler serpilmedi mi? Taşlarla sopalarla kovulmadılar mı Taif’ten kovulmadılar mı? Çarmıha gerilmediler mi Golgata’da Ağacın kovuğunda canlı canlı testereyle biçilmediler mi Filistin’de. Ateşe atılmadılar mı Harran’da (Urfa)… Onlar da daraldılar daralmasına da sabırla karşıladılar yapılanları, ilaçlarını acılardan aldılar. Ben de ilacımı acılardan alıyorum. O hakaretleri sabırla karşılıyorum. Evet benim ve benim gibi olan tebliğcilerin yolu peygamberlerin yoludur. Bizler “adam aldırma da geç” diyemeyiz, aldırırız. Yeri gelir “çiğneriz, yeri gelir çiğneniriz, tek amacımız “hakkı tutup kaldırmaktır.” Çünkü amacımız, Hakk’ın rızasını kazanmaktır. Namazını sadece şov yapmak için kılanlar, “beni sokmayan yılan bin yaşasın, her koyun kendi bacağından asılır” anlayışı içindedirler. Onlar orucu da aynı anlayışla tutarlar, zekâtı da aynı anlayışla verirler, hacca da aynı anlayışla giderler. Mevla’m bu anlayışa sahip olarak ibadet yapanlara, “şovmen diyor, nice namaz kılanlar vardır ki yazıklar olsun onlara, onlar namazlarını gösteriş için kılarlar, yetimi itip kakarlar, fakiri fukarayı doyurmazlar…” (107/Maun 4-5) Bana yapılan nice eleştiriyi sırf bu yüzden tebessümle karşılıyorum ve geçip gidiyorum. Allah’a sığınıyorum. “Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker” farz ibadetini yerine getirmek o kadar kolay olmuyormuş. Tecrübelerimle daha iyi anladım bunu. Aferin desem, güzel yapmışsınız, yaptığınızı yapmaya devam ediniz desem, nefislere hoş gelen ama gerçekte doğru olmayan sözler söylesem, yazılar yazsam, gözünüzün üzerinde kaşınız var demesem inanın en sevgili ben olacağım. Evet ben, bazı zengin Müslümanların egoistliklerini ve şımarıklıklarını, kendilerine emanet olarak verilen paraları israf ederek, saçıp savurarak emanete ihanet ettiklerini, sadakalarını Allah’ın emrettiği yerlere O’nun istediği şekilde değil de kendilerinin istedikleri yerlere ve kendilerinin istediği şekilde vermelerinin doğru olmadığını, yapılanın zulüm olduğunu, tribünlere oynayan bu Müslümanların Allah’ın dinine ve mütedeyyin Müslümanlara zarar verdiklerini ve sonunda faturayı da Allah’a kestiklerini, yazılarıma konu ediniyorum. Kızılca kıyametler kopuyor. Selamı sabahı kesiyorlar benden. “Onların bu dünya hayatındaki harcamaları kendi nefislerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinine isabet eden, kavurucu soğukluktaki bir rüzgâra benzer ki; onu (ekini) helak etmiştir. Allah, onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi nefislerine zulmetmektedirler.” (Al-i İmran Suresi, 117) Anlayışlı davrananlar ve yaptıkları yanlışın bu vesile ile farkına varanlar da oluyor elbet. Onlara saygı duyuyorum. Ancak böyle insanları bulmak, kargalar arasında alaca kargayı bulmak kadar zor. Ama var. Biliyorum. Onların sayesinde bazı işler yürüyor. Onların sayesinde dünya dönüyor. Geçmişte bu özelliğe sahip insanlarla karşılaştım. Bugün de karşılaşıyorum. Bunlardan Birisi Müstakil Sanayici ve İş adamları Derneği (MÜSİAD) Başkanı Fikret Doğan. Lüks bir otelde kurduğu iftar sofrası (16.03.2024)’nın yanlış olduğunu, israf olması açısından eleştirmiştim. Telefonla aradı ve önce benim haklılığımı teslim etti ve mecburiyetten böyle bir yola girildiğini ve bundan sonraki programlarda uyarılarımın dikkate alınacağını söyledi. Fikret Doğan bu ifadeleriyle küçülmedi, büyüdü. Diğer bir kişi de Ömer Gündoğdu’dur. Millî Görüş Teşkilatları (IGMG) Berlin Bölgesi İrşat Başkanı. Kendisinin organize ettiği “Ateizm ve deizm tehlikesine karşı bilinçli bir yaklaşım” konulu konferansta (17.01.2024) gözlemlediğim ve yanlış gördüğüm bazı tespitlerimi yazmıştım. Gündoğdu üç ay sonra IGMG’nin iftar sofrasında geldi ve o konferansta yaptığım tespitlerin yerinde olduğunu, kendilerinin yanlış yaptıklarını dile getirerek bana teşekkür etti ve bundan sonraki organizasyonlarda daha dikkatli olacaklarını söyledi. Ömer Gündoğdu da gurur yapmadı ve büyüdü. Bir üçüncüsü, Ahmet Başar Şen’dir. * Her bir Türk vatandaşının bulunduğu yerde kültür elçisi gibi davranması gerektiğini her fırsatta söylüyorum, yazılarımda hatırlatıyorum. Yıllardır aynı şeyleri tekrar tekrar yazıyorum. ÇAYKUR ürünleri konusunda duyarlı olmamız gerektiğini yazıyorum. T. C. Berlin Büyükelçiliğinin ve Başkonsolosluğunun verdiği resepsiyonlarda niçin ÇAYKUR çayı ikram edilmediğini de yazıyorum. Defalarca yazdım. Sesimi duyuramamıştım. Tâki, Ahmet Başar Şen Başkonsolos olarak göreve başlayıncaya kadar. Başar Şen yazılarımı okumuş. Türk ürünlerine karşı olan bu hassasiyetimden dolayı beni takdir etti. Bu konuda kendisinin gereğini yapacağını da söyledi ve yaptı. O günden beri, verilen resepsiyonlarda çay kazanının hemen yanına bir paket Rize çayı koyuyorlar. En azından reklamı yapılıyor. Ahmet Başar Şen, Monşerlik yapmadı, tavrını ÇAYKUR ürünlerinden yana koydu ve büyüdü. Dördüncüsü, Başkonsolosumuz İlker Okan Şanlıdır. Berlin’de göreve yeni başladı. Çiçeği brnunda. Kançılaryada iftar sofrası kurdu. O sofrada iftar öncesinde Kur’an okundu ancak meali verilmedi. Bunun bir eksiklik olduğunu yazdım. Şehitlik Camii’nde Uluslararası Demokratlar Birliği (UID) ’nin kurduğu iftar sofrasında (30.03.2024), iftar öncesi kendisiyle kısa da olsa sohbet etme imkânımız oldu. Bana kendisinin kurduğu iftar sofrası ile ilgili yazdığım yazımı okuduğunu söyledi ve konu ile ilgili hassasiyetimi dile getirerek teşekkür etti. Devamla, katıldığı iftar sofralarında sadece Kur’an okunduğunu ancak mealinin verilmediğini dile getirerek, “adet böyledir diye düşündüm çünkü Berlin’de daha yeniyim, ölmez sağ olursak gelecek senelerde bu eksikliği telafi edeceğim inşallah.” Dedi ve net bir şekilde duruşunu belli etti ve büyüdü. Atalarımız “marifet iltifata tabidir” diye boşuna söylememişler. Böylece ben de yaptığım ibadetin huzuruna eriyorum. Marifetim de çoğalıyor. Velhasıl, ben kimseyi nefsim için eleştirmiyorum. Kimseyi rencide etmek için de eleştirmiyorum. Kimsenin ayıbını da araştırmıyorum. Kimseye iftira da atmıyorum. Halkın gözünün önünde yapılan programlarda yapılan yanlışlıkları, gördüğüm eksiklikleri dile getirerek tekrarlanmaması için iyi niyetimle uyarılarda bulunuyorum. Sahibimizin, “Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker” buyruğunun üzerime yüklediği sorumluluklarım var. O sorumluluklarımı yerine getiriyorum. Namaz ibadeti gibi, oruç ibadeti gibi. Hatta onlardan da öte sorumluluklar bunlar. “Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker” ibadeti olmazsa öbür ibadetler de olmaz. Bu ibadete cihad ibadeti denir. Cihad ibadeti; Allah’ın rızasını kazanmaya layık olabilmek için maddi ve manevi bütün gücümüzü ortaya koyarak yaptığımız ibadetlerdir. İbadetlerin temelidir, olmazsa olmazıdır. Sevgide ölçüyü belirler. Mevla’m bu durumu şöyle ifadeye koyar. De ki: “Şayet babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elinize geçen mallar, zarara uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler; size Allah’tan, Resûl’ünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli olursa, Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah, fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (9/Tevbe, 24) Peygamberimiz bu ayeti şu şekilde detaylandırmıştır: “Öküzün kuyruğuna yapışır da cihadı ter kederseniz Allah sizi zelil kılar, tâki tekrar cihada dönünceye kadar.” (Sunen-i Ebu Davud, Kitabu’l-İcare, B. 54, Hds. 3462; Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 2, Sh. 42, 84.) Öküzün kuyruğu ayette zikredilen dünya nimetleridir. Zelil demek; kaos demektir, anarşi demektir, terör demektir, kıtlık demektir, saygısızlık demektir… vb. Bugün başımıza gelenler ayette beyan edilen konularda sevgide ölçüyü kaçırmamızdandır. Şımarıklığımızdandır. Paranın gücüne teslim olmamızdandır. Makamın gücüne teslim olmamızdandır. Yaratana değil de para atana hizmet ettiğimizdendir. Aklımızı kullanmadığımızdandır. Fakir fukarayı hor gördüğümüzdendir. Doğayı talan etmemizdendir. Allah’ın verdiği emanetlere hainlik etmemizdendir. Velhasıl, Yaratıcı ’ya kafa tutmanın sonucudur bütün bu yaşananlar. Ben böyle bilir böyle söylerim. Sonuç Her zaman olduğu gibi Ramazan yine eli boş gelmedi. Neşesiyle, bereketiyle geldi. Camiler şenlendi. İftar sofraları kuruldu. Oruç tutanı da tutmayanı da Müslümanı da Gayrimüslimi de o sofralara konuk oldu. Din, dil ve ırk ayırımı yapılmadan, başörtülü-başörtüsüz, sakallı sakalsız herkes aynı sofrada buluştu. Devlet erkanı ile halk aynı tasa kaşık çaldı. Günün anlam ve mahiyetiyle ilgili konuşmalar yapıldı, Kur’an’dan ayetler okundu, mealleri verildi, hadisler okundu, ezanlar okundu, eller aynı anda semaya çevrildi. “Allah’ım orucumuzu kabul eyle, bize sağlık ve afiyet ver, rızkımızı bereketli eyle, mazlumun elinden tut, zalimlere fırsat verme!” İnanmak biraz zor ama, bütün bunlar büyükelçiliğin çatısı altında da kamusal alanda da yapıldı. Devlet ile millet elele tutuştu. Ne kadar anlamlı bir buluşma. Özlenen sahneler bunlar. Eğer sorarsanız bu durumda laikliğe ne oldu? Diye. Hiçbir şey olmadı. Hatta kendine geldi, daha da güçlendi. O da yorulmuş zaten bazı istismarcılar tarafından sürekli manipüle edilmekten. O da geldiği yerden oldukça memnun görünüyor. Rabbim “İçinde bin aydan daha hayırlı” (97/ Kadir,3) olan Kadir gecesinin olduğu Ramazan ayını boşuna yüceltmemiş… Bu ayda, on bir ay boyunca sadece cuma günleri şenlenen camiler de doldu doldu taştı. İftar sofrasından kalkanlar teravih namazı kılmak için camilere koştular. Sofradaki nimetlerin şükrünü eda etmek istercesine koştular. Ramazan ayının olmazsa olmazı gibi gördüler teravih namazını. Fakiri de oradaydı zengini de. Rütbelisi de oradaydı rütbesizi de. Dostların en Güzelinin, en Yücesinin huzurunda omuz omuza saf tuttular. Herkes tek yürek oldu huzurda. Bu mübarek ayda, Gazze’de, Suriye’de, Myanmar’da, Ukrayna’da, Hindistan’da, dünyanın başka yerlerinde; acımasızca öldürülen çocuklar hatırlandı, kadınlar hatırlandı, savunmasız insanlar hatırlandı. Bu ayda Müslümanlar daha cömert davrandılar; zekatlar verildi, sadakalar verildi. Fakir fukara görüp-gözetildi. Böylece, Allah’ın” arınasınız diye bu oruç sizlere farz kılındı.” (2/Bakara,183) buyruğunun ete kemiğe bürünmesinin canlı şahitleri olduk. Allah kabul etsin. Sürçülisan ettikse affola… *(2012-2016 yılları arasında Berlin Başkonsolosu olarak görev yaptı, 13 Aralık 2016- 7 Ocak 2019 tarihleri arasında, Taşkent Büyükelçisi olarak görevlendirildi, 2019-2021 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı Protokol Genel Müdürü olan Şen, 1 Ağustos 2021 tarihinden itibaren Berlin Büyükelçisidir)

27 Mart 2024 Çarşamba

MÜSİAD BERLİN'DE İFTAR SOFRASI KURDU 2024

MÜSTAKİL SANAYİCİ VE İŞ ADAMLARI DERNEĞİ (MÜSİAD); BERLİN’DE İFTAR SOFRASI KURDU 2024 -Sevgili Fikret Başkan işte bu olmadı- Rüştü Kam Ha-ber.com İkinci iftarımı Müstakil Sanayici ve İş adamları Derneği (MÜSİAD)’nin kurduğu sofrada açtım. İftar sofrası lüks bir otelin salonunda kurulmuştu. T.C. Ticaret Bakanı Ömer Bolat da iftar sofrasının konukları arasındaydı. Görevliler güler yüzleriyle misafirlerini kapıda karşıladılar ve kendileri için ayrılan masaya kadar eşlik ettiler. Şık giyimli pırıl pırıl gençlerdi bunlar. Bay bayan. İftar menü oldukça zengindi ama Türk insanının damak tadına uygun değildi. Sırf bu yüzden ikramların çoğu masalarda kaldı. İsraf. İftar sofrasının lüks bir otelde kurulmuş olması, hoş karşılanmadı. İsrafa tavırlı olan bir dinin mensuplarının daha dikkatli olması gerekirdi. Öyle bir din ki, o dinin kitabında israf edenlerin Allah tarafından sevilmeyeceği şu şekilde ifadeye konmuştur: "Ey Ademoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez." (A'râf sûresi, 7/31.) Allah sevdiği Müminleri ise şöyle tanımlar: "Onlar mallarını harcadıkları zaman israf etmezler. Cimrilik de göstermezler. İkisi arasında orta bir yol tutarlar." (Furkan sûresi, 25/67.) "Eli boynuna bağlıymış gibi cimri olma! Elini büsbütün açıp israfa da kaçma!" (İsrâ sûresi, 17/29.) O’nun Elçisi de bu ayetleri detaylandırır ve hangi sofralar Allah’ın hoşuna gitmeyen sofralardır? sorusuna şöyle cevap verir: “En kötü yemek sofraları, sadece zenginlerin davet edilip fakirlerin davet edilmediği yemek sofralarıdır.” (Ebu Davut) Bunun sebebi fakirlerin küçük görülmesidir. Zenginlerin, makam sahiplerinin davet edilme ise riya, saygınlık ve şöhret olma talebinden dolayıdır. Sırf bu özelliğinden dolayı en şerli yemek olmuştur. Bunlar Sahibimiz’in, Mevla’mızın buyruklarıdır. Dikkate alınması gereken buyruklardır. Bu buyruklar ortada dururken yapılan yanlışları yorumlamaya kalkmak da ikinci bir yanlış olur. Yanlış yapılmıştır. O iftar sofrasının kurulması için ne kadar harcama yapıldığını sordum. Net bir cevap alamadım. Sadece çok yüksek bir bedel ödendiği kanaati bende hasıl oldu. Oldukça yüksek bir bedel ödenmiş olmalı. Neden sorusuna karşı aldığım cevap, bakanın iftar sofrasına konuk olacağı için bu otel salonunun tutulduğu. Bu açıklama, özrün kabahatten daha büyük olduğunu gösterir. Toplamda 5 saat için ve de Türklerin damak tadına uymayan menüler için sırf, bakan konuğumuz olacak diye o kadar masraf yapılmamalıydı. Bakan da buna müsaade etmemeliydi. Mütevazi bir düğün salonunda kurulabilirdi o sofra. Daha şık olurdu. Hoş olmadı Fikret başkan. Üstelik salon da doldurulamamıştı. MÜSİAD’ın sayın başkanı sevgili Fikret Doğan ve kıymetli yönetim kurulu üyeleri, benim sevdiğim insanlardır, muhabbet ettiğim insanlardır ama yapılan bir yanlış var ise onu da söylemem gerekiyor. Kulun hatırı Yaratan’ın hatırının önüne geçmemelidir değil mi? Yemeğin öncesinde ve sonrasında selamlama konuşmaları yapıldı. Salondaki uğultudan dolayı, konuşulanları anlayamadık. Sadece duyduk. Bizim insanımızın zaafı işte... Oraya geldiniz, davet edildiniz de geldiniz. Davet sadece konuklara yemek yedirmek için yapılmaz, günün mana ve ehemmiyeti ile ilgili konuşmaların da dinlenilmesi istenir. Hatibe saygısızlık yapılmamalıdır. Cep telefonlarıyla da oynanmamalıdır. Edep bunu gerektirir. Velhasıl bu gürültü kirliliğinin içinde, hatipler herkesin kendilerini dinlemiş olduklarından yola çıkarak konuşmalarını sürdürdüler. Davetlerin genelinde bu saygısızlık maalesef yapılıyor. Büyükelçi Ahmet Başar Şen ve Müsiad Genel Başkanı Mahmut Asmalı, selamlama konuşmalarını yaptılar. Mesajlarını verdiler. Sonrasında kürsüyü teşrif eden T.C. Ticaret Bakanı Ömer Bolat özetle şunları söyledi: “Sizlerin Türkiye sevgisi ve Türkiye’ye yaptığınız yatırımlar ve destekler, bizim her zaman şükranla andığımız katkılardır. Allah hepinizden razı olsun. Hiç unutmuyorum. 2002’lere kadar Almanya’dan yıllık 5 milyar dolarlık işçi dövizleri Türkiye’nin ödemeler dengesine çok önemli katkı yapıyordu. Bu nedenle Türkiye Avrupa Birliği (AB) ilişkileri çok önemli. Avrupa’nın merkezi olan Almanya da her yönüyle çok önemli. Ekonomisi, finans gücü, ticareti, yatırımları, turizmi ve hizmetler sektörü Türkiye ekonomisi için büyük önem taşıyor. Ne kadar birlik ve beraberlik içinde olur ve çok çalışır üretirsek, dünyada rekabetçi bir şekilde üretip ihraç edersek hem döviz sorunu çekmeyiz ve hem de dünyada gücümüz etkimiz artar. Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda “kilidi çözmek” noktasında Almanya ile yakın temas içindeyiz. Gümrük Birliğinin modernleştirilmesi ve hizmetler sektörünü de kapsama alması konusunda AB ile masaya oturmak istiyoruz. Bu noktada bir hafta sonra AB Konseyinden çıkacak karar, muhtemelen Türkiye AB ilişkilerinde yeni bir yakınlaşmayı başlatabilir. Kovid-19 salgını ve Ukrayna-Rusya savaşının AB için Türkiye’nin tedarik zincirindeki önemini ortaya koydu. Türkiye güvenlikçi tedarikçi ve üretim ülkesi olduğunu gösterdi. Almanya ve Alman iş dünyası bunu anladı. Son aylarda Türkiye’ye çok geliyor ve yatırımlar konuşuyorlar. Bu noktada inşallah sizlerin desteği ve yardımıyla ülkemize daha fazla ticaret ve yatırım çekeceğiz.” Bakan Bolat, konuşmasından sonra masalara gelerek tek tek misafirlerin elini sıktı. Hal-hatır sordu. Bol bol çekilen hatıra fotoğraflarından sonra da iftar sofrası kaldırıldı.

26 Mart 2024 Salı

BERLİN’DE İFTAR SOFRALARI 2024

İSLAM TOPLUMU MİLLİ GÖRÜŞ Rüştü KAM Ha-bar.com İslâm Toplumu Millî Görüş Teşkilatlarının iftar sofrasına davet edildim. İcabet ettim. İftar sofrasını kendi salonlarında kurmuşlar. Salon tıklım tıklım. Arkada ayakta kalanlar da var. Teşrifatçı gençler saygılı bir şekilde hoş geldiniz Hocam dedikten sonra, masama kadar eşlik ettiler. Masamda kadim dostum Mesut Köşker, Dr. Murat Gördük, Dr. Hilmi Kaplan ve Hayrat Vakfı Başkanı Burak Arslan vardı. Tanış olduk. Sohbetimiz yemek boyunca devam etti. Ben 1969 yılından beri Millî Görüş Teşkilatlarında bilfiil görev yapan birisiyim. Teşkilat çalışmalarım yüzünden ailemi bile ihmal etmişliğim vardır. Bazı kifayetsiz muhterisler tarafından teşkilattan uzaklaştırıldım (1995). Ancak millî görücülüğüm bende baki kaldı. Ona dokunamadılar, dokunamazlar da. Salonda, hizmeti devralan o gençleri görünce göğsüm kabardı. Her zaman kabarıyor zaten. Serde Millî görüşçü olmak var ya…Yüreğim kıpır kıpır oluyor. Yapılan işlerin meyvesi olarak görüyorum onları. Onların yetişmesinde emeği geçen birisi olarak da mutlu oluyorum. Geleceğe umutla bakıyorum. Orada, davamı örseleyen akim kalmasına sebep olan bazı dinozorların olması tadımı kaçırıyor kaçırmasına da...Ezik oldukları her hallerinden belli zaten. Vuran vurmuş onlara… Geçtiğimiz aylarda aynı salonda bir konferans olmuştu. Oraya da davet edilmiştim. İrfan Taşkıran ve Hasan İstanbul’un bölge başkanlıklarında umumi toplantılara devamlı davet ediliyorum. Bu toplantıda gördüğüm bazı yanlışları tekrar edilmesin diye ha-ber.com internet sayfasındaki köşemde yazmıştım. O gün beni oraya davet eden İrşad Başkanı Ömer Hoca’yı ve programda eksik gördüğüm bazı yerleri eleştirmiştim. Konferanstan sonra, iftar sofrasına kadar, Ömer Hoca’yla karşılaşmamıştık. İftar sofrasında Ömer Hoca, masama kadar geldi ve benim ayağa kalkmamı omuzuma bastırarak müsaade etmedi. Kendisi Eğilerek hoş geldiniz Hocam dedi ve sözüne devam etti. “Hocam o konferanstan sonra beni eleştirmiştiniz, eleştirmekte haklıydınız ve eleştirilerinizi dikkate aldım. O günden beri de uyguluyorum. Teşekkür ederim.” Dedi. Duygulandım. Dokunsanız ağlayacaktım. İşte benim insanım budur. Millî Görüş böyle temsil edilir. Millî Görüşçü saygılıdır, hürmetlidir, hatası varsa döner telafi eder. Gurur yapmaz. Var olasın sevgili Hocam. İftar sofrasında, sunumu yapan genç de işin ehliydi. Bölge başkanı Hasan İstanbul da kısa ve öz konuşarak kürsüden inmesini bildi. Ben şimdi böylesine saygılı, edepli, hürmetkar olan ve de güzel bir programı hazırlayan kişileri eleştirebilir miyim? Başta, bölge başkanı Hasan İstanbul ve Programdan sorumlu olan Nedim Erul olmak üzere herkesin gözlerinden öpüyorum. Yolunuz açık olsun gençler. Yol varsa yürüyün, yol yoksa yolu yapın yine yürüyün. Asla pes etmeyin. Gurur yapmayın, kapris yapmayın, edepli olun. Her işin başı edeptir. Devlet erkanı IGMG’nin sofrasında da yerlerini almışlardı. Büyükelçi Ahmet Başar Şen yine o anlamlı konuşmalarından birisini yaparak, misafirlerin gönlündeki yerini aldı. Misafirlere hediyeleri takdim edildikten sonra, hatıra fotoğrafı çekildi ve iftar sofrası kaldırıldı. NETZWERK EUROPÄISCHE-TÜRKİSCHE UNTERNEHMEN (NETU) Katıldığım ilk iftar NETU iş adamları derneğinin iftarıydı. Kendi mekanlarında ağırladılar misafirlerini. Kapıda karşıladılar. Başörtülü bir kızımız da vardı karşılayanlar arasında. “Hoş geldiniz, buyurun şu masaya oturun.” Gençler çoğunluktaydı. Demek ki kurucu üyeler yavaş yavaş geri çekilmesini bilmiş, onlara yer açmasını bilmiş. Nöbet değişimi. Ne kadar güzel. Yemekten önce ve sonra konuşmalar yapıldı. Başkan Bülent Göktekin, yaptıkları faaliyetleri anlattı. Değişik meslek dallarına gençleri yönlendirdiklerinden ve bu konuda Alman kurum ve kuruluşlarıyla birlikte verimli çalışmaların altına imza attıklarından söz etti. Büyükelçi Ahmet Başar Şen de Türklerin Almanya’da ekonomiye yaptıkları katkılardan bahsetti. Ayrıca Şen, mübarek Ramazan ayında Gazze’de olup bitenleri insanlık ayıbı olarak nitelendirerek, en kısa zamanda bu insanlık ayıbına son verilmesi gerektiğinin altını çizdi. İkramlar lezzetliydi. Menü düşünülerek hazırlanmış besbelli. İsrafa kaçılmamış. Ancak hâlâ kaçak çay ikramından vazgeçememişler. Belli mi olur, belki bir gün ÇAYKUR’un çayını da demlemeye başlarlar. Ne kadar garip değil mi. Kendi bahçenizde çay yetiştiriyorsunuz, hatta dünyanın en iyi çayını yetiştiriyorsunuz, ama sofranızda başkalarının bahçesinde yetiştirilen çayı demliyorsunuz. Hem kendinize zarar veriyorsunuz hem de ülkenize. Paradoks. Neden Türk çayı demlemiyorsunuz? diye sorduğumda verilen cevap manidar; biz “Türk çayı demliyoruz.” Diyorlar ve hemen markasını söylüyorlar. Marka Türkçe. Doğru. Ama paketin içinde Türk çayı yok, o boyalı çaydan var. İşin bir de ekonomik tarafı var. Almanya’da yaşayan dört milyon Türk var. Bir milyon insanımızın üzerinden hesabımızı yapalım ve ayda bir kilo çay tüketildiğini düşünelim. O kadar milyon Euro yapar. Bunu on iki aya vurun ve sonra da hesabınızı yapın bu paranın Rize’ye gittiğini düşünün. Karadeniz ihya olur. Kendi kültürümüzü korumamız gerek. Bu konularda biraz milliyetçi olmak yanlış değildir. Olması gerekendir. Çekilen hatıra fotoğrafıyla iftar sofrası kaldırıldı.

23 Mart 2024 Cumartesi

KATOLİK AKADEMİSİ İFTAR SOFRASI KURDU 2024

KATOLİK AKADEMİSİ İFTAR SOFRASI KURDU -Türkiye Müslümanlarının iftar sofraları tamamen yemeğe odaklı olarak kuruluyor. Katolik akademisinde ise sofra konu ile ilgili dini bilgilere odaklı kurulmuş. En önemlisi edep- Rüştü KAM Ha-ber.com Berlin Katolik Akademisi’nden Dr. Katrin Visse imzalı bir davetiye aldım. “İftar sofrası kurduk sizi de aramızda görmek için sabırsızlanıyoruz!” ifadesi kullanılmış. Ön bilgi veren bir bilgi notuydu bu. Daveti kabul edersem arkadan davetiyenin geleceği de ifade ediliyordu. Davetiyenin gelmesine vesile olacak ön bilgi aynen şöyle: Sevgili Kam, bazıları bunu içten içte yani sessizce, bazıları ise yüksek sesle yapar: Dua ederler. Bazıları kendi sözlerini, bazıları da kendilerinden önce dua etmiş olan başkalarının sözlerini kullanır. Oruç zamanında dua özellikle önemlidir, çünkü- basit bir feragatten farklı olarak- doğrudan bir muhatap vardır: Allah. İnananlar tarihleri boyunca çeşitli dua biçimleri geliştirmişlerdir. Burası ile orası, zaman ile sonsuzluk, insan ile Allah arasında bir köprü kurmak için sözcükleri ya da hareketleri kullanmaya çalışmışlardır. Sizi içtenlikle gün batımından sonra Katolik Akademisi’nde kuracağımız iftar soframıza davet ediyoruz. Tarih: 21 Mart 2024 Perşembe günü, saat 17:00'de, İftardan önce, Prof. Dr. Muna Tatari ve Sandra Lenke (her ikisi de Paderborn Üniversitesi) bizi DUA hakkında teolojik bir fikir alışverişine götürecek ve Berliner Orient Ensemble de bizi yemek ve ardından birbirimizle yapacağımız konuşmalar için müzikal bir havaya sokacaktır. Programı, ekte yer alan ve size posta yoluyla da gönderilecek olan DAVETİYEDE bulabilirsiniz. Sizi bu iftar sofrasında görmek için sabırsızlanıyoruz! Dr. Katrin Visse Sözcü Davete icabet ettim. Trafik benim belirtilen saatte orada olmamı engelledi. Verilen adrese intikal ettiğimde, iftar sofrası çoktan kurulmuş, servis açılmıştı. Masalar davetli sayısına göre tasarlanmış. Hemen girişte tanıdık bir sima. Dr. Aydın Süer. Davet etti masaya. Masada 5 kişi yerini almış. Ben de yerimi alınca masa tamamlandı. Kürsüde bir diyalog devam ediyor. Prof Dr. Muna Tatari ve Sandra Lenke (her ikisi de Paderborn Üniversitesi) dua hakkında konuşuyorlar. Arkasından müzik ziyafeti devam etti. Arap müzisyenlerden oluşan bir müzik grubu. Ensemble. Berlin’de hizmet veren İslami kuruluşlardan seçilmiş bir davetli kitlesi var sofrada. Din dil, ırk farkı gözetilmeden seçilmiş. Hatiplerin kürsüden inmesinden sonra, Kur’an’dan ayetler okundu ve Almanca meali verildi. Sonrasında ezan okundu. Duanın arkasından iftarlıklar geldi ve arkasından da çorbalarla buluştu kaşıklarımız. Bundan sonrasını, arkadaki bir odaya geçerek kendimiz tamamladık. Yemek çeşitleri ve salatalar orada hazır vaziyette bizleri bekliyordu. Sonrasında, Katrin Hanımefendi tek tek masaları dolaşarak misafirlerine bir bayan nezaketiyle hoş geldiniz dedi ve hâl hatır sordu. Katrin Visse İslam kültürüne vakıf bir akademisyen. Hem Hristiyanlık hem de İslâm hakkında donanımlı. Eğitimini almış. Müslümanların geleneğini çok iyi biliyor. İftardan sonra tekrar görüşmek ümidiyle vedalaştık. Teşekkür ederim sevgili Katrin. Sayenizde değişik bir iftar sorasının tadına vardım. Bir kıyaslama ve öz eleştiri yapacak olursam şunları söylemem gerekiyor: Türkiye Müslümanlarının iftar sofraları tamamen yemeğe odaklı olarak kuruluyor. Katolik akademisinde ise sofra konu ile ilgili dini bilgilere odaklı kurulmuş. En önemlisi edep. Konuşmacılar küsüde iken, kimseden ses çıkmıyor. Telefonlarıyla ilgilenen de yok. Pür dikkat hatip dinleniyor. Velhasıl, öğreneceğimiz daha çok şeyler var…

22 Mart 2024 Cuma

İFTAR DUASI ALMANCA 2024 Rüştü KAM-BERLİN

Ya Allah, oh Gott! Wir danken dir für die Gaben, die du uns gewährt hast, für Gesundheit und Wohlbefinden. Du bist der Erhabene. Du bist der Schöpfer, der Versorger. Du weist niemanden ab, der zu dir kommt. Wir sind in diesem gesegneten Monat zu dir gekommen, hier sind wir, an der Iftar-Tafel der katholischen Akademie. Umschließe uns mit deiner Gnade. Oh, Gott! Wir sind schwache Diener. Wenn du uns nicht hilfst, wer wird uns dann helfen? Sieh uns an, beschütze uns, gewähre uns rechtmäßigen Lebensunterhalt, mach uns nicht von Almosen abhängig. Ya Allah! Wir danken Katrin Visse und allen Verantwortlichen der katholischen Akademie für ihre Beteiligung an der Vorbereitung dieses Tisches. Akzeptiere unsere Dankbarkeit. Mögen die Gebete unserer Geschwister, die heute an diesem Iftar-Tisch sind und gerade Amen sagen, erhört werden. Mögen ihre Einkünfte gesegnet sein. Gewähre ihnen Gesundheit, Frieden und Glück im Leben! Erweise auch Barmherzigkeit allen ihren Familien, die nicht mehr unter uns weilen, die du zu dir genommen hast. Oh Gott! Du gibst, wem du willst, und nimmst von wem du willst. Dein ist die Herrschaft. Du machst erhaben wen du willst, und erniedrigst wen du willst. Mach uns zu denjenigen, die du erhaben machst und denen du Gnade erweist! Ya Allah! Bewahre uns, unsere gläubigen Geschwister und die gesamte Menschheit, unabhängig von Religion und Ethnie, vor jeglichem Krieg und jeder Handlung, die den Frieden behindert! Oh Gott! Lass keine Mütter weinen, keine Babys sterben, keine wehrlosen Menschen getötet werden. Wir wollen Frieden, die Menschheit will Frieden, Glück und Wohlergehen. Verschließe uns nicht vor diesem Glück! Lass nicht zu, dass unschuldige Menschen in die Hände von Abenteurern fallen. Wir sind auf deine unendliche Gnade angewiesen. Sieh uns an, beschütze uns, halte unsere Hände, umarme uns. Hilf uns. Amen...

İFTAR DUASI 2024 TÜRKÇE- Rüştü KAM-BERLİN

Ey Allah’ım verdiğin nimetlere, sağlık ve afiyete şükürler olsun. Sen en yücesin. Sen yaratansın, rızık verensin. Sen kapına gelenleri boş çevirmezsin. Bizler bu mübarek ayda senin kapına geldik, işte buradayız, bu çatının altında iftar sofrasındayız, soframızı bereketli kıl, on bir ayın sultanı olan bu ayda bizleri huzurundan boş çevirme. Ey Allah’ım bizler aciz kullarız. Sen yardım etmezsen, bizlere kim yardım edecek. Gör bizi, gözet bizi, helâlinden rızık ver bize, bizleri namerde muhtaç eyleme. Ey Allah’ım, bu sofranın hazırlanmasında emeği geçen ......... başta ......... olmak üzere herkese şükranlarımızı sunuyoruz kabul eyle. Bugün bu iftar sofrasında bulunan ve şu an amin diyen tüm kardeşlerimizin dualarını da kabul eyle. Kazançları bereketli olsun. Onlara, sağlık, huzur ve mutluluk içinde bir yaşam ihsan eyle! Âilelerinden âhirete göç edenlere de merhametini esirgeme. Ey Allah’ım! Mülkün sahibi Sensin, dilediğine mülkü verir, dilediğinden alırsın. Dilediğini azîz, dilediğini zelîl edersin. Bizleri; aziz kıldığın ve nimet verdiğin kullarından eyle! Ey Allah’ım! Bizleri, inançlı kardeşlerimizi, hangi dine ve hangi ırka mensup olursa olsun, tüm insanlığı, her türlü tabii afetlerden, savaş belasından, barışa mani olan her türlü eylemden, muhafaza eyle! Ey Allah’ım, bizler insanca yaşamın esas alındığı bir dünyada yaşamak istiyoruz. O öyle bir dünya olsun ki, orada analar ağlamasın, bebekler ölmesin, savunmasız insanlar katledilmesin. Bizler barış istiyoruz, tüm insanlar barış istiyor, mutluluk istiyor, esenlik istiyor. Bu mutluluğu kullarından esirgeme! Senin kulların olma şerefine nail olan o masum insanları, birkaç maceraperestin eline bırakma. Senin sonsuz ikram ve ihsanına muhtacız. Gör bizi, gözet bizi, tut elimizden, kucakla bizi. Yardım et bize. Amin...

18 Mart 2024 Pazartesi

KANÇILARYA’DA İFTAR SOFRASI KURULDU 2024

Rüştü KAM “Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu kurtuluş olduğuna inandığımız Ramazan-ı Şerif’imizi içtenlikle tebrik ediyorum. Mübarek Ramazan ayının ülkemize, milletimize, İslam alemine ve tüm dünyamıza barış, bereket, huzur getirmesini içtenlikle diliyorum.” Peygamberimizin bu müjde dolu hadisiyle başladı konuşmasına Büyükelçi Ahmet Başar Şen. Kançılaryada yaptı bu konuşmayı. Kamusal alanda, büyükelçilik binasında. Ne kadar da anlamlı bir başlangıç cümlesi. Kurtuluşa giden yolu açıyor. Gün boyu susuzluktan yanan yürekleri serinletiyor. Konuklar da hep birlikte âmin diyor. Ben de âmin diyenlerdenim. Hani Mevla’mız diyor ya, “Ramazan ayı bin aydan daha hayırlıdır.” Diye. Evet bu ayetin bizzat canlı şahitleri oluyoruz. Ve bu şehadetimizi âmin sözcüğüyle tasdikliyoruz. Âmin sözcüğü, içinde isyanı da barındırıyor. Zulme isyanı, haksızlığa isyanı. Bu mübarek Ramazan ayında; Filistin’de, İsrail’de, Gazze’de, Ukrayna’da, Myanmar’da, Suriye ve Afganistan’da, dünyanın her yerinde hangi dinden, inançtan, mezhepten olursa olsun, sivillerin, çocukların hedef alınmasına, öldürülmesine, eziyet görmesine, aç-susuz bırakılmasına isyan ediyor o kocaman salon dolusu insan. Medeni(!) dünyanın gözü önünde işlenen insanlık suçunadır bu isyan. Bir daha âmin… Kur’an tilavetiyle başlayan iftar programı, ezanın okunmasıyla devam etti. Sonra da iftar duasıyla kaşıkların çorba tasına daldırılmasının müsaadesi verildi. Bir anda salon sessizliğe büründü. Sadece kaşık sesleriydi çınlıyordu havada. Sayın Şen’in o mükemmel konuşmasını, önemine binaen aynen sizlerin istifadelerine sunuyorum: Değerli basın mensupları, Muhterem Hanımefendiler, Beyefendiler, Sevgili Vatandaşlarım, Büyükelçiliğimizin artık geleneksel hale gelen Ramazan iftar sofrasında sizleri yanımızda görmekten duyduğum sevinç ve kıvancı da ifadeyle, hepinizi saygıyla ve muhabbetle selamlıyorum. Türkiye Cumhuriyeti Berlin Büyükelçiliğine Hoş geldiniz, sefa getirdiniz. Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu kurtuluş olduğuna inandığımız Ramazan-ı Şerif’imizi içtenlikle tebrik ediyorum. Mübarek Ramazan ayının ülkemize, milletimize, İslam alemine ve tüm dünyamıza barış, bereket, huzur getirmesini içtenlikle diliyorum. Kıymetli Misafirler, Türkiye ile Almanya arasındaki çok boyutlu ilişkilerin en önemli boyutunu, şüphesiz Almanya’da yaşayan, sayıları üç buçuk milyona ulaşan insanımız teşkil etmektedir. 60 yıldan uzun bir süredir Almanya’nın ekonomik kalkınmasına ve çok kültürlülüğüne katkıda bulunan Türkler, bugün Almanya’da ekonomiden sanata, spordan bilime, akademiden siyasete kadar akla gelebilecek her alanda büyük katma değer sağlar hale gelmiştir. Almanya’daki vatandaşlarımızın, eski vatandaşlarımızın ve Türkiye’den gelerek Almanya’da yaşayan herkesin kendilerini on yıllardır her alanda katkıda bulundukları bu ülkede evlerinde hissetmeleri, Almanya’da barış esenlik ve huzur içinde, müreffeh bir hayat yaşamaları Büyükelçiliğimizin ve Almanya’daki bağlı 14 Başkonsolosluğumuzun başlıca hedeflerindendir. Dolayısıyla, Türk toplumunun Avrupa ülkelerinde ve Almanya’da karşılaştığı ırkçılık, yabancı düşmanlığı, İslam karşıtlığı ve günlük ayrımcılıkla mücadelesini kararlılıkla destekliyoruz, destekleyeceğiz. Değerli Misafirler, Sadece Türk ve Müslüman oldukları için Almanya’daki insanlarımızın, evlerinin, işyerlerinin, camilerinin günümüzde dahi saldırılara uğruyor olması, Almanya’da ırkçılıkla mücadelenin her boyutuyla, kararlılıkla yürütülmesi gerektiğini göstermektedir. 11 Mart, Almanya’da Terör kurbanlarını anma günüydü. Almanya İçişleri Bakanı’nın böyle bir anma günü tertip etme inisiyatifini çok değerli buluyoruz. Yarın ise, Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde 15 Mart 2019 tarihinde meydana gelen menfur terör saldırısı sebebiyle, ülkemizin İslam karşıtlığı ve hoşgörüsüzlükle mücadele çabaları sonucunda BM Genel Kurulu tarafından kabul edilen “15 Mart İslamofobiyle Mücadele Uluslararası Günü”nü idrak edeceğiz. Son 50 senede (1974’ten beri), Almanya’da yaklaşık -bazı saldırılar maalesef tam olarak açıklığa kavuşturulamadığı için yaklaşık diyoruz- 75 civarında vatandaşımızın aşırı sağcı, ırkçı ve İslam düşmanlığından kaynaklanan saldırılarda hayatını kaybettiğine büyük üzüntülerle şahit olduk. Bu vesileyle, ırkçılık ve İslam düşmanlığı saikli terör saldırılarında hayatını kaybeden tüm insanları saygı ve rahmetle anıyorum, yakınlarına sabır ve başsağlığı diliyorum. Yaşanan faciaların tekrarlanmamak üzere unutturulmaması ve ırkçılık tehlikesine, bunun siyasi tezahürleri de dahil olmak üzere, Almanya’da yaşayan çoğunluk ya da azınlık her kesimin güçlü bir direnç kültürüyle karşı durması vazgeçilmezdir. Alman güvenlik ve kolluk makamlarının bu saldırıların her yönleriyle açıklığa kavuşturulması ve bütün suçluların, azmettiricilerin ve destekçilerinin adalet önünde hesap vermelerini ve mümkün olan en ağır cezalara çarptırılmalarını, kendi içlerindeki hata ve eksiklikleri gidermelerini de kuvvetle talep ediyoruz. Nefret, ırkçılık ve ayrımcılığın her türüyle, Antisemitizm, İslamofobi ve İslam karşıtlığıyla tüm imkânlar kullanılarak topyekûn mücadele edilmesi haklı bir beklentidir. Bu konuda Alman makamlarıyla işbirliğine değer veriyor, olumlu çabalarını destekliyor ve ilave adımların da atılmasını elzem görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin temsilcileri olan bizlerin Almanya’da bu konuda ciddi çalışma yapan her kurum ve kesimle her türlü işbirliğine açık olduğumuzu buradan bir kez daha vurgulamak istiyorum. Özellikle, İslam’ın ve 60 yıldan uzun bir süredir bu ülkeye çok değerli katkılarda bulunmuş olan, gelecekte de bulunmaya devam edecek olan Müslümanların Almanya’nın ve Almanya toplumunun değerli bir parçası olduğu sözünü Almanya’daki bütün demokratik liderlerden, kurumlardan ve siyasi partilerden tekrar tekrar duymak istiyoruz. Değerli Konuklar, Dine karşı nefretin artmakta olduğu bu hassas dönemde, karşılıklı saygı ve barış içinde bir arada yaşama anlayışının güçlendirilmesinde uluslararası topluma da özel bir görev düşmektedir. Bu anlayışla, BM, AGİT ve İİT başta olmak üzere uluslararası ve bölgesel platformlarda İslam düşmanlığı ile mücadeleye dair girişimleri desteklemeye kararlılıkla devam edeceğiz. Kıymetli Misafirler, Almanya Türk Toplumunu ilgilendiren bir diğer konu da çifte vatandaşlık meselesidir. Alman vatandaşlık yasasının reformu yönünde Federal Meclis ve Federal Konsey’de onaylanan yeni yasanın yürürlüğe girmesi bekleniyor. Yeni yasanın, insanlarımıza çifte vatandaşlık dahil birtakım yeni hak ve imkanlar sunması öngörülüyor. Federal Hükümet’in bu yöndeki çabalarını takdir ediyor, yeni yasanın oluşturulup yürürlüğe girmesinde emeği geçenlere huzurlarınızda teşekkür ediyorum. Almanya’daki insanımızın ikamet hakları ve vatandaşlık durumlarıyla ilgili herhangi bir baskı ve strese kapılmadan, bugüne kadar hak ettikleri bütün haklardan faydalanmaları temel önceliğimiz olmaya devam edecektir. Kıymetli misafirler, Bu mübarek ayda, ülkemizde geçen yıl meydana gelen deprem felaketlerinde hayatını kaybeden vatandaşlarımızı bir kez daha rahmetle anıyoruz. Depremzedelerimiz için bugüne kadar gösterdiğimiz yoğun çabaları, yaralar tamamen sarılana ve tüm depremzedeler yeniden normal hayatlarına dönebilene kadar sürdürmemiz büyük önem taşıyor. Onların güvenli yuvalarına, güzel şehirlerine bir an evvel kavuşmaları için Devletimiz tüm gücüyle çalışıyor. Sizlerin de Ramazan vesilesiyle yardım ve katkılarınızı depremzedelerimize yönlendirmeye devam etmenizi takdirle karşılıyoruz. Depremden etkilenen tüm insanlarımız için Allah’tan sabır ve metanet dileklerimi bu vesileyle yineliyorum. Bugün ayrıca, kalbimiz ve düşüncelerimiz, yoğun saldırı altındaki, Gazze’deki Filistinli kardeşlerimizle beraberdir. Şu anda dahi yüz binlercesi gıda, temiz su, sağlık hizmetleri gibi temel ihtiyaçlarını, güvenli bir ortamda karşılayabilmekten çok uzaklar. Bu acıların bir an önce son bulması, hiç değilse kutsal Ramazan ayı vesilesiyle Gazze’de ateşkes sağlanması ümidimizi koruyor, bölgede barışın hakim olması için çabalarımızı sürdürüyoruz. Bölgesinde ve ötesinde bir istikrar adası, kaynağı ve sağlayıcısı olan Türkiye, Filistin’de, İsrail’de, Ukrayna’da, Myanmar’da, Suriye ve Afganistan’da, dünyanın neresinde olursa olsun, hangi dinden, inançtan, mezhepten olursa olsun, sivillerin, çocukların hedef alınmasına, öldürülmesine, eziyet görmesine, aç-susuz bırakılmasına tarihinde ve bugün, her zaman karşı çıkmıştır, kuvvetle karşı çıkmaya da devam edecektir. Saygıdeğer Misafirler, Büyükelçiliğimiz ve Başkonsolosluklarımız olarak insanlarımızı Almanya’daki yaşamlarının her boyutunda desteklemeye, sıkıntılarını gidermeye ve dertlerine çare aramaya, Almanya makamları ve Türk ve Alman sivil toplum temsilcileriyle beraber devam edeceğiz. Her Ramazan ayında olduğu gibi bu Ramazan ayında da toplumumuzun her kesimiyle bir araya gelmeye, ekmeğimizi bölüşmeye, barış ve huzur için beraberce dua ve ibadet etmeye devam edeceğiz. Sözlerime son verirken, huzurla, sağlıkla bir araya geldiğimiz iftar sofralarımızın daim, mübarek Ramazan ayının hayırlara vesile olmasını diliyorum. Ramazan Bayramı’na, daha nice Ramazan aylarına ve bayramlara sağlık, esenlik ve huzur içinde erişmemizi temenni ediyorum. Aramıza katılan ve bizlerle iftarlarını bölüşen değerli Büyükelçi meslektaşlarımı, davetimize icabet eden Federal Meclis mensuplarını ve Alman Devlet Kurumları Temsilcilerini huzurlarınızda bir kez daha içtenlikle selamlıyorum. Ve sizlere, bütün STK temsilcilerine ve tüm misafirlerimize burada bulunduğunuz ve ekmeğimizi bölüştüğünüz için içten teşekkürlerimi sunuyorum. Allah tuttuğunuz oruçları ve ibadetlerinizi kabul eylesin.”

10 Mart 2024 Pazar

KUR'AN ZEKATIN SEKİZ YERE VERİLMESİNİ İSTER

KUR’AN ZEKÂTIN SEKİZ AYRI YERE VERİLMESİNİ İSTER - Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir- Rüştü KAM Ha-ber.com Ramazan ayı döndü dalaştı yine geldi. Allah’ın bereketli kıldığı Ramazan ayından söz ediyorum. Allah’ın bin aydan daha hayırlıdır dediği Ramazan ayından. Bu ayda camiler şenlenecek, iftar sofraları kurulacak, nefisler dizginlenecek, kalp kırılmayacak, fakir-fukara görülüp gözetilecek. Bunlar Kur’an buyruğu. Buyrukların yerine getirilip getirilmediğini yaşayarak göreceğiz. Biz Müslüman kimliğimizle Almanya’da yaşıyoruz. Türkiye kökenli Almanlar diyorlar bize. Biz Almanya’ya ikinci vatan diyoruz. Baba Vatan. 1961 yılından beri karnımızı Almanya’da doyuruyoruz. Babamız doyuruyor. Anamızı da unutmadık elbet. Çocuklarımızı Almanya’da eğitiyoruz. Dini vecibelerimizi kendi imkanlarımızla yaptığımız veya kiraladığımız camilerde mescitlerde yerine getirmeye çalışıyoruz. Son yıllarda Alman yetkili makamlarının müsaadesiyle minareli camiler yapmaya da başladık. Ancak hâlâ beş vakit ezan okuyamıyoruz minarelerimizden. Camilerin içine camiye gelenlere ezan okuyoruz. Böylece en azından kulaklarımız ezan sesin aşina oluyor, unutmuyoruz ezanı, motive oluyoruz. Ramazan ayını da burada geçiriyoruz. Teravih namazı geleneğimiz ve iftar sofraları geleneğimiz henüz değişmedi. 60 yıldır bu topraklardayız. Çocuklarımızın geleceğine ciddi yatırımlar yapmış değiliz. Şu da bizim eserimizdir diyebileceğimiz bir mekâna hâlâ sahip değiliz. Çelik çomak oynamaya devam ediyoruz. Allah’ın mal-mülk verdiği, zengin kıldığı Müslümanlar, davetlerde fotoğraf çektirmekle meşguller, bu geçen 60 sene zarfında üç tane de olsa bazı önemli kurumların altına imza koyamadık. Neden sorusuna paramız yok diye cevap veriyorlar. Önce Ramazan ile ilgili kısa bilgiler verelim, sonra paramız gerçekten yok mudur onu değerlendirelim, sonra da hangi kurumların altına imza atmamız gerekiyordu ona bakalım: MADDEYE TAMAHKÂR OLMAMAK LAZIMDIR Ramazan ayının içindeyiz. Bu ay Kur’an’ın indiği aydır. Bu ay kendimizi, bizlere helal kılınan yiyeceklerden, içeceklerden ve de helalimizden uzak tutmamız gereken aydır. Bereketli bir aydır. Oruç ayıdır. Oruç, bizden önce gelenlere de farz kılınmıştır. Amaç arınmaktır. Kişinin kendisini eğitmesidir, değiştirmesidir, dönüştürmesidir. Aç kalarak, susuz kalarak ve de cinsellikten uzaklaşarak, reddi kelam etmesidir. Buyruk böyledir. “Ey imân edenler, oruç sizden öncekilere yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındığı gibi, size de yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındı. Umulur ki, Allah'a sığınarak emirlerine yapışır, günahlardan arınır, azaptan, sağlığınızın bozulmasından, hastalıklardan korunur, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarınıza ve özgürlüklerinize sahip çıkarak şahsiyetli davranır, dinî ve sosyal görevlerinizin bilincinde olursunuz. (2/183 Bakara Suresi, çeviri; Ahmet Tekin) Ayrıca, zekâtlar, fidyeler, fitreler ve mali yardımlar da genellikle bu ayda verilir. Mali yükümlülükler kişinin eğitimiyle ilgilidir. Mali yükümlülükler konusunda Müslüman bilinçli olmalıdır. Müslüman sadaka olarak sayılan bu yardımları nereye ve niçin verdiğinin şuurunda olmalıdır. Zekâtın nerelere verileceğini özellikle madde madde sayarak belirleyen Allah, miktarını belirlememiştir. Yerel otoriteler tarafından belirlenmesini istemiştir. Peygamberimiz o günün şartlarında bu miktarı %2,5 olarak belirlemiştir. Bugünün şartlarında bu miktar yukarıya doğru çekilmelidir. En az %5 olmalıdır %10 olmalıdır. Bazı bölgelerde %1 e kadar düşebilir de. Buyruk şöyledir: “Zekât; 1- Temel ihtiyaçlarını gideremeyen yoksulların, 2- Hiç çalışamayacak durumdaki hasta, yatalak, yaşlı, özürlü ve benzeri düşkünlerin, 3- Zekât toplamak ve dağıtmakla görevli memurların, 4- İslâm’a yeni giren veya girmesi umulan kişilerin, yani gönülleri islâm’a ve müslümanlara ısındırılması gereken kimselerin, 5- Başkalarının boyunduruğu altında ezilen işçi, hizmetçi, esir, fikir suçundan haksız yere mahkûm edilenlerin ve kölelerin, 6- Meşrû yöntem ve amaçlarla borçlanmış olup da elinde olmayan sebeplerle sıkıntıya düştüğü için, acil paraya ihtiyacı olanların, 7- Allah yolunda çarpışan mücahitlerin, islâm’ı anlamak, öğrenmek, öğretmek, duyurmak için yola çıkmış olan ihtiyaç sahiplerinin, 8- Ve evinden yurdundan uzak düşmüş, memleketine dönemeyecek şekilde yolda kalmış kimselerin hakkıdır. Bu düzenleme, bizzat Allah tarafından konulan ve Müslümanların uyması gereken bir yasadır. Buyruk şöyledir: “Allah, her şeyi bilendir; sonsuz ilim ve hikmetiyle en mükemmel kanunları koyan bir hakîmdir. O hâlde, gücünüz yettiğince bu yasaları uygulamalı, birtakım çıkar hesaplarıyla buna engel olmaya çalışan ikiyüzlüleri iyi tanımalısınız.” 9/60 Tevbe Suresi, çeviri; Mahmut Kısa). Bugünün Müslümanları zekâtı tek maddeye indirmiştir Müslümanlar bugün zekât verilecek yerleri tek maddeye indirmişlerdir. Birinci ve ikinci maddeyi (fakir ve miskin) birleştirerek yapmışlardır bunu. Diğer 6 madde sanki gizli bir el tarafından sansürlenmiştir. Kur’an’ın detaylandırarak anlattığı zekât, mümkün olduğunca yaşanılan yerin (Almanya’nın, Türkiye’nin…) dışına da çıkarılmamalıdır. Müslüman önce bulunduğu çevredeki insanlardan sorumludur. Buyruk şöyledir: “Başkaları için ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: “İyilik/hayır umarak yapacağınız harcama, önce ebeveyninize, yakın akrabanıza, yetime, muhtaca ve yolcuya aittir; her ne iyilik yaparsanız mutlaka Allah onu çok iyi bilir.” (2/Bakara Suresi 215, çeviri; Muhammed Esed) Dolayısıyla yardımlarımızı yaşadığımız yerin dışına çıkarmak için kapımıza gelenlere sakın itibar etmeyelim. Kim olursa olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmeyelim. Bugünlerde yardım kuruluşları, duygularımızla hareket etmemizi sağlayacak broşürler yayınlamaya başladılar. Televizyonlara reklamlar veriyorlar, el ilanları dağıtıyorlar, Afrikalı çaresiz insanların fotoğraflarını broşürlere basarak duygularımızı tetikliyorlar/sömürüyorlar. Her gün, yerden pıtrak (Kırlarda yetişen yabanî otun dışı dikenli tohumu) biter gibi yardım kuruluşları çıkıyor ortaya. 50 yıldır böyle yapıyorlar, hele son senelerde bu yoldan geçinenlerin sayısı daha da fazlalaştı. Sorumluluk bilinci Lütfen sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Geleceğimizi düşünelim, çocuklarımızı düşünelim. Yardımlarımızı öncelikle kendi çocuklarımızın geleceği için, yaşadığımız ülke için yapalım. Onların kimliklerini korumak için yapalım. Sorumluluk bilincidir insanı olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı bu bilinçle yapalım. Görev bilinciyle hareket edelim. Yardım kuruluşlarının, kira paraları, personel maaşları, verdikleri reklamların paraları verdiğiniz yardımlarınızdan karşılanıyor, bunu bilesiniz. Bu yardımların ne kadarı yerine ulaşıyor onu da bilmiyoruz. Yıllardır yardım kuruluşlarına sadakalarımızı veriyoruz. Yardım kuruluşlarının topladıkları paraların ortalama hesabını yaparak çıkalım yola, bakalım ne işe yaramış bugüne kadar onlara verdiklerimiz: Bütün Almanya’yı hesaba dahil edelim ve hesabı sadece Türkiyeliler üzerinden yapalım. 4 milyon insanımız yaşıyor Almanya ‘da. 3 milyon insanımızı bir kenara bırakalım ve bir milyon insanımızı esas alarak hesabımızı yapalım. ALMANYA’DA TAHMİNİ OLARAK YILDA BİR MİLYAR EURO TOPLANIYOR Yardım kuruluşlarına verilen bağışları; zekât, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 € olarak hesaplayalım. 1.000.000×100=100 milyon € yapar. Bu hesaptan yola çıkarsak son on yılda 1 milyar € toplanmış demektir. Bu bir milyar € genel olarak Afrika ülkelerine gönderildi, Filistin’e, gönderildi, Irak’a, Suriye’ye gönderildi, Afganistan’a gönderildi hâlâ da gönderiliyor. Şimdi sonuca bakalım; Filistin’i ayağının üzerine kaldırabildik mi, kaç tane Afrika ülkesini açlıktan kurtardık, kaç tane Afrika ülkesi bizim yardımlarımızla ayağa kalktı, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle sorunlarını çözdü? Yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği gibi, her geçen gün kervana bir başka ülke daha katılıyor… Emperyalistler Müslümanların yumuşak karnını iyi biliyorlar Unutmayalım bu yardımların birkaç mislini onlara Birleşmiş Milletler (BM) zaten yapıyor. Avrupa ülkeleri ve İslâm ülkeleri de yapıyor. Buna rağmen o ülkelerde problemler azalacağı yerde artıyor. Şimdi Suriye, Gazze çıktı sahneye. Yine keselerimizin ağzını açtırdılar bize. Yarın bir başkası çıkacak. Emperyalist ülkeler bir bahane uydurarak önce oradaki insanları silahlandırıyorlar, sonra da iç savaş çıkarıyorlar ve bombalıyorlar. Evsiz yurtsuz bırakıyorlar. Sonra da Müslümanlara değişik isimlerde yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. Paralar, bilezikler, yüzükler, küpeler dolduruluyor torbalara. İhtiyaç gösterilen yerlere o paralar gönderiliyor. O paralarla silahlar alınıyor, mühimmat alınıyor. Silahları satan emperyalistler, silah üreten ülkeler, alanlar ise genelde Müslüman ülkeler, gruplar. Öldüren de Müslüman öldürülen de. Onlar birbirlerini daha iyi öldürsünler (!) diye yardım kuruluşlarına yardım edenler de Müslümanlar. Avrupalı Türkler sahipsizdir Filistin’e, yıllardan beri yardım gönderilir. Bitti mi Filistin meselesi? Duruldu mu sular? Küçücük Filistin’de iki grup var. El-Fetih ve Hamas. Kendileriyle didişmekten düşmanlarına karşı ortak tavır bile alamıyorlar. Çünkü kendi içlerindeki silah tüccarları o savaşın bitmesini istemiyorlar. Perde arkasında dönen dolapları görmek lazım. Avrupa’da yaşayan bizlere ne Türkiye ne de Birleşmiş Milletler elini uzatıyor, ne de içinde yaşadığımız Avrupa ülkeleri. Oysa aynı Türkiye Somali’ye ve dünyanın başka ülkelerine yardım gönderiyor. BM de yardım gönderiyor oralara. Bizlere ise sahip çıkan yok. Bizim kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Hesabı Allah, önce çocuklarımızdan başlayarak soracak bize. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz! O ateşin başında, acımasız/sert, güçlü, Allah'ın kendilerine emrettiğine karşı gelmeyen, emrolunduklarını yerine getiren melekler vardır. ”(66/ 6 Tahrîm Suresi, çeviri; Bayraktar Bayraklı) Sadece çocuklarımızın karnını doyurmakla bu azaptan kurtulamayız. Onların ruhlarını da doyurmamız gerekiyor. Onları kimlikli bir nesil olarak yetiştirmeliyiz. Hz. Ali der ki: ”Çocuklarınızı yetişkin olarak bulunacakları çağa göre yetiştirin.” Çocuklarımızı yetiştirmek için müesseseler kurmalıyız. Kültür merkezleri kurmalıyız. Çocuk yuvalarından başlamalıyız işe. Müfredâtının hazırlanmasında dahlimizin olabileceği bir yuvadan bahsediyorum. Teşvikler alarak, para kazanmak için açtığımız çocuk yuvalarından değil. ÖLÜM HAKTIR, DÜNYA FANİDİR İnsan geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır. Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmanız yeterli olacaktır. Yol haritasını vermiştir ALLAH elimize. Bu yolda, yol işaretlerine dikkat ederek yürümek gerekir. Berlin’de yaşıyoruz. Aradan tam 62 yıl geçmiş. Bu kadar yılda elde ettiğimiz tecrübeler ve birikimler bizleri hata yapmaktan alıkoymalıdır. Biz güzel olmak istemiyoruz, güzeli görmek istiyoruz. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O`nun yoludur. Gerisi angaryadır. AFRİKA ÜLKELERİNİ MÜSLÜMANLAR FAKİRLEŞTİRMEDİ Afrika ülkelerini Müslümanlar, halkı Müslüman olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o insanların elinden ekmeğini. Emperyalistler, ekmeğini elinden aldığı insanların karınlarını da Müslümanlara doyurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta her iki durumda da kârlı çıkan onlar oluyorlar. Müslümanlar da işin bu taraflarını hesaba katmadan dolmuşa binerek kısa yoldan Cennetin(!) yolunu tutacaklarına inanıyorlar, o kadar inanıyorlar ki; kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor. “Ben bu sene zekâtımı, kurbanımı Filistin’e gönderdim, Suriye’ye gönderdim, Irak’a gönderdim, Gazze’ye gönderdim…” diye tafralarından yanlarına yaklaşılmıyor. Çocuklarımızın durumu nasıldır diye sormaya gerek bile yoktur. Nasıl olduğu bellidir… BİZİM ÇOCUKLARIMIZA KİM SAHİP ÇIKACAK Anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler, “Yakıtı insanlar ve taşlar/putlar olan Cehennem azabı (66/6 Tahrim Suresi, çeviri Mustafa Öztürk)” ndan korkan bizler: Çocuklarımızın durumu bu kadar vahimken, göz önündeyken, bu vurdumduymazlık niyedir. Müslümanlar yukarıda hesabını yaptığımız parayı Almanya’da bıraksalardı; bugün Almanya İçin Alternatif (AFD) Partisi ve Sarrazin gibiler kendilerine malzeme bulamayacaklardı. Adımız göçmen olmayacaktı, yabancı olmayacaktı. Sahibimiz buyurur ki: “Allah, pisliği, aklını kullanmayanların üzerine bırakır.”(10/100 Yunus Suresi, çeviri; Yaşar Nuri Öztürk) PİSLİK; -kaos demektir, -anarşi demektir, -aşağılanma demektir, -tepelenme demektir, -kölelik demektir, -açlık demektir, -sefalet demektir, -gözyaşı demektir, -kan demektir… Halkı Müslüman olan ülkeler pislik içindedirler bugün? Görevlerini yerine getirmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları zenginlikleri Müslümanların kalkınması için yatırıma dönüştürmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları paralarını emperyalistlerin bankalarına koyarak onları zenginleştirdikleri için bu böyledir. BU PARALARLA ALMANYA’DA NELER YAPILABİLİRDİ -Bu paralarla vakıflar kurulurdu. -Bu vakıflar aracılığıyla üniversite öğrencelerine hatırı sayılır burslar verilirdi. -Yine üniversite öğrencileri için yurtlar açılırdı. Üniversiteyi bitirenlerin doktora yapmaları teşvik edilirdi, -Hastaneler yapılırdı. Müslümanların hastaneleri, Kilise hastaneleri gibi, Yahudi hastanesi gibi, -İslâm’ın tanıtımını amaçlayan, aşevleri kurulurdu; böylece parklardaki, köprü altlarındaki insanların midesine sıcak çorba inerdi. -Ehl-i Kitap’a yönelik İslâm’ı tanıtıcı programlar düzenlenir, çalışmalar yapılırdı. -Araştırma merkezleri, enstitüler kurulurdu. -Çocuk yuvaları açılırdı. -Kamu yararına çalışan dernekler desteklenirdi. -Tercüme büroları açılarak ihtiyaç duyulan eserler Almanca ’ya çevrilirdi. Almanya’dan da Türkçe ’ye. -Çocukların ve gençlerin bilinçlenmesine vesile olacak, bilgi ve görgülerini artıracak, onların tarih bilincini geliştirecek kültür ve araştırma gezileri düzenlenirdi. -Türkçe dil kursları açılırdı, -Uygun olan yerlere minareli camiler, kültür merkezleri yapılırdı; böylelikle Müslümanlar fabrika binalarından, arka avlulardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlardı; dinlerini bodrumlara hapsetmezlerdi. -Ve tüm bu kurulumlarda çalışacak olan personelin maaşı da yine bu fondan karşılanırdı. -Gazete çıkarılırdı, dergi çıkarılırdı, haber ajansları kurulurdu, televizyon kanalları kurulurdu, radyo yayın merkezleri kurulurdu vb. Böylelikle zekât ayetinden sansürlenen, o 6 madde de işlerlik kazanırdı. SONUÇ: 1-Allah bize öncelikle kendi neslimizden hesap soracaktır. Berlin’de, Almanya’da yaşayan neslimizden hesap soracaktır. Ehl-i Kitap’la olan ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap Ehlinin; “Ya Rabbi bu Müslüman kulun 40 sene bana komşuluk yaptı ve bir gün olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı. Kurbanını Afrika’da kesti, zekâtını fitresini Afrika’ya gönderdi, ben kurbanda sadece kan gördüm, boğaların vahşice boğazlandığını gördüm. Bunlar yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı baştan çıkardı bu komşum, ben bu kulundan şikâyetçiyim” derse kimse yakasını kurtaramaz Yüce Yaratıcının elinden. Çünkü Kur’an, yardımların en yakınından başlayarak yapılmasını ister ve Ehl-i Kitap’a da çok önem verir: Çünkü, miskin onların fakirlerine denir. 2-Afrika halkı, Asya halkı, Arap halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadırlar ama bu duruma durup dururken gelmediler. Allah onlara yeraltı ve yer üstü zenginlikleriyle donattı. Onlar kendi zenginliklerine sahip çıkmadılar/çıkamadılar. Devlet iyi yönetilmedi. Halk da kötü yönetimlere zamanında müdahale etmedi. Kıtlığın altında yatan şey, kuraklık gibi doğal afetler değildir. Bunlar tetikleyici sebeplerdir. Asıl sebep, uluslararası kapitalizmin ülkenin tarım sektörünü, kısırlaştırmasıdır, çöküntüye uğratmış olmasıdır. Allah elbette bu insanlara yardım etmemizi ister bizden. Ancak onlardan, kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini öncelikle ister. 3-Allah zekâtın sekiz yere verilmesi gerektiğini buyuruyor. 100 Euro zekâtımızın olduğundan hareket edelim. 100:8= %12,50 eder. “1-Fakire %12,5 düşer. 2-Miskine de %12,5= % 25 eder. Yani fakirin ve miskini direk zekâttan alacağı pay %25 tir. Bundan dolayı zekâtımızın, maddi yardımlarımızın %25’ini Afrika ülkelerine veya başka ülkelerdeki muhtaç insanlara veya zulme uğramış insanlara gönderebiliriz, göndermeliyiz de. ANCAK, KALAN %75’TEN DİREK OLARAK FAKİRİN PAYI YOKTUR. DOLAYLI OLARAK VARDIR: 1-Bu pay, borçluların payıdır. Herhangi bir sebepten dolayı işini kaybetmiş veya borçlanmış, ödeme sıkıntısı çeken kişinin payıdır. Fakirlere hizmet etmesi için kurulacak başka kurumların payıdır. 2-Bu pay, İslâm’ı kendilerine anlatmamız gereken insanların, Müslümanların payıdır. (Müellefet-ül kulûb) Gayri Müslimlerin, Ateistlerin, Müşriklerin, Kitap ehli olan insanların payıdır. 3-Bu pay, zekâtı toplamak ve gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır (zekât memurları). Zekâtı, Müslümanlardan oluşan bir konseyin kurduğu kurum toplayacaktır. O kurumda çalışan insanlar fakirin tespitini yapacak, ihtiyaçlarının tespitini yapacaktır. Zenginin vermesi gereken zekâtının tespitini de o kurum yapacaktır. Böylelikle önüne gelenin yardım kurumu kurmasının önüne de geçilmiş olacaktır. 4-Bu pay, hürriyeti elinden alınmış insanların payıdır. Fikir suçlularının payıdır. Düşüncesini ifade ettiği için mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin) 5-Bu pay, Allah yolunda yapılması gereken her türlü çalışmayı yapmak için bir paydır. İçine her türlü faaliyet girer. (Fisebilillah) 6-Bu pay, yolda kalmış insanların payıdır.”(9/Tevbe Suresi 60) Ve bu payların yaşanılan yerin/ Almanya’nın, Türkiyen’in dışına çıkarılmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Berlin’de yaşayan Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluğu vardır. Oyuna gelmeyelim, dikkatli olalım, aklımızı çalıştıralım, duygusal davranmayalım. Heyecanımızla hareket etmeyelim. Çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeyelim. Görmezlikten gelmeyelim. Deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim. Kendi evimizde yangın varken başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek kendi evimiz yanar. En önemlisi, toprağın altındaki hesabın çetin olduğunu unutmayalım. Bugün Afrika halkı, Irak halkı, Filistin halkı, Afgan halkı, Suriye halkı pislik içindedir. Akıllarını çalıştırmamışlardır. Aklımızı çalıştırmazsak yarın biz de pislik içinde kalabiliriz. O zaman artık her şey için çok geçtir. Bor’un pazarı geçmiştir. Eşeğin Niğde’ye sürülmesi gerekir. Unutmayalım; bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir. Yazımı Mustafa İslamoğlu’nun şu tespitiyle sonlandırmak isterim: “Davası olanın, destekçisi Allah’tır. Duası olanın davası olur, davası olanın iddiası da olur. Dava sahibi olanlar heva sahibi olamazlar Allah uğruna verilen mücadelenin mağlubiyeti yoktur. Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir. En etkili davet temsildir. Davası olmayanın daveti olmaz; davanız varsa davetiniz de vardır. Gerçek davetçi, ‘Bize gel diyen değil, kendine gel diyendir.’

7 Mart 2024 Perşembe

HUDEYBİYE ANLAŞMASI IV

HUDEYBİYE ANLAŞMASI (IV) -Elçi bu sefer sinirlenmişti, öfkelenmişti, böyle konuşmalar yakışmazdı Hudeybiye Fatihlerine, dellendi, celallendi ve “Bu, ne kötü bir sözdür, niçin inanmak istemiyorsunuz bana? Tekrar üzerine basa basa söylüyorum ki; evet Hudeybiye Antlaşması bir fetihtir- Hudeybiye’den Ayrılış Elçi, arkadaşlarıyla birlikte yirmi gün kadar kaldıktan sonra Medine’ye dönmek üzere Hudeybiye’den ayrıldı. Kâbe’yi ziyâret edemeyip döndüklerinden dolayı başta Elçi olmak üzere herkes çok üzgündü. Medine’ye dönüyorlardı dönmesine de başlar öndeydi. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Kimi sahabe ağlıyor, kimisi yakınlarına kavuşamamanın yasını tutuyordu. Yolda yürümekle yürümemek arasında tereddütlü olanlar bile vardı… Açıktan söylemeseler de içten içe Elçi’ye kızıyorlardı …”Ne diye böyle saçma bir anlaşmanın altına imza attı ki?…” Devam edip giden sorular art arda geliyordu… Göz yaşlarını göstermemek için gizli gizli ağlayanların sayısı az değildi. Ne kadar da öfkeli olsalar Elçi’nin üzülmesini istemiyorlardı besbelli… Ordu, Mekke ile Medine arasında bulunan Kürâü’l-Gamîm mevkiine ulaşmıştı. Orada mola verildi. Hem bedenen hem de ruhen yorgundular. Ağaç bulabilen ağaçların gölgesine bulamayanlar develerinin gölgesine öylece sere serpe uzanıvermişti. Onların bitkin halini gören Elçi’de üzülüyordu elbet…Ama üzüntüsünü belli etmemeye çalışıyordu… Liderlik böyle bir şeydi. Ümitlerin tükendiği, her şeyin bittiğinin düşünüldüğü sırada Müslümanların yakında büyük fetihlere kavuşacaklarını müjdeleyen Fetih Sûresi nâzil oluverdi; “Biz sana apaçık bir fetih yolu açtık.”1 Elçi, hemen müjdeyi verdi arkadaşlarına. Gözünüz aydın. Fetih yolu açıldı, fetih yolu açıldı… Şaşkınlık vardı. Bu neyin fethiydi. Herkes birdenbire fırladı yerinden, fırladılar fırlamasına da olan biteni tam olarak anlamış değillerdi. Sahabeler ayaktaydı, birbirlerine sarılıyorlardı, biraz önceki o hüzünlü hava yerini şarkılara, türkülere, danslara bırakıverdi. Kefiyeler havalarda uçuşuyordu, tekbirler gökyüzü boşluğunu dövüyordu, kimileri de çöl toprağıyla banyo ediyordu sanki. Sevinç çığlıklarıydı bunlar… Neye sevindiklerini bile bilmeden atılan çığlıklar. Geride oldukça zor geçen bir 20 gün vardı. Dolmuşlardı. Birdenbire boşalıverdiler. Bir tarafta secdeye kapananlar öbür tarafta ellerini havaya kaldırmış şükür duası yapanlar… Müjdenin mahiyetini anlayıp Elçi’den helallik dileyenler… Bayram yerine dönmüştü Kürâü’l-Gamîm. Aynı manzaralar Medine sokaklarında da yaşanıyordu. Çünkü, Medine’ye sevinç haberi çoktan ulaşmıştı bile. Elçi’nin rüyası tasdik edildi Hudeybiye yolculuğundan önce Elçi’nin gördüğü o rüyayı tasdik ediyordu Fetih suresi: “And olsun ki Allah, Resûl’ünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etti. İnşallah hepiniz emniyet içinde ve saçlarınızı tıraş etmiş veya kısaltmış olarak Mescid-i Harâma gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir; onun için, Mekke’nin fethinden önce size yakın bir fetih daha ihsân etti.”2 Hz. Ömer, Medine’ye dönüş yolundaki halet-i ruhiyesini ve Fetih Suresi’nin nazil oluşunu şöyle anlatıyor: “Hudeybiye’den dönerken, Resûlullah’ın hemen yanında gidiyordum. Acaba bana hâlâ kızgın mıydı? Onu öğrenmek istiyordum. Yaptıklarıma pişman olmuştum. O’na bir şey sordum. Bana cevap vermedi. Tekrar sordum. Yine cevap vermedi. Üçüncü kere sordum, yine cevap vermeyince kendi kendime: ‘Ey Hattab’ın oğlu! Annen seni kaybetsin de yok olasın! Bak, Resûlullah’a üç kere sordun, sorularına cevap vermedi. Sen aleyhinde Kur’an’dan âyet inmesini hakkettin!’ dedim ve devemi mahmuzladım, hızla sürmeye başladım, konvoyun en önüne geçtim. Aleyhimde âyet inmesinden korkuyordum. Sanki herkes beni suçluyordu. Yaptığın yanlıştı diyorlardı bana. Sıkıldım. Darlandım. En önde seyrediyordum. Devem de beni uzaklaştırmak için acele ediyordu. Her zamankinden daha hızlı koşuyordu. Arkamdan bir münadinin, ‘Ey Ömer bin Hattab!’ diyerek bana seslendiğini duydum. Kendi kendime, ‘Ben, zaten biliyordum, demek ki ayet indi’, diye düşündüm. Korkmuştum! Hem de çok. Kalbime öylesine bir korku çökmüştü ki, geri dönmek ile dönmemek arasında gittim geldim. Aklı selimim galip geldi ve hemen geriye döndüm. Resûlullah’ın huzuruna vardım. Çekine çekine selâm verdim. Selâmıma karşılık verdi. Sevindim, O da sevinçli idi: Elçi, “Ey Hattab’ın oğlu! Bana bir sûre indi ki; o bana üstünde güneş doğan her şeyden daha sevgilidir” buyurdu. Ve o sureyi okumaya başladı: “Biz, gerçekten, sana apaçık bir fetih ve zafer kapısı açtık…”3 Fetih Sûresi’nin nazil olması sırasında bütün Müslümanlar oldukça korkuya kapılmışlardı. Mücemmi’ bin Câriye, o ânı şöyle anlatır: “Halk, üzgündü, orada sere serpe uzanmışlardı. Bir haber duydular. Kulak kabartmaya başladılar. Ne olmuş, nedir bu telaş? Diyorlardı. Herkes birbirine soruyordu. Rasûlullah’a vahiy gelmiş’ dediler. Biz de korka korka Resûlullah’ın yanına vardık. Resûlullah ayakta öylece duruyordu. Halk etrafında toplanınca onlara “İnna fetehna leke fethan mübînâ…” diye Fetih Sûresi’nin âyetlerini okumaya başladı. Göz yaşları sel olmuş akıyordu. -“O sırada, Sahabelerden birisi, ‘Yâ Resûlallah! Ben anlayamadım, yapılan bu anlaşma gerçekten fetih midir, fetih ise bu nasıl bir fetihtir?’ diye sordu. Elçi, ‘Evet, hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu anlaşma, muhakkak bir fetihtir!’ buyurdu.”4 “Hudeybiye Büyük Bir Fetih’tir” Elçi, bu anlaşmanın bir fetih olduğunu söylese de anlaşmayı bir türlü içlerine sindiremeyenler vardı hâlâ. Peygamberimizden gözlerini kaçırarak kendi aralarında fısır fısır konuşmaya devam ediyorlardı, hâlâ hazmedememişlerdi bu anlaşmayı. “Beytullah’ı tavaftan alıkonulmuşuz, kurbanlıklarımızın Harem’de kurban edilmelerine mâni olunmuş, Müslüman olarak bize gelip sığınanları geri çevirmişiz, bu nasıl ve ne biçim fetihtir?” Homurtuların dalgalar halinde bütün ordunun içine kadar yayılması gecikmedi. Elçi’nin kulağına da gelmişti. Elçi, bu sefer sinirlenmişti, öfkelenmişti, böyle konuşmalar yakışmazdı Hudeybiye Fatihlerine, dellendi, celallendi ve “Bu, ne kötü bir sözdür, niçin inanmak istemiyorsunuz bana? Tekrar üzerine basa basa söylüyorum ki; evet Hudeybiye Anlaşması bir fetihtir.” Elçi’nin bu kızgınlığı herkesi şaşkına çevirmişti. O’nun bu kadar celallendiğini o sıkıntılı günler de bile görmemişlerdi… Elçi, sahabelerini bir daha topladı ve Hudeybiye’nin fetih olduğunu onlara yeniden anlattı. Sesi titriyordu, dudakları da titriyordu, konuşmakta zorluk çekiyordu. Dokunsalar ağlayacaktı. 20 senelik emek boşa mı gitmişti. Bedir’de, Uhut’ta, Hendek’te olup bitenler boşuna mı yaşanmıştı: “Elçi, evet arkadaşlar! Hudeybiye barışı en büyük fetihtir. Adı anlaşmadır ama o en büyük fetihtir. Bu anlaşmayla; Müşrikler, sizin kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuştur, yol emniyetinizi de sağlamaya söz vermişlerdir. Etraftaki kabilelerle de rahat rahat ilişkiler kurulabilecektir, o beldelerdeki insanlar, şimdiye kadar hoşlanmadıkları İslâm’ı kimseden korkmadan, çekinmeden sizlerden öğrenebileceklerdir. Allah, sizi, onlara galip getirecek, gittiğiniz yerden sağ salim ve kazançlı olarak geri döndürecektir! Mekke’de kalan kardeşlerimiz de orada çoğalacaklardır. Siz bunları anlamıyor musunuz, bunlar küçük şeyler midir? Bu anlaşma, fetihlerin en büyüğü değildir de nedir, derdiniz nedir sizin? Delirtmeyin beni!?”5 Bu duygusal, duygusal olduğu kadar da kararlılık ifade eden konuşmadan sonra arkadaşlarının gönlüne bir ferahlık geldi, yaptıklarından utandılar ve Elçi’den topluca özür dilediler, helallik istediler: “Yâ Resûlallah, Vallahi bizler, bunu senin düşündüğün gibi düşünememiştik! Muhakkak ki sen, Allah’ın emirlerini bizden daha iyi bilirsin. Bizler yanlış yaptık. Nefsimize uyduk, Affet bizi.”6 Elçi, toplamda bir ay süren bu zorlu yolculuktan sonra Zilhicce ayının başında arkadaşlarıyla birlikte sevinç şarkıları söyleyerek Medine’ye ulaştı.7 Ebu Sufyan’nın kızı Ümmü Habibe de Peygamberimizin yeni eşi olarak çoktan gelmişti Habeşistan’dan. Nikahlarını Peygamberimizin isteği üzerine vekaleten Papaz Necaşi kıymıştı. Peygamberimizin yolunu gözlüyordu. Karşılayanların arasında o da vardı. Haydi, nereye istersen oraya git! Müslüman olduğu için Mekke’de esir tutulanlardan birisi de Ebu Basir’di. Müslümanların Hudeybiye’den Medine’ye gelmelerinden hemen sonra, Mekke’den kaçmayı başarmıştı ve yaya olarak Medine’ye gelmişti. Bunun üzerine Mekkeliler, Hz. Peygamber’e anlaşma maddelerini hatırlatan ve Ebu Basir’in kendilerine iadesini talep ettiler. Bu mektubu taşıyan elçi, Ebu Basir’den üç gün sonra Medine’ye ulaştı. Mektup Elçi’ye ulaşınca Ebu Basir’i hemen yanına çağırdı: – Ey Ebu Basir! Biliyorsun ki, Kureyş ile bir anlaşma yaptık ve onlara bir söz verdik. Dinimize göre, verdiğimiz sözde durmamak bize yakışmaz. Haydi, kavminin yanına dön! – Ya Resulallah! Bana işkence yapsınlar ve dinimden döndürsünler diye mi beni müşriklere geri veriyorsun?! – Ey Ebu Basir! Git diyorum sana! Hiç şüphe yok ki, Allah senin için ve seninle bulunan Müslümanlar için bir genişlik ve çıkış yolu yaratacaktır. Ebu Basir, Mekke’den gelen elçi ve yanındaki adamına teslim edildi. Ebu Basir’le birlikte bazı Müslümanlar da yola çıktılar ve Ebu Basir’in kulağına şu şekilde fısıldadılar: – Ey Ebu Basir! Hiç şüphesiz Allah, senin için bir çıkar yol yaratacaktır. Git işini gör! Git işini gör! diyerek, sanki ona, yanındakilerin icabına bakmasını ima ediyorlardı. Zü’l- Huleyfe denen yere geldiklerinde öğlen olmuştu. Ebu Basir, bir fırsatını bulup elçiyi öldürdü. Elçi’nin yanındaki köle de korkuya kapılıp Medine’ye doğru kaçmaya başladı. Hz. Peygamber, ikindiden sonra, sahabeleriyle oturuyordu ki köle mescide girdi, Elçi’nin huzuruna çıktı. Elçi: – Ne oldu sana! – Adamınız, sahibimi öldürdü. Ben de elinden zor kurtuldum. Bu sırada Ebu Basir de çıka geldi: – “Ya Resulallah! Vallahi, Sen anlaşmadan dolayı üzerine düşeni yerine getirdin. Ama ben de işkenceye tutulup dinimden döndürülmekten kendimi korudum. Allah, beni onların elinden kurtardı.” Elçi: ”Haydi, nereye istersen oraya git! Ama Medine’de duramazsın.” Dedi. Bunun üzerine Ebu Basir, deniz kenarında bulunan ve Şam kervanlarının yolu üzerinde olan İs adlı vadiye yerleşti. Zaman içinde, Mekke’den kaçmayı başaran birçok Müslüman da birer birer Ebu Basir’e katıldılar. Sayıları önce 70’i, bir süre sonra da çevre kabilelerden katılanlarla 300’ü buldu. Şam’a gitmekte olan Kureyş kervanlarına saldırıyor, mallarına el koyuyorlardı. Kureyş bu durumdan iyice rahatsız olmuş durumdaydı. Sonunda Hz. Peygamber’e bir mektupla ricada bulundular. Mektupta şunlar yazıyordu: – “Allah ve akrabalık aşkına! Sen onlara haber gönder ki, bundan böyle, her kim, Medine’ye Senin yanına gelirse, o emniyettedir. Onun için Mekke’ye geri çevrilme zorunluluğu yoktur. Biz antlaşmadaki o şarttan vazgeçtik. Bundan sonra, Mekke’den Muhammed’in yanına gelen kimse geri çevrilmeyecektir.” Bunun üzerine Elçi, Ebu Basir ve arkadaşlarına, Kureyşlilerin kervanlarına dokunmamaları gerektiğini belirten bir mektup yazdı. Mektup, Ebu Basir’e ulaştığında ölüm döşeğindeydi. Müslümanlar onun cenaze namazını kıldılar ve kendisini oraya gömdüler. Diğerlerinin bir kısmı ailelerinin yanına bir kısmı da Medine’ye döndüler. Medine’ye gelen Müslümanların sayısı 70 kadardı. Evet, Hudeybiye anlaşması ve getirdikleri... Günlük yaşamda her zaman örnek alınabilecek bir fiili sünnettir. Ben böyle bilir böyle derim. Sonuç 1-Kendilerini Kâbe’yi ziyâret ve tavafa hazırlamış olan sahabeler, anlaşma maddelerini tam olarak anlayamamışlar ve peygamberimize tavır koymuşlardır. Fakat zamanla sulhun müspet neticeleri görülmeye başlanınca, Resûl-i Ekrem Efendimizin, kararında ne kadar haklı olduğunu ve endişelerine de mahal bulunmadığını anladılar. 2-Her şeyden evvel, İslâm’ın amansız düşmanı olan Kureyş müşrikleri bu sulh ile Peygamberimizin kurduğu Medine Site devletini resmen tanımış oluyorlardı. Müslümanların da. Bir devleti vardı artık. Diğer devletlerle anlaşmalar yapabilecek bir devlet. Mekke Müşrik devleti tarafından, Medine Site devleti devlet olarak tanınmasaydı Medine’de sığıntı olarak kalacaktı. Amerika tarafından tanınmayan, Filistin ve Kıbrıs gibi… 3-Ayrıca bu barış, diğer fetihlere de bir başlangıç olmuş, fetih kapılarının açılması için bir anahtar teşkil etmiştir. Nitekim bu barıştan, daha doğrusu bu mânevi fetihten, kısa bir zaman sonra Hayber’in fethinin ve ondan sonra da Mekke’nin fethinin gerçekleştiğini görüyoruz. 4-Yine bu barış sayesinde, Müslümanlarla müşrikler arasında diyalog zemini oluşmuştur. 5-Her ne kadar kılıçlar bir müddet kınında sokulu kaldıysa da Kur’an-ı Hakîm’in parlak, mânevî kılıcı ortaya çıktı, kalpleri ve akılları fethe başladı. Anlaşma sayesinde Müslümanlarla, müşrikler birbirleriyle serbestçe görüşme imkânı buldular. Müslümanların yaşayışlarıyla gösterdikleri İslâm’ın güzellikleri onları kendilerine cezbetti. Kur’an’ın sönmez nurları kavim ve kabilelerin inat ve taassuplarını kırıp, mânevî hükmünü icrâ etti. Meselâ, bir harp dâhisi olan Hâlid bin Velid ve bir siyâset dâhisi bulunan Amr bin Âs gibi, kılıçla mağlubiyeti kabul etmek istemeyen zâtlar, bu sulh sayesinde Kur’an’ın mânevî kılıcının cazibesinden kendilerini kurtaramayıp, Resûlullahın huzuruna çıkarak teslimiyetlerini arz etmiş, Müslüman olmuşlardır. 6-Aynı şekilde sulhun tanıdığı imkân dolayısıyla Mekke’den Medine’ye, Medine’den Mekke’ye ziyâretler, ticarî münasebetler başladı. Kureyş müşrikleri Müslümanları yakından tanıma fırsatını buldular. Onların doğruluklarına, dürüstlüklerine şahid oldular. Müslümanların nasıl bir hürriyet havası içinde yaşadıklarını yakından takip ettiler. Bu arada Müslümanların telkin ve tavsiyesiyle birçok müşrik îmân dairesine girdi. Kimisi de îmân ve İslâm’a karşı besledikleri düşmanlıklarını yumuşatarak, imâna karşı meyil gösterdi. 7-Hudeybiye Barış Antlaşması’ndan Mekke’nin Fethi’ne kadar geçen iki sene zarfında Müslüman olanların sayısı, Elçi’nin peygamber olarak gönderilişinden barış/sulh gününe kadar geçen yaklaşık yirmi seneye yakın zaman içinde Müslüman olanlardan çok daha fazla olmuştur. Umre maksadıyla yola çıkan ve Hudeybiye’den geriye dönen Sahabelerin sayısı bin dört yüz iken, iki sene sonra Mekke’nin fethine gidildiğinde bu sayı on bini buluyordu. Bu da Hudeybiye Sulhü’nün ne kadar önemli bir anlaşma olduğunu açıkça göstermektedir. 8-Kur’an’ın Hudeybiye Barışı’nı “Feth-i Mübîn”, yani apaçık bir fetih olarak tavsif etmesi de dikkat çekicidir. Halbuki Müslümanlar, daha evvel de küçümsenmeyecek zaferler elde etmişlerdi. Fakat Kur’an’ın bunları değil de Hudeybiye anlaşması’nı “Feth-i Mübîn” olarak nitelendirmesi, İslâmiyet için asıl zaferin mânevî sahada, masa başında olduğu gerçeğine işaret içindi. Nitekim İmamı Zührî, buna işaretle, “İslâm’da Hudeybiye Anlaşması’ndan/ Musalahası’ndan önce, ondan daha büyük bir fetih olmamıştır” demiştir. İbni Mes’ud’un rivâyeti de aynı meâldedir: “Siz Fetih olarak Mekke’nin fethini kabul ediyorsunuz. Halbuki biz, asıl fetih olarak Hudeybiye Antlaşması’nı sayıyoruz.”8 9-Hudeybiye Barışı aynı zamanda, büyük bir siyasî zaferdi. Çünkü, Hayber Yahudilerini, kuvvetli dostları olan Kureyş müşriklerinden tecrid ediyordu. Hayber Yahudileri için artık Kureyş müşrikleri yok demekti. Dolayısıyla Hayber’in fethi de bu sayede daha da kolaylaşıyordu. Nitekim, Resûl-i Ekrem, Medine’ye döndükten birkaç hafta sonra Hayber’in fethine muvaffak olmuştur. 10- Bütün bu neticeler görüldükten sonra Hudeybiye Barışı için Kur’an’ın, “Biz sana gerçekten açık bir zafer verdik” haber ve hükmünün ne kadar önemli olduğu açıkça anlaşılıyordu. Bu vesileyle şu âyet-i kerimeyi de hatırlatalım: “Hoşunuza gitmese de size zor da gelse, cihad üzerinize farz kılındı. Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır. Bazen da sevdiğiniz bir şey sizin için şer olur. Allah her şeyi bilir, siz bilmezsiniz.”9 Evet Hudeybiye anlaşması fiili bir sünnettir. Müslümanlara örnek olması gereken fiili bir sünnet. BİTTİ ……………… 1. Fetih Sûresi, 1. 2. Fetih Sûresi, 27. 3. Müsned, 1:31; Tirmizî, 5:385. 4. Tabakât, 2:105. 5. İnsanü’l-Uyûn, 2:715. 6. A.g.e., 2:715. 7. Sîre, 3:337; Tabakât, 1:258. 8. İbn-i Kesîf, Tefsir, 4:182. 9. Bakara Sûresi, 216.

2 Mart 2024 Cumartesi

ORUÇ AYININ BEREKETİNDEN İSTİFADE EDELİM III

ORUÇ AYININ BEREKETİNDEN İSTİFADE EDELİM (III) -Orucu kasten bozan kimseye verilen kefâret cezası; diğer dinlerden esinlenerek oluşmuş bir anlayıştır. Diğer dinlerde işlenen her suça kefâret cezası veriliyorsa biz de vermeliyiz anlayışı yani... Kur’an’ın buyruklarına göre Müslüman, ibâdet yapıp yapmama konusunda hürdür. İbâdet bu hürriyet içerisinde yapılırsa bir anlam kazanır. Allah kimsenin başına bekçi tayin etmemiştir, peygamberi de dahil- Rüştü KAMHa-ber.com Bu yazımda orucun kefâretini işlemek istiyorum. Önce kefâret nedir? Diğer dinler de de kefâret var mıydı? Varsa nasıl uygulanırdı? kısaca izah edelim:  Kefâret nedir? Kefâret kelimesi, sözlükte, “örtmek, gizlemek, inkâr etmek” manasındaki küfr kökünden gelir. Günah ve hataların üzerini örtücü ve telâfi edici bir anlayışın uygulanmasıdır. Kefâret kelimesinin Arapça’ya, İbrânca; kappârâ ve onun kökü olan kipperden geçtiği söylenir. İşlenen suça kefâret olsun diye kurbanlar kesilir, sadakalar verilir veya oruçlar tutulur. Örf böyledir, böyle yapılır ki; işlenen günahlar daha dünyada iken affedilsin.   Kefâretin kaynağı konusunda dinler arasında farklılıklar vardır. Bazı dinlerde kefâret, Tanrı’nın yapılan yanlışı telâfi etmeye yönelik bir emridir. Tanrı buyruğudur. Bazı dinlerde ise günaha düşenlerin vicdanıdır. Vicdan meselesi. Vicdanı rahatlatmak gerekir. Bu anlayışın en belirgin örneklerine ilkel kabile inançlarında rastlanır. Aslında birçok dinde toplumun başına gelen felâket ve hastalıklar, insanların; Tanrı’nın istemediği bir işi yapmalarından dolayı, O’nu öfkelendirmenin sonucudur. Bu şekilde inanılır, düşünülür.  Bu öfkeyi toplumdan uzaklaştırmak lazımdır. Tanrı ile yeniden barışı sağlamak lazımdır. O’nun nimetlerinden mahrum kalmamak için çeşitli kefâret eylemleri yapılması gerekir.  Bu eylemler yalvarmaktır, takdimeler sunmaktır, kurbanlar kesmektir.  Günah keçileri icad ederek suçu onlara yüklemektir. Örnekler: Hinduizm Hinduizm, günahı dünyanın nizamına karşı işlenmiş bir suç olarak görür. Bu suç bulaşıcı bir hastalık gibidir. Kefâret ile bu hastalıktan kurtulmak mümkündür. Dolunayla başlayarak bir ay süreyle oruç tutmak, bazı kutsal ırmaklarda yıkanmak, hac mekânlarını ziyaret etmek, fakirlere yardımda bulunmak gibi.  Zerdüştlük Zerdüştlüğe göre günah işlememek, günahın kefâretini ödemekten daha iyidir. Fakat kişi bir defa günah işlediyse yapacağı en iyi şey vakit geçirmeden kefâretini ödemektir. İnanışa göre, samimi bir duyguyla yerine getirilen kefâret, Ahura Mazda (Baş Tanrı) ile insanlar arasındaki ilişkiyi yeniden düzene koyacaktır. Bunun için, yatmadan önce kısa bir tövbe duası okumak lazımdır. Diğer bir uygulamaya göre günahkâr kişi, rahibin önünde günahlarından tövbe etmelidir. Ayrıca çeşitli hayırlarda bulunmakla da kefâret yerine getirilmiş olacaktır.   Şintoizm Japon halk dini olan Şintoizm’de ise kötülük, kirlilik olarak algılanır. Kötülükten kurtulmak tövbe ile olmaz. Arınmak ve temizlenmek gerekir. Kefâret arınmanın şartıdır. Bunun için âyinler yapılmalıdır. Mabetteki sunağa tanrılar için takdimeler bırakılmalıdır.KonfüçyanizmKonfüçyanizm öğretisinde ise günah işleyen mutlaka onun karşılığını görecektir. İnanç böyledir. Kabul edilen ahlak sistemine ve kozmik düzene aykırı davranışlar günahtır. Bununla birlikte Konfüçyanizmde, günahlardan arınmaya yönelik herhangi bir kefaret ayini, günah itirafı veya nefsi riyazetle terbiye etme uygulamaları bulunmamaktadır.İnanışa göre suçlu bir şekilde yaptığı o kötülüğün karşılığını görecektir. Etme  bulursun anlayışı.Yahudilik Yahudilik dininde kefâret, kefâret gününde baş hahamın idaresinde çeşitli arınma âyinleri yapılarak ve kurbanlar takdim edilerek yerine getirilir. Başhaham kendisi ve ruhban teşkilâtı için günah itirafında bulunarak kurban sunar ve ardından toplumun günahlarına kefâret olacak âyinlere başlar. Bu amaçla ayin mahalline iki keçi getirilir. Başhaham kura ile keçilerden birini toplumun günahları için kurban eder. Sonra, elini “günah keçisi” denilen diğer keçinin başına koyarak toplumun günahlarını ona yükler. Daha sonra günah keçisini mâbedin kapısına çıkarıp görevlilere teslim eder. Böylece görevliler de günah keçisini çöle sürer ve böylece günahları toplumdan uzaklaştırmış olurlar (Levililer, XVI). Hristiyanlık Hristiyanlıkta aslî günah anlayışı vardır. Hz. Adem’in işlediği günah yüzünden herkes günahkar olarak doğar. Hristiyanlığa göre insanlığın atası Âdem’in işlediği bu ilk günah ve onun cezası olan ölüm, bütün nesillerine sirayet etmiştir (Romalılar’a Mektup, V/12, 19). Bu günahın kefareti verilmelidir. Verilmiştir. Hz. İsa bu kefâreti bizzat canıyla ödemiştir. Böylece Hristiyanların aslî günahları affedilmiştir. (Matta, XXVI/26-28; Markos, VIII/31; X/33-34, 45). Doğrudan doğruya Tanrı’ya karşı işlenen böylesine ağır bir günahı ancak Tanrı’nın kendisi affedebilirdi. Bu sebeple Tanrı oğlu Îsâ’yı insan şeklinde yeryüzüne göndermiştir. Îsâ da insanlığın günahlarına kefâret için, tek ve gerçek kurban olarak kendisini sunmuştur. Böylece Tanrı ile insanlık arasında barışı tesis etmiştir. Bu kurtuluş ve barış ortamına kavuşmak ancak Îsâ’ya iman ederek vaftiz olmakla mümkündür. Vaftizle kişi, Îsâ’nın kefâretiyle oluşan inâyete iştirak ederek bundan pay almakta, böylece aslî suçtan ve diğer günahlarından arınmaktadır (Telfer, s. 18). İslâm İslâm’da kefâret, dinin belirli yasaklarını ihlâl eden kimselere verilen cezadır. Bunlar, köle âzat etme, oruç tutma, fakiri doyurma ve giydirme gibi malî veya bedenî nitelikli cezalardır. Allah’tan af ve mağfiret dileme mânasına geldiğinden geniş anlamıyla tövbenin bir türüdür. Kişiyi gönüllü olarak şahsen olgunlaştırmayı ve eğitmeyi amaçlar. Bu vesileyle de sosyal yapının güçlendirilmesi hedeflenir. Kur’an’da kefâret kelimesi üç âyette dört defa geçer. Mesela, kısastan söz eden âyette, yapılan bağışlamanın ya da malî fedakârlığın işlenen günah için kefâret olacağı bildirilir (el-Mâide 5/45). Diğer ayetlerde ise kefâret, bilerek yapılan yeminin (el-Mâide 5/89) ve ihramda iken avlanma yasağının ihlâl edilmesinin cezası olarak açıklanır (el-Mâide 5/95). Ayrıca Kur’an’da genel bir anlatımla, işlenen günahların ve yapılan kötülüklerin Allah hakkına taalluk eden kısmının tövbe, iyi davranışlar, iman ve sâlih amelle bağışlanıp örtüleceği sıkça tekrarlanır ve müminlerin de böyle dua etmesi öğütlenir (Âl-i İmrân 3/193, 195; en-Nisâ 4/31; el-Mâide 5/12, 65; el-A‘râf 7/153; el-Enfâl 8/29; Hûd 11/114; et-Tegābün 64/9). Oruç ve  Kefâret Orucu kasten bozmak suç olarak belirtilir. Kefâretinin ödenmesi gerekir. Ancak bu suç ve cezası Kur’an’da yer almaz. Bu suç ve cezası peygambere fatura edilir. Kurân, oruç ibadetini yerine getirmekte zorlanan kimselere bir dizi kolaylık ve ruhsat getirmiştir. Ayrıca kasten oruç tutmayan veya başladığı orucu bile isteye bozan kimseye de tutmadığı oruç için kazâ etme imkânı tanımıştır. Kur’an, yemin, zıhar, kâtil, hac ve umre ibadetlerindeki kefâretten bahsederken, kişinin hür iradesiyle iftar etmesini/ orucunu bozmasını dışarıda bırakmıştır. Ruhsat yolunu ve kaza yolunu açık bırakarak yapmıştır bunu. Fakat geleneksel fıkıh kitaplarımız orucunu, bile isteye bozan Müslümana verilecek ceza için özel bir bahis açmıştır. Çünkü, bu kişi orucunu bozarak günah işlemiştir. Bu günahtan kurtulabilmesi için de Ramazan ayından sonra kesintisiz olarak 60+1=61 gün oruç tutacaktırBu hüküm Kur’an’a rağmen verilmiştir. Kendi cinsinden bir ceza ile de suçun telafisine gidilmiştir ve 61 gün oruç tutma şartı getirilmiştir. (Geniş bilgi için bkz., TDV. İslâm Ansiklopedisi, Kefâret Maddesi) Bu bilgilerden anlaşıldığına göre hem vahye dayalı olmayan dinlerde hem de vahye dayalı olan dinlerde suç işleyen, kötülük işleyen insanlar için kefâret uygulaması vardır. Tanrı’ya karşı işlenen bir suçun telafi edilmesi için yapılan uygulamalardır kefâret. Suçlu sayılan kişiyi cezalandırma yöntemi. Suç işlemişse cezası da olmalıdır. Ama suç işlemişse… Bu anlayış sözü edilen dinlerden esinlenerek oluşmuş bir anlayıştır. O dinlerde işlenen her suça kefâret cezası veriliyorsa biz de vermeliyiz anlayışı. Hüküm Koyucu, her ne sebeple olursa olsun orucunu bozan Müslüman için bir gün kaza etmesini buyurduğu halde, Peygamberimiz de bu yolu takip ettiği halde; sonradan bu yol terkedilmiş ve Hüküm Koyucu’ya kendi dinini öğretme küstahlığına soyunulmuştur.  Burada Allah adına, O’nun kullarına işlemediği bir suçtan dolayı ceza vermek gibi bir zulüm vardır. Böyle bir zulmün, Allah’ın dinine fatura edilmesi gerçekten manidardır. Oysa, Hüküm Koyucu’nun hükmü oldukça açıktır: ” İçinizden her kim (Ramazan ayında) hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca daha sonra oruç tutsun.” (2/Bakara Suresi 184; çeviri Mustafa Öztürk) Allah rızası için oruç tutan Müslümanın, öyle veya böyle, hiçbir mazereti yokken orucunu bozması mümkün değildir. Mazereti vardır ki, orucunu bozmuştur, iftarını yapmıştır. Oruçlu bir Müslüman, özel durumuna göre, kendini mazeretli görürse, mazeretli sayarsa, orucunu bozar/ iftarını yapar. Bu ruhsattır ve bu ruhsat; mazeretli Müslümana Allah tarafından verilmiştir. Kur’an’ın buyruklarına göre Müslüman, ibâdet yapıp yapmama konusunda zaten hürdür. İbâdet bu hürriyet içerisinde yapılırsa bir anlam kazanır. Allah kimsenin başına bekçi tayin etmemiştir, peygamberi de dahil. Buyruk şöyle, “Biz seni, onlar üzerinde koruma memuru, denetçi ve inzibat olarak görevlendirmedik. Sen onların adına Allah'a karşı savunma yapamazsın; Allah adına onların üzerinde zor da kullanamazsın.”(6/En’am 107; çeviri, Ahmet Tekin) Katı’ut-tarik (yol kesen, eşkıya), Kur’an’dan kendisine yol bulamayınca, kefâreti O’nun Peygamberine fatura etmiştir şöyle:– Bir adam Peygambere gelerek” Mahvoldum!”dedi, – Peygamberimiz; Seni mahveden şey nedir ? – Adam; Ramazan'da hanımımla ilişkide bulundum. – Peygamberimiz: Köle azâd edebilir misin ? – Adam: Hayır. – Peygamberimiz: Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin ? – Adam: Hayır. – Peygamberimiz: Altmış fakiri doyurabilir misin ? – Adam: Hayır. – Peygamberimiz: Adama biraz hurma vererek al bu hurmaları dağıt dedi. – Adam: Bizden fakiri var mı ki ben bu hurmaları dağıtayım? – Peygamberimiz: Güldü ve adama, git bunları ailene yedir dedi.”(Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Prof.Dr.İbrahim Canan c.9 s. 529) Bu hadisin ışığında kefâreti ilim adamları değerlendirmiş ve şu sonuçları elde etmişler:1- İmam Hanefi, kasten orucunu bozan kişiye; 61 gün ceza verilir, demiş.2- İmam Şafiî, keffâret sadece, kendi isteğiyle cinsi münasebet yapan erkek için geçerlidir, kadın için geçerli değildir, kadının kaza yapması gerekir, demiş.3- İmam Malik, hadisteki sıra takip edilir, demiş.4- İmam Nevevî, keffâret erkeğedir, kadına hiçbir şey gerekmez demiş. Çünkü keffâret mehir gibidir, mehir de erkeğe mahsustur, demiş.5- İmam Hanbel, kadına da erkeğe de kefâret gerekir, demiş.6- Bazı âlimler de sadaka vermek yeterlidir, demiş. Avf ibn. Malik el-Eşcai, Abdullah ibn. Rihem bunlardandır.Yüce Mevlam bu yol kesicilerin şerrinden bütün Müslümanları korusun. Amin… Sonuç: 1- Kefâret, ilim adamlarının çoğunluğunun ortak görüşüne göre orucu bozan diğer hususlarla ilgili değildir. Sadece cinsel ilişki ile ilgilidir ve de erkek için geçerlidir, kadın için geçerli değildir. Her ne sebeple olursa olsun oruç bozulduğu zaman, güne gün, oruç tutmakla farz yerine getirilmiş olur. Fetva da bu yöndedir.2- Kefâretin umûmîleştirilmesi ve farz hükmünde görülmesi Allah adına hüküm koymak olur, yanlıştır. O sahabe ile Peygamberimiz’in konuşmalarının sonunda hurmalar o sahabeye kaldı. Adam cezalandırılma yerine mükâfatlandırıldı. Peygamber’in huzuruna eli boş gelen adam, eli dolu olarak geri döndü ve Peygamberimiz’i de keyiflendirdi.3- Orucu kendi hür iradesiyle bozan/iftar eden bir Müslüman için verilen kefâret cezası, İslâm’dan önceki dinlerden esinlenerek Müslümanların literatürüne katı-ut tarik tarafından özellikle sokulmuş olmalıdır.4-Dolayısıyla orucunu hür iradesiyle bilerek ve isteyerek bozan kimse için kefâret cezası yoktur. Kur’an bu konuda tamamen suskun kalmıştır. Hüküm Koyucu, kişi tutamadığı o orucu Ramazan ayından sonra kaza edecektir, demişse ki; demiştir. Sonrası ‘kraldan çok kralcı olmak’ anlamına gelir…Varın sonrasını siz düşünün… Devam edecek

29 Şubat 2024 Perşembe

ORUÇ AYININ BEREKETİNDEN İSTİFADE EDELİM(II)

ORUÇ AYININ BEREKETİNDEN İSTİFADE EDELİM (II) -Âdemoğlunun her işi kendisi içindir. Oruç müstesna. O, içine riyâ karışmayan bir ibadettir- Rüştü Kam haber.com Kur’an’ın beyanına göre insan, dünyada; inanç açısından, düşünce açısından, çalışma açısından, insan hakları açısından, tamamen hür olarak yaşaması gereken sorumluluk sahibi bir varlıktır. İnsan için ibâdet, bu hürriyet ve sorumluluk çerçevesinde yapıldığında bir anlam kazanır, zorlamayla veya gösteriş olsun diye yapılan ibadetlerin Allah’ın terazisinde bir ağırlığı olmayacaktır. Dinin buyruklarını, insanlara anlatmak hususunda kendilerini görevli hissedenler, bu konuda sorumluluk üstlenenler, bu çerçevenin içinde kalarak, muhataplarına anlatmalıdırlar. ”Oruç tutmayanın, namaz kılmayanın hapse atılması veya öldürülmesi”(12) gibi garip fetvalar ne yazık ki fıkıh kitaplarımızda yer almaktadır. Hangi amaçla ne zaman ne şekilde bu fetvalar kitaplara girdiyse girmiştir. Müslümanlar, bu garip, insan haklarına ve Allah’ın adaletine uygun olmayan fetvalara itibar etmemelidirler. Aklı başında hiçbir insan namaz kılmadığı, oruç tutmadığı zaman hapsedileceği ve öldürüleceği bir dine girmek istemez. İbadetlerle ilgili Allah’ın kullarına lütfettiği ruhsatlar ve kolaylıklar Müslümanlara mutlaka anlatılmalıdır. İbadetleri zorlaştırmakla Müslümana daha fazla sevap kazandırılmaz. Tam aksine onları samimiyetsizliğe ve riyakârlığa itebiliriz. Allah ibadetlerle ilgili meseleleri Kitabı’nda bizlere açıklamıştır. O Kitap’a rağmen Müslümanlara din anlatılmaz, anlatılırsa o din Allah’ın dini olmaz. Takva adına, azimet adına, iyi Müslüman olma adına, cihad yapma adına, imanı artırma adına Allah’ın dinine çomak sokmanın âlemi yoktur. Bu tip temelsiz kurallarla ne yazık ki din tahrif edilmiştir, hâlâ tahrife devam edilmektedir. Allah din tahrifçilerine, çok nazik bir şekilde, diyeceğini diyor. Yaratıcı açık açık yüksek sesle Benim işime karışmayın, siz kendi işinize bakın diyor. Diyor demesine de dinleyen yok. Anlamak isteyen yok: ”En güzel düzenleyici Allahtır.”(13) Oruç ibadetiyle ilgili hadisler Oruç ibadeti, günlük yaşamda yoktur. Günlük yaşamda yok olmasına rağmen nedense İslâm’ın şartlarından biridir. Senede bir ay tutulur. Usulüne uygun tutulursa oruç, hikmetleri ve maddî manevî faydaları çok olan bir ibâdettir. Peygamberimizin hadisleri şöyledir: ”Her hangi biriniz oruçlu bulunduğu gün artık kötü söz söylemesin ve cahilliğe kapılmasın. Eğer tahrik edilirse, dövüşmeye kavgaya sebep olacak olan bir tutum ile karşılaşırsa, yahut hakarete uğrarsa: ”Ben oruçluyum, ben oruçluyum, desin.”(6) ”Âdemoğlunun her işi kendisi içindir. Oruç müstesna. O, içine riyâ karışmayan bir ibâdettir. Onun mükâfatını da doğrudan doğruya Allah verir, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında, muhakkak misk kokusundan daha hoş ve temizdir.”(7) ”Oruç bir kalkandır.”(8) ”Her şey için bir zekât vardır, cesedin zekâtı da oruçtur, oruç sabrın yarısıdır.”(9) Oruç ibadetinin kolaylıkları -Oruç, ruhsal yükselişi sağlamak için önceki ümmetlere de farz kılınmıştır. -Ramazan ayında hasta olanlar, yolcu olanlar, kendine özel mazereti olanlar (kronik hastalığı olmayanlar), tutamadıkları gün sayısınca başka günlerde oruç tutarlar. -Oruç tutabilecek kadar sağlıklı olan ama çalıştığı işin zorluğundan dolayı oruca tahammül edemeyecek olanlar, güç yetiremeyecek olanlar ise, oruç yerine fidye verirler. Bununla beraber kendileri için oruç tutmaları daha hayırlıdır. Ancak şu unutulmamalıdır ki; Allah’ın temel prensibi, kullarının işini kolaylaştırmaktır, güçleştirmek değildir. Fetva şöyle verilmiştir: ”Rızık temini için zor şartlar altında çalışanlar, çocuklu kadınlar, esir veya hapiste olanlar ve bizim bilemeyeceğimiz, oruç tutmaya mani herhangi bir mazereti olanlar, her gün için fidye verebilirler.”(11) -Diğer ibadetlerde olduğu gibi, oruç ibadetinde de mazeret tespiti, tamamen şahısların kendilerine aittir. Kur’ân, oruç tutmakta zorlananlara fidye kolaylığı getirmekle iki amacı birden gerçekleştirmiştir: 1- Müslümanın, ‘Ben, oruç ibadetimi yerine getiremedim’ diye, karamsarlığa kapılmamasını sağlamak. 2- Fidye imkânıyla, toplumda yoksulluk ve imkânsızlığa çare bulmak, bir insana diğer bir insanın yardım ulaştırması, sadece kendisinin faydalanacağı ibadetlerden daha hayırlıdır. Orucun fayda ve hikmetleri Sadece Allah için tutulan orucun fayda ve hikmetlerini şu şekilde sıralamak mümkündür: -Oruç tutmakla, Allah’ın rızası kazanılmış olacaktır. Çünkü, oruç insanın arınmasına vesile olur. Müslümanı kötülüklerden alıkoyar, nefsi terbiye eder, ihtirasları bastırır ve ruhu yüceltir. -Oruç tutarak aç kalan Müslümanın, şefkat ve merhamet duyguları gelişir. Böylece Müslüman, fakirlerin, miskinlerin, açların yaşamlarını nasıl sürdürdüklerini tecrübe ile öğrenmiş olur ve onlara karşı daha insanî yaklaşımlar ortaya koyar. -Oruç vesilesiyle kişiler, açlığa, susuzluğa ve sıkıntılara tahammül etmeyi öğrenir, sabır, sebat sahibi olurlar. -Orucun ruhumuz kadar bedenimize de faydası vardır. Ramazan boyunca mide ve kalp daha az çalışır, bütün organlar dinlenir, vücut sağlık kazanır. Bu sebeple oruç, maddî, mânevî hastalık ve kötülüklere karşı bir kalkandır. Velhasıl Allah için tutulan oruç: - ahlâk mektebidir, - nefsin isteklerine karşı açılan bir savaştır, - sabır alışkanlığı kazandırır, - iradeyi kuvvetlendirir, gayreti biler, - düzeni ve disiplini öğretir, - merhamet ve kardeşlik bağlarını güçlendirir, - toplumsal hastalıkların tedavilerinde önemli bir etkendir, - vücut için bir rektefe vazifesi görür. Ramazan orucu kimlere farzdır Namaz kimlere farz ise oruç da onlara farzdır. Ancak biz yine bir sıralama yaparak bilgilerimizi tazelemiş olalım, oruç, ergenlik çağına girmiş, akıllı, her erkek ve kadın Müslümana farzdır. Yani 18 yaşından itibaren Müslümanlar oruç ibadetini yerine getirmelidirler. Orucun çeşitleri Farz olması ve olmaması açısından 3 çeşit oruç vardır: 1- Farz olan oruçlar: Ramazan ’da oruç tutmak farzdır. Bu ayda tutulamayan oruçlar başka günlerde kaza edilir. 2- Nafile olan oruçlar: Ramazan ayının dışında tutulan oruçlar nafile olan oruçlardır. 3- Haram olan oruçlar: Sıhhati kesinlikle oruç tutmaya uygun olmayan kimseye oruç tutmak haramdır. Ramazan Bayramı’nın birinci günü ile Kurban Bayramı’nın dört günü oruç tutmak uygun değildir. Çünkü bayram günleri Allah’ın kullarına ziyafet günüdür. Allah’ın ziyafetinden kaçınmak uygun düşmez. Orucu bozan şeyler Orucu bozan şeyler, orucu geçersiz kılan şeylerdir. Üç tanedir: Oruçlu iken bilerek herhangi bir şeyi yemek, içmek, cinsî münasebette bulunmak. İğne vurulmak orucu bozmaz. Denize girmek, banyo yapmak, kan aldırmak, içerisinde şeker ihtiva etmeyen tabii bir sakızı çiğnemek de aynı şekilde orucu bozmaz. Ağız kokusunu kısmen de olsa gidereceği için toplum içerisinde bulunan ve insanlarla konuşmak durumunda olan Müslümanlara sakız çiğnemeleri tavsiye bile edilir. Kazayı gerektiren haller Orucu bozan şeyler, aynı zamanda kazayı gerektiren hallerdir. Herhangi bir nedenle, kendi isteğiyle de olsa orucunu bozan Müslüman, Ramazan ayından sonraki günlerde, orucunu kaza eder. Kefaret orucu diye bir oruç yoktur. Oruçla ilgili diğer meseleler 1-Kefâret Kefâret ceza demektir. Hüküm koyucu, her ne sebeple olursa olsun orucunu bozan Müslümana kaza etmesini emretmiştir. Peygamberimiz de bu yolu takip etmiştir. Sonradan bu yol terkedilmiş ve hüküm koyucu devre dışı bırakılarak kefâret uygulaması esas alınmıştır (61 gün). Yanlıştır. Kur’an ve Sünnet'e göre, her ne suretle olursa olsun orucunu bozana kefaret lâzım gelmez. Kefaret insanlara zulümdür. Allah adına yapılan bir zulümdür. Kefaret cezası başka konulardaki (zıhar olayı Mücadele 2,3) kefaret uygulamalarının anlam kaydırmaları ile, oruca da tatbik edilmesinden doğmuştur. Burada Allah adına hüküm koymanın da ötesinde, Allah adına, O’nun kullarına ceza vermek gibi bir zulüm vardır. Biz, böyle bir zulmü, Allah’ın dinine fatura etmekten Allah'a sığınırız. Hüküm ne kadar da açıktır: ”Ramazan günlerinde orucunu tutamamış olanlar, başka günlerde tutarlar.” Bu hükmü anlamsızlaştırmanın manası yoktur. Dine müdahale edilmemelidir. Buyruklar eğip bükülmemelidir: “Buna göre, artık, kendi yalanınızı (adeta) Allah’a isnad ederek öyle dilinize geldiği gibi yalan yanlış ‘bu helaldir, şu haramdır’ demeyin. Çünkü, haberiniz olsun, Allah’a yalan isnad edenler asla kurtuluşa eremezler! (Nahl 116) Allah rızası için oruç tutan Müslümanın, öyle veya böyle, hiçbir mazereti yokken orucunu bozması zaten düşünülemez. Oruçlu bir Müslüman özel durumuna göre, kendini mazeretli görürse, mazeretli sayarsa hür iradesiyle iftarını eder. Keyfi olarak oruç bozan insan, zaten Allah korkusundan veya ibâdet şuurundan uzaktır. Bu Müslüman kefâret orucundan zaten korkmaz, çünkü onu da tutmayacaktır. Bu durumda ceza iyi niyetli olan mazeretli Müslümana verilmiş olur ki, yanlıştır. Müslüman ibâdet yapıp yapmamakta hürdür. Bu hürriyet içerisinde yapılırsa, ibadet bir anlam taşır. Herkes Cennet’e girme hürriyetine sahip olduğu gibi Cehenneme girme hürriyetine de sahiptir. Kefârete delil olarak şu hadis gösterilir: - Bir adam Peygambere gelerek” mahvoldum”der, - Peygamberimiz; Seni mahveden şey nedir? - Adam; Ramazan'da hanımımla ilişkide bulundum. - Peygamberimiz: Köle azad edebilir misin? - Adam: Hayır. - Peygamberimiz: Peş Peşe iki ay oruç tutabilir misin? - Adam: Hayır. - Peygamberimiz: Altmış fakiri doyurabilir misin? - Adam: Hayır. - Peygamberimiz: Adama biraz hurma vererek al bu hurmaları dağıt der. - Adam: Bizden daha fakiri var mı ki ben bu hurmaları dağıtayım? - Peygamberimiz: Güldü ve adama, git bunları ailene yedir der.”(15) Bu hadise göre kefâret kabul edilse bile, sadece cinsi münasebetle ilgili olduğu görülür. Kefâretin umûmîleştirilmesi ve farz hükmünde görülmesi yanlış olur. İkincisi, Adamla Peygamberimiz ’in konuşmalarının sonunda hurmalar adama kalır. Adam cezalandırılma yerine mükâfatlandırılır. Üstelik, Peygamber’in huzuruna eli boş gelen adam, eli dolu olarak geri döner. Bu durum, Peygamberimiz’i keyiflendirir ve güldürür. Bu hadisi ilim adamları da değerlendirmiş ve şu sonuçları elde etmişler: - İmam Hanefi, kasten bozulan oruca 61 gün ceza vermiş. (Kefâret) - İmam Şafiî, kefâret sadece, kendi isteğiyle cinsi münasebet yapan erkek için geçerlidir, kadın için geçerli değildir, demiş. - İmam Malik, hadisteki sıra takip edilir demiş. - İmam Nevevî, kefâret erkeğedir, kadına hiçbir şey gerekmez demiş. Çünkü kefâret Mehir gibidir, Mehir de erkeğe mahsustur.(16) demiş. Sonuç Hadis doğru kabul edilse bile, kefâret sadece cinsî ilişki ile ilgilidir ve erkek için geçerlidir, kadın için geçerli değildir. 2- İtikaf Beş vakit namaz kılınan bir camide ibâdet niyetiyle durmaktır. İtikafda olan insan, yeme içme işlerini camide yapar. Devamlı zikirle, tefekkürle, okumakla meşgul olur. Müddeti, mezheplere göre değişir. Hanefîler, Şafiiler ve Hanbelîlere göre, en az; ”az bir zaman, bir an”, olarak belirlenen süre, Malîkiler’e göre bir gün, bir gecedir. İsteyen daha fazla da durabilir. İtikâf’ın amacı; belirli bir zaman içerisinde, her türlü dünya meşgalesinden uzaklaşarak, murakabeye dalmak, tabir caizse, Allah’la baş başa kalarak huzur ve mutluluğu yakalamaya çalışmak, hiçliğin şuuruna ermektir. (17) 3- Oruç ve Hilâl Hilâl, peygamberimizin zamanında Ramazan ayının başlangıcının çıplak gözle belirlenmesinde belirleyici rolünü oynamıştır. ‘Hilâli gördüğünüz zaman oruç tutunuz, hilali gördüğünüz zaman bayram yapınız, hava bulutlu ise takdir ediniz” Başka bir rivayette” Hava bulutluysa veya hilâl’i gözetlemeye mani bir durum var ise, Şaban’ı otuza tamamlayınız” (18) buyurulmaktadır. Tespit, o günün şartlarında şahısların şehadetiyle yapılıyormuş. Bugün tespit, Astronomi uzmanlarınca, yapılmaktadır. Hassas aletler ve hesaplamalarla yapılmaktadır. Yapılması gereken, Ramazan ayının başlangıcının tespitidir. Hangi şekil ve esas alınırsa alınsın tespit yapıldıysa sorun çözülmüş demektir, oruca başlanır ve bayram edilir.” 29 veya 30 gün oruç tutulur. Ben derim ki, bugün hilâl tartışmasının altında yatan gerçek dînî değil, siyasîdir. Mümkünse bütün İslâm âleminde orucun başlaması ve bitimiyle ilgili birlik sağlanmalı ve her sene değişmeyen bir prensip üzerinde anlaşılmalıdır. Aynı zamanda oruca başlanmalı ve aynı zamanda bayram yapılmalıdır. Kimi Müslümanların oruç tutarken kimi Müslümanların iftar etmesi, Müslümanlar arasında sürtüşme, tefrika meydana getirmektedir. Bayram namazı - Hanefî Mezhebine göre kılınması vacip olan bayram namazı, cumhurun görüşüne göre sünnettir. Bir özür gereği, bayram namazları, bir gün ertelenerek kılınabilir. Bu şekildeki bir uygulama ile Müslümanlar arasındaki birliği korumak en güzeli olacaktır. Çoğunluğun sünnet olarak belirlediği bayram namazında kavga çıkararak ümmetin birliğini zedelemek haramdır. Ümmetin birliğini sağlamak ise farzdır. Kaldı ki, Şafiî Mezhebindeki bazı âlimlere göre, hilâl tespitinde hesaba itibar edilir. Cumhurun görüşü ise; ”onu takdir ediniz”(19) şeklindedir. Kısacası cumhurun görüşü hakikate daha yakındır. Namaz vakitlerinde saati dakikasına varıncaya kadar kullanan Müslümanların, oruç tespitinde hesabı dışlamaları mânidar değil midir? Oysa teknolojiyi en iyi kullananların, ondan en iyi şekilde istifade etmesi gerekenlerin Müslümanlar olması gerekmez mi? ”Her şeyi bir nizam, bir hesap üzerine yarattığını, feleklerin kendi yörüngelerinde yürüdüklerini, yüzdüklerini”(20) Kur’an altıncı asırda, tüm dünyaya ilan etmedi mi? Böyle bir Kitaba inanan Müslümanlar nasıl olur da Kur’an’ı ve Sünneti dışlayarak oruç tespitinde, hâlâ hilalin çıplak gözle görünmesinde ısrar ederler? Allah, her çağda dinini omuzlayabilecek, her platformda onu temsil edebilecek, akıllı, yetenekli, ehliyetli aksiyon sahibi düşünen duyarlı Müslümanlar istiyor. ‘Allah Kitabında bu düşüncesini şu şekilde ifadeye koyuyor: … “hâlâ düşünmeyecek misiniz? Aklınızı çalıştırmayacak mısınız? Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içerisinde bırakırım.” (Yunus 100) 4- Niyet Oruçta niyet şarttır. Niyet kişinin kalbinden oruç tutacağını bilmesidir. İmam Hanefî, Malikî ve Hanbelî’ ye göre şart olan niyet, İmam Şafii’ye göre rükündür. (21) 5- Sadaka-ı Fıtır Sadaka-ı fıtır, Ramazan Bayramını geçirmemek üzere verilecek olan bir sadakadır. Bayram günü sabah namazına kadar verilmesi gerekir. İmkân bulunamamışsa daha sonrakî günlerde de verilebilir. Zengin (nisaba mâlik) olan hür Müslümanlar, sadaka-ı fıtrı vermelidir. Fıtır Sadaka’sı bakmakla yükümlü olunan şahıs başına hesap edilerek Allah rızası için verilir. Sadaka-ı fıtır, sofraya konan tüm yiyecekler üzerinden zamanın şartlarına göre tespit edilmelidir. Tespit çağın getirdiği zorunluluklar göz önünde bulundurularak fakir lehine yapılır. Sadaka-ı fıtır, bir fakirin akşamlı- sabahlı bir günlük yiyeceğinin tutarıdır. Hesap buna göre yapılır. 6-Orucun fidyesi Oruç tutmaya güç yetiremeyenler (ağır işlerde çalışanlar, işyeri ile problemleri olanlar, özürlü olanlar, kronik hastalar, kendi açılarından oruç tutmaya mani, herhangi bir mazereti olanlar), farz olan oruç için tutamadıkları her bir oruca bedel bir fidye verirler. Bir fidye, bir sadaka-ı fıtır miktarıdır. Fidye vermekle mükellef olan Müslümanlar, fidye vermeye de güç yetiremezlerse, o zaman Allah’dan af ve mağfiret dilerler. Fidyeler yaşanılan ülkenin ekonomik şartları göz önünde bulundurularak tespit edilmelidir ve o ülkede yaşayan insanlara verilmelidir. Almanya'da yaşayan Müslümanlar Afrika’daki veya başka ülkelerdeki Müslümanlara, kendi yaşadıkları ülkede ihtiyaç kalmadıysa gönderilmelidir. Hak, öncelik en yakındaki Müslümanındır, insanındır. 7-Oruç tutmamayı mubah kılan özürler Kendisine oruç farz olan bir mükellefin, aşağıda belirtilen sebeplerden dolayı, oruç tutmaması veya iftar etmesi mubahtır. Orucunu tutamayan veya iftar eden özür sahipleri, mazeretleri geçince tutamadıkları gün sayısınca oruçlarını tutarlar. 1- Hastalık Hasta olan ve orucun kendisine zararlı olacağı, doktor tarafından bildirilen kişi hastalığı süresince oruç tutmayabilir. 2- Yolculuk Ramazan’da yolculuğa çıkacak kimse, oruç tutmayabilir. Eğer yolculuk herhangi bir sıkıntı vermeyecekse oruç tutmak daha iyidir. 3- Kadınların hâmile veya emzikli olması Hâmile olan veya çocuğunu emziren bir kadın, oruç tutmayabilir. Kadınlar hayız ve nifas hallerinde, isterlerse oruç tutmayabilirler, tamamen kendi takdirlerine bağlıdır. Sonradan kaza ederler. Müslüman gücü yetiyor ve ibadet yapmak istiyorsa Allah ona sen hayızlısın, bana ibadet edemezsin demez. Hayızlı kadınlar kendileri istemedikleri takdirde hiçbir ibadetten uzaklaştırılamaz. Allah, güçleri yetmediği halde kendilerini ibadet yapmak zorunda hissedenlere, sıkıntıya girmesinler diye, isterseniz bu hallerde oruç tutmayabilirsiniz demiştir. Yoksa hayızlı olduğunuz sürece bana yaklaşmayın dememiştir. Hayızlı kadınlar cahiliye çağında horlanırlar, dışlanırlardı. Fıkıh kitaplarındaki aşağılama ve dışlama da aynı mantıkla, sonradan İslâm’a fatura edilmiştir. (22) Hayızlı kadın, namazını da kılar orucunu da tutar, Kâbe’yi de tavaf eder. Din bunları yasaklamaz. Aksine teşvik eder. Kur’an hayızlı kadını- nifaslı kadını hasta kabul etmektedir. Hasta olan, mazeretli olan Müslümanlar ibadetlerini nasıl yapıyorlarsa hayızlı- nifaslı kadınlar da öyle yapacaklardır. 4-Şiddetli açlık ve susuzluk Oruçlu bir kimse açlık ve susuzluğa dayanamayacak bir duruma düşerse iftar eder, içinde bulunduğu durumdan kurtulduğu zaman, orucunu günü gününe kaza eder. 5-Rızık endişesi ve ihtiyarlık Bakara Sûresi’nin 184. Âyetinin beyan ettiği mazeretlere, sahip olan insanlar; senenin hiçbir gününde oruç tutamayabileceği gibi, rızık temini için zor şartlar altında çalışan insanlar da aynı şekilde oruç tutmayabilirler. Oruç tutacağız diye hasta raporu almak tamamen yanlış olur. Allah, insanları kandırarak, yanıltarak kendisine ibadet yapılmasını istemez. Kandırılan kimse gayri Müslim’se vebali, daha büyüktür. Yukarıda açıkladığımız gibi, bu Müslümanlar fidye vererek oruç ibadetini yerine getirmiş olurlar. Belki de bu usulle oruçtan daha hayırlı bir ibadeti yapmış olacaklardır. Yıllık izinlerini de oruç tutmak amacıyla kullanabilirler. 6-Delilik Deliler oruç tutmakla mükellef değildir. 7-Zorlama Oruçlu bir Müslüman, tehdit altında kalırsa, hürriyeti elinden alınırsa oruç tutamayabileceği gibi tuttuğu orucu da bozabilir. Devam edecek ……………………………………………… (6) M. sıyâm, 160. (7) Buhârî, savm 9; Müslim, sıyâm, 161 (8) Buhârî, savm, 2; sıyâm, 162 (9) Tefsirul Kur’ân-nül Hakîm 2/156 (11) Islâm’ın ışığında Günün Meseleleri c. 1 s. 110 H. Karaman (12) Kerimoğlu Yusuf, Emanet ve Ehliyet, Ölçü yay. Ank. 1985, c. 1, s. 413, Ibn. Abidin- Reddü’l-Muhtar Ale’d Dürrü’l Muhtar- Ist. 1983, c. 4, s. 320 (13) Tefsiru‘l Kur’ân‘ı Hakîm 2/156 (14) Bakara 187 (15) Ebû Hureyre’de rivayet edilmiştir. Kütü- i Sitte, c. 9, s. 527, h. no: 3227 (16) Fıkhussire Cilt 2 Shf 47 Seyyid Sâbık (17) Vehbe Zuhaylî, c. 3, s. 219 (18) Buharî, Savm 2 (19) Ibn. Rüşd, Bidayetü’l Müçtehid, c. 2, s. 25, – Ege Hasan, Dört Mezhebin fıkıh kitabı, bahar yay.Ist.,c.2,s. 25 – Islâm Ilmihâlleri- Fikri Yavuz- Süleyman Ateş – Kur’an Meali- Ali Bulaç / Ali Özek ve arkadaşları – Tefsir- Süleyman Ateş- Prof. Dr. H. Atay Raporlar – Islâm Fıkhı Ansiklopedisi- Prof. Dr. Vehbe Zuhaylî (20) Yâsin 37, 38, 39, 40 (21) Ege Hasan, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, c. 2, s. 15 (22) Bakara 185- 222