5 Eylül 2011 Pazartesi

UMRE İZLENİMLERİ



15-24 Nisan 2011  Rüştü Kam

Berlin Türk Eğitim Derneği’nin düzenlediği rutin seyahatlardan biri olan Umre gezisi için 15 Nisan 2011 de Tegel Hava Limanı’ndan Medine’ye müteveccihen yola çıktık. Oldukça heyacanlıydık, sevinçliydik, yüzler gülüyordu: Umre’ye gidiyorduk. Allah’ın“Benim evimdir“ dediği Kâbe’yi ziyaret edecektik, Peygamberimiz’in Tevhid mücadelesini yaptığı toprakları görecek ve birebir yaşamaya çalışacaktık o mücadeleleri, hicret edecektik, Uhud’da savaşacak , Hudeybiye’de diplomatik bir atak yaparak yapacağımız antlaşma ile varlığımızı tescil ettirecektik. Sonra bütün gücümüzle  haykıracaktık dünyaya ve gezegenlere: „Hak gelince Bâtıl zâil olur!…“  

Altı kişi, sallama çayları 90 TL’ye içtik
İstanbul’da birgün konakladık. Akşam deniz kenarında çay içmek istedik. Taksici bizi  öyle bir yere götürdü ki, orada deniz de yoktu, kenarı da. Denizi olmayan bir kenarda 90 TL ’ye birer sallama Türkçayı(!) içtik altı kişi, ilave olarak bir künefe ve iki de ayva tatlısı vardı. İstanbul’un turfanda ayvayısını böylece yemiş olduk.

Bu hava alanı Medine’ye yakışmıyor
Hostesin „İniş için kemerlerinizi bağlayın, koltuklarınızı dik konuma getirin“ anonsuyla Medine Havaalanı’na iniş yapmak için alçalmaya başladığımızı anladık. Tarih 16 Nisan. Medine Havaalanı’ndayız.  Havaalanı mı yoksa hangar mı? Ne olduğunu tam olarak anlayamadığımız bir terminal vardı önümüzde. Uçağın merdiveninden terminale kadar olan mesafe 50 metre kadar olmasına rağmen otobüse bindirildik. Çok komik bir olaydı bu. Hep birlikte gülüştük.
Pasaport kuyruğuna önce karışık olarak durduk, uzunca bir zaman sonra görevli polisler kadın ve erkek olarak ayrı ayrı sıraya girmemizi istediler. On parmağımızın onunun da izlerini aldılar, üstüne üstlük bir de fotografımızı çektiler ve psaportlarımızı scan yaptılar. Yaklaşık üç saat sonra çıktık Medine Havaalanı’ndan. Dışarısı oldukça sıcaktı. Alevler yüzümüzü dağlıyordu.

Krallıkla yönetilen bir ülkedeyiz
Engellilere bir ayrıcalık tanımadan onları da normal sıraya sokmaları oldukça canımızı sıktı, ama yapılacak birşey yoktu. Tuvaletleri oldukça mide bulandırıcıydı. Durmadan bağıran,  nezaketten uzak  alan görevlileriden bir an önce uzaklaşmak istiyorduk…Çünkü, ne zaman ne yapacakları belli olmayan tavırlar sergiliyorlardı…Krallıkla yönetilen bir ülkedeydik…O insanların iki dudağının arasından çıkan cümle kanun sayılıyordu.

Halk fakir, gecekonduda yaşıyor
Şirketin bizler için tahsisi ettiği  otobüslere binerek Medine’ye hareket ettik. Yol boyunca uzanan gece kondular boyunları bükük vaziyette bizleri selamlıyorlardı. Gecekonduların utanmalarına gerek yoktu. Bunca zenginliğe rağmen onları o hale getirenlerdi elbette suçlu olanlar.
Arada bir de Avrupai lüks binalar vardı. Onlar da, bizleri görünce  sevinmiş olmalılar ki bizleri ayakta selamlıyorlardı, ne de  olsa bizler de Avrupalıydık. Samimiyetleri her hallerinden belliydi. Oldukça gururluydular.
Petrol zengini bu ülkenin insanları oldukça eğitimsiz ve  fakir görünüyor. Halk gecekonularda yaşıyor belli ki. İlk izlenimlerimiz can sıkıcıydı.

O’nunla hasret giderdik
Otelimize yerleştik. Biraz soluklandıktan sonra Mescid-i Nebev’î’ye gittik. Beş dakikalık bir mesafedeydi Mescid-i Nebevî. Peygamberimizi ziyaret ettik. Kapıda karşıladı bizi; kucaklaştık O’nunla, hasret giderdik. Avrupa’daki müslümanların durumunu sordu bizden, anlattık, usanmadan sıkılmadan can kulağıyla dinledi bizi. Sonra da, Ehl-i Kitap’la yapacağımız mücadeledede nasıl davranmamız gerektiğiyle ilgili ipuçları verdi bize. Kendi hayatından, deneyimlerinden örnekler sundu. Biraz da dertliydi, Kur’an’a rağmen kendi sözü olmayan hadislerin O’na mal edilmesinden oldukça rahatsızdı. Kabir ziyaretlerindeki taşkınlıklardan, mezarlara ellerini yüzlerini sürenlerden, ölmüş insanlardan  medet umanlardan  oldukça bizar olduğunu söyledi.   
Vedalaştık ve tekrar buluşmak üzere sözleştik.

Cebrail’in vahiy getirdiği delik
Ertesi gün saat 14.00’ te şirket yetkilileriyle ancak temas kurabildik. Pırıl pırıl üç  delikanlı geldi otelimize, içlerinden birisi kartlarımızda da ismi yazılı olan bizim grubumuzun rehber hocası imiş.
Rehberimiz o günden sonra bize eşlik etti Medine’de. Mescid-i Nebeviyi tanıttı(!)…“Bu sütun Hz.Aişe validemizin namaz kıldığı sütundur, burada iki rekat namaz kılmanın 1.000 derece sevabı vardır. Şu sütun savaşa katılamadığı için üzüntüsünden kahrolan ve peygamberimiz kendisini affedinceye kadar direkte bağlı kalan sahabenin sütunudur, burada kılınan namaza şu kadar sevap yazılır. Minber ile Peygamberimizin evi arasındaki yeşil halının üstünde kılınan namaz cennette kılınan namaz gibidir. -Cibril kapısının çıkışında, tavanı göstererek- „şu tavandaki delik Cebrail’in vahiy getirdiği deliktir, şu Peygamberimizin kabridir, şu Hz. Ebu Bekir’in, şu da Hz. Ömer’in…“
Mescid’in tanıtımı bu kadarla bitti…Arkasından çok sevap kazanmak açısından vakit namazlarımızı orada kılmamız tenbih edildi…O gösterilen yerlerde namaz kılmak için müslümanlar kaos ortamı yaratıyorlardı. O, onu itiyor, şu ötekini. Aman Allah’ım bu ne rezalet…Müslümanlar orada secdeye varmak için itişip kakışıyorlardı. Namaz kılmak mı? Hak getire…Namaz kılmayı yatıp kalkmak olarak görenler için  belki…

Osmanlı’nın yaptırdığı tren istasyonu
Sabah namazını mütakip Cennet’ül-Baki’deydik. Buraya kadınlar alınmıyor. Kimin mezarının hangisi olduğu belli değil. Fotoğraflarımızı çektik ve birer Fatiha okuyarak ayrıldık mezarlıktan. Mezarlıkta olup bitenleri gördükten sonra, Suud Krallığı belki de doğru yapmış diye düşündük. Mezarlar belli olsaydı, orayı da Telli Baba’ya çevirirlerdi müslümanlar herhalde…Mezarlıktan toprak alarak çantalarına koyanlar ve mezar topraklarından üzerlerine sürenler vardı orada. Ziyaretimiz kısa sürdü.
Sırada Hz. Ebu Bekir’in, Ömer’in, Osman’ın ve Ali’nin Mescidleri vardı ve bir de Mescid-i Gamame. Sonra da Abdulhamid’in yaptırdığı tren istasyonuna ve Anberiye Mescidi’ne gittik. Mescitler adlarını aldıkları şahısların bayram namazı kıldırdıkları yerler olarak tanıtıldı. Mescid’ül Gamame’nin olduğu yerde de  peygamberimizin bayram namazı kıldırmış. Namaz süresince bulut onu gölgelendirmiş, bunun için bu mescid yapıldıktan sonra bulut mescidi ismiyle  isimlendirilmiş. 

Bulut ikinci kez karşımızda
Bulut burada ikinci kez karşımıza çıkıyordu. İlki Şam ticaret yolunda Busra mevkiindeydi. Bedir’de, Uhud’da Hendek’te kendisine en fazla ihtiyaç duyulan mekan ve zamanlarda ortalıkta görünmeyen bulut, nedense bayram namazı kılınırken burada görünmüş.
Bazı kaynaklarda bu mescidlerin eğitim merkezleri olduğu yazılıyor. Özel eğitime tabi tutulacak müslümanlar veya İslam’a yeni girenler o zaman buralarda eğitiliyorlarmış. Bu mescidleri günümüzdeki eğitim mekanları gibi düşünmek lazım.  Bu yaklaşım daha mantıklı gibi geliyor bana.

Tarihe saygısızlık
Tren istasyonunun restore edilmesinde  Türkiye’nin önemli rolü olmuş. Ancak ziyarete kapalı. Anberiye mescidi yolcuların geliş ve gidişlerinde namaz kılmaları için inşa edilmiş. Fazla bakımlı sayılmaz…Hatta iki pencesinin demirleri kesilerek oraya trafo monte edilmiş…
Fahrettin Paşa’nın Medine savunması sırasında kullandığı askeri karargahın yerine de, belediye binası yapılmış…Tarihe ve tarihi eserlere olan saygısızlığın açık örneklerini görüp hayıflanmamanız mümkün değil…

Müslümanların ayıbı
Bizim kızgınlığımıza şahit olan rehberimiz, „Ben Arabım Arap da bendendir“ uydurma hadisini okuyarak Araba saygılı olmamızı bize öğütlemekte gecikmedi. Oysa tamamen ırkçı bir mantıkla söylenen bu sözün hadis olması mümkün değildir. Öte yandan hata yapan, yanlış yapan kim olursa olsun hatası yanlışı söylenmelidir. Aksi davranış zulme davetiye çıkarmak olur. Arkasından „Burada çalışan insanların çoğu Arap değildir onları Arap zannedip Araplara öfkelenmeye gerek yoktur „ diye de konuyu yumuşatmaya çalıştı rehberimiz…Farkeder mi Arap olması veya olmaması o yanlışı yapan insanların…O insanlar müslüman, ister Arap olsun isterse de Pakistanlı veya Afrikalı olsun…Bu ayıp müslümanın ayıbı değil midir?

Sıcak savaşın bizzat içine girdik
Kahvaltıdan sonra yönümüzü Uhud’a çevirdik. Burada, Uhud savaşının önemini, orada çekilen sıkıntıları, Ayneyn Geçidi’nin bu savaştaki stratejik önemini, Peygamberimiz’in yaralanmasını, sahabenin ganimet sevdasıyla orduyu ve Peygamberimizi ne hale getirdiğini, Peygamber buyduğunu dinlemeyen okçuların, emre muhalefet etmelerinin faturasının ağırlığını, kadınların bu savaştaki rolünü anlamaya çalıştık. Anladık da. Sıcak savaşın bizzat içine girdik ve böylece  Ayneyn Geçidi’nin önemini kavradık. Hissedilen sıcaklık neredeyse 60 derece civarındaydı.

Her mekanda anlatılan uydurma hikayeler burada da anlatıldı bize. Rehberimiz, yaralanan Peygamberimizi kurtarmak için, Uhud dağının savaş alanına kadar geldiğini ve peygamberimizi alıp götürdüğünü, üzüntüsünden ağlayan Uhud dağına, Peygamberimizin ayağının topuğuyla vurarak ağlamaması gerektiğini söyleyerek onu teselli ettiğini anlattı.
Bu hikayeyi dinleyince,  O Uhud Dağı savaş sırasında neden müşriklerin üzerine yıkılmadı da, savaş sonrasını bekleyerek Peygamberimizi alıp götürdü diye sormadan edemiyor insan?..

Mağaradaki taşlara kimisi elini, kimisi yüzünü sürüyor
Peygamberimiz’in yaralandıktan sonra saklandığı mağarayı görmek için gittik. Yaklaşık  2 km. kadar uzaklıktaydı savaş alanından. Yukarıya çıktık çıkmasına da, mağaranın içine girmek mümkün olmadı. Mahmut Ustaoğlu ve müridleri de oradaydı biz Umre’deyken. Mağaranın önüne kamp kurmuşlar sanki. Onları geçip mağarayı görmek ne mümkün. Kimisi yüzünü kimisi elini sürüyor taşlara, kimisi göz yaşı döküyor, kimisi de epeyce sıkılmış olacak ki beklemekten, sıranın kendisine gelmesi için diğerlerinin acele etmesini istiyordu… Sesini duyurmak için de olanca gücüyle bağırıyordu arkadaşlarına. Aman Allah’ım tam bir tiyatro. Anlattıklarına göre o mağarada Peygamberimizin kokusu hâlâ duruyormuş. İnsanların ısrarlı bekleyişleri o kokuyu koklamak içinmiş…
Bütün bu anlatılanlardan ve gördüklerimden sonra, grubumdaki arkadaşlarıma dedim ki; „Buraya müslüman olarak geldiniz, dikkat edin de müşrik olarak geriye dönmeyin.“

Medine, üç tarafı volkanik  kayalarla  çevrili bir ova
Sırada müşriklerle yapılan üçüncü savaşın yapıldığı yer vardı: Hendek savaşı diye bilinen savaş. Hendeğin yapılma fikrini Selman-ı Farisî vermişti. M.Hamidullah, hendeğin 5,5 kilometre uzunluğunda, 9 metre eninde ve 4,5 metre derinliğinde olabileceği tahmininde bulunuyor.
Rehberimiz bu hendeğin nereye kazıldığı konusunda ikna edici bir bilgi veremedi. Ancak biz buraya kadar gelmişken hendeğin yerini öğrenmek içim sıvadık kolları ve bazı bilgilere ulaştık:

Medine, üç tarafı volkanik  kayalarla  çevrili bir ova. Normal koşullarda burada ne insan, ne at ve ne de deve yürüyebilir. Sadece kuzey ve kuzey-batı tarafları saldırının başlatılmasına izin veriyor. Hal böyle olunca, lav kayalarıdan oluşan bu üçgenin kuzey ve kuzey-batıya bakan iki ucunun bir hendekle kapatılmasına karar verilmiş.
Hendeğin tamamı, sonunda büyükçe bir “N” şeklini almış. Kuzey-doğuda Şeyheyn burçlarından itibaren kazıya başlanmış. Bugün buraya büyükçe bir mescid yapılmış  ve buradan Zûbâb tepesine kadar inilmiştir. Bugün burada da Zûbâb Mescidi bulunmaktadır. Daha sonra, nispeten daha alçak tepelere doğru hendek kazımı sürdürülmüş ve nihayet kuzeydeki Vedâ tepesi denilen yere ulaşılarak, burası stratejik bir yer olan Sel dağıyla birleştirilmiş. Yol boyunca rastlanılan alçak tepelere, keşif ve gözcü birlikleri konuşlandırılmış.

Ancak bugün bu hendekten maalesef eser kalmamış, Suud Krallığı oraları da iskana açmış ne yazık ki...

Kıbleteyn Mescidi
Sırada Kıbleteyn Mescidi vardı: İki kıbleli mescid olarak anlattı rehberimiz burayı. Peygamberimiz namazını  Mescidi Aksa’ya doğru yönelmiş kılıyorken, kıble olarak mescidi Haram’a doğru dönülmesi ile ilgili olan vahyi almış ve hemen yönünü çevirmiş Mescid-i Haram’a. Bu durum  kıblenin tam karşısında kapının üstünde bir mihrap yapılarak korunmuş.

İsrailiyat
Bu türden yanlış bilgiler dinimizin içine sokulmuş maalesef. Hem de din adına, peygamber üzerinden sokulmuş bu bilgiler. O tarihte Kudüste bir mescid yok zaten. Kudüs’teki mescid 638 yılında Hz. Ömer tarafından yapılmış. Namaz kılarken herhangi bir yöne doğru namaz kılınması gerektiği ile ilgili bir ayet de inmemiş. Bu durumda bir yere dönülmesi gerekiyorsa orasının Kâbe olması gerekir. Arap örfünde Kâbe’ye yönelerek ibadet etmek var zaten. Kıble ile ilgili bu bilgi muhtemelen yahudiler tarafından dinimize hadis olarak sokulmuş olmalıdır. Çünkü, yahudileri biz Miraç’ta da görürüz. Şu an kıldığımız  namazı 50 vakitten(!) beş vakte indirtenler de Yahudiler olmalıdır. Bu tür uçuk bilgilere “israiliyat” deniyor. İtibar edilmemesi gerekiyor. Bu bilgiler dinimize hadis adı altında sokulmuştur. Peygamberimizin bize ziyaretimiz esnasında, bazı hadisler “bana istırap veriyor” dediği türden hadislerdi bunlar.

Kıble ne demektir
Namaz konusunda açıklığa kavuşturulması gereken bir diğer önemli husus da “kıble”dir. Çünkü bazıları, kıblenin konu edildiği Bakara/142-151 âyetlerinin, “yönelişte birliği sağlamak üzere namazda yüzün Ka‘be'ye çevrilmesi şartını getirdiği” ni söylemektedirler. Oysa kıble konusunun  namaz ile uzaktan-yakından bir alakası bulunmamaktadır.
Burada hemen belirtelim ki, Kur’ân'da konu edilen “kıble”nin, bu nakillerde yer alan “namazda yönelinen yön” ile; kıble değişikliğinin de, Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Harâm'a dönmekle hiçbir alakası yoktur. Bu anlayışlar, müslümanlığı yozlaştırmak, dinin ilkelerini işe yaramaz hâle getirmek için zaman içerisinde yerleştirilmiştir. Çünkü, kulluk için bir yön tayin etmeye kalkışmak, her şeyden önce Kur’ân'a aykırıdır:
„Ve doğu, batı yalnızca Allah'ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz artık orası Allah'ın yüzüdür. Şüphesiz Allah, vâsi'dir, O, en iyi bilendir. „Bakara/115
Nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram'a çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü ona doğru çevirin ki, insanların elinde sizin aleyhinize bir delil bulunmasın. Onların zulme sapanları müstesna. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Yüzünüzü Mescid-i Haram'a dönün ki, üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Ve bu sayede güzeli ve iyiyi bulmanız da umulmaktadır.  “ Bakara 150
Durum böyleyken kıble olarak Peygamberimiz namaz için Kudüs’e niçin yönelsin. Doğruyu bulmak için şu tespitleri yapmak gerekir:
Bu ayetlerin indiği sırada Seleme oğulları mahallesinde bir mescitte namaz kılan  peygamberin, namazın ortasında kıblesini Kudüs’ten Kâbe’ye döndürdüğü anlatılır. Bu yüzden o mescide Kıbleteyn  Mescidi ( iki kıbleli mescit ) denilir.
Ancak Rasulullah’ın Medine’ye ilk geldiğinde inşa ettiği Mescidi Nebevi’nin kıblesinin değiştirildiğine dair bir rivayet yoktur.
Kuba Mescidi’nin kıblesinin değiştirildiğine dair de  bir rivayet yoktur.

Akâbe’de yeni bir dünya için sözleşen Medineliler
Bu mescitte de iki rekat tahıyyetül mescid namazı kılarak Kuba’ya doğru yola çıktık. Kuba yeşillik, hurma bahçelerinin içinden geçip gidiyorsunuz. Yeni yerleşim alanları oluşturmak için hurma ağaçları katliamı yapılmış olsa da yeşili bol olan bir yerleşim alanı Kuba. Peygamberimiz hicret esnasında Medine’ye girişte burada karşılanmış. Müslümanlar talaalbedru aleyne[1] şarkısıyla onu burada karşılaşmışlar. Kucaklaşmışlar, hasret gidermişler, sevinç çığlıkları atmışlar burada. AKâbe’de yeni bir dünya için sözleşen Medine’liler sevgililerine kavuşmuşlar onu göğüslerine basmışlar burada. Bu açıdan fevkalade bir öneme sahip Kuba. Şu anda Medine’nin zenginleri oturuyor burada.

İki rekat namaza Umre sevabı
Rehberimiz burada kılınan namazın bir umre sevabına denk geleceğini anlattı bize, iki rekat namazlarımızı kıldık kılmasına da, ancak Umre sevabı alacağız diye kılmadık. Yola devam ettik. Biraz ileride Cuma mescidi diye bir mescid var. Buraya Ranuna vadisi deniyor. Söylenenlere göre peygamberimiz ik Cuma namazını burada kılmış. Ancak bu söylenenlerin doğru olmaması gerekir diye düşündük. Hem Cuma namazı farz kılınmamış daha, hem de Kuba ile arası çok yakın, Cuma namazı kılınacak idiyse Peygamberimiz bu namazı Kuba’da kılardı ve ondan sonra yola çıkardı diye düşündük.

Medine’de kırk vakit namaz
Hacca gidenlerin neden Medine’de kırk vakit namaz kılmaları gerekiyor diye düşündüğümüzde, bu kararın ekonomik olduğunu anlıyoruz. Yoksa orada kırk vakit namaz kılmanın başka bir tutarlı izahı yok. 

Hurma pazarı
Medine’ye dönerken Medine hurma pazarına uğradık. Rehberimiz üç hurma çeşidi tevsiye etti bize. Peygamber hurması Ajva, Halavi, Bal Hurması. Tavsiye edilen bu hurmalardan aldık. Hurmaları Kemal Zeyveli ve Ünal Oğuz’la otele gönderdikten sonra alışveriş için hanımlar çarşıya daldı ve bizler de arkalarından...

Göz yaşlarımız akıyordu
Mekke’ye yola çıkmadan önce Peygamberimizle vedalaştık. Kıbleye yönelerek dua ettik. Peygamberimiz’in Medine’de yaptığı mücadeleleri tekrar hatırladık ve O’nun yaptığı mücadelenin aynısını yapmamız için Yüce Mevla’dan yardım diledik, sabır diledik, cesaret diledik, ilim sahibi olmayı diledik. Hak ve Bâtıl mücadelesinin Peygamberimiz’le birlikte başlayıp bittiğine inanmadığımız için, bu mücadelenin devamını getirmek için yardım diledik…Bu duaları yaparken çok samimi idik…Kalbmiz Allah ve Rasülünün sevgisi ile dopdoluydu, göz yaşlarımız akıyordu yanaklarımızdan.

İhram elbise demek değildir
Saat 17.00 yi gösterdiğinde Mekke yoluna çoktan revan olmuştuk. Medine’nin hemen dışında Zu’l -Huleyfe denilen yerde ihram giyilmesi gerektiğini söyledi rehberimiz. Biz ihramın elbise demek olmadığını anlıyoruz, dolayısıyla ihram giymeyeceğiz dedik. İhram; haram kılınan bölge demektir ve orada „yeşile zarar vermemek, canlı öldürmemek, kavga döğüş yapmamak demektir dedik. “ İki havludan ibaret olan o kıyafetin içine girmedik.

İhram, İslâm öncesinde çıplak olarak Kâbe’yi tavaf eden Arapların, geleneklerinin devam etmesi için bugüne uyarlanmış şeklinden başka birşey değildir. İhramlıyken koku sürünmeyeceksin, dikişli bir giysi giymeyeceksin, kaşınmayacaksın gibi... Oysa huzura güzel kokular sürünerek varmamız gerekiyor, biz öyle düşünüyoruz. İhram giyerseniz huzura ter ve kir kokusuyla varıyorsunuz…Yolda- belde otururken, kalkarken uygun olmayan durumlarla karşılaşabiliyosunuz, ihramın üst bölümü düşerse fazla problem olmuyor ama, alt kısmı düşerse problem oluyor. Kadınlar için durum değişik. Onlar dikişli elbise giyebiliyorlar. Çifte standart...

Karadenizli Müftü
Say yaparken, Karadenizli olduğunu şivesinden anladığımız ve bize müftü olduğunu söyleyen bir beyefendi, bizi durdurdu ve “bu elbiselerle say yapamazsınız, dolayısıyle say bölgesinden çıkmanız gerekir “dedi. Oldukça da sinirliydi…Kendisini Allah’a havale ettik…
Zülhuleyfe’den ayrıldık ve yolda uygun bir yerde yemek için sözleştik şoförümüzle. Köyleri gördük dağların eteklerinde, taşların arasında, o sıcakta orada nasıl yaşadıklarını ve de neden orada yaşamak zorunda olduklarını düşündük. Bir tane bile ağacı olmayan o köyler ve Suud krallığı. Halk çok fakir ve perişan.

Dinlenme tesisleri
İhtiyaç molası için durduğumuz yer en uygun olan yermiş. Pislikten geçilmiyordu. Mekke ve Medine arasında bir yer burası. Milyonlarca insan gelip geçiyor buradan, gel gör ki doğru dürüst bir dinlenme tesisi bile yok.
Minibüsle gittik 450 km. yolu. Oldukça yorucuydu.  Otele yerleştikten iki saat sonra Umremizi yaptık. Saat 2’ye gelmişti. Rehberimiz sakin sakin, oldukça feyizli bir Umre yaptırdı. Duamız onunladır.


Ondan ötesi yok
Dünyada fizik mekan olarak varılabilecek en son nokta  Kâbe. Ondan ötesi yok. O’nu ilk olarak görünce heyacanlanıyorsunuz. Şaşkın oluyorsunuz, sanki hızla duvara çapmış gibi başlıyorsunuz dönmeye. Ondan ötesi yok çünkü. O ilk duygu bambaşka bir şey. Orası zirve, siz de zirvedesiniz.  Başınız dönüyor. Aklınıza gelen bütün duaları başlıyorsunuz okumaya…Duygulanıyorsunuz ve ağlıyorsunuz…Yorgunluğunuz da bir anda geçiveriyor. Dünya meseleleriyle ilgili hiçbişey düşünmüyorsunuz orada. Aklınıza gelmiyor ki düşünesiniz. Para kazanmak gibi bir derdiniz yok, elektrik parası ödemeyeceksiniz, kira ödemeyeceksiniz, akşam eve ekmek götürmeyeceksiniz… Bütün bu kaygılardan uzak olmanın verdiği rahatlık içindesiniz…Duygulanmanızın sebebi biraz da psikolojik olsa gerek: Çünkü, ikinci kez aynı duyguları yaşamanız mümkün olmuyor.

Müslümanlar Kâbe’nin örtüsüne dokunmak, yüz sürmek,  Hacer-ül Esve’de dokunmak, yüz sürmek için birbirlerine sıkıntı veriyorlar. İbrahim makamında namaz kılabilmek için çiğnenmeyi göze alanlar bile var. Hacer’ül Esved siyah bir taş, başka hiçbir özelliği yok oysa.

Safâ ve Merve tepeleri arasında say yaptıktan sonra tıraş olarak Umremizi tamamladık. Aslında Mekke’yi terk ederken tıraş olmak gerekiyor ama, biz de bu konuda geleneğe uyduk ve tıraşımızı olduk. Allah kabul etsin.

Tekerlekli sandalye mafyası
Kâbe’nin içinde tekerlekli sandalye mafyası var. İlk gün 250 riyale kiraladığımız sandelyeyi ikinci gün 50 riyale kiraladık, üçüncü günü ise bu arabaların Bab’us-Selam kapısından ücretsiz olarak alındığını öğrendik. Oradan sandalyeyi alıyorlar bedavaya, sonra da,  kaça tutturabilirlerse...   Elerinde telsizlerle mafya elamanları cirit atıyor Kâbe’nin etrafında…

Pervaneler mikrop saçıyor
Dışarıda hissedilen sıcaklık 50, 60 derece iken, Kâbe’nin içine bir giriyorsunuz 30 derece birden düşüveriyor. Bir de başınızın üstünde dönen o pervaneler var. Binlerce insanın nefesini oradan oraya savuruyorlar, hasta olmamanız için hiçbir sebep yok.

Osmanlı revakları
Osmanlı revakları Kâbeye o kadar yakışmış ki, o kadar da sade bir duruşu var ki, çok hoş. Ancak Suud Krallığı yer genişletmek bahanesiyle yıkacakmış o revakları…Tarih katliamı…

Kâbe nefes alamıyor
Mekke’ye geldiğimiz ilk gün hep Kâbe’deydik, oradan hiç çıkmadık desek yeridir. Hele bizim genç (!)  kızlarımız, onlar hiç yorulmadılar, tavaf üstüne tavaf yaptılar…Allah kabul etsin…

Günah mezarlığı
Kâbe birliğin sembolüdür. Orada ancak Allah birlenir, övülür, O’nun yüceliği karşısıdaki hiçliğimiz hatırlanır. Biz de öyle yaptık. Tevhide karşı duranlarla yapacağımız mücadelenin planlarını gözden geçirdik orada. Oraya bir güç gösterisi için gidildiğinin şuurunda olarak, var olşumuzun gayesini anlamaya çalıştık. Kâbeyi ve Mescid-i Nebevîyi, Arafatı ve Rahman Dağı’nı, günah çöplüğü/mezarlığı olarak görmedik. Günahlarımızı orada bırakmayı ise hiç düşünmedik. Böyle batıl bir inancımız da yoktu zaten. Orasının günah çöplüğü/mezarlığı olmadığını bliyorduk. „Yeryüzünü gezin görün ve ibret alın“ buyruğuna uygun olarak hareket ettik ve ibret almaya çalıştık.

Dilenci mafyası
Arafat’a geldiğimizde ikinci bir şok yağadık. İnsanlığın yaratıldığı ve son Elçi’nin insan haklarıyla ilgili söylediği son sözlere şahitlik eden bu  mekanı keşke hiç görmeseydik. Bir tarafta satıcılar, öbür tarafta dilencilik yapan elleri ve ayakları çapraz olarak kesilmiş küçük kızlar ve dilenci mafyası, bir tarafta motorsiklet pisti, öbür tarafta taşlara, kayalara günahlarının dökülmesi için ellerini yüzlerini süren insanlar, tamamen paradoks. Allah böyle müslümanlara niçin yardım etsin ki?…

Saygı duruşu
Arafatta, kendi yaratılışına tanıklık yapmak için, saygı duruşunun şuuruna varamayan, son Elçi’nin burada verdiği mesajın anlamını içine sindiremeyen mülümanlara Allah niçin yardım etsin ki?...
Yardımı Allah’tan değil de taştan, yatırdan, kayadan bekleyen insanlara Allah niçin yardım etsin ki?…

Hicreti anlamak
Sevr Dağı ve Mağarası hicrete tanıklık ediyorlar. Orada saklanmış Peygamberimiz tedbir olsun diye hicret esnasında… Almış alınması gereken ömlemleri ve Allah’da O’na örümcek ve güvercin mucizesiyle yardım etmiş. Eğer O “Ben peyamberim Allah beni nasıl olsa koruyacaktır” diye yan gelip yatsaydı, o örümcek oraya ağını örmeyecek ve güvercinde oraya gelerek yumurtasını bırakmayacaktı.

Hicret’i anlamaya çalıştık Sevr’e geldiğimizde. Medine’nin ters istikametinde bir dağ burası. Tamamen hedef şaşıtmaya yönelik bir tavır var. Yanında yol arkadaşı var. Hz Ebu Bekir. Ebu Bekir’in oğlu Abdullah ve kızı Esma hem yiyecek içecek getiriyor dağa, hem de istihbarat bilgisi getiriyorlar üçgün süreyle oraya. Ebu Bekir’in çobanı Amir bin Fuheyra da onların arkasından koyunlarını otlatmaya gidiyor gibi sürerek izlerini kaybettiriyor onların ve müşrikler iz süremiyorlar.

Hz. Ali, peygamberimize koruması için müşrikler tarafından  emanet olarak bırakılan kıymetli eşyaları sahiplerine vermek için Mekke’de bırakılmıştır. En son Mekke’yi terkeden Elçi ve arkadaşıdır. İşte gerçek bir lider...

Abdullah bin Uraykıt da anlaştıkları gibi, dördüncü günü sabahı develerle gelerek onları bulundukları yerden alıyor ve hedeflerine ulaştrıyor. Abdullah bin Uraykıt bir müşriktir. Ama işinin ehli ve sözünün eri bir müşriktir.

Vahiyle yıkanmak
Nur dağı ilk vahyin geldiği yer olarak biliniyor. İlk vahyin geldiği yerin Cirane mescidi olduğunu söyleyenler de var. Vahyin tazeliğini hissetmeye çalıştık burada. „Oku, seni Yaratan Rabbinin adıyla oku..“ Okumak gerekiyor. Müsümanın okuması gerekiyor. İlk alınan ilahi emir oku diye başlıyor. İki buçuk milyar sayıya ulaşan dünya müslümanlarını düşündük burada. Müslümanların bu emirden nasiplerini almadılkarını aklımıza getirince de hayıflandık. Okuyanın kazandığı bir dünyada yaşıyorduk çünkü.

Ebabil’in kuş olmadığını anladık
Ebrehe’nin ordusunun helak olduğu Muhammes vadisini inceledik. Volkanik patlamanın olduğuna şahitlik eden taşları görüyorsunuz oralarda. Bir başka mucizenin gerçekleştiğine şahitlik etmiş oluyor o taşlar Peygamberimizden önce. „Ebabilin kuş“ olmadığını anlıyorsunuz bu tanıklıktan sonra… Ebrehe ve ordusunun bir volkanik patlama sonucunda helak olduğu gerçeğine ulaşıyorsunuz böylece.

Ebrehe’den kurtuluşun bayramını kutlamak
Sırada Müzdelife, Mina ve Cemreler var. Cemrelerin de muhtemelen Ebrehe’nin ordusuna karşı koyan Mekkelilerin ilerleme noktaları olduğu düşünülüyor. Cenrelere taş atarak Mekke’nin kurtuluşu, zafer bayramı  olarak kutlanılıyor. Bu kutlama, Ebrehe’nin ordularına karşı sembolik olarak atılan taşlarla yapılıyor. O günkü taş ve ok yağmurlarını sembolize ediyor bu taşlamalar. Bunu anlamakta güçlük çekmiyorsunuz. Dolayısıyla cemrelerin, Hz. İbrahim ve İsmal’in hikayeleriyle örtüşmediğini anlamak o kadar da zor olmuyor.

Çadır restoranda yemek zevki
Öğle namazını Kâbe’de eda ettikten sonra yemek için Mekkelilerin yaşadıkları bölgelere gittik. Abdulaziz Caddesi’nde lüks bir lokantaya girdik. Ancak hanımlarımızı içeriye almadılar. “Kadınların girmesi yasak” dediler. Kadın, halâ insan olarak görülmüyor Mekke’de anlaşılan. İslâm öncesi adetlerini aynen yaşatıyorlar Mekkeliler. Bu kez, müslümanlığa malederek yaşatıyorlar.
Oradan başka bir lokantaya gittik. Çadır içinde, yer sofrasında yemek yenilen bir lokantaydı burası. Çadırın içine başka müşteri gelmeyeceği için olacak ki, kadın erkek bizler birlikte olabildik. Tepside pilav üstü kızarmış et geldi önümüze. Kaşık çatal yok dediler. Ellerimizle yiyecektik. İsrar ettik, plastik kaşık bulup getirdiler. O kadarına da şükrettik.

Peygamberimizin doğduğu ev
Ertesi gün sırada Cennet-i Mualla, Peygamberimiz’in evi ve Cin Mescidi vardı ziyaret için sırada. Ben çok hasta olduğum için bu ziyaretlere katılamadım. Arkadaşlarımız da bu ziyaretlerden fazla memnun olarak geriye dönmediler. Peygamberimiz’in doğduğu söylenen evi görünce herkes şoke olmuş zaten. Beton yığını bir çöplükmüş…Suud krallığı, burada bir kez daha tel’in edilmiş arkadaşlarımız tarafından…

Medine site devletinin meşruiyet kazandığı yer
Öğleden sonra Hudeybiye ziyaretimiz vardı. Çok merak ediyorduk orayı. Şirin bir köy, yeşillik. O zamanlar daha da yeşillik imiş. Meke’ye uzaklığı 30 km. Ancak burası da oldukça bakımsız. Hele antlaşmanın yapıldığı yer, yazı filan yok. Rehberiniz yoksa orayı bilemezsiniz zaten. Oysa burası Medine site devletinin varlığının kabul edildiği yer.  O güne kadar Mekke müşrik devleti tarafından varlığı kabul edilmeyen Medine site devleti, bu antlaşmayla burada tescil edildi.  Bir çağ kapandı ve yeni bir çağ açıldı  bu antlaşmayla. Bu kadar önemli bir yer Hudeybiye. Maalasef burası da unutulmaya terkedilmiş vaziyette.

Taze deve sütü
Geriye dönerken deve çiftliklerine gittik ve taze sağılmış deve sütü içtik. Kokusu olmayan hoş bir süt… Önce içmeye çekinen arkadaşlar, tadını aldıktan sonra ikişer üçer bardak içtiler. Afiyet olsun…


Made in China
Son gün alışveriş günü idi. Çarşıya çıktık, dükkanları gezdik. Gördük ki, pazara Çin markaları damgasını vurmuş durumda. Ne alırsan Made in China yazıyor. Seccadeler, saatler, tesbihler, başörtüleri v.s. Çok acı bir gerçek…Bazen de Türk malları görmeniz mümkün. Biz hurma, biraz da koku aldık. Üzerinde çnemli yerlerin baskılı resmi olan bir T-Shirt bile bulamadık. Arafat, Rahman Dağı, Sevr Dağı, Hudaybiye, Uhud v.b. yerlerin fotografları mesela...

Seri imalat
Dönüşümüz  Cidde’den...  00:2’de yola çıktık. 00:7’ de uçmamız gerekiyor. Hava alanı değil sanki sirk. Çadırlardan müteşekkil bir hava alanı. Tamamen nezaketten uzak, kaba- saba  memurların aynısından burada da var. Sanki seri imalat yapılmış. Bir tane güleryüzlü insan olmaz mı koskoca havaalanında…Mumla ara ki bulasın…

Oturacak ve dinlenecek bir yer burada da yok. Engelli iseniz yandınız. Sizi yine de kuyrukta bekletiyorlar, geçiş önceliğiniz yok.

Kaç müslümanlardan sığın müslümanlığa
Son din olan İslâm’ın geldiği bu mekanların sakinleri bu gezimizde sınıfta kaldı. O din ki; hoşgörü dinidir, nezaket dinidir, güleryüz dinidir, yardımlaşma dinidir, temizlik dinidir. Okumayı emreder, dünyayı imar etmeyi emreder, geçmişten ibret alarak geleceğe yönelmeyi emreder, bid’at ve hurafelerden uzak durmayı emreder, yatırlardan türbelerden yardım istemeyi men eder, taştan kayadan, topraktan medet umanları şiddetle kınar…

Sözü Muhammed İkbal’e bırakmak gerekiyor burada…”Kaç müslümanlardan sığın müslümanlığa.”





[1] Taleal bedru aleyna
Minseniyyatil veda
Vecebeş Şükrü aleyna
Madea lillahida

Eyyühel Meb üsü fiyha
Citebil emril muta
Cite şerreftel medine
Merhaba ya hayrada

Ay doğdu Üzerimize
Veda tepelerinden
Şükür gerekti bizlere
Allah'a davetinden

Sen Güneşsin Sen Aysın
Sen nur üstüne nursun
Sen süreyya ışığısın
Ey Sevgili Ey Rasul

ORTODOKS SÜRYANİLER

15 Ağustos 2011 Pazartesi, 03:25 tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Röportaj: Rüştü Kam
Foto: Süleyan Kaya
22.11.2009
Stettinerstr.8 Süryani Kilisesi
Wedding/Mitte/Berlin

Berlin Ortodoks Süryani Kilisesi Yönetim kurulu üyesi Yusuf Gürkanla Süryanilik üzerine konuştuk. Süryanilerin gerçek, hakiki Hristiyan olduğunu anlatan Gürkan Süryanilerin beşbin yıllık uzun bir geçmişe sahip olduklarını söyledi.

Süryaniler, köken olarak Hz. Nuh’un oğlu Sama dayanırlar.
Bu topluluğun yerleşim alanları genelde Mezopotamya bölgesidir. Bu geniş coğrafya üzerinde Beş bin yıllık gibi uzun geçmişe sahiptirler. Milattan sonra birinci Asırda Aramilerin büyük bir bölümü Hıristiyan dinini kabul ettiler. Hıristiyanlığı kabul etmeyen diğer putperest Aramilerden kendilerini ayırt etmek için, Süryani ismini kullandılar. Bu deyim Ön Asya'da ve özellikle Mezopotamya'da giderek artan tüm Hıristiyanlar arasında herhangi bir etnik veya inanç farkı gözetmeksizin 5. asra kadar devam etti.

Süryani Ortodoksların merkezi Şamdır
Merkez Antakya Patriliğidir. İsa'dan sonra Havari Petrus Patrikliği kurmuştur. Zamanla Antakya Patrikliğinden kopmlar olmuştur. Antakya Süryani Ortodoks Kilisesinden kopan diğer mezhep mensuplarının her birisi kendi Patrikliğini kurmuştur. Süryani Ortodokslar ise Patrikliklerini Antakya'da devam ettirdiler. Ancak Bizanslılarla düştükleri mezhep kavgaları sonucu çeşitli siyasi baskılar altında kaldıklarından Patriklik Merkezlerini Anadolu'nun muhtelif yerlerine taşımaya mecbur bırakıldılar. Merkezlerini sırasıyla Malatya, Diyarbakır, Mardin ve Suriye'ye götürdüler. Şu anda işlevini Şam'da sürdürmektedir.

Hrıstıyanlık inancı ve V.Abgar
Arami Kralı V. Abgar, M.S. 34 yılında Hıristiyanlık inancını kabul ettikten sonra, Mezopotamyanın çeşitli bölgelerine elçiler göndererek, Hıristiyanlık inancının bu coğrafyada yayılmasına öncülük etmiştir. Bölge halklarının Süryanice (Aramice) konuşuyor olmaları bu süreci hızlandırmıştır.
Günden güne gelişen Süryaniler, yaşadıkları topraklar üzerinde kültür ve sanat alanında eşsiz eserler bırakarak bölgenin sosyal yaşamını derinden etkilemişlerdir. Birçok alim ve bilgin yetiştirerek, bölge medeniyetine yön vermişlerdir.

Beş bin yıllık geçmişe sahip bu zengin kültürün mirasçıları Süryaniler
Beş bin yıllık geçmişe sahip bu zengin kültürün mirasçıları Süryanilerin nüfusu günümüzde yaklaşık olarak beş milyondur. Türkiye, Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Hindistan’da yaşamaktadırlar. Ancak yirminci asrın son çeyreğinde, büyük bir bölümü Türkiye ve Ortadoğu’dan ayrılarak, başta Avrupa ve İskandinavya ülkeleri olmak üzere Amerika’ya, Avustralya’ya göç etmişlerdir.

Hristiyanlar  Allah inancı nasıldır, Allah'ın bir olduğuna inanırlar mı?
Tabiki inanırlar, Allah bir tanedir. Bunun tartışması bile olmaz. Teslis, üçleme demektir. Bir üç, üç birdir. Yani, Baba-Oğul-Kutsal Ruh. Bir cevherde üç kişilik demektir. İnsan oğlu denildiğinde insanın oğlu anlaşılmaz değil mi? İnsan anlaşılır, işte bunun gibi.

Ortodokslar Lutheri nasıl değerlendirirler. 
Luther Protestan Mezhebinin kurucusudur, reformisttir. Luther Kiliseye başkaldırmıştır. 95 Maddelik bir protesto mektubuyla Hrıstiyanlık dinini eleştirmiştir. Haklı olduğu yerlerde vardır. Eleştirdiği konular tartışmaya açık olan konulardır. Luther aslında bir açılım yaptı. Fakat açılımında aşırılığa saptı.
Mesela Hristiyanlık dininin mensubu olan birinin papazın önünde günahlarını itiraf etme ibadetini yasakladı. Günah Allah ile kul arasında olan bir meseledir dedi. Oysa bu itiraf bir nevi tevbe etmektir. Çok büyük bir ibadettir.
Protestanlar akla büyük yer verirler.  Papazlara ihtiyaç duymaksızın İncil'i okuyabildikleri ni sözlerler.  Çünkü onlar İncil'i Hristiyanlık için tek kaynak saymışlardır. Bir tek mezhep yerine çeşitli mezhepler halinde faaliyet gösterirler. Kiliselerinde resim, heykel ve tasvir bulundurmazlar. Katoliklerin aksine Protestan râhipleri evlenebilir. İncil'i kendi dillerinde okuyabilmek de Protestanlığın bir başka özelliğidir. Katoliklerle Ortodokslar ise İncili Yunanca ve Lâtince okumak zorundadırlar. Protestanlıkta azizlere de inanılmaz.

Luther ayrıca, İncil'de ne yazıyorsa o geçerlidir der. İncilin dışında olan Papazların, rahiplerin, kahinlerin, Metropolitlerin sözlerini ve uygulamalarını dinin aslından saymaz. Oysa herşey incilde yazmaz ki.

Otuz yıl svaşlarının başlamasına da Luther sebep olmuştur.

ZEKÂTTA FAKİRİN HAKKI %25'TİR...

15 Ağustos 2011 Pazartesi, 23:04 tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Davası olanın, destekçisi Allah'tır.
Duası olanın davası olur, davası olanın iddiası da olur.
Dava sahibi olanlar heva sahibi olamazlar
Allah uğruna verilen mücadelenin mağlubiyeti yoktur.
Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu kötü savunanlar verir.
En etkili davet temsildir.
Davası olmayanın daveti olmaz; davanız varsa davetiniz de vardır.

Ölüm haktır, dünya fanidir
İnsan geriye dönüp baktığında  keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır. Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmanız yeterli olacaktır. Yol Allah'ın yoludur. Kur'an'da belirtildiği gibi yürümek gerekir bu yolda.
Aradan tam 50 yıl geçmiş. Bu kadar yılın birikimi bizleri olgunlaştırmış olmalıdır.


Biz güzel olmak istemedik,  güzeli görmek istedik. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O`nun yoludur. Gerisi angaryadır.


Maddeye tamahkâr olmamak lazımdır.
Ramazan ayının içindeyiz. Bu ayda herkes üzerine düşen görevi yapmalıdır. Zekâtlar, fidyeler, fitreler ve mali yardımlar mümkün olduğunca bulunduğunuz yerin (Berlin'in) dışına çıkmamalıdır. Kur'an'ın buyruğu bu yöndedir. Yardımlarınızı bulunduğunuz yerin dışına çıkarmak için kapınıza gelenlere sakın itibar etmeyiniz. Kim olursa olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmeyiniz.


Biz önce bulunduğumuz çevredeki insanlardan sorumluyuz: ''Sana, neyi infak edip vereceklerini soruyorlar. De ki: İnfak ettiğiniz mal ve nimet; ana-baba, yakınlar, yetimler, yoksul ve çaresizlerle yolda kalan için olmalıdır. Hayır, olarak yaptığınızı Allah en iyi biçimde bilmektedir.'' (Bakara Suresi Ayet 2159)


Lütfen sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Geleceğimizi düşünerek hareket edelim. Sorumluluk bilincidir insanı olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı iyi yapalım. Herkes görev bilinciyle hareket ederse, görevimizi birisinin hatırlatmasına ihtiyaç kalmayacaktır.


Bugünlerde yardım kuruluşları, duygularımızla hareket etmemizi sağlayacak broşürler yayınlamaya başladılar yine. Televizyonlara reklamlar veriyorlar, el ilanları dağıtıyorlar, Afrikalı çaresiz insanların fotoğraflarını broşürlere basarak duygularımızı tetikliyorlar. Her gün, yerden bıtrak (Kırlarda yetişen yabanî bir otun dışı dikenli tohumu) çıkar gibi yardım kuruluşları çıkıyor ortaya. 50 yıldır böyle yapıyorlar, hele son senelerde bu yoldan geçinenlerin sayısı daha da fazlalaştı.


Yardım kuruluşları, kira parası veriyorlar, personel çalıştırıyorlar ve onların parasını ödüyorlar, reklam parası ödüyorlar, bu paralar yardımlarımızdan karşılanıyor, bunu bilesiniz.


Yardım kuruluşlarının topladıkları paraların ortalama hesabını yaparak çıkalım yola, bakalım ne işe yaramış bu güne kadar verdiklerimiz: Bütün Almanya'yı hesaba dahil yapalım ve hesabı sadece Türkiyeliler üzerinden yapalım. 3 milyon insanımız yaşıyor Almanya ‘da. 2 milyon insanımızı bir kenara bırakalım ve bir milyon insanımızı esas alalım.


Tahmini olarak yılda bir milyar Euro toplanıyor
Yardım kuruluşlarına verilen bağışları; zekât, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 € olarak hesaplayalım. 1.000.000x100=100 milyon € yapar. Bu hesaptan yola çıkarsak son on yılda 1 milyar € toplanmış demektir. Bu bir milyar € genel olarak Afrika ülkelerine gönderildi, hâlâ da gönderiliyor.


Şimdi sonuca bakalım; kaç tane Afrika ülkesini açlıktan kurtarmışız yaptığımız bu yardımlarla, kaç tane Afrika ülkesi bizim yardımlarımızla ayağa kalkmış, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle sorunlarını çözmüş. Aksine, yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği gibi, her geçen gün kervana bir başka ülke katılıyor...


Unutmayalım bu yardımların birkaç mislini BM'de yapıyor. Şimdi Somali çıktı sahneye. Yine keselerimizin ağzını açtırdılar bize. Hemen hatırlayalım; Somali'ye Türkiye de yardım gönderiyor BM'de.


Somali gibi dünyanın başka ülkelerine de yardım gönderiyor Türkiye. Ama aynı Türkiye Berlin'de yaşayan insanların çocukları için gerekli yardımı yapmıyor. Dahası Avrupa'daki insanlarımızın ellerindeki parayı nasıl alırımın hesabını yapıyor. BM'de yapmıyor bizlere yardım. Belki de bu şekildeki uygulama bilinçli olarak da yapılıyor olabilir.


Afrika ülkelerini Müslümanlar fakirleştirmedi
Afrika ülkelerini, halkı Müslüman olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o insanların elinden ekmeğini. Aslında bu ülkeler ekmeğini elinden aldığı insanların karınlarını da Müslümanlara doydurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta her iki durumda da kârlı çıkan bu sömürgeci devletler oluyor.


Müslümanlar da işin bu taraflarını hesaba katmadan dolmuşa binerek Cennetin(!) yolunu tutuyorlar ve kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor.


Bizim çocuklarımıza kim sahip çıkacak
Elbette bizler, anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler, ''Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem azabı''ndan korkan bizler. Durum bu kadar açıkken bu vurdumduymazlık niye. Müslümanlar yukarıda hesabını yaptığımız parayı Almanya'da bıraksalardı; bugün Sarrazin'ler kendilerine malzeme bulamayacaklardı. Sahibimiz buyurur ki: ''Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım'' der.


Pislik;
-kaos demektir,
-anarşi demektir,
-aşağılanma demektir,
-tepelenme demektir,
-kölelik demektir,
-açlık demektir,
-sefalet demektir,
-gözyaşı demektir,
-kan demektir...


Bu paralarla neler yapılabilirdi
Bu paralarla vakıflar kurulurdu. Bu vakıflar aracılığıyla üniversite öğrencilerine burs verilirdi. Yine üniversite öğrencileri için yurtlar açılırdı. Üniversiteyi bitirenlerin doktora yapmaları teşvik edilirdi, hastaneler yapılırdı, Müslümanların hastaneleri, kilise hastaneleri gibi. Aşevleri kurulurdu; böylece köprü altındaki insanların midesine sıcak çorba inerdi. Ehl-i Kitab'a yönelik olarak İslâm'ı tanıtıcı çalışmalar yapılırdı. Araştırma merkezleri, enstitüler kurulurdu. Çocuk yuvaları açılırdı. Kamu yararına çalışan dernekler desteklenirdi.


Türkçe dil kursları açılırdı, neslimizin tarih bilincini geliştirmek için tarih kursları açılırdı. Uygun olan yerlere minareli camiler yapılırdı; böylelikle Müslümanlar fabrika binalarından, arka hoflardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlardı; dinlerini ''Bodrum''da hapsetmezlerdi. Ve tüm bu kuruluşlarda çalışacak olan personelin maaşını, yine bu fondan karşılarlardı.


Sonuç:


1-Allah bize öncelikle kendi neslimizden hesap soracaktır. Berlin'de, Almanya'da yaşayan neslimizden hesap soracaktır. Ehl-i Kitap'la olan ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap Ehli'nin; ''Ya Rabbi bu Müslüman kulun 40 sene bana komşuluk yaptı ve bir gün olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı. Kurbanını Afrika'da kesti, zekâtını fitresini Afrika'ya gönderdi, ben kurbanda sadece kan gördüm, boğaların vahşice boğazlandığını gördüm. Bunlar yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı baştan çıkardı bu komşum, ben bu kulundan şikâyetçiyim'' derse kimse yakasını kurtaramaz Yüce Yaratıcı'nın elinden. Çünkü Kur'an, yardımların en yakınından başlayarak yapılmasını ister. Ehl-i Kitap'a da çok önem verir.


2-Somali halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadır ama, bu duruma durup dururken gelmediler. Kendi zenginliklerine sahip çıkmadılar. Devlet iyi yönetilmedi. Halk kötü yönetimlere zamanında müdahale etmedi. Kıtlığın altında yatan, kuraklık gibi doğal afetler değil. Bunlar tetikleyici sebepler. Asıl sebep, uluslararası kapitalizmin ülkenin tarım sektörünü çöküntüye uğratmış olmasıdır. Allah elbette bu insanlara yardım etmemizi ister. Ancak onlardan kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini ister. Somali'nin başına gelen felaketin bir sebebi de-maalesef tıpkı Irak gibi- petroldür.


3-Allah zekâtın sekiz yere verilmesi gerektiğini buyurur. 100:8=12,50 eder.
1-Fakir 12,5+
2-Miskin 12,5= 25 yapar. Yani fakirin zekâttan alacağı pay %25 tir. Zekâtımızın, maddi yardımlarımızın %25'ini Afrika ülkelerine veya başka ülkelerdeki aç insanlara veya zulme uğramış insanlara gönderebiliriz, göndermeliyiz de.


Fakat kalan %75'de direkt olarak fakirin hakkı/payı yoktur.


3-Bu pay, Borçluların payıdır.


4-Bu pay, İslâm'ın güzelliğini anlatmamız gereken insanların payıdır.(Müellefet-ül kulub)


5-Bu pay, Zekâtı toplamak ve gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır.(Zekât memurları)


6-Bu pay, hürriyeti elinden alınmış insanların hakkıdır. Fikir suçlularının payıdır. İslâm'a hizmet yolunda mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin)


7-Bu pay, Allah yolunda yapılması gereken her türlü çalışmayı yapmak içindir.(Fi sebilillah)


8-Bu pay, yolda kalmış insanların payıdır.(Tevbe 60)


Ve bu payların Berlin'in dışına çıkmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Berlin'deki yaşayan Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluluğu vardır.


Oyuna gelmeyelim, dikkatli olalım, aklımızı çalıştıralım, duygusal davranmayalım. Heyecanımızla hareket etmeyelim. Çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeyelim. Görmezlikten gelmeyelim. Deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim. Kendi evimizde yangın varken başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek evimiz yanar. En önemlisi, toprağın altındaki hesabın çetin olduğunu unutmayalım.


4-Son sözü Sözün Sahibi'ne bırakalım: ''Aklınızı çalıştırmazsanız, sizi pislik içinde bırakırım.'' (Yunus 100)


Bugün Somali halkı pislik içindedir. Aklımızı çalıştırmazsak yarın biz de pislik içinde kalabiliriz.


Rüştü Kam

EMPERYALİSTLER, ÖNCE BİR ÜLKEDE İÇ SAVAŞ BAŞLATIYORLAR SONRA SÖMÜRÜYORLAR

28 Ağustos 2011 Pazar, 10:46 tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Evet İrfan. Emperyalistler, önce bir ülkede iç savaş başlatıyorlar, kabile savaşlarını körüklüyorlar. Tarım ürünlerini bitiriyorlar, çifçilere üretmeden para ödüyorlar. Tohum konusunda bağımlı hale getiriyorlar, hayvancılığı öldürüyorlar, et konusunda dışa bağımlı hale gtiriyorlar, balıkçılığı da öldürüyorlar.
İç savaşlarda kullanacakları silahları o ülkenin zenginlikleri karşılığında kabilelere satıyorlar. Sonunda halk aç kalıyor. Ellerinden aldıklarıyla onları doyurmaya kalksalar o zaman bütün bu işler boşuna yapılmış olacağından, bu sefer devreye müslümanları sokuyorlar. Televizyonlarda açlıktan ölen çocuklar ekrana geliyror. Basın olayı körüklüyor ve böylece onların karınlarını doyurmak için gerekli olan paralar da müslümanlardan toplanıyor. Yani müslümanlar sömürülüyor. Tabi bu sömürü yardımlaşma adı altında yapılıyor. Bunun için yardımlaşma kurumları devreye giriyor. Müslüman cemaatlar devreye sokuluyor. Ayetler okunuyor, hadisler okunuyor.
Haa bu arada müslüman teröristlerden de bahsediliyor. Müslüman teröristler yüzünden Somali bu hale geldi deniliyor, El-Kaide bağlantısından dem vuruluyor. Hem nalına hem de mıhına vuruluyor. Benim müslüman kardeşim de açıyor kesenin ağzını. Kendisine hizmet veren cemiyetler, kurumlar sıkıntı içinde kınranırken, kiralarını bile ödeyemezken  onlara 50 € veriyor, Somaliye 1.000 € gönderiyor.
Ramazan öncesinde de açlık vardı Somali'de. Niçin Ramazan'da açlık birden bire medyaya taşındı düşünmek gerekir. Somali'nin doğalgaz yatakları ve petrol kaynakları daha bakire. Ülkede çoğu henüz el değmemiş halde uranyum, titanyum, demir, kalay, bakır, boksit, jips, deniz tuzu, kireçtaşı, kumtaşı, kil, lületaşı, alçıtaşı ve doğalgaz yatakları bulunmaktadır. Bunların dışında petrol açısından da zengin olduğu bilinmektedir. Ülkenin kuzeyinde yaklaşık on milyar varillik petrol rezervi saptanmıştır. Şimdilerde ortalıkta görünmeyen "Sam amcamız" açlıktan sonra Somali'de boy gösterecektir, bakleyelim göreceğiz.
İÇİMİZDEKİ BEYİNSİZLERİN YÜZÜNDEN BİZLERİ HELAK EDERMİSİN ALLAHIM! (A’raf suresi 155.âyet)
MEZHEPLER VE DOĞUŞ SEBEPLERİ (lll) Yazdır E-posta
ha-ber.com
 
 
 
MEZHEPLER VE DOĞUŞ SEBEPLERİ (lll)


Hz. Osman'ın Hilafeti Dönemindeki "Fitne Olayları"nın Mezheplerin Doğuşundaki Rolü 
             
Hz. Osman'ın halife olmasıyla birlikte, tarihî Arap kabileciği yeniden hortlamış, Emevî- Haşimî çekişmesi su yüzüne çıkmıştır. Daha Osman halife olmadan, Ömer'in teşkil ettiği şurada Ali ile Osman karşı karşıya kaldıkları zaman, bazı kimseler, Ali halife olursa, onu kabul etmeyeceklerini, bazı kimseler de Osman halife olursa kabul etmeyeceklerini söylemeye başlamışlardır. Osman'ın halife olmasıyla birlikte, Ümeyye Oğulları, kaybettikleri nüfuzlarına yeniden kavuştuklarını düşünmeye başlamışlardır. Osman'ın, önemli mevkilere kendi kabilesinden insanları ataması büyük tepki uyandırmıştır. Bir müddet sonra Ümeyye Oğullarının Medine sokaklarında, A.Cevdet Paşa'nın ifadesiyle "savulun yoldan biz geliyoruz"[10] diyerek gövde gösterisine kalkışmaları, onlara yönelik olarak zaten var olan olumsuz duyguların yeniden yeşermesine ve güçlenmesine sebep olmuştur. Ümeyye Oğullarının genel tutumu, valilerin birtakım keyfi uygulamaları, Osman'ın, yaşlılığı ve biraz da Ömer'den sonra gelmesinden dolayı, bir otorite boşluğunun doğmasına yol açması, onun, Medine'deki tabanını yitirmesine yol açmıştır. Öyle ki, Medineli Müslümanlar, "emsar" adı verilen taşra vilayetlere, "cihada çıkmak istiyorsanız, bunun yeri bugün Medine'dir" şeklinde, bir tür isyana çağrı niteliği taşıyan mektuplar yazmalarına yol açmıştır[11] . Sonunda Osman'ın öldürülmesine yol açan "Fitne olayları" başlamıştır.




 
Hz. Osman'ın hilafetinin ilk altı yılından sonra baş gösteren "Fitne Olayları" olarak tarihe geçen hadiseler, Medine'de Ümeyye Oğullarının hâkimiyetinden rahatsız olanların, Kufe'de, vali Said b.el As tarafından dile getirilen "Kufe Kureyşin çiftliğidir" görüşüne karşı çıkarak Kureyş'in merkezi otoritesini tanımak istemeyenlerin, Mısır'da ise vali İbn Ebî Serh'in icraatından hoşlanmayanların bir anlamda ortaklaşa gerçekleştirdikleri, yer yer dinî duygularla beslenmiş bir harekettir. Sonunda Hz. Osman, Medinelilerin gözleri önünde şehit edilmiştir. Ümeyye Oğulları, Osman'ın öldürülmesinden, doğrudan, Haşimoğullarını ve Ali'yi sorumlu tutmayı tercih etmişlerdir. Bu durumun da, kabilecilik anlayışından ve geleceğe yönelik siyâsî yatırım arzusundan kaynaklandığını söylemek mümkündür.
 
Hz. Ali ile Muaviye Arasındaki Mücadele'nin  Mezheplerin Doğuşundaki Etkisi
             
Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra, Hz.li, hilafet makamına getirilmiştir. Ancak, Ali'nin, çoğunluğun desteğini almış olmasına rağmen, Müslümanların birlik beraberliklerini sağlamadığını görmekteyiz. Muaviye, Şam'da, Ali'ye bey'at etmeyi reddetmiştir. Talha, Zübeyr ve Aişe, Osman'ın intikamı adı altında Ali'ye karşı ayaklanmış ve Cemel Savaşı olmuştur. Bazı Müslümanlar da, "hangi tarafın haklı olduğunu bilmediklerini" ileri sürerek tarafsız kalmayı tercih etmişlerdir.
 
Muaviye, Osman'ı Ali'nin öldürdüğünü ile sürerek, onun kanını talep adı altında, Ali'ye karşı bayrak açmıştır. Şam Ümeyye Camii'nde Osman'ın kanlı gömleği ve karısının kesik parmakları sergilenerek, kitleler Ali'ye karşı ayaklanmaya çağrılmıştır. Öyle zannediyoruz ki, Muaviye'nin bu politik tavrının arka planında tarihî Emevî-Haşimî mücadelesinin aranması pek yanlış olmaz.
 
Muaviye'nin Osman'ın kanını talep perdesi arkasına sakladığı iktidar hırsı, kabilecilik zemininde, onu iktidara sürüklemiştir. Tartışmayı, Ali-Muaviye mücadelesi olarak değil de, kabilecilik zemininde Ali-Osman tartışması halinde yürütmesi, onun politik dehasının ilginç bir ürünü olarak kabul edilebilir.
 
Muaviye'nin tavrı, Müslümanları Sıffin Savaşı'nda karşı karşıya getirmiştir. Savaş'ın seyri esnasında Kur'an sayfalarının mızrakların ucuna takılması, bir grubun Ali'yi, savaşın sonucunun hakemlere havale edilmesi konusunda zorlaması, Hakem Olayı'nı hazırlamıştır. Hakem olayının sonunda, Hariciler adı verilen yeni bir oluşumun başladığını görmekteyiz.
 
Bütün bu olaylar, daha sonraki mezheplerin oluşmasında etkili olacak pek çok problemin su yüzüne çıkmasına sebep olmuştur. Büyük günah meselesi, imamet meselesi, amel-iman bütünlüğü meselesi bunların başında gelmektedir. Bu dönemde ortaya çıkan siyasî tartışmalar, daha sonra ortaya çıkan mezheplerin bu konularda tavır belirlemelerine yol açmıştır. Bu olaylarla ilgili tartışmalar, asırlar boyu Müslümanların kafalarını meşgul etmiştir. "Erken dönem idealizasyonu" bu olayların Müslümanları nasıl rahatsız ettiğinin bir göstergesidir. Olayları anlayamayanlar, olayların geçtiği dönemi idealize ederek tartışma dışına çekmeye çalışmışlardır. Kaos ortamı, Haricîleri, "karizmatik bir toplum" oluşturma noktasına doğru sürüklemiştir.
 
İslâm'ın İnsana Tanıdığı Düşünce Özgürlüğünün ve Kur'ân'ın Bazı Özelliklerinin, Mezheplerin Doğuşundaki  Etkisi
             
İslâm insan için, insanın dünyâ ve ahiret mutluluğu için gelmiş bir dindir. İnsanın insanlığını gerçekleştirebilmesi için gerekli olan yüksek evrensel değerler, Kur'an'la insanlığa sunulmuştur. Kur'an, insanın Allah'ın halifesi olduğunu bildirmektedir[12] . Göklerde ve yerde olan her şey, Allah'ın halifesi olan "insan"ın emrine  verilmiştir[13]; insanın madde üzerinde tasarruf hakkı vardır.
 
Kur'an, ısrarla,"insan"ın düşünmesini, aklını kullanmasını,  ibret almasını istemektedir. Düşünen insan, ister istemez farklı görüşlere, farklı değerlendirmelere gidecektir. İslâm, hiç bir alanda, insan düşüncesine ket vurmamıştır. İnsanın olduğu her yerde, akıl önplanda olmak durumundadır. Vahyin muhatabı, vahyi anlayacak olan akıldır. İslâm'ın akıllı olan kimseleri, sorumluluk üstlenecek yaşa geldikleri zaman sorumlu tutması boşuna değildir. İşte, İslâm'ın akla sınır koymaması, ısrarla insanın düşünmesini, aklını kullanması istemesi, mezheplerin doğuşunda etkili olan hususlardan birisidir. Her insan başlı başına bir dünya olduğuna göre, her insanın farklı düşünme, farklı anlama hakkı her zaman vardır.
 
İnsanın yapısından, dinin her zaman diliminde yeniden anlaşılma zaruretinden kaynaklanan görüş ayrılıkları, bir zenginlik belirtisidir. Bu, insanoğlunun fikrî gelişmesinin, çevresini bir dünya haline getirme arzusunun sonucudur. Ancak, görüş ayrılıkları, eleştiriye kapalı bir zeminde kurumlaşmaya başladığı zaman, zenginlik olan farklılıklar, insanların birbirlerini anlamalarını güçleştiren ciddi engeller haline gelebilmektedir. Eleştiriye kapalı zeminlerde oluşan düşünce gelenekleri, insanın özgürce düşünmesini, neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Bu durum, düşünce özgürlüğünün kötüye kullanılması  demektir.
 
Kur'an, insanların kendisine yaklaşması konusunda hiç bir ön şart getirmemiştir. Kur'an'a eğilen her insan, kendi yeteneklerine, bilgi birikime, kültürüne göre, ondan bir şeyler anlamak durumundadır. Sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek için, Kur'an'a "bütüncü bir yaklaşımla" bakmak gerekmektedir. Ne var ki,"bütüncü yaklaşım" her zaman kolayca yakalanabilecek bir husus değildir. Bu sebepten, bazı Müslümanlar, zaman zaman, bazı Kur'an âyetlerini alarak, onları kendi görüşleri doğrultusunda, yanlış bir şekilde delil olarak kullanma yoluna gitmişlerdir. Mezheplerin doğuşunda ve görüşlerinin sistematize edilmesinde bu duruma sıkça rastlamak mümkündür.
 
Vahiylerin üslûbu ve Kur'an'da bulunan "müteşabihler" adı verilen ve ancak Kur'an'ın bütünlüğü içinde anlaşılabilecek olan bazı âyetler de, din anlayışında farklılaşmalara sebebiyet vermiştir. Kur'an'da "Allah'ın eli", "Allah'ın yüzü" gibi bazı deyimler geçmektedir. Bazı Müslümanlar, bunlardan hareketle Allah'ın insan gibi elinin, yüzünün ve diğer organlarının bulunduğunu ileri sürmüşler ve buna bağlı farklılaşmaların içine düşmüşlerdir.
 
Diğer taraftan, "Kur'an'ın İslâm'ı", evrenseldir; bütün zamanların ve mekânların dinidir. İslâm'ın bu özelliği, onun her zaman diliminde, çağın getirdiği birikimden de yararlanılmak suretiyle yeniden anlaşılmasını ve yorumlanmasını bir anlamda zorunlu hale getirmektedir. Ne var ki, bu her zaman böyle olmamıştır. Müslümanlar, özellikle hicrî üçüncü asırdan sonra, "içtihat kapısının kapandığı" ya da "içtihat yapacak ehil kimselerin bulunmadığı" şeklinde birtakım İslâm'ın özü ile bağdaşmayan görüşlerin arkasına sığınarak, İslâm'ın evrenselliğine zarar veren anlayış biçimlerinin içine düşmüşler ve belli bir zaman diliminde oluşan anlayış biçimini evrenselleştirerek daha sonraki asırlara taşıma yoluna gitmişlerdir. Böylece İslâm, anlayış planında, kısmen de olsa dondurulmuş olmaktadır. İslâm'ın belli bir zaman diliminin özelliklerine göre şekillenmiş olan anlaşılma biçimi, sadece o dönem insanını mutlu kılabilir. Bunu diğer asırlara taşımak, ister istemez, dinin özü ile bağdaşmayan çarpık oluşumlara yol açmaktadır. Çünkü dondurulmuş olan anlayış biçimi, sosyal değişme olgusu ile izah edilebilecek yeni oluşumlar karşısında yetersiz kalmak durumundadır.
 
İslâm'ın belli bir dönemi ilgilendiren anlaşılma biçiminin dondurulmuş olması, hem itikat alanındaki zenginleşme sürecini durdurmuş, hem de İslâm'ın hayatla bütünleşme, insanı mutlu kılma imkânını azaltmıştır. Böylece, İslâm alimlerinin muayyen bir zaman diliminin özelliklerine göre biçimlenmiş olan görüş ve düşünceleri de tabulaştırılır hale gelmiştir.
 
Bir âlim ne kadar büyük olursa olsun, içinde yetiştiği kültürün ürünü olmaktan öteye gidemez. Tabu haline getirilen görüş ve düşünceler de, bir yandan gelecekteki daha sağlıklı olması muhtemel oluşumları engellerken, diğer yandan da, İslâm'ın anlayış planında insan fıtratı ile uyumunu zedelemeye başlamıştır. Sonunda, "Kur'an'ın İslâm'ı"ndan ayrı bir Müslümanlık ortaya çıkmıştır. Başka bir deyişle, İslâm ve Müslümanlar, örtüşme noktaları pek de fazla olmayan farklı alanlarda kalmıştır.
 
İslâm, bir din olarak Hz. Peygamber'in sağlığında tamamlanmıştır. Böylece, insanlığın din ihtiyacını karşılamak durumunda olan evrensel ilkeler, tartışılamayacak bir biçimde yerlerini almıştır. Ne var ki, tarihi akış içerisinde Müslümanlar, İslâm'ın evrensel ilkelerini esas alarak, içinde yaşadıkları zaman dilimine göre, vahyî öze uygun anlayış biçimini geliştirmeye çalışacakları yerde, hayatın bütün ayrıntılarını bir anlamda dinleştirmişlerdir. İnsana özgü olan, zamana ve zemine göre değişmek durumundaki birtakım ayrıntıların din haline getirilmesi, zamanla, şartların da zorlamasıyla, dinin özüyle uyum sağlayamayan oluşumlara yol açmıştır.
 
Rüştü Kam
 
 

[10] Kısas-ı Enbiya,I,465.
[11] Belazurî, Ensâb,V,60; Taberî,IV,345.
[12] Bakara, 30.
[13] Câsiye,12-13.