25 Eylül 2012 Salı

BOZKIRIN SIRRI TÜRK PEYGAMBER(ZÜLKARNEYN)

25 Eylül 2012 Salı, 13:10 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi

Aladağ'da (Tanrı Dağları) bir toy töreni... Gülce ile Begrek evlenir... Gülce at üstünde yeni otağına gelirken ihtiyar birisinin sürekli kendisine baktığını görür. Hemen sonra ihtiyar gözden kaybolur. Gülce yeni ocağına gelmiştir ve erini beklemektedir. O sırada o ihtiyar adam yine bir anda çadırın içinde beliriverir. Gülce heyecanlanmıştır, ne diyeceğini bilemez. İhtiyar adam elindeki kızıl elmayı Gülce'ye uzatır ve Begrek'in içeri girmesiyle ortadan kaybolur. Begrek elmayı, ikiye bölüp yarısını Gülce'ye uzatır. Elmayı afiyetle yiyen Bekrek ve Gülce o gece, kendilerinden sonra gelecek olanları farkında olmadan "kut"lamışlardır...

Gülce hamiledir. Doğum yaklaşmıştır. Bekrek ve Gülce oba dışındadır. Sancıları artar Gülce'nin. Begrek, Gülce'yi hemen bir mağaraya götürür. İçeriden bir ses gelir. Dikkatle baktıklarında bembeyaz bir at ve yanında yeni doğmuş yavrusu vardır. Begrek ebe getirmek için hızla mağaradan ayrılır. Gülce, Bekrek geriye dönmeden iki çocuğunu da dünyaya getirmiştir. Bir oğlu, bir kızı olmuştur Gülce'nin.
O ihtiyar adam bu sefer mağarada ortaya çıkar. Gülce'ye korkmamasını, Tanrı tarafından gönderildiğini ve Tanrı'nın, evlatlarını koruyacağını söyler. İkizlerin göbek bağlarını keser ve yine gözden kaybolur...

Begrek geldiğinde Gülce ölmek üzeredir. Gülce, Begrek'e Öktem'e ve Aşena'ya iyi bakmasını vasiyet eder. "Bu kır tay, yoldaşı olsun Öktem'in... Kızımız da kocasının..." der ve son nefesini verir...

İki çocuğuyla ortada çaresiz kalan Bekrek, Umay adındaki dul bir kadınla evlenir. Evliliklerinin ardından Gürhan adını verdikleri bir erkek evlatları dünyaya gelir. Aradan birkaç yıl geçmiştir ki Aybars adını verdikleri bir oğulları daha olur. Umay, üçü erkek dört çocuğu öz-üvey ayırt etmeksizin büyütür...

Zaman durmaz, akar gider. Öktem 7 yaşına geldiğinde otacılığa (otlarla şifa dağıtan kişi) merak sarar ve Koca İnal'dan bunun sırlarını öğrenmeye başlar. Dağ, taş demeden dolaşır durur. Gürhan'la Koca İnal'ın oğlu Bazgan da obanın hayvanlarıyla ilgilenirler. Aybars ise kendi başına buyruktur. Kimseyi dinlemez. Ormanlarda dolaşan, kuş yakalayıp onları eğiten deli dolu biridir...

Zaman hızla geçer ve evlilik zamanı gelmiş çatmıştır. Öktem, Umay'ın obasından bir kızla evlenir. Bir kızları dünyaya gelir. Ona Bala Gülce ismini verirler...

Günler ayları kovalarken Öktem 20'li yaşların ilk yıllarında vahiy almaya başlar. Öktem şaşkınlık içerisindedir. Erdenay'ın (Cebrail) kendisine bildirdikleri onu heyecanlandırmıştır.
Bu sırada Andakan Tigin'in askerleri, tahsildarı ve yakın koruma subayı Temir obaya gelmiştir. Kendilerine bir otağ tahsis edilip dinlenmeleri sağlanır. Obadakiler misafirleri en iyi şekilde ağırlama derdindeyken tahsildarı ölü olarak bulurlar. Cinayet, Bazgan'ın üstüne yıkılır.
Tam öldürüleceği sırada, Öktem obaya gelir. Bunu yapan kişinin Bazgan olmadığını söyler. Gürhan'ın yakasını yırtıp açtığında boynunun kanlı olduğunu görürler. Tahsildarı Gürhan öldürmüştür.
Gürhan telaşla kaçmaya başlar. Ancak Temir'in yayından çıkan ok onu bulur ve öldürür...

Gürhan'ın kaçışı esnasındaki kargaşada bir de asker ölmüştür. Vaziyeti haber alan Andakan Tigin askerleriyle obaya gelir. Kendisinden iki can gitmesine karşılık obadan bir can verildiğini söyler ve bir can daha ister. Begrek ileri atılır ve boynunu Andakan'a sunar. O sırada Öktem yine ortaya çıkar. Andakan'ın haksızlık ettiğini ve bunun hesabının mutlaka sorulacağını söyler. Bu tavrı gururuna yediremeyen kibirli Andakan, bir hamlede Öktem'in babasını kılıcıyla ikiye böler. Bununla da yetinmeyen Andakan, Aşena'yı da kendine eş olarak seçtiğini söyler ve onu da alarak obadan uzaklaşır...

Öktem sıkıntıdadır. Obadakiler tarafından üvey de olsa kardeşinin ve ardından babasının ölümüne sebep olduğu düşünüldüğü için herkes tarafından hor görülür...

Öktem Erdenay (Cebrail) tarafından aldığı vahiyleri arkadaşlarıyla paylaşmaya başlar. Kamları ve onların çağırdığı ruhları inkâr eder ve insanları bir olan Tanrı'ya inanmaya davet eder. Peygamber Öktem'e(Zülkarneyn) inanan ve davet ettiği yola giren ilk kişi Bazgan'dır. Birlikte kutlu daveti insanlara ulaştırmaya çalışırlar. Fakat kimse onlara inanmaz. Herkes onları hor görür, onlarla alay eder. Kam Koray da sürekli ortalığı karıştırıp kendi itibarını korumaya çalışır.

Tigin'le birlikte Issık'a gitmek zorunda kalan Aşena, Andakan'ın kızları olan Dolunay ve Burçin'le tanışır. Onların zincirlere vurulmuş bir hâlde yaşayan anneleriyle de tanışır. Ilgın, Andakan'ın ilk eşidir. Dolunay'dan önce erkek evlatları olmuştur, ama onlar doğumdan hemen sonra ölmüşlerdir. Bu yüzden Andakan, erkek kardeşinin fitnesiyle, eşi Ilgın'ın lanetlendiğine hükmetmiş ve onu uzak bir yerde, köhne bir çadıra yerleştirmiştir. Aslında, Ilgın'ın doğurduğu erkek çocukları öldüren Andakan'ın erkek kardeşidir. Maksadı Andakan'dan sonra tahtın tek varisi olmaktır...

Issık'ta evleneceği günü bekleyen Aşena bir fırsatını bulup oradan kaçar. Aşena'ya kaçmasında Temir yardım etmiş ve Aşena'nın ardı sıra o da kaçmıştır. Aşena'yı bırakmamasının tek sebebi vardır: Ona olan aşkı. Daha Aladağ'daki obaya ilk geldiği gün, Aşena'yı görmüş ve ona âşık olmuştur.

Obadakiler Öktem'e kızgındırlar. Onun yüzünden canlarından, mallarından olacaklarını düşünürler. Onlara göre Öktem kendi ailesine zarar vermekle kalmamış, şimdi de obadaki diğer insanlara zarar verecektir.
Andakan'ın gücünü bozkırdaki herkes bilmekte ve ondan çekinmektedir. Fakat Öktem Andakan'dan korkmaz ve savaş hazırlığına başlar...

Mağarada, Tanrı tarafından verilen kutsal cevheri ilahi bilgiyle işleyip o güne kadar görülmemiş şekilde ve sağlamlıkta kılıçlar yapar. Bunların ilki olan kızıl saplı kılıcı kendisi alır, gök olanı Bazgan'a, ak olanı Temir'e ve kara olanı da Aybars'a verir. Gün geçtikçe Öktem'e inananlar da artmaktadır. Bunlardan biri de Koca İnal'dır.

Andakan'ın askerleri, Öktem'in askerlerinden çok fazladır. Fakat Öktem'in askerleri askeri araç-gereç açısından Andakan'dan üstündür. Öktem'in hazırladığı kılıçlar, oklar ve zırhlar Andakan'ın askerlerinde yoktur. Sonunda Andakan mağlup olur.
Andakan Tigin, Aşena'yla olan düğününde giymek üzere hazırlattığı altın elbiseyi de bırakıp savaş meydanından kaçar. Bu kutlu zafer obadakileri şaşkına çevirmiştir. Öktem'in vahiy aldığı Tanrı'sına inananların sayısı bir anda katlanarak artmaya başlar. Savaş sonrası ganimet obadakiler arasında paylaştırılır. Esirler serbest bırakılır. Obada ziyafet verilir. Tigin'in altın elbisesi ise Öktem tarafından bir yere götürülüp gömülür...

Issık'ta bulunan Dolunay, rüyalarında sürekli Aşena'yı görmeye başlamıştır. Aşena ve yanındaki tanımadığı kişi sürekli onu çağırmaktadır. Bu rüyaların etkisiyle artık dayanamaz ve kardeşi Burçin'le, annesi Ilgın'ı da alarak Aladağ'a gelir. Öktem'i görünce rüyalarında gördüğü kişinin kim olduğunu anlar.

Andakan Tigin kızlarını ve annesini her yerde aratır, ama bulamaz. Aladağ'a kaçmış olabilecekleri aklına gelmez. Fakat burada yine Kam Koray devreye girer ve fitne için elinden geleni yapar. Obada Dolunay'ı görünce, onu daha önce Andakan'ın yanında gördüğünü hatırlar. Hemen Andakan'a haber götürür. Andakan bu duruma çok kızsa da biraz beklemenin akıllıca bir iş olduğunu düşünür. Kam Koray'ı Öktem aleyhinde çalışması ve Öktem'in yaptığı kılıçlardaki cevherin sırrını öğrenmesi için tekrar obaya gönderir...

Dolunay, ilk gördüğü günden beri Öktem'e âşıktır. Fakat bunu dillendiremez. Çünkü kendisi de, Öktem de evlidir. Fakat bir süre sonra ona olan aşkını, ilahi aşka çevirir. Tanrı aşkı için, Tanrı'nın elçisi olduğu için sever Öktem'i. Artık yüreği Öktem'in ötesinde Tanrı aşkıyla dolmuş ve o da Öktem'in yoluna, kutlu yola girenlerden olmuştur.

Dolunay'ı eşinden kıskanan ve o güne kadar Öktem'e ikrar vermeyen Gülçiçek de, Dolunay'ın aşkındaki yüceliği görünce nihayet gerçeği anlar ve o da Öktem'in peygamberliğini kabul eder. Şahadet kelimesini getirerek eşinin yoluna, o kutlu yola girer...

Daha fazlasını okumak istiyorsanız Ahmet Turgut'un kaleme aldığı BOZKIRIN SIRRI TÜRK PEYGAMBER adlı romanı okumalısınız. Profil Yayıncılık tarafından yayımlanmıştır. 472 sayfadır.

Rüştü Kam

Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları

24 Eylül 2012 Pazartesi

ŞİRVAN ÜNAL BEY'E CEVAPTIR (KURBAN IV) -ha-ber.com sitesindeki yazıma yazılan bir yorum için-

03 Kasım 2011 Perşembe, 13:05 tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Şirvan Bey,
yazılarımı zevkle okuduğunuzu söylüyorsunuz, beni mutlu ettiniz. Bir yazarın en büyük arzusu okunmaktır. Ayrıca zevkle okunmak ifadesi  fevkalade önemlidir, teşekkür ediyorum. Bu arada benim sizlerle her Pazartesi buluşmama vesile olan sitenin sahibi Sefa Doğanay Beyefendi'ye de teşekkür etmeden geçemeyeceğim.
İsteğinizi yorum olarak yerine getirmeye çalışacağım, bundan dolayı da yorumun adına KURBAN (IV) başlığını koydum:
Kurban farz veya vacip olan bir ibadet değildir. Sünnet olan bir ibadettir. Her sene yerine getirilmesi gereken sünnet bir ibadet de değildir. Ömrünüzde bir kere bu ibadeti yerine getirmeniz yeterlidir. Hatta bu ibadeti ömrünüzde bir kez aileniz adına da yerine getirebilirsiniz.
Diğer İslâm ülkelerinde uygulama  böyledir. Hanefi mezhebine de vaciptir diye geçti. Bu vaciplik konusu diğer mezheplerde yoktur. Kevser suresi bu konuda delil gösterilir. Ancak bu delile diğer mezhepler itibar etmemişlerdir. Zamanımızın bazı alimleri de aynı şekilde itibar etmemektedirler.
Bu düşüncelerimden, benim kurbana karşı olduğum anlaşılmasın. Ben kurbanın istismarına karşıyım. Arzum kurbanın doğru anlaşılmasıdır. Allah bir şeye farz dediyse o farzdır. O farz demediyse biz bir şeyi farz kılamayız. Sonra bir ibadetin sünnet olması o ibadetin önemsiz olduğu anlamına gelmemelidir. Fazla kurban toplayacağız diye Allah'ın buyruklarını çarpıtmamak gerek. Kurban maalsef istismar edilen mali ibadetlerdendir. Bu istismara malzeme olmayalım istiyorum ben.
Biz Berlin'de, Türk Eğitim Derneği ve İlahiyatçılar Derneği birlikte Kurban Bayramı'nı sokak şenliği olarak kutluyoruz. Bu sene üçüncüsünü yapacağız bu şenliğin.  Ama kimseden teşvik ederek kurban almıyoruz. Üyelerimize soruyoruz, kurban kesecek misin? Keseceğim derse, burada kes Allah'ın rızasına daha uyugundur diyoruz. Kurban vesilesiyle İslâm'ın güzelliklerini Alman dostlarımızla birlikte paylaşalım diyoruz. Çocuklarımız Kurban Bayramı havasını teneffüs etsin diyoruz. Kabul edenlerin kurbanlarını kestirip kavurma yaptırarak sokak şenliği çerçevesinde halka taktim ediyoruz. Bu sene bin kişilik bir organize yaptık. Bu uygulamanın gelenek haline gelmesidir arzuladığımız.
Bayramlarımıza çocuklarımız gereken önemi vermiyorlar. Çünkü bizler tanıtımlarımızı Almanya dışında yapıyoruz.
Zekat dışarıya gidiyor, kurban dışarıya gidiyor, çocuğa ne kalıyor? Hiç birşey.
Camilerde salonlarda değil, bu bayramlar şenlik olarak sokaklarda kutlanmalıdır. Almanya sokak şenliği konusunda oldukça hoşgörülü bir ülkedir, gelenek oluşmuştur. Biz bu geleneğin bizim dînî bayramlarımız konusunda da oluşmasını  istiyoruz.
Kimseye, "Hali vakti yerinde olupta kurban kesmeyen mescidimize yaklaşmasın" da demiyoruz. Biz kimseye Peygamberimiz için kurban kesiyoruz da demiyoruz. Kurban keseceksen burada kes ve Alman komşularımızla birlikte yiyelim diyoruz. Biz yukardaki hadisin uydurma olduğuna inanıyoruz. Bu düşüncemizi de açıkça söylüyoruz.
İslam yerinden yönetimi esas alır. Kurban ve Zekatlar nerede yaşıyorsak orada toplanmalı ve orada halka arzedilmelidir. Kardeşlik görevi için yardımlarımızın kırkta biri kadarı başka yerlere gönderilebilir. Ancak otuz dokuzu kendi yaşadığımız yerde kalmalıdır. Çocuklarımızın hali bellidir. Dışarıya bağlı olarak yerine getirilen bir mali ibadeti savunupta çocuğundan şikayet etmek çelişkidir.
Sadakaların verileceği yerler arasında "Kalplerini İslâm'a ısındırmak istediğimiz insanlar vardır, İslâm'a olan zararlarını azaltmak istediğimiz insanlar vardır."
İşte bu insanlar Avrupa ülkelerindedir. Neden onlar için organize çalışmalar yapılmaz da sadakalar hep Afrika ülkelerine gider? Bu konularda duygusallığa yer yoktur. Aklımızla hareket etmek zorundayız. Emperyelizme destek vermek, hem de ibadet aşkıyla destek vermek çelişkidir.
Allah derki; "Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım." Bizim içinde bulunduğumuz durum pislik değil de nedir? Kaç tane aile çocuğuna söz geçiriyor? Bu kadar çok olan bu boşanmaların sebebi nedir? Evlilikler neden kısa sürelidir? İnsanlar neden depresyon hastasıdır, bilhassa kadınlarımız neden depresyondadır? Bunlar pislik değil de nedir?
Kendi evinde yangın olan insan başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemez. Giderse kendisi yanar. Kurban et yeme bayramı değildir. Et vesilesiyle kucaklaşma, sevinçleri paylaşma bayramıdır. Allah derki;" Kurbanın ne eti ne de kanı bana ulaşır, bana ulaşan sizin takvanızdır." Niyetinizdir, duruşuzdur, anlayışınızdır.
Allah'a emanet olunuz.

“IV.Berlin Kurban Bayramı Şenliği” ile ilgili bilgilendirme (28.10.2012 Neukölln, Reuterstr.58 12047 Berlin)


Sevgili Berlin’liler,
28.10.2012 tarihinde(Pazar günü) Türk Eğitim Derneği, Türk Cemaati, Türk Alman Merkezi, Berlin İlahiyatçılar Derneği, Berlin Veliler Topluluğu, Hikmet Kütüphanesi “IV.Berlin Kurban Bayramı Şenliği”ni bu sene Neukölln’de birlikte düzenleyeceklerdir.

Şenliğe yaklaşık iki bin kişinin katılması beklenmektedir. Özellikle Alman komşularımızı bu şenlikte aramızda görmek istiyoruz. Halk müziğimizin ustaları bu şenlikte birbirinden güzel eserler okuyacaklardır. Ayrıca çocuklar için resim yarışması yapılacaktır. Çocuklarımız oyun parklarında bayram eğlencesinin tadını çıkaracaklar. Sonra NASREDDİN HOCA’larından hediyeler alacaklar, kültür değerimiz KARAGÖZ ve HACİVAT gölge oyunuyla tanışacaklardır. Şenlikten sonra evlerinde ve okullarında arkadaşlarına bu şenlikten bahsedeceklerdir.

Sevgili Berlin’liler,
Kurban: “Allah’a yaklaştıran veya kendisiyle Allah’a yaklaşılan şey” demektir. Yani, Kur’an’ın Allah’a yaklaşmak için vesile ve araç kabul ettiği tüm değerleri kurban kelimesiyle ifade etmek mümkündür.

Allah’a yaklaşmanın yolu samimiyet ve aşktır. Vasıtalar insanlarla ilişkilerde bir değer olurlar. Vasıtaların yararları insanlaradır. Bu yararın elde edilmesi de Allah’a yakınlaşma şuurunun layıkıyla oluşmasına ve maddi vasıtaların esas gayenin yerini almamasına bağlıdır.
Kurban bayramı yaklaştı ve kurban piyasası da haraketlendi. Bir taraftan televizyonlar, öbür taraftan camiler ve yardım kuruluşları durmadan reklamlar vererek “Kurbanınızı bize verin.” diyorlar. Değişik miktarlarda kurban paraları toplanıyor. Kurbanını Berlin’de kesecekler için şu fiyat, Türkiye’de şu fiyat, Afrika’da şu fiyat...

Bazı müslümanlar Allah’a yaklaşmak amacıyla bu bayramda hayvan keserek Allah’ın rızasını kazanmak isteyeceklerdir. Hayvan kesmek konusunda kararlı olanlar bulundukları coğrafyanın şartlarına uymak zorundadırlar. Avrupa’da yaşayan müslümanlar kurbanlarını kesilmek üzere dünyanın neresine gönderirlerse göndersinler Avrupa’daki değer üzerinden göndermelidirler. Bu bir zorunluluktur. Nerede ucuz ise orada, kurbanımı kestireyim diye düşünmek yanlış olur.

Kurban sünnet bir ibadettir, bu sünnet Hz. İrahim’e dayandırılan bir sünnettir. Bir müslüman her sene kurban kesmek zorunda değildir. Ailesi adına ömründe bir kez kurban kesmekle sünnet yerine getirilmiş olur. Buna rağmen her yıl kurban kesmek isteyen müslümanlar olursa, kurban etinden istifade etme önceliğini bulundukları coğrafyadaki yaşayan insanlara vermelidirler. Meseleyi sadece et yemek olarak düşünmek yanlış olur. Amaç kaynaşma, kucaklaşma, paylaşma ve İslâm’ın tebliği olmalıdır. Kurbanın amacı da budur. Amaç dünyanın bir yerlerindeki insanlara et yedirmek değildir.

Mesela Berlin’de yaşayan müslümanlar kurbanlarını Berlin’de kesmelidirler. Bir şenlik çerçevesinde kurban etleri Alman, Türk, Arap, Afrikalı ayırımı yapılmadan, pilav üstünde kavurma olarak, yanında ayranla birlikte ücretsiz olarak halka dağıtılmalıdır. Bu şenlik için gerekli olan masraflar da kurban için alınan meblağlardan karşılanmalıdır. Amel niyetlere göre değer kazanır.

Kurban bedelleri üniversite öğrencilerine burs olarak da verilebilir. Müslümanlar kuracakları bir vakıf aracılığıyla mali ibadetleri amacına uygun olarak daha güzel bir şekilde organize edebilirler. Böylelikle mali ibadetler üzerinden rant elde etmek isteyenlerin önü de kesilmiş olacaktır.

Kur’an kurbanı şu şekilde ifadeye koyar: “Fakat unutmayın ki, onların ne etleri Allah'a ulaşır, ne de kanları. O'na ulaşan, yalnızca sizin O'na karşı gösterdiğiniz bilinç ve duyarlılıktır. İşte bu amaçla, onları sizin yararınıza sunuyoruz ki, size ulaşma yolunu, yordamını gösterdiği (her türlü rahmet) için O'nun yüceliğini saygıyla anasınız. Öyleyse, o iyilik yapanları müjdele.” (Hac 37)

Kurban sözcüğü, Arapça bir sözlük olup “yaklaşmak” anlamındadır. Dini terim olarak ise, Allah’ı razı etmek, ona yaklaşmak için yapılan her türlü ameli, kapsamı içine alır. Dolayısıyla kurban Allah’a yakın olmak için yapılan her türlü infak’ın adıdır.
Sadece hayvan kesmekle yaklaşılmaz Allah’a. Her türlü ihlâslı ve takvâlı amel müslümanı Allah’a yaklaştırır. Müslümanın Allah’ın rızasına uygun olarak yapılan harcamaları “kurban” dır.

Hâbil ile Kâbil Adem’in iki oğlu veya iki adem oğlu, Allah’a kurban ile yaklaşmak istemişlerdir. Hâbil çoban olduğu için kurban olarak bir koyun seçmiştir. Kâbil ise çiftçi olduğu için kurban olarak bir demet buğday seçmiştir. (Tevrat/ Tekvin, 5:17), (Maide 27-32), (Tirmizi 2812)

Özetlemek gerekirse; hayvan kurbanı ve kurban bayramı bir gelenektir. Bu geleneği Allah’ın rızasına uygun olarak devam ettirmek gerekir. Ne kadar çok müslüman bir araya gelir de bu geleneği sürdürür, müslim ve gayri müslim geniş kitlelere ulaştırırsa Allah’a o kadar yakın olacaklardır. İşte bu uygulamanın adıdır kurban…

Bizler geçen sene olduğu gibi bu sene de Kur’an’ın müellefe-i kulûb(Tevbe 60) kavramını dikkate aldık. Kur’an’ın ruhuna uygun olarak kurbanlarımızı, sünnet geleneği yaşasın diye Berlin’de kestik. Bazı duyarlı Müslüman kardeşlerimiz de kurban bedellerini vererek bizlere destek oldular. Biz de bu kurban etlerini kavurma yaparak müslim ve gayr-i müslim ayrımı yapmadan pilav üstünde, salata ve ayranla birlikte halkımıza ücretsiz olarak ikram ettik.

Bu etkinliğin nasıl yapıldığı, nasıl düzenlendiği ile ilgili her türlü bilgiyi isteyen herkese gönül rahatlığı ile verebiliriz. Reuterstr. 58 numaranın kapısı herkese açıktır. Her türlü tavsiye ve görüşe saygı duyarız. Yerimizde saymamak ve kendimizi geliştirmek temel ilkelerimizdendir.

Bu dernekler, gelecek senelerde de bu anlayışla hareket edeceklerdir. Amacımız bu Kurban Bayramı Şenliği’ni bir gelenek haline getirmektir.

Umarız Neukölln ilçesinde böyle bir etkinliği başlatan aşağıda ismi geçen derneklerin gayreti diğer ilçelere de örnek olur...

Gelin bayramlarımızı mekanlardan sokaklara taşıyalım...! Alman komşularımızla birlikte Kurban Bayramı’nın tadına varalım...!Geleneklerimizi çocuklarımıza aktarabilmenin haklı gururunu yaşayalım...!

Saygılarımızla...

Organizasyon: Türk Eğitim Derneği
Türk Cemaati
Türk Alman Merkezi
İlahiyatçılar Derneği
Berlin Veliler Topluluğu
Hikmet Kütüphanesi

Telefon: 030- 62725391
Cep: 01634604950

E-Mail: tuerkbildung@web.de





20 Eylül 2012 Perşembe

VAK’AT-ÜL HARRA (HARRA VAKASI) VE BÜYÜK HİCAZ KATLİAMI




Rüştü Kam
07.09.2012
ha-ber.com

Nedense bu olay Müslümanlardan saklanır. Bilinçli olarak saklanır, üzerinde durulmaz, konu bile edilmez. Oysa  KERBELA katliamından daha önemlidir bu olay. Tecavüz ve yağmalamanın yanında Kabe'nin yakılıp yıkılması da vardır. Ama KERBELA bilinir, Harra bilinmez., yüzbine yakın insanı kesip sıra sıra ağaçlara asan, kadınlarına tecavüz edip köle pazarlarında satan Emevi Halifesidir bu katliamı yapan. Sırp Karadzic değil. Bu olay Srebrenitsa’da olmamıştır. Medine’de Mekke’de  olmuştur. Tecavüz eden de müslüman, tecavüz edilen de müslümandır. Srebrenitsa’ya lanet yağdıranlar ki, yağdırılmalıdır. Harra konusunda nedense sessiz kalmaktadırlar.
Günümüzün müslümanları tarihleriyle yüzleşmek zorundadır. Mütecavizlere Peygamber’in Kürsüsü’nden hâlâ Hazret diye saygı gösterenler ne yaptıklarını bilmeyen zavallılardır.  Bunlar Yezid’in torunlarıdır. Yezid’in sünnetini işlemekten şeref duyan makam ve mevki sahibi zavallılardır. Kimisinin adı hocadır, kimisinin adı şeyhtir, kimisinin adı efendidir, kimisinin adı abidir, kimisinin adı din ataşesidir... Al birini vur ötekine...

Olay şu şekilde gelişmiştir:
Aralarında, Medine eşrafından Abdullah b. Hanzala, Abdullah b. Ebu Amr ve Münzir b. Zübeyr'in de bulunduğu bir heyet, Şam'a gidip Halife Yezid ile görüşmüşler ve Halife’nin yaşantısını incelemişler ve bir rapor düzenlemişlerdir.  Heyet, Medine'ye döndükleri zaman, Yezid'in dinsizler gibi yaşadığını, yaşantısının hiç halife yaşantısıyla bağdaşmadığını, içki içtiğini, çalgı çaldırdığını, yanında şarkıcı kadınlar bulundurduğunu, köpek ve maymun beslediğini vs. söylemişler ve  kendisini halife olarak tanımadıklarını açıklamışlardır.
Bunun üzerine, Medine’liler ayaklanarak henüz çocuk denilecek yaşta bulunan Medine valisi Osman b. Muhammed b. Ebu Süfyan'ı Medine'den sürüp çıkardıkları gibi, Medine'deki Emevîleri de Mervan b. Hakem'in evinde muhasara altına almışlardır.

Emevîlerin acele olarak Halife Yezid’den imdat istemeleri üzerine Yezid, Müslim b. Ukbe’yi oniki bin kişilik bir ordu ile derhal Medine ve Mekke üzerine göndermiştir. Yağmalama ve tecavüz serbesttir.  Müslim de, verilen emri yerine getirmiş, Medine'de Kureyş'ten ve Ensardan binlerce kişiyi asıp kestikten, kadınlara kızlara tecavüz ettikten, şehri yağmaladıktan sonra Mekke üzerine yürümüştür. Ancak ömrü Mekke’ye ulaşmaya yetmemiştir. Müsellel denilen yere geldiğinde hastalanıp ölmüştür.
Ölmeden önce yerine, Husayn b. Numeyr'i bırakmıştır. O da aynen Müslüm gibi yapmış, Önce Mekke’yi kuşatmış ve mancınıklar kurdurarak Mekke'yi taşa tutmuş ve Kabe’nin duvarlarını talan etmiştir.

Kuşatma uzun sürmüş ve bu sırada yiyecek ve içecek sıkıntısı çekilmeye başlanmıştır. Bulaşıcı hastalıklar baş göstermiştir. Kuşatma altında çok zor günler geçiren Müslümanlar binek hayvanlarını, hatta hakaret amacıyla kendilerine mancınıkla atılan köpekleri bile yemek zorunda kalmışlardır.

Kuşatmanın altıncı ayında, Abdullah b. Zübeyr durumun çok kötüye gittiğini ve başka bir çıkış yolu olmadığını görmüştür. Ancak teslim olmak yerine ölümü tercih etmiştir. Şehirde yaşanan faciaya bir son vermek ve daha fazla insanın ölmesini engellemek amacıyla bir çıkış hareketi yapmış ve  vuruşarak ölmüştür. (1 Ekim 692).

Bu vahşet Yezid’in orduları tarafından gururla kutlanmış ve Abdullah b. Zübeyr'in başı kesilerek  Suriye'ye gönderilmiştir. Haram ayda, haram kılınan bir bölgede kan dökülmüştür. Allah'ın evi taşa tutulmuştur, Kabe'nin içine sığınan insanlar bile katledilmiştir. Ve böylece Ebu Süfyan’ın torunu tarafından rövanş alınmıştır...

Böylece Mekke’nin fethinin rövanşı halife torun tarafından alınmıştır...Müslümanların halifesi tarafından...Muaviye’den Hz.Muaviye diye bahsedenler. Olsa olsa bu Yezid’in torunları olurlar. Müşrikleşen müslümanlardır bunlar...

Dr. Mustafa Özkan Emevîler Döneminde İktidar-Ulemâ İlişkisi’ni konu alan bir doktora çalışması yapmış. Sonra da bu çalışmayı kitaplaştırmış. Ankara Okulu Yayınları da bu çalışmayı 2008 yılında yayımlamış.
Mustafa Özkan, Müslümanların haberdar edilmemesi için özel gayret sarfedilen Emevî dönemini tarafsız bir yaklaşımla bize aktarmış. Ben kısa pasajlarla bu kitaptan sizi haberdar etmek istedim. Okuyalım:

“İslâm tarihi, Tabakât Ensâb ve benzeri kaynaklarda âlimlerin iktidarla olan ilişkileri yerine, daha çok onların alt kimlikleri, ilimdeki kariyerleri ve takvaları üzerinde durulduğunu görüyoruz...”

“Emevî yöneticilerinin iktidarın meşruiyetini sağlamak ve gücünü  göstermek amacıyla bazen Kur’an ayetlerini yanlış yorumladıklarını ve bazı ulemânın da bu duruma karşı çıktığını tespit ettik....Zira meşruiyet problemi yaşayan iktidar, dinî bir tepki ortaya koyan ulemaya karşı bazen mevzu hadislere başvuruyordu...”

“Bazı Emevi idarecileri, politikalarını meşrulaştırmak için cebrî kader anlayışını savunmuş ve bunu yaymaya çalışmışlardır. Bu durum bazı alimlerin muhalif bir konum almalarına, farklı dînî- siyasî ekol ve mezheplerin doğmasına neden olmuştur...”

“Hz.Muhammed’in iktidarında belirleyici unsur din idi. Zira Yaratıcı, Muhammed’e kurumsal yapılanmada yönetim ilkeleri olarak, “Adalet, şûra ve işi ehline verme” prensiplerine uymasını emrediyordu...”

“Dört Halife’den Hz. Ebû Bekir halkın çoğunluğu tarafından direkt, Hz. Ömer Hz. Ebû Bekir’in önerisi ve halkın ise onay ve seçimiyle, Hz. Osman halkın temsilcisi sayılan altı kişilik şûra ve halkın biatıyla, Hz. Ali ise Şam ve Osman’ın taraftarları dışında Ensar-Muhacirin ve halkın ileri gelenleri  tarafından seçildiler...”

“Emevî iktidarı iç savaş sonucu kurulmuştur. Kurucusu Muaviye bin Ebî Süfyandır... Hz. Osman’ın iki oğlu vardı. Eğer bir miras talebi sözkonusu ise bunun takibi oğullarına düşerdi, Muaviye’ye değil. Muaviye’nin buradaki amacı iktidar olmaya yönelikti...”

“Ebû Hureyre’ye atfedilen bir rivayete göre Hz. Peygamber “Halifelik Medine’de hükümdarlık ise Şam’dadır” demiştir...

“Emevîler dönemi dîni ilimlerin temellerinin atıldığı bir dönemdir. Bu belki de dönemin özelliğinden kaynaklanmaktaydı. Zira söz konusu zaman dilimi büyük alimlerin yaşadığı, İslâm’ın çok geniş bir coğrafyaya yayıldığı, müslümanların değişik kültürlerle karşılaşıp bazı kelâmi problemleri yaşadıkları ve henüz tedvin edilmeyen hadislerin kaybolma endişesinin ağır bastığı kritik bir dönemdi...”

“Şam, daha önce Fenikeliler, Keldaniler, Mısırlılar, İranlılar, Yunan ve Romalılar’ın hüküm sürdükleri önemli bri kültür ve medeniyetler havzasının merkezinde bulunuyordu. Şam’ın hemen fethinden sonra Hz. Ömer. Kur’an ve dîni bilgileri öğretecek olan Muaz b. Cebel, Ubade ve Ebû Ubade ve Ebû Derda’yı Şam’lılara gönderdi. Adı geçen alimlerin çalışmalarının sonucunda Ebû İdris el-Havlânî ve Mekhûl gibi büyük âlimler yetişti ve burası zamanla önemli bir ilim merkezi haline geldi...”

“Emevî idarecilerinden bazıları çalışmanın doğal bir karşılığı olan maaşı normal vatandaş olan âlimlere bir hak olarak değil de onları susturmak ya da iktidara bağımlı hale getirmek amacıyla veriyorlardı. Nitekim Said b. El-Müseyyeb “ Ben yaptığım ticareti Mervanoğulları’na yüz suyu dökmemek için yapıyorum.” diyordu. Said b. El-Müseyyeb Hz. Peygamber’in  “İki kişiye birden biat eilmez.” dediğini için idare tarafından baskıya maruz kalıyordu...”

“Emevî iktidarının dinle olan ilişkilerinde ‘devletin dini himayesine alma felsefesi olan Bizantinizm’ anlayışının hakim olduğunu söyleyebiliriz. Zira iktidar dini tartışmalarda taraf olma çabasındaydı... Bu çerçevede başkent Şam’a kutsiyet kazandırmak istiyordu. Bundan dolayı Hz. Peygambere ait olan asa ve minberi Şam’a taşımak istiyordu...Dini tekeline alıp muhaliflerini susturmak arzusundaydı...Bu çerçevede Ebû Hanife’ye fetva verme yasağı getirebiliyordu...Dönemin halifesi Yezid b. Muaviye Hz.Hüseyin’in öldürülmesine “Allah’ın takdiri” diyebiliyordu...
Emevîler döneminde alimlerin bir kısmı kendilerine yapılan kadılık teklifini büyük bir ısrarla reddediyorlardı...Ebû Hanife sırf bu yüzden Kûfe’den Hicaz’a gitmek zorunda kalmıştı...İktidarı eleştiren âlimlerin kafası hemen alınıyordu. Hucur b. Adiyy ve birçok âlim sırf bu yüzden idam edilmişlerdir... İb. Eş’as isyanı âlimlerin isyanıdır. Âlimlerin iktidara olan isyanının sebebi iktidarın yaptığı zulümdür, adaletsizliklerdir...Said b.Cübeyr isyandan tam 10 yıl sonra yakalanmış ve  Haccac tarafından işkence ile öldürülmüştür... ”

“Ebû Hanife Zeyd b. Ali’nin isyanı için, “Bu isyan Hz. Peygamber’in yaptığı Bedir savaşı gibidir.” demiştir... Emevî iktidarı kılıçla kanla kurulan bir iktidardır...”

“Tabakat türü eserlerde dönemin tüm alimleri hakkında bilgi bulmak mümkündür. Ancak bu bilgiler dönemin alimlerinin sadece alt kimlikleriyle sınırlıdır. Âlimlerin dönemin siyasi iktidar hakkındaki  düşünce ve tavırlarını içermemektedir...İbn. Eş’as isyanına katılan ve sadece katılmakla kalmayıp taraftar toplamak için çalışan Şa’bi” Emevilerle savaşınız. Yemin ederim ki yeryüzünde adaletsizlik yapmada, haddi aşmada ve zulüm yapmada bunlar kadar aşırı gidenizi görmedim...” demiştir.

“Hz. Ali tarafından Mısır’a vali tayin edilen Nuhammed b. Ebû Bekr hicrî 38 yılında Muaviye tarafından  Mısıra gönderilen Amr b. As ordusu tarafından öldürülmüştür...Yakalandıktan sonra ölü bir eşeğin karnına sokulmuş ve  yakılarak hunharca öldürülmüştür...Hz. Aişe kardeşinin bu  ölüm  şekline çok üzülmüş ve ağıtlar yakmıştır. Bu olaydan sonra ölünceye kadar hiç kızartma et yememiştir. 

“ Muaviye döneminde, kesin çizgilerle bir Hz. Ali karşıtlığı yerleştirilmeye çalışılmıştır. Hz. Ali'ye hutbede beddua edilmesi bu karşıtlığın açık bir göstergesi haline gelmiştir. Cuma hutbelerinde açıkça Hz. Ali'yi kötüleyen ifadelere yer verilmiştir. Diğer vilayetlerde olduğu gibi Medine'de Hz. Peygamber'in mescidinde de, cemaatin arasında Hz. Hasan ve Hüseyin'in de bulunmasına rağmen bu uygulama devam ettirilmiştir. Hz. Ali'ye minberden lanet okunmasına açıktan tepki gösterenler sert bir şekilde cezalandırılmışlardır...”

“Hutbelerde Hz. Ali'ye küfretme âdetine, Emevî halifelerinden Ömer b. Abdülaziz son vererek onun yerine "İnnallahe ye'mürü bi'l-adli ve'l-ihsân.." şeklinde başlayan Nahl sûresinin 90. âyetinin okunmasını sağlamıştır...”

Özet olarak sizlere sunduğum pasajları okudunuz, daha fazlasını istiyorsanız mutlaka söz konusu kitaba sahip olmalısınız.

BİRİNİN KAHRAMAN OLMASI İÇİN BİRİNİN HAİN OLMASI GEREKMİYOR




Rüştü Kam 
09.09.2012
Ha-ber.com

 Sarayın yalnız adamı


“Şahbaba, yapayalnız bir insanın öyküsüdür.
Şartların doğru karar vermesine imkan bırakmadığı, hatta olup bitenleri değerlendirmesine bile izin vermediği çaresiz bir insanın öyküsü… Huzuruna el-pençe girildiği günlerin hemen ertesinde hain ilan ediliveren sarayın yalnız adamının, Osmanoğulları'nın son hükümdarı Mehmed Vahideddin'in, torunları arasındaki ismiyle Şahbaba'nın hikayesi...

Taç sahiplerinin gerçi hemen hepsi yalnızdır ve yalnız olmayan belki tek bir hükümdar bile yoktur ama aralarında derin bir mesafe de bulunsa, içlerini dökebilecekleri tek-tük dostlara sahiptirler.
Peki, Sultan Vahideddin'in hiç dostu olmadı mı?
Cevabı hükümdarın bizzat kendi kızı veriyor; Sabiha Sultan yayınlanmamış hatıralarında "… Babam, yaradılış itibariyle çekingen, çok mütevazı, muhiti çok dar, dostu, arkadaşı yok denecek kadar az bir insandı" diyor.

Vahideddin iktidar yıllarında da yalnızdı… Bu yüzdendir ki hep tek başına kaldı ve nihayet bir zamanlar suretâ da olsa kendisinden yana görünenler tarafından bile terkedildi
O, bütün bu olup bitenlerin galiba en başından beri farkındaydı… Bu idrak ediş, sürgünde yazdıklarında apaçık görünüyor… Mektuplarında tahtından ve memleketinden olmuş bir hükümdardan ziyade küskün, yalnızlığın darbesi altında ezilmiş, dönüş ümitleri yavaş yavaş erirken vatan ve aile hasretini alaturka şarkılar besteleyerek terennüm eden, her şeyiyle kadere teslim olmuş bir insan konuşmaktadır… “

Ve cenazesini rehin ettiler San Remo'da


“Vahdettin dünyanın en namuslu adamlarından biriydi. Ölürken yastığının altından parasızlıktan alamadığı ilaçlarının reçeteleri çıktı. Ve cenazesini rehin ettiler San Remo'da. Akrabaları, arkadaşları cenazeyi kaçırdılar da  öyle gömüldü.
Bunu Tarık Mümtaz Göztepe anlatıyor. Bunlar hakkında hüküm verebilmek için önce bilgili olmak lazım. Bakın Hazine-i Hassa Reisi Refik Bey'i çağırıp sayım yaptırdı gitmeden evvel. Her şeyin tam yerinde olduğunu tespit ettirdi. Nuriye Hanım, oradan Kaşıkçı Elması'nı alıp gidebilirdi. Hakkıydı, ailesinindi çünkü. Kesinlikle bunlar namus u mücessem. Bu 48 kişinin cebine Vahdettin’in bizzat kendi cebinden 25.000 altın koyduğunu yazıyor. 25 bin altın. O zaman bu parayla İstanbul'un onda biri satın alınırdı.” (Cemal Kutay)
“Mesela karısına bir merasimle takmak için bir yüzük ve gerdanlık gelmiştir, onlar da teker teker ailesin üstünden, kızının boynundan, alıp hazineye iade edilmişlerdir. Padişahın maaşı var, 23 gün çalışmış o ay, yedi gününü kısmış, öyle almış maaşı. "Çıkıyorum çünkü Türkiye'den. Hakkım yok benim bunda diyor. Özetle birinin kahraman olması için birinin hain olması gerekmiyor.” (İsmet Bozdağ )
Yalan söyleyen tarih utansın

Bu bir faryad idi. Ben feryadı duydum, peşine takıldım gittim. İstanbul’da evinde kaldım ve kendisyle röpoortaj yaptım bu feryadın sahibiyle. Değerli arkadaşım Ekrem Kızıltaş da daha sonra bu röportajları devam ettirdi ve Berlin’de yaşayan insanımızla paylaştım. TFD Televizyonu’nun Genel Yayın Yönetmenliğini yapıyordum o zaman. Sene 1989. Ulusal televizyonlar daha yoktu.

Mustafa Müftüoğlu’ndan bahsediyorum. Eserlerine ad olarak seçmişti bu feryadını”Yalan söyleyen tarih utansın”. İlmi yönü fazla olmayan bu kitaplar sayesinde öğrendik biz bize öğretilen tarihin yalan olduğunu. Yakın tarihimizin yalanlardan ibaret olduğunu. Kendi geçmişine yabancı olarak yetiştirilen gençlik...Bu gençliğin kime ne faydası olacaktı. İşte olmadı. 100 sene bile dayanmadı bu yalanlar. Bu mumlar yatsıya kadar bile yanmadı...
Yıllarca uyutulmuşuz. Yalanlar düzenlenmiş ve o yalanlar bizlere gerçek tarih olarak okutulmuş. Gelin Mustafa Müftüoğlu’nun ruhuna birer Fatiha okuyalım ve ruhunu şad edelim.

Murat Bardakçı 1998’de Bandırma Vapuruyla Samsun’a çıkan 48 kader yolcularından bahsediyor. Ve bu 48 kişinin tahsildar olarak Anadolu’da görevlendirildiğini Vahdettin söylüyor işgalci İngilizler’e ve onlardan bizzat kendisi vize alıyor. Heyetin başına da bizzat Mustafa Kemal’i kendisi tayin ediyor. Bu alnı öpülesice insan, Sultanımız Vadettin’den vatan haini diye bahsediyoruz. 

Murat Bardakçı Sultan Vahideddin’in hayatı, hatıraları ve özel mektuplarını araştırmış, bulmuş buluşturmuş ve bir kitap yazmış: Şahbaba.
Bu kitabı Pan Yayıncılık yayınlamış 1998 de. Birinci baskısı Kasım 1998. Yedinci baskısı 1999. 679 sayfa. Ben 2001 yılında bu kitaba ulaşmış ve okumuşum. Kütüphanemde neler var neler yok şöyle bir göz gezdirirken dikkatime geldi. Sizlerle bazı pasajlarını paylaşmak istedim. Sultan Mehmed Vahdeddin (1861 - 1926) Okuyalım:

“...Facialara ve olaylara kalkan olamadım ise de, paratoner vazifesi gördüm. Bütün musibetleri
üzerime çektim.... Kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım.” (Sultan Mehmet Vahideddin)

“Sultan Vahideddin hakkında şimdiye kadar ciddi bir makale ve ciddibir kitap doyurucu bir yayın yapıldığını söyleyemeyiz...Necip Fazıl’ın “Vatan haini değil, büyük vatan dostu Sultan Vahidüddin” adlı kitabı çıkmasının ardından toplatıldı...Bir de Tarık Mümtaz Göztepe’nin 1978 de yayımlanan şahsi hatıraları vardır...”

“Resmi tarih her memlekette varolan birşeydir. Bazı kişiler ve gruplar yüceltilir, bazı olaylar resmi ideoloji doğrultusunda ön plana alınır...”

“Tarihin eksik şekilde kaleme alınmasıyla neticelenen böyle bir bilmezlik karşısında söylenecek bir kelime var: Ayıp, yazık ve günah!...”

“...Sultanlar ve saraylılar protokolde kendilerinden gerideki vükelâ hanımlarından her sahada, para harcamda bile ileri olmalıydılar. İsraf yarışına girildi ve maliyenin altı üstüne geldi. Masrafın, lüzumsuz harcamanın  haddi hesabı yoktu artık. Tahsisatı harcamalarına yetmeyen sultanlar bu defa borç edinmeyi adet edindiler. Sarayın biriken borçları üç senede üç milyon keseye dayandı... Sonraları devletin başına tam bir bela açacak olan ilk dış borçlanma 28 Haziran 1855 günü yapıldı. Fuad Paşa İngiltere ve Fransa’dan yüzde dört faiz ve yüzde bir amortisman la beş milyon İngiliz altını aldı. Devletin gelirleri ve bilhassa Mısır vergisiyle İzmir ve Suriye gümrük hasılatı borca garanti gösterilmişti...”

“Sultan Vahidüddin Abdulmecid’in 42 çocuğunun sonuncusuydu. Sarayın yalnız adamı işte böyle bir ortamda ve böyle bir sarayda doğdu. Bir yaşına basmadan yetim, dört yaşındayken de öksüz kaldı...24 yaşına geldiğinde 19 yaşında bir Çerkez kızıyla(Nazikeda) dünya evine girer. Sultan Vahidüddin depdebeden ve gösterişten uzak bir hayatı yaşamayı tercih etti.  Ağabeyi Abdulhamid, başını sokacak tek bir evi bile olmayan küçük kardeşine  Çengelköy’de bir köşk hediye etmiş ve ayrıca devletten cüz’i bir tahsisat ayırmıştı. Ayrıca her ay cep harçlığı da verirdi...

Çoğumuz saraylarda bolluk içinde yaşandığını, sultanlarla şehzadelerin kuş sütüyle beslendiklerini düşünürüz. Ama sarayda hâkim olan, aslında sadece darlık ve sıkıntıdır...Birkaç istisna dışında hükümdarların kendisini bile saran bir sıkıntı...”

Yalnız adam Vahdeddin, İstanbul’dan dışarıya ilk adımını 1909 da, 46 yaşındayken atar. Ağabeyi Sultan Reşad’la Bursa’ya gider.
Daha sonra, 1917 de Alman Kayzeri II.Wilhelm’in davetlisi olan Sultan Reşad’ın vekili olarak da Yaveri Mustafa Kemal’le birlikte Almanya’ya gider.

Yalnız adam 1918 de Padişah’lık teklifi alır.  İttihatçı paşalar onu tahta davet ederler. İki gün sonra cevabını verir.  Cevabı olumludur...

Seneler sonra Mekke’de yayınladığı bildirisinde o günlerden bahsederken, Yıldırım ordularının kumandanını ve Mondoros’u imzalayanları” felaketlerin müsebbibi” olmaktan, zillete kadar uzanan sözlerle itham edecektir...”

Vahdeddin, çok sonraları da Ferit Paşa’dan bahsederken “..iç meselelerde çok bilgisizdi. İngilizler’le Mustafa Kemal Paşa’nın kurnazlığının kurbanı oldu ve bizi tam bir yenilgiye götürdü. Zavallı Ferit Paşa dünyaya İngilizler’in gözlüğüyle bakıyordu. Allah onu affetsin” diye yazacaktır...”

Fetva

“...Kurtuluş Savaşı’nı ilk ataşleyen kişi Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi’dir: “İşgale uğrayan memleket halkının silaha sarılması ve savaşması farz-ı ayındır! Fetva veriyorum, silah ve cephane azlığı veya yokluğu mücadeleye mani olamaz!...” diyordu cami kürsüsünden bu cesur müftü.

Denzili Müftüsü’nün bu fetvasından sonradır Bandırma Vapuru’nun demir alması limandan.  Bandırma Vapuru’yla İstanbul’dan yola çıkan 48 kader yolcusu. İngilizler’den vize alarak Samsun’a  doğru hareket etmişlerdir. Vapurda üç binek hayvanı ve bir de otomobil vardı. Gemi 279 grostonluk yolcu ve yük gemisi idi. Buhar donanımlı idi. Demir uskurlu, 48.9 metre uzunluğunda 6 metre genişliğindeydi.
Vizeyi bizzat Vahdettin kendisi almıştır. Vizede şu ibare vardı: “Müttefik Pasaport Kontrol Bürosu, İngiliz Bölümü. Samsun’a gidiş için geçerlidir. İstanbul, 16 Mayıs 1919”

Harbiye Nazırı Şakir Paşa Bu heyetin başına Mustafa Kemal’in getirilmemesi gerektiğini söylemiştir Sultan Vahdettin’e. Sebep olarak da “İyi bir askerdir ama cumhuriyetçidir” demiştir.  Vahdettin askerlerle yaptığı istişareyi Mediha Sultan’ın oğlu Sami Bey’le de yapmıştır. Ondan da Şakir Paşa’nın verdiği cevabı almıştır. “Hanedanınızı düşünün Efendim” diye de ilave etmiştir.
Vahdettin: “ Ne Hânedan’ı be, hepsi Hânendegân oldu. Madem ki en iyi askerimizdir, öyleyse onun gitmesi lazım. Cumhuriyet vesaire gibisinden şahsi fikirleriyle bu işin alakası yok...” Ve Sultan Vahdettin imzayı attı. İşte tarih o anda değişti...

...Türk milleti, Kurtuluş Savaşı'ndan muzaffer çıkmış, düşmanlar vatan topraklarından atılmıştı. Ancak Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Sultan Vahdettin sürgüne gönderiliyordu. İstimbotlar rıhtımdan peşpeşe kalktı… Açıkta demirli zırhlıya varmaları, sadece birkaç dakika sürdü… İskele indirildi ve istimbottan gemiye çıkan 60'ını geçkin gözlüklü adam güverteye ayağını attığı anda askerler selama durdu…

Güneş daha yeni doğmuştu…

Biraz sonra demir alındı… Gözlüklü adam zırhlının kıç tarafında, ayaktaydı… Şehrin sisler içinde hayale dönen siluetini seyrediyordu… Gözleri hafiften yaşarmıştı herhalde… Belki çıktığı sonrasız yolculuğun muhasebesini yapıyordu, belki 61 yıllık ömrünün… Belki de ufukta artık seraba dönen şehri bir daha görüp göremeyeceğinin elemindeydi…

Sonra bir yağmur başladı… Marmara ağlıyordu, İstanbul ağlıyordu ve güvertedeki gözlüklü adam, Abdülmecid Han oğlu Sultan Altıncı Mehmet Vahideddin de ağlıyordu… İstanbul, 1922'nin 17 Kasım Cuma sabahına gözü yaşlı girdi…
Son hükümdarın 1275 gün devam eden ve ölümüyle bile noktalanmayan dönüşsüz yolculuğu, böyle başladı…

Ankara Hükümeti'nin İstanbul'daki temsilcisi Refet Paşa'nın (Bele) bir akrabası, yıllar sonra bir dostuna "Padişah'ı gitmeye ikna edebilmek için, bizim Paşa günlerce az mı dil dökmüştü?… 'Kalırsanız kan akacak efendimiz… Hiç olmazsa birkaç aylığına gidin; payitahtınıza ortalık yatışınca yeniden avdet buyurursunuz…' diye az mı uğraşmıştı?" diyecekti…

Malta’daydı. Mustafa Kemal’in adamları bir süreliğine Malta’da kalması gerektiğini, en kısa zamanda geriye döneceğini ona söylemişlerdi. Gitmek istemeyince de gözdağı vererek İstanbul’u terk etmesini sağlamışlardı.
Sultan Mehmed Vahdeddin, Malta’dan sonra Mekke’ye gitmiş, bir süre sonra,  San Remo'ya dönmüş ve oraya yerleşmişti. 15 Mayıs 1926 günü 65 yaşında orada vefat etti. Vatan topraklarına gömülmek en büyük arzusuydu. Ancak bunun mümkün olmayacağını bildiği için en azından halkı müslüman olan bir ülkenin topraklarına gömülmek istemişti. Şam'daki Selâhaddin Eyyubi Türbesi'ni seçmişti ve bu son arzusuydu.

Cenazesi alacaklıların haciz koymaları yüzünden bir süre ortada kaldı. Ancak devrin Suriye Devlet Başkanı Ahmed Nami Bey, olayı duyunca çok üzüldü ve bütün borçlarını ödeyerek, cenazesini Suriye'ye getirtti. Ancak toprağa verilmeyi çok arzuladığı Selâhaddin Eyyubi Türbesi doluydu. Ahmed Nami Bey, Sultan Mehmed Vahdeddin'in cenazesinin Sultan Selim Camii'nin bahçesine gömülmesini sağladı.

Son sözü: “Ben O’na güvenmiştim...”

Merak edenler bundan sonrasını Murat Bardakçı’nın yazdığı Şahbaba kitabından okumalılar.   


KERBELÂ İKAZLA YETİNMEZ, KURTULUŞUN YOLUNU DA GÖSTERİR




Hz. Hüseyin Hz. Peygamber’in torunu, Hz. Fatıma ile Hz. Ali’nin küçük oğlu ve Kerbela şehidi…

Rüştü Kam 16.12.2011
Ha-ber.com

KERBELÂ, Hüseyin ve yoldaşlarının katledildiği yerdir... Orada kan ve gözyaşı vardır. Oradaki çekilen susuzluk senin de ciğerlerini kavurmalıdır. Ve ondan sonra başlamalısın  âh u figan etmeye.

Kerbelâ hak aramanın ve özgürlüğün destanıdır. Teslimiyetin, adanmışlığın ve sadakatin zirvesidir. Her biri ayrı bir şiar olan yetmiş iki şehidin yurdudur Kerbelâ... Aslında her yer Kerbela’dır, her gün Aşûra...
Aşka şahit isen bu şehadetin kutlu olsun. Sen aşk ile her dem diri kalanlardan olmalısın. Ve aşkın şehidi olmalısın!..

“Hz. Hasan vefat ettikten sonra vefat haberi Kûfe’ye ulaşınca taraftarları Hz. Hüseyin’e, babası ile ağabeyinin intikamını almak için,  emrini beklediklerini içeren bir mektup göndermişlerdi. Bu sıralarda, Muaviye Cuma hutbelerinde Hz. Ali’ye hakaret etme emrini vermişti.  Hucur b. Adiyy, bu emre karşı çıkmış ve bundan dolayı öldürülmüştü. 
Kûfe’nin ileri gelenlerinden bir kişi hem bu haberi iletmek hem de Hüseyin’i Kûfe’ye getirmek amacıyla Medine’ye gitti. Durumdan haberdar olan Muaviye Hz. Hüseyin’e bir mektup yazarak, fitne çıkarmak isteyen kimselere fırsat vermemesi konusunda tavsiyede bulundu. O da cevabî mektubunda; “Seninle savaşmak ve sana karşı çıkmak niyetinde değilim“ dedi.

Daha sonra Muaviye yerine oğlu Yezid’i halef tayin etti. Medine Valisi Mervan’dan da halktan kendi adına oğlu Yezid için biat almasını istedi. Mervan Muaviye’nin bu mektubunu Mescid-i Nebevi’de okudu. Halk Muaviye’nin bu isteğine şiddetle karşı çıktı.

Abdurrahman b. Ebu Bekir, Muaviye’nin saltanat istediğini söyleyerek bu teklife karşı çıktı. Abdullah b. Ömer Yezid’in fasıklığını, Abdullah b. Zübeyr ise Allah’a karşı gelene itaatin caiz olmadığını öne sürerek açıkca itirazda bulundular ve biata yanaşmadılar. Hz. Hüseyin de onlarla aynı fikirdeydi.

Mervan Muaviye’yi durumdan haberdar etti. Muaviye’de  bu haber üzerine zaman geçirmeden hemen Medine’ye haraket etti. Muhalefet eden kişileri çeşitli tehditlerle biata zorladı ise de başarılı olamadı. Mervan’a bazı talimatlar vererek çaresizlik içinde Medine’den ayrıldı, Şam’a döndü.

Bir süre sonra Muaviye’nin ölümü üzerine Yezid halifelik koltuğuna oturdu ve babasının yarım bıraktığı biat konusunu halletmek için kolları sıvadı. Medine Valisi Velid b. Utbe b. Sufyan’dan her ne şekilde olursa olsun Hüseyin ve diğerlerinden biat alınmasını istedi. Velid, Hüseyin ile Abdullah b. Zübeyr’i makamına çağırttı.

Fakat onlar durumu fark ettiler, Muaviye ölmüştü ve Yezid biat alıyordu. İbnu’z-Zubeyr Mekke’ye kaçtı, Hz. Hüseyin ise Velid’in çağrısına uydu ve O’nunla görüşmeye gitti. Velid biat konusunda ısrar edince, “ Benim gibi bir adam gizlice biat edemez; zaten sen de halk katında açıkca yapmadığım bir biata razı olmazsın“ diyerek ertesi gün halkın önünde biat etmek istediğini söyledi.

Eski Medine Valisi Mervan, yeni Vali  Velid’ten, Hüseyin’in biatını hemen almasını istedi ve Hüseyin biat etmezse  boynunun oracıkta  vurulmasını tavsiye etti. Ancak Velid, “ Sen benim için dinimi yıkacak bir şey tavsiye ediyorsun. Yemin ederim ki dünyanın bütün mal ve mülküne sahip olacağımı da bilsem ben Hüseyin’in başını yine de almam“ diyerek Mervan’ın tavsiyesini reddetti.

Hüseyin olup bitenleri kardeşi Muhammed’le paylaştı. Muhammed Hüseyin’e, halkın huzuruna çıkarak biat almanın yanlış olacağını söyledi. Hüseyin kardeşinin tavsiyesine uyarak ailesiyle birlikte Mekke’ye doğru yola çıktı.

Hüseyin’in Yezid’e biat etmeyip Mekke’ye gittiğini haber alan Kûfeliler, Şebes b. Rib’i ve Süleyman b. Sür’ad başta olmak üzere Hüseyn’i biad için Kûfe’ye davet ettiler. Halife olarak kendisine biad edeceklerini de bir mektupla bildirdiler.
Ayrıca Ebu Abdullah el-Cedeli başkanlığında bir heyeti de Mekke’ye gönderdiler. Bunun üzerine Hüseyin, durumun yerinde incelenmesi için amcasının oğlu Müslim b. Akil’i Kûfe’ye yolladı. 5 Şevval 60 tarihinde Kûfe’ye ulaşan Müslim İbn Avsece’nin evinde,  Hz. Hüseyin adına biat almaya başladı.

Yezid Müslim’in bu faaliyetini öğrenince Kûfe Valisi Numan b. Beşir el-Ensari’yi görevden alarak yerine Basra Valisi Ubeydullah b. Ziyad’ı tayin etti. Ve ondan Müslim’i şehirden çıkarmasını, çıkmadığı taktirde  öldürmesini istedi. Kinde kabilesine mensup Tav’a adlı bir kadının evinde saklanan Müslim, ihbar üzerine kıskıvrak yakalandı ve boynu hemen oracıkta vuruldu. Bu yüzden Müslim Kûfe’lilerin biatlarından döndüğünü Hz.Hüseyin’e maalesef bildiremedi.

Hz. Hüseyin yeni gelişen olaylardan haberi olmadığı için çok geçmeden ve arayı fazla açmadan Kûfe’ye hareket etmeye karar verdi. Kûfe’lilerin dönekliklerini bilen ve bu yüzden olacaklardan  korkan Abdullah b. Zübeyr Mekke’de kalması konusunda Hüseyin’i ikna etmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. 

Hz. Hüseyin bütün tavsiyelere kulağını tıkayarak,  Zilhicce ayının sekizinde  Hicri 60 tarihinde ailesi ve bazı taraftarları ile birlikte Kûfe’ye hareket etti. Yolda şair Ferezdak ile karşılaştı. Ferezdak Kûfe’deki durumun iç açıcı olmadığını bir beyitle Hüseyin’e anlattı:
“ Halkın kalbi seninle kılıçları Beni Ümeyye iledir;
ilahi takdir ise gökten iner ve Allah dilediğini yapar.’’

Hz. Hüseyin, “ Doğru söyledin ey Ferezdak, Allah’ın dediği olur, Allah dilediğini yapar. Rabbimiz her gün yeni bir iş üzerinedir. Takdir hoşumuza gidecek şekilde olursa nimetlerinden dolayı Allah’a şükrederiz. O şükredenlerin yardımcısıdır. Eğer takdir umulandan başka türlü çıkarsa nimeti hak ve takvası da teneşir tahtası olan kimse, elbette taşkınlık göstermez” diyerek yolculuğuna devam etti.

Sa’lebiyye denilen yere vardığında karşılaştığı bir başka yolcudan aldığı haber Hüseyin’i ürküttü: Kûfe’liler biatlarından caymışlardı ve Müslim b. Akil ile Hani b. Urve şehid edilmişti. Hüseyin bu haber üzerine irkildi, geri dönmek istedi, fakat bu defa da Müslim’in oğulları ve kardeşleri ısrarcı oldular, onlar ağabeylerinin kardeşlerinin intikamını almak itiyorlardı. Hz. Hüseyin bunları ikna etmeyi tercih edeceğine onların suyuna gitmeyi tercih etti ve yoluna devam etti: Çünkü Müslim’i o göndermişti Kûfe’ye.
Ancak arkadaşlarından isteyenlerin geriye dönebileceklerini söylemeyi de ihmal etmedi. Bu teklif bazılarını rahatlattı ve  kafileden ayrıldılar. Hüseyin Kerbela’ya ulaştığında yanında sadece 70 kişi kalmıştı.

Hür b. Yezid, Hz. Hüseyin’in Kerbela’ya ulaştığını valiye bildirdi. O da Hür’den, kafilenin sarp ve müstahkem yerlere sığınmasına engel olunmasını, susuz ve savunmasız bir yerde konaklamaya mecbur edilmesini istedi.

Vali Ziyad, Rey valiliği sözünü  verdiği Ömer b. Sa’d b. Ebu Vakkas’a da ordusuyla birlikte vakit geçirmeden Hz. Hüseyin’in üzerine yürümesini ve onu tepeleyip gelmesini emretti.

Ömer b. Sa’d önce bu işe yanaşmak istemedi. Ancak Rey valiliği de oldukça cazip bir makamdı. Tercihini yaptı ve Hüseyin’in üstüne yürüdü. Hz. Hüseyin Ömer’in gönderdiği elçiye, kendisini Kûfe’lilerin çağırdığını, ancak 18 bin kişinin biat ettikten sonra biatlarını bozduğunu, bu durumu yolda öğrendiğini, geriye dönmek istediyse de Hür b. Yezid’in kendisine engel olduğunu söyledi.

Hüseyin aynı teklifi Ömer’e de yaptı. “Sen bari müsade et ve ben dönüp gideyim“ dedi. Ömer b. Sa’d, Hz. Hüseyin ile çarpışmak istemediği için bu cevaptan memnun kaldı ve durumu Ubeydullah b. Ziyad’a bildirdi. Ubeydullah ise Yezid’e biatı önermesini ve reddi halinde kafilenin su ile irtibatının kesilmesini emretti.
Bunun üzerine Ömer, Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye çağıranlar arasında bulunan Amr b. Haccac’ı su yolları- nı kesmekle görevlendirdi.

Ömer b. Sa’d sonraları da birkaç defa Hüseyin ile gizlice görüştü. Hüseyin’in geriye dönme isteğini ve bu konudaki samimiyetini tekrar tekrar Ubeydullah b. Ziyad’a bildirdi. Ubeydullah sonunda yumuşadı ve  teklifi uygun gördü. Ancak Sıffin’de Hz. Ali’nin safında çarpışanlardan Şemir b. Zülcevşen ona; “önemli bir fırsatı kaçırıyorsun, Fırat nehri ile irtibatı kesilmiş ümitsizlik içindeki Hüseyin’i elinden kaçırırsan sonra pişman olursun.” dedi ve ne pahasına lursa olsun Hüseyin’in mutlaka öldürülmesi gerektiği konusunda ısrarcı oldu. Ve sonuda vali Ziyad’ı ikna etti.

Bunun üzerine Ubeydullah, Şemir b. Zülcevşen ile, Ömer b. Sa’d’a bir mektup göndererek Hüseyin’in doğrudan kendisine teslim olmasını sağlamasını, bunu başaramazsa onunla savaşmasını, aksi takdirde kumandayı Şemir’e bırakmasını emretti. Şemir karargaha 9 Muharrem Perşembe günü ulaştı.

Ömer b. Sa’d kazanacağı dünyalığı elden kaçırmamak için bu görevi Şemir b. Zülcevşen’e devretmedi ve verilen emri yerine getirmeye karar verdi.

Ertesi gün Hz. Hüseyin gerekli savaş hazırlıklarını yaptıktan sonra atına bindi ve elinde bir Mushaf olduğu halde Ömer’in ordusuna yaklaştı. Kendisinin buraya geliş amacını anlattı ve olanlar karşısında hayal kırıklığına uğradığını bu yüzden geriye dönmek isteğini söyledi. Hüseyin bu konuşmasında anne babasının ve amcalarının İslam’a hizmetlerini de dile getirdi.
Rasul-i Ekrem’in kendisi hakkındaki övgü dolu ifadelerinden söz etti. Kanının akıtılmasının büyük vebal olacağını  hatırlattı Yezid’in askerlerine.
Hz. Hüseyin’in bu duygu dolu konuşması üzerine Ziyad’ın komutanlardan Hür b. Yezid yaptıklarına pişman olarak onun safına geçti.


Bu durumu gören Sad, Hüseyin’in konuşmasını sürdürmesi halinde ordusunun dağılacağından endişe ederek hemen hücum emrini verdi. Savaş başlamıştı ve savaş birbirine denk olmayan bu kuvvetler arasında tam bir dram şeklinde devam ediyordu.  Hz. Hüseyin’in taraftarları havada savrulan okların ve mızrakların altında kısa sürede şehid edildiler.

Sıcak ve susuzluktan bitkin hale düşen bu az sayıdaki insana, Şemr b. Zülcevşen’in emriyle her taraftan hücum emri verildi.

Sinan b. Enes en-Nehai, bitkin haldeki Hz. Hüseyin’i hedefine aldı. O’nu önce yaraladı ve sonra yere düşürdü, sonra da atından inerek saçlarını ve daha sonra canice, acımasızca başını kesiverdi.
Başı kesilen Peygamber torunu Hüseyin’di. Baş kesen de o peygambere ümmet olduğunu söyleyen müslüman kimliğine bürünmüş bir cani idi, sahtekar idi. Biraz önce Hüseyin’in arkasında namaz kılan bir cani, sahtekar...

Bu arada Hz. Hüseyin’in hasta yatağındaki oğlu Ali Zeynel Abidin de öldürülmek istendi.  Ancak Ömer b. Sa’d buna engel oldu.

Şehitlerin cesetleri ertesi gün Beni Esed mensuplarının ikamet ettiği Gadiriye köylülerince toprağa verildi. Yezid’in orduları cesetleri çiğneyerek  geçip gittiler.

Hz. Hüseyin’in kesik başı ve esirler Şam’a gönderildi. Yezid bu olup bitenler karşısında üzülmüş gibi görünerek, Hüseyin’i öldürtmesi sebebiyle Ubeydullah b. Ziyad’a lanet etti(!)...”

Daha Fazlasını okumak istiyorsanız Ahmet Turgut’un kaleminden AŞKIN ŞEHİDİ romanını okumalısınız. 464 sayfa. Paradoks Yayınlarından. Ahmet Tugut’un bu romanı Hz.Hüseyin’in son 99 gününü konu ediniyor.