31 Aralık 2013 Salı

ETİ HELAL KILAN NEDİR?


Rüştü Kam
Ha-ber.com  2013

Allah‘ın yarattığı ve haram kılmadığı bütün nimetler bizlere helaldir. Sözlükte mübah, caiz ve serbest olmak gibi anlamlara gelen helal kelimesi, "yapılması dinen serbest olan şeyleri" ifade eder.(İbn Manzur, Lisanu'l Arab, XI, 163-174) Bu yüzden "yenilmesi, içilmesi dinen yasaklanmayan şeylere ve dinin yapılmasını serbest bıraktığı fiillere "helal” denir. Allah'ın yarattığı nimetlerin tamamına yakını, temiz ve helaldir. Eğer haram olduğuna dair bir delil yoksa, eşyada asıl olan ibahedir. Çünkü Kuran, yeryüzünde her şeyin insanın emrine verildiğini (Bakara 29; İbrahim 32-33), helal ve mubah olmanın asıl, haramlığın ise istisna olduğunu bildirir.(Bakara 187; Al-i İmran 93; Maide 44) 
Bu durum, İslâm'da helal dairesinin hayli geniş, haram dairesinin ise oldukça dar tutulduğunu gösterir. Ahlaka uygun olmak şartıyla helal nimetlerden istenildiği kadarına sahip olunabilir. Bu nimetler, israfa gidilmedikçe ve ihtiyaç sahipleri onlardan yararlanmaya devam ettikleri sürece helal niteliğini sürdürür.

Nitekim sığır, deve, koyun, keçi gibi hayvanların etleri de, biz insanlar için helal olan nimetlerdendir. Kur'an, haram olan bir şeyi helal, helal olan birşeyi de haram kılmama konusunda bizi şiddetle uyarır:

“De ki: "Peki, Allah’ın size ihsan ettiği rızıklardan, bir kısmını helâl, bir kısmını haram yapmanıza ne dersiniz?
"De ki:"Allah mı sizin böyle yapmanıza izin verdi, yoksa siz Allah’a iftira mı ediyorsunuz?" (Yunus 59)

“Kendi dillerinizin yalan yanlış nitelendirmesiyle uydurduğunuz yalanı Allah’a mal ederek "bu helâldir, şu haramdır" demeyin. Çünkü Allah adına yalan söyleyenler asla iflah olmazlar.”(Nahl 116)

“Allah adına yalan uydurandan veya O’nun âyetlerini yalan sayandan daha zalim kim olabilir ki? Şu muhakkak ki o zalimler felâh bulamayacak, muratlarına eremeyeceklerdir.” (En’am 21)

Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi Allah hüküm koyma, haram ve helal kılma konusunda yetkinin tamamen kendisinde olduğunu insanlara, özellikle de Müslümanlara deklare eder. Hatta Peygamber’ine bile bu konuda gözdağı verir:

“Şimdi o, (kendisine bunu emanet ettiğimiz kişi,) (kendi) sözlerinden bir kısmını Bize isnad etmeye kalkışsaydı, o'nu sağ elinden yakalardık; ve şah damarını kesiverirdik; ve hiç biriniz o'nu koruyamazdı!” (Hakka 45-47)

Helal kesim

Helal kesim konusuna bu ayetlerin ışığında yaklaşmak gerekir. Hemen şunu söyleyebilirim, helal kesim yakıştırması İslâmî değildir. Kesimin helali-haramı olmaz. Ancak, hayvan Allah’ın koyduğu kesin kural ihlal edilerek kesilirse, işte o zaman et haram olabilir. Burada bakmak lazımdır, ihlal edilen kural nedir? Besmele çekmeden kesmek mi, yoksa Allah’tan başkası adına kesim yapmak mı? Bahse konu olan mesele nedir?. Kur’an durduğu yerde helal olan bir şeyi niçin haram konumuna getirmiştir? Bu sorulara cevap arayarak konumuzu açıklayalım:  

İslamiyet'ten önce, Arapların büyük çoğunluğu puta tapardı ve her kabilenin kendine özgü putları vardı. Kâbe, Araplarca kutsal sayılırdı. Bundan dolayı Kâbe’de her kabilenin putları bulunurdu. En önemli putlârı "Hubel, Lat, Menat, Uzza"dır.

Zaman zaman, Araplar putlarını ziyaret için Kâbe'ye gelirler ve putları adına kurban keserlerdi ve bu ziyaret zamanlarında kabileler arası savaşlar, çatışmalar yapılmazdı. Bu aylara,  Haram Aylar denilirdi. Etraftaki kabilelerin içinde sadece putperestler yoktu. Mecusilik Zerdüştlük, Musevilik, Hristiyanlık gibi dinlere inananlar da vardı. Az sayıda da olsa Hz. İbrahim'in dinine inananlar " Hanif " ler de vardı.

Putperestler, Putun huzurunda yalvarırlar, yakarırlar, belâ ve musibetlerden kendilerini kurtarmalarını isterlerdi putlardan. Kâbenin etrafında tavaf ederler ve dualarının kabul olması için putlar adına kurbanlar keserlerdi.
Hatta, yiyecek ve içeceklerinden, hayvanlarından, ekinlerinden  bir miktarını da putlara ve Yüce Allah'a hak olarak verirlerdi, Kur'an–ı Kerim, bu durumu şu şekilde dile getirir:

"Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan kendilerince Allah'a bir hisse ayırdılar da, kendi batıl iddialarınca: 'Şu, Allah'ın' dediler, ‘şu da (ulûhiyette ortak edindikleri) putlarımızın. 'Ortakları için ayırdıkları, Allah'ın hissesine konulmaz, ama Allah'a ait olanlar ortaklarının hissesine aktarılır. Bunlar ne kötü hüküm veriyorlar!” (En'am, 136)

Lat, Menat ve Uzza adına

Müşrikler, putları için hayvan keserken seslerini yükseltirler ve şöyle derlerdi: “Lat, Menat ve Uzza adına.”  Putların adı zikredilerek kurbaların kesilmesi o kadar önemliydi ki, putların isimleri yüksek sesle zikredilmezse, o hayvan ilahlardan başkası adına kesilmiş kabul edilir ve etini yenmezdi.

Sırf bu sebepten dolayı, eğer bir kişi herhangi bir hayvanı, müşriklerin yaptığı gibi, Allah’tan başkasına yaklaşmak gayesiyle keserse, kesen kişi müşrik ve kestiği hayvan  leş sayılır, haramdır. Kur'ân–ı Kerim'de bu durum şu şekilde dile getirirlir: "Putlara ait sunaklarda kesilen hayvanların etleri size haram kılındı."(Maide, 3)

Daha açık bir ifadeyle söylersek, hayvanların eti zaten helaldir. Bu hayvanın besmeleyle kesilmesi, haram olan eti helal duruma getirmek için değildir. Kurban edilecek olan hayvanın Allah’tan başkası adına kurban edilmemesi içindir. Buyruk şöyledir: “Her ümmet için, Allah’ın onlara rızık olarak verdiği koyun, keçi, sığır, deve cinsinden hayvanlar üzerine Allah’ın adını ansınlar diye kurban ibadeti koyduk…”(Hac 34)

Kurban bir ibadet olduğu için onu keserken Allah’ın adını anmak farzdır. Bu da kurban bayramı günlerinde olur: ”İri gövdeli hayvanları da (koyun, keçi, sığır ve develeri) sizin için Allah’a ibadetin simgelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Sıra sıra dizildikleri zaman (kurban bayramında) üzerlerine Allah’ın adını anın.”  (Hac 36)


Et nasıl haram olur

Aslında, etin nasıl helal olacağı üzerinde değil, nasıl haram olduğu üzerinde durmak gerekir. Çünkü kesilen hayvanların etlerini haram durumuna getiren fiilleri /davranışları bilir ve bu fiillerden/davranışlardan sakınırsak, haram hududlarına girmeyen et zaten helallik vasfını kaybetmeyecektir.

Kur'an'ı Kerim'in muhtelif yerlerinde açıkça zikredildiği gibi, Allah'tan başkası adına kesilen hayvanların eti, Müslümanlar için haramdır. Ancak bu ayet-i kerimelerden hareket ederek "Sadece Allah'ın adıyla kesilen hayvanlar helaldir" diyemeyiz. Çünkü burada, ayet-i kerimelerde kesilen hayvanların helal olmasıyla ilgili fiil değil, haram olmasıyla ilgili fiil beyan edilmektedir. “Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar Müslümanlar için haramdır” ve Müslümanlar bu haramdan şiddetle sakınmalıdırlar.

Mekke döneminde nazil olan "Üzerine Allah ismi anılanlardan yiyin (En’am 118) ve "… Üzerine Allah'ın ismi anılmadığı şeyi yemeyin…” (En’am 121) mealindeki ayet-i kerimeler Müslümanların içinde bulunduğu konuma göre değerlendirilmesi gereken ayet-i kerimelerdir. Bu ayetler Mekkidir ve Mekke’deki Müslümanların söz konusu haramdan nasıl sakınabilecekleriyla ilgilidir. Mekke müşriklerin yönetimindedir. İdarede söz sahibi olanlar Mekkeli müşriklerdir. Müşrikler putları adına kurban keserler ve putlarının isimlerini yüksek sesle zikrederler, Eğer putların adı yüksek sesle zikradilmazse o kurbanın eti haramdır. Bu Mekke ve civarında böyle bilinir.

Konu ile ilgili Medine’de inen ayetler ise bir nebze ruhsatlarla yumuşatılmıştır, hatta Ehl-i Kitap kavramı İslâm literatürüne girmiş ve Ehl-i Kitap müşriklerden istisna edilmiştir. Çünkü, putlar az da olsa fonksiyonlarını yitirmiştir Medine’de.

Meseleyi örneklendirecek olursak çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede yaşayan bir Müslüman, kasaptan et alırken ve lokantada et yemeği yerken, bu etin nasıl ve ne şekilde kesildiğini araştırmakla mükellef değildir. Çünkü o ülke Müslümanların ülkesidir. Orada hayvanlar Allah’tan başkası adına kesilmez. Buradaki genel mükellefiyet devlete ait olup, devlet konuyla ilgili tebliğini ve tahkikatını Müslümanlar adına zaten yapacaktır. Bu böyle bilinir, böyle kabul edilir.

Çoğunluğu Müslüman olmayan bir ülkede yaşayan Müslümanlar ise, bulundukları toplumun genel yapısını ve konuya olan yaklaşımlarını dikkate almalıdırlar. Şayet bulundukları toplumda kesilen hayvanlar, Müslümanların yaşadığı Mekke toplumunda olduğu gibi, genel olarak hayvanları Allah'tan başkası adına kesiliyorsa, bu toplumun kasaplarındaki veya lokantalarındaki etler Müslümanlara haramdır, değilse helaldir.

Bu durumda Ehl-i Kitab’ı tanımlayarak konuyu daha da iyi anlamaya çalışmak gerekecek. Burada bakmak lazımdır, hayvan kesilirken ihlal edilen kural nedir? Söylenildiği gibi besmele çekmeden kesmek mi, yoksa Allah’tan başkası adına kesmek mi? Bu kural ibadet maksadıyla kesilen hayvanlar için midir, yoksa ticaret maksadıyla kesilen hayvanlar için de geçerli midir? Besmelenin imanî boyutu nedir? Kur’an durduk yerde helal olan bir şeyi niçin haram kılmıştır? Ehl-i Kitap’ın kestiği yenir mi, yenmez mi?

Ehl-i Kitap

"Kitap ehli, kitaplı, kitaba bağlı olanlar" demektir. Dinî bir terim olarak Ehl-i Kitap’ın mânâsı konusunda İslâm müçtehitleri farklı görüşlere sahiptirler. Hanefîlere göre, sonradan bozulmuş, değiştirilmiş bile olsa aslı itibarıyla ilâhî olan, vahye dayanan bir kitaba iman eden kimseler Ehl-i Kitap’tır. Buna göre yahûdîler ve hristiyanlar Ehl-i Kitap oldukları gibi, Hz. İbrâhîm'e, Hz. Dâvûd'a gönderilen kitaplara iman edenler de Ehl-i Kitap içinde yer almaktadırlar. Diğer müçtehitlerin çoğuna göre Ehl-i Kitap’tan maksat, yalnızca yahûdîler ile hristiyanlardır. (Fetâvâyı Hindiyye, c. I, s. 281.)

Kur'ân-ı Kerîm, nüzulü sırasında mevcut Ehl-i Kitap’ın özelliklerinden, inanç, âdet ve ibadetlerinden bahseder. Onların tevhidden saptıkları, kitaplarını değiştirdikleri, helâl-haram çizgisine riâyet etmedikleri de zikredilir Kur’an’da. O zaman Kur’an, bu vasıfta olan kimselere Ehl-i Kitap dediğine göre, aynı çizgiyi devam ettiren yahûdî ve hristiyanlara bugün de Ehl-i Kitap denir. Değişen bir şey yoktur. Yeni bir ayet de gelmemiştir ve gelmeyecektir.

Hz. Peygamber (s) Medîne'ye hicret ettiğinde burada yahûdîler, Yemen vb. uzak çevrede de hristiyanlar vardı. İlk İslâm devleti olan Medîne devleti anayasasında yahûdîlere değer verilmiş, onlar tebanın bir parçası olarak kabul edilmiş, devletin himayesi altına alınmış ve kendilerine adlî muhtariyet ve din hürriyeti bahşedilmiştir. Hususi hukuk ve sosyal ilişkiler sahasında da Rasûlullah'ın (s) ve ashâbının sonrası için örnek teşkil eden davranış ve tasarrufları vardır. Ehl-i Kitap ile evlenilmiş, iş ortaklığı kurulmuş, kendilerinden kredi alınmış, komşuluk haklarına riâyet edilmiştir.
Bu vesile ile Hz. Peygamber'in, Necrân hristiyanlarının şahsında bütün kitaplı gayr-i müslimlere hitaben yazdırdığı antlaşma metnini vermekte fayda görüyorum. Bu metin, gayr-i müslimlere verilen düşünce ve vicdan hürriyetinin muhteva ve sınırlarına ışık tutmaktadır:

".... Hiçbir din adamının görevi, rahibin ruhbanlığı değiştirilmeyecek, kimse seyahatten menedilmeyecek, mabetleri yıkılmayacak, binaları İslâm mescidlerine veya Müslümanların binalarına katılmayacaktır. Kim bunları yaparsa Allah'ın ahdini bozmuş, Rasûlüne (s) karşı durmuş ve Allah'ın verdiği emandan yüz çevirmiş olacaktır... Papazlardan, din adamlarından, kendilerini ibadete vermiş kişilerden, keşişlerden, tenha yerlerde ve dağ başlarında ibâdetle meşgul olanlardan cizye ve haraç (vergi) alınmayacaktır... Hristiyan dînini benimsemiş bulunan hiçbir kimse Müslüman olması için zorlanmayacaktır; '...ehl-i kitap ile ancak güzellik yoluyla mücadele edilecektir.' Onlar nerede olurlarsa olsunlar kendilerine merhamet kanatları gerilecek, kimsenin onları incitmesine izin verilmeyecektir... Bir hristiyan kadın kendi isteği ile bir Müslüman erkekle evlenirse, Müslüman koca onun hristiyanlığına râzı olacak, kendi büyüklerine uyma ve dini görevlerini yerine getirme konusundaki arzularına uyacak ve onu bunlardan men etmeyecektir.
Kim buna uymaz ve kadını dîni konusunda sıkıştırır, baskı altında tutarsa Allah'ın ahdine, Rasûlü’nün  antlaşmasına karşı çıkmış olur ve o kişi Allah nezdinde 'yalancılardan' biridir.

Eğer onlar (Hristiyanlar) kilise ve manastırlarını tamir, yahut başka bir din ve dünya işinde Müslümanların yardımına muhtaç olurlarsa, Müslümanlar onlara yardımda bulunacak ve onları borç altına sokmayacaktır, yardım, dinî bir ihtiyaçlarından dolayı onları destekleme, Allah Rasul’ünün ahdine vefa, onlara bağış ve Allah'ın bir lütfu olarak yapılacaktır..." (M. Hamidullah, el-Vesâık, s. 124-126)

Bu antlaşma Rasûlullah'ın (s) halifeleri tarafından teyid edilmiş, ancak, daha sonraları İslâm ülkesinin istiklâl ve bütünlüğünü, İslâm toplumunun izzet ve düzenini koruyacak bazı ekler getirilmiştir.(M. Hamidullah, age. s. 128, 133 vd.)

Bu antlaşmada, müşrik, dinsiz ve materyalistlere nispetle Ehl-i Kitap’a bazı ayrıcalıklar ta-nındığı görülmektedir. Bir önceki maddede verilen vesika bu ayrıcalıklara ışık tutar mahi-yettedir. Bunlara ek olarak, diğer kâfirlerin yiyecekleri Müslümanlara helâl olmadığı hâlde, Ehl-i Kitap’ın yiyecekleri -domuz, şarap gibi özellikle Müslümanlara haram kılınanlar dışında kalanlar- helâl kılınmış, Müslümanların bunlardan yiyebilecekleri bildirilmiş-tir.(Mâide 5)

İşte Ehl-i Kitap budur. Peygamber tarafından böyle taltif edilmiştir. Bu Ehl-i Kitap’ın kestiklerinden ve yediklerinden yenilebileceği Kur'an'ı Kerim'de ve Efendimiz'in sünnetinde de açıkça beyan edilmiştir.

Burada dikkate alınması gereken husus şudur, "Ehl-i Kitap’ın kestiği hayvanların etleri yenilebilir" denilirken, bu kitlenin şirkine herhangi bir katılım ve destek verilmeyecektir. Hayvan kesim işlerinde gerçekten bir şirk varsa, bu durumda da, kestikleri hayvanların etleri tabii ki haramdır, yenilmeyecektir. Fakat Allah'a ve ahirete inanan ve kendilerini semavi Kitab'a nisbet eden bu kimseler, kesim işinde Allah'a eş koşmuyorlar ve Allah'tan başkası adına kesmiyorlarsa, bu şekilde kestikleri hayvanların etleri Müslümanlara helaldir, yenilmesi konusunda tereddüde gerek yoktur. Kraldan fazla kralcı olmanın anlamı yoktur. Hiçbir Müslüman, Müslümanlık konusunda Peygamberimizi geçemeyecektir.

Sadece Ehl-i Kitap’ın değil, Müslüman kabul ettiğimiz bir kimsenin dahi, Allah'tan gayrisi adına boğazladığı hayvanın eti kesinlikle haramdır, yenilmez. Tekkelerde, türbelerde, anıtlarda ve daha birçok yerlerde bu şekilde kesilen hayvanlar, ister azılı bir kafir adına, ister salih bir mü'min adına kesilsin, o et murdardır, durum değişmez. Bu hükmün istisna yoktur. Hatta ve hatta Resulullah adına kesilen kurbanlar da, aynı şekilde haram hükmüne girer.

Elektroşok yöntemi ile kesilme

Beynine çekiçle vurulan veya Elektroşok yöntemi ile kesilen hayvanlara gelince: O hayvanlar daha canları çıkmadan kesiliyorsa helaldir, özellikle ve kasten öldükten sonra kesiliyorlarsa bu hayvanların eti de leş hükmündedir ve haramdır.(Maide 3)

Bu konuda, 28 Haziran – 3 Temmuz 1997′de Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde toplanan Mecmau’l-Fıkhi’l-İslâmî bazı şartlar altında hayvanların bayıltılarak kesilebileceği yönünde bir karara varmıştır. Bu karara  göre, kesimden önce hayvanlara şu şartlar altında elektroşok uygulanabilir denilmiştir:
a. Elektroşok aletinin kutupları hayvanların ya şakaklarına ya da alın bölgelerine uygulan-malıdır.
b. Uygulanacak voltaj 100 – 400 volt arasında olmalıdır.
c. Elektrik akımı şiddeti koyun cinsinde 0,75 – 1 amper, sığır cinsinde ise 2 – 2,5 amper olmalıdır.
d. Elektrik akımı 3 – 7 saniye süresince verilmelidir. (Mecmau’l-Fıkhi’l-İslami, Karar Ra-kam: 101 (3/D10) “Bi Şe’ni’z-Zebâih”, Mecelletu Mecmai’l-Fıkhi’l-İslami, Cidde, Yıl: 1997, Sayı: 10, C:I, s: 653-654.)

Bu kadar açıklamadan sonra, gelelim işin can alıcı noktasına. Hayvanı besmele ile kesmek farz mıdır?

Yukarıda açıkladığımız gibi, etin helal olması için hayvanın besmele ile kesilme şartı getirilmemiştir. İnsanların istifadesine sunulan her şey zaten helaldir. Bu ilahî bir kuraldır. Et de bu helallerdendir. Hayvanı besmele ile keserek eti helalleştirmeye çalışmanın mantığı yoktur. Ancak bazı şeyler Yaratıcı tarafından özellikle haram kılınmıştır. Bu konuda sıkıntı çekilmesin diye Yüce Yaratıcı yine kullarını düşünerek En’am suresinin 145’inci ve maide suresinin 3’üncü ayetlerinde haramları tekrarlamış ve bu tekrarlanan haramların dışında herhangi bir şeyin haram olarak bildirilmediğini Peygamber’ini muha-tap alarak yüksek sesle ilan etmiştir. Delilleri şu şekilde sıralamak mümkün:

Delil 1:
”De ki: Bana vahyolunanlar içinde, bu haram dediklerinizin, yemek isteyen kimseye haram kılındığını görmüyorum. Ancak leş, yahut akıtılmış kan, yahut pis olduğunda hiç şüphe olmayan domuz eti, veya Allah yolundan çıkarak Allah'tan başkası adına kesilen hayvan olursa başka (bunlar haramdır). Fakat kim çaresiz kalırsa başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere bunlardan yiyebilir. Çünkü Rabb’in gafûrdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur).”

“Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kurban edilenler, boğulmuş, bir yerine vu-rularak öldürülmüş, düşüp ölmüş, süsülmüş, yırtıcı hayvanlar tarafından yenilmiş olanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz hariç- ve dikili taşlar adına kesilen hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılınmıştır. Bunlar fâsıklıktır. Bugün kâfirler, sizin dininizden ümitlerini kesmişlerdir. Onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’dan razı oldum. Kim, açlık dolayısıyla zorda kalırsa, günaha düşmeye meyilli olmadan (bu hayvanlardan yiyebilir.) Allah, bağışlayandır, merhametlidir.”

Açıklama 1: 
Bu ayetlerde haramlar sayılmış ve besmele çekmeden kesilen hayvanın eti yenmez diye bir hüküm konulmamıştır. Oysa, Allah’tan başkası adına kesilenlerin eti yenmez diye bir hüküm konmuştur. Yani konu itikadîdir. İnançla ilgilidir. İnançsızlığından dolayı, Allah’ı tanımamadan dolayı, sırf Allah’a muhalefet etmek için yapılan kesimdir konu. Haram olan et bu hayvanın etidir.

Şoklanarak kesilen hayvanların İslâmî usullere göre kesilen hayvan olduğunu Maide suresinin 3’üncü ayetinden net olarak anlıyoruz. “-ölmeden yetişip kestikleriniz hariç-“ deniyor bu ayette. Ben bizzat bu işle uğraşan meslek erbabına sordum ve onlardan şu cevabı aldım; “Şoklanan hayvanları bırakırsanız üç dakika sonra ayağa kalkarlar.” 

Yani şoklanan hayvanlar ölmüyorlar, sadece belirli bir süre bayılıyorlar. Bu durumda şoklanan hayvan leş olmaz. Haram kılınan leştir. Dolayısıyla haram değildir.

Bazı Müslümanlar, Yahudilerin kestiği İslâmî kesimdir diyorlar. Onların kesimine İslâmîdir demek yanlıştır. İslâm’ı bilmemektir. Onların kesimi Müslümanlara emsal olamaz. Yahudilik tahrif edilen bir dindir. İslâm ise en son inen dindir, “mükemmeldir” kesim konusundaki hükmü bellidir ve çok açıktır. Haramlar konusundaki hükümleri ise tartışmaya açık değildir, hüküm koyucu Allah’tır.(Nahl 116)

Delil 2:
Yine sıkıntı çekilmesin, çıkar çevreleri tarafından istismar edilmesin diye Maide suresinde bir hatırlatma daha yapılmıştır: “ Bugün size temiz ve iyi şeyler helal kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (Yahudi, Hristiyan vb.nin) yiyeceği size helaldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helaldir…” (Ma-ide 5)

Açıklama 2:
Eğer, hayvan kesilmeden önce besmele çekme şartı olsaydı, Ehl-i Kitap’ın kestiği hayvanın etinin helal olmaması gerekirdi, yenilmemesi gerekirdi. Çünkü ayette, besmele çekmeleri şartıyla diye bir açıklama konulmamıştır. Onlar da zaten hayvanı besmele çekerek kesmeyeceklerdir.

Hatta, bu ayette Ehl-i Kitap müşriklerden istisna edilmiştir. Yani Allah, Müslümanların Ehl-i Kitap’la kavgalı olmalarını istemiyor. Onlarla uzlaşma sağlanmasını istiyor. Bilhassa Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlar, Ehl-i Kitap’la olan münasebetlerini bu ve benzer ayetlerden istifade ederek yeniden gözden geçirmelidirler.

İslâm, kestiğinin yenilmesi konusunda Ehl-i kitap’ı yani Hristiyan ve Yahudileri müşrik ve münkirlerden ayrı tutmuştur, onları istisna etmiştir. Çünkü Ehl-i Kitap temelde vahye, peygamberliğe ve genel anlamda dinin aslına inandıkları için mü'minlere daha yakındır. "Ehl-i Kitap’ın yemeği" ifadesi, onların her türlü yemeğini kapsamına alır. Kestikleri hayvanlar da buna dahildir. Ancak leş, akan kan ve domuz eti gibi bizzat haram olanlar bundan müstesnadır. Bunlar haram kılınmıştır. Diğer yandan kestikleri hayvan üzerine Mesîh, Üzeyir, haç ve benzeri, Allah'tan başkasının ismini zikretmemeleri de gereklidir. (el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanayî, V, 45; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, cz.1, 365 vd; el-Cezîrî, Kitabü'l-Fıkh alel-Mezâhibi'l-Erbaa, 11, 22 vd.; el-Kardâvî, İslâm'da Helal ve Haram, terc. Ramazan Nazlı, İstanbul 1967, s. 64 vd.)

İbni Kesir Maide suresi 5’inci ayetin tefsirini yaparken şunları zikreder: “… Ehl-i Kitap’ın kestikleri Müslümanlara helaldir. Çünkü onlar, Allah’tan başkası adına kesmenin haram olduğunu kabul ederler. Ve kestikleri hayvanların üzerine Allah’ın adını anarlar. Her ne kadar onlar Allah’u Teâla hakkında - ki Allah’u Teâla onların söylediklerinden yüce ve münezzehtir - yanlış inançlara sahip iseler de, kestikleri hayvanlar üzerine Allah’tan başkasının adını anmazlar. “ (İbni Kesir: 5.c.2135.s)

İmam Taberi hayvanı besmele ile kesme konusunda şöyle der: “Kitap ehlinin kestiğinin helal olabilmesi için Allah’ın ismini zikretmeleri şart değildir. Çünkü onlar Allah’ın ismini söyleseler bile, gerçek mâbud olan Allah’ı kastetmezler. Mesih’in babası veya Üzeyr’in babası olduğuna inandıkları Allah’ı kastederler. Gerçek mâbudun ismini kastederek söyleseler bile, ehli kitap kafirlerin besmele  çekmesi şart değildir.” (Kurtubi Ahkamu’l-Kur’an c. 6 s. 52)

Delil 3:
Besmele çekmenin zorunlu olmadığı, Peygamber uygulamasıyla da Müslümanlara fiilen açıklanmıştır. Hz. Ayşe’den gelen şöyle bir rivayet vardır: “Rasulullah’a bir grup Müslüman geldi ve dediler ki: “Yeni Müslüman olmuş bir kavim bize et getiriyor. Keserken Allah’ın ismini zikredip zikretmediklerini bilmiyoruz. Ne yapalım?”
Bunun üzerine Rasulullah, “Siz Allah’ın adını zikrederek yiyin, yeter” buyurdu. (Buhari, Ebu Da-vud, Nesei, İbni Mace, Malik)

Açıklama 3:
Şayet Allah’ın adını zikretmek farz olsaydı, kesim sırasında üzerine Allah’ın adı zikredilip zikredilmediği şüpheli olan etlerin yenmesine izin verilmez, araştırılması emredilirdi. Bu rivayetlerden de anlaşılacağı gibi kesim işleminde kasıt aranmaktadır. Allah’ı devre dışı bırakmak, inkar etmek veya şirk koşmak anlamında bir kasıttır aranan. Böyle bir kasıt yoksa o hayvanın eti helaldir. İster Müslüman kessin, isterse Ehl-i Kitap kessin. İster müşrik kessin.

Delil 4:
Benzer bir uygulama da Hayber’in fethinden sonra gerçekleşmiştir: Hayber fethedilmiş, Peygamberimiz ashabıyla birlikte istirahate çekilmişti. Savaşla Rasûl-i Ekrem'i mağlup edemeyen Yahudiler, bu sefer haince bir tertibin içine girdiler: Onu zehirlemeye karar verdiler! Bu vazifeyi, meşhur Yahudi Sellam b. Mişkem'in karısı Zeyneb üzerine aldı. Plân gereği, Zeyneb, bir dişi keçi kızarttı ve her tarafını tesirli bir zehirle zehirledi; ayrıca, Peygamber Efendimizin, davarın kol ve kürek etini daha çok sevdiğini de sorup öğrendiği için, keçinin oralarına daha da çok zehir serpti.

Yahudi kadını Zeynep, kızartılmış, kebap edilmiş zehirli keçiyi alıp getirdi ve, "Ey Ebû'l-Kasım!.. Bunu sana hediye ediyorum!" diyerek Peygamber Efendimizin önüne koydu.
Kadın uzaklaşırken, Peygamber Efendimiz ve orada bulunan sahabîler de ortaya konulan etten yemeye başladılar. Rasûl-i Ekrem, etin sevdiği kürek kısmından bir lokma aldı; fakat yutmadan, sahabîlere, "Ellerinizi çekiniz! Şu kürek, etin zehirlenmiş olduğunu bana haber veriyor!" dedi.( İbn-i Hişam, c. 3, s. 352; Ebû Davud, Sünen, c. 4, s. 175.)

Herkes elini çekti. Sâdece Bişr b. Bera Hazretleri, ağzına aldığı lokmayı yutmuştu. Et öylesine kuvvetli zehirliydi ki Hz. Bişr, oturduğu yerde birden morardı ve ânında şehid oldu. (Halebî, İn-sanû'l-Uyûn, c. 2, s. 767.)

Açıklama 4:
Eğer besmele çekilmeden kesilen hayvanın eti haram olsaydı peygamberimiz’in Hayber’li kadına “Bu et besmele çekilerek mi kesildi yoksa çekilmeden mi?” diye sorması gerekiyordu.

Delil 5:
Peygamberimiz, sadece fiili olarak değil, sözlü olarak da besmele çekilmeden kesilen hayvanın eti helaldir demiştir: “Kesim sırasında Allah’ın adını zikretse de zikretmese de Müslümanın kestiği helaldir.” (Ebu Davud, Mürsel hadis)

Açıklama 5: Hayvan keserken besmele çekmek farz olsaydı, bizzat Müslümana farz olması gerekirdi. Oysa “Müslüman besmele çekmese de kestiği yenir”, demiştir Peygamberimiz. Hanefi mezhebinin görüşü de bu yöndedir. (Prof. Dr. Seyyit kutup, Fi Zılâl-il Kur’an c.4, s. 161)

Delil 6:
Şâfiî alimlere göre, hayvan kesilirken üzerine besmele çekmek sünnettir: Çünkü, Allah âyette (En'âm, 145, Maide 3), haram kılınan şeyleri saymıştır. Ancak, kesilirken üzerine besmele çekilmeyen hayvanın eti o haramlar arasında zikredilmemiştir.
Kesilen bir hayvanın haram olması, üzerine Allah'tan başkasının adını anma yüzündendir (el-Kâsanî, Bedâyîu's-Sanayî, V, 46, )

İmam Ata: “Üzerine Allah’ın ismi zikredilmeyenleri yemeyin! ”(En’am 121) ayetinin manası hakkında şöyle dedi, “Allah bu ayette, Kureyş’in putları için kestiği ve Mecusilerin kestikleri hayvanların etlerinden yemeyi yasaklamaktadır.” (Taberi, İbni Kesir)

Açıklama 6: Eğer Allah hayvan keserken besmeleyi farz kılsaydı. Bu kesin emir olurdu. Kesin emirler mezheplere göre değişmez. Dört hak mezhep vardır deniliyorsa ve 4 mezhepten birisi hayvan keserken besmele çekmek “sünnet” diyorsa, bu besmelenin farz olmadığının delilidir. Kaldı ki, Hanefi mezhebi de Müslümanlar için besmele çekmenin şart olmadığı görüşündedir.  .
Delil 7:
Üzerine Allah’ın adı anılmayanlardan yemeyin. Bu, fasıklıktır. Şeytanlar, dostlarına sizinle mücadele etmeleri için fısıldarlar. Onlara uyarsanız, siz de müşriklerden olursunuz.(Enam 121)

Açıklama 7:
Allah bu ayette şöyle buyuruyor: Ey mü’minler! Allah’ın adı dışında, putların, nebilerin,  salih kimselerin veya başka varlıkların ismi zikredilerek kesilen hayvanlardan sakın yemeyin! Çünkü bu şekilde kesilmiş hayvanların etlerinden yemek bir fısktır. Yani Allah’ın dosdoğru yolundan, emirlerinden ayrılmak, şerre sapmaktır. Her kim, Allah’ın ismi dışında herhangi bir varlığın ismini zikrederek hayvan keser veya böyle bir kesime rıza gösterir ya da bu yolla kesilmiş hayvanın etinden yemeği kendisine helal görürse dinden çıkar, müşrik ve kâfir olur.

Bu kadar açıklamadan sonra, Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’a sözü bırakarak yazımızı sonlandıralım. Sayın Bayındır konuya iki soru sorarak başlıyor:

Soru 1:
“Peki bazı mezhepler bu ayete dayanarak(Enam 121) “Besmelesiz kesilen hayvanın eti haramdır” hükmüne nasıl varıyorlar?
Cevap 1:
Ayetin şeklini bozarak varıyorlar. Bunu Arapça bilenler için kısaca anlatalım: Ayetin “ve innehu fıskun” bölümüne “liennehu fıskun” manası veriyorlar.  Vav harfini kaldırıp bir illet lam’ı ekliyorlar ve “çünkü o fısktır” anlamı veriyorlar. Vav harfi kaldırılınca cümle-i ibtidaiye yapılmış oluyor. Halbuki o cümle Arapçada ancak hal cümlesi olabilir. Çünkü birincisi inşa cümlesidir. İkincisi ihbar cümlesidir. Birbirleri üzerine atfedilemezler. Dolayısıyla cümle ancak hal cümlesi olur. İmam Şafi bunu esas alarak demiş ki: “Hayvanı keserken besmele çekmek farz değildir. İster unutarak ister kasten besmele çekmese o hayvanın eti yenir. Ama besmele çekmek sünnettir.”

Şimdi de Arapça bilmeyenler için anlatayım, Arapça bilmeyen kişi de meseleyi çok net bir şekilde anlayabilir. Ayeti bir kez daha okuyalım:

“Fısk olduğu kesin olduğu halde üzerine Allah’ın adının anılmadığı şeylerden yemeyin. Şeytanlar dostlarına sizinle mücadele etsinler diye fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz siz de müşrik olursunuz.” (6. En’am 121)

Burada ayetin başıyla sonunu koparmamak çok önemli. Ayetin başında “fısk olarak hayvan kesmekten” bahsediyor, sonunda da şirkten bahsediyor. Demek ki bu fısk olarak kesmenin şirkle bir bağlantısı var. Şimdi aynı surenin 145. ayetine bakalım:
“De ki: Bana vahyolunanlar içinde yiyen bir kimsenin yemesinin haram olduğu bir şey bulamıyorum. Ancak ölü hayvan (leş), akan kan, domuz eti -çünkü domuz eti pisliktir- ya da fısk olarak Allah’tan başkası adına kesilen hayvan hariçtir.”

Demek ki Allah’tan başkası adına hayvan kesmek fıskmış. Zaten bu da şirktir. Şimdi En’am Suresi 121. ayeti tekrar dikkatle okuyalım:

“Fısk olduğu kesin olduğu halde üzerine Allah’ın adının anılmadığı şeylerden yemeyin. Şeytanlar dostlarına sizinle mücadele etsinler diye fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz siz de müşrik olursunuz.” (6. En’am 121)

Yani buradaki husus, besmele çekilip çekilmemekle ilgili değil, Allah’tan başkasının adının anılıp anılmamasıyla ilgilidir. Allah’tan başkası adına hayvan kesmeyi kabul edenler müşrik olur. Yani bir müşrik fısk olduğu kesin olduğu halde putuna hayvan kesecek ve sen bunu normal karşılayıp itaat edeceksin. İşte o zaman sen de müşrik olursun, Allah’ın kesin olarak yasakladığı bir şeyi hoş karşılayan, normal gören kişi müşrik olur. İşte şeytanlar, fısk olan bu işi inananlara da hoş göstersinler diye müşriklere telkinlerde bulunurlar. Zaten bu tür uygulamalar müşriklerin ibadet olarak yaptıkları uygulamalardır. Onların ibadetine iştirak inançlarına da iştiraki beraberinde getirir. Ayette anlatılan ve yasaklanan budur.

Soru 2:
Peki besmelesiz kesilen hayvanın etini yiyen müşrik olur mu?

Cevap 2:
Asla olmaz. Hatta zorda kalan bir kişi, ölmeyecek kadar put adına kesilen etten yese gene müşrik olmaz. Bilmeden yese gene müşrik olmaz. Ayet “fısk olduğu kesinse yemeyin” diyor. Yani Allah’tan başkası adına kesildiği kesinse yemeyin diyor. Sahabeler, Medine çevresinden gelen ve hangi amaçla kesildiği belli olmayan etler hakkında Peygamberimiz’e soru soruyorlar. Peygamberimiz de “Siz Bismillah deyin ve yiyin” buyuruyor.
           
Yani besmelesiz kesilen hayvanın eti yenmez hükmü, hiçbir bilgiye ve delile dayanmayan bir görüştür. Bu görüş sahipleri ayetler arası ilişkiyi kuramadıkları gibi ayetin kendi içindeki bütünlüğünü bile koruyamamışlar, ayeti bölmüşlerdir. Dil kurallarına aykırı anlam vermeleri de yanlışın ayrı bir boyutudur.

Fakat imam Şafii çok isabetli bir şekilde; “Bu ayetten, ‘besmele çekmeden kesilen hayvanın eti yenmez’ şeklinde bir hüküm çıkarılamaz.” demiştir. Çünkü ayette kesenle ilgili hiçbir şey yoktur.  Fakat bu doğru hükmü veren imam Şafii nedense “müşriklerin kestiği yenmez” diyebilmiştir. Tamam, müşriklerin putu adına kestikleri yenmez ama, onlar her hayvanı keserken putları adına kesmiyorlar ki? Yani müşriğin putu adına kestiği yenmez demek doğrudur, ama bunu genelleyerek “müşriklerin her kestiği yenmez” demek doğru değildir.”

Sonuç:

1-Hayvanı besmele ile kesmek farz değildir. Besmelesiz kesilen hayvanın eti helaldir. Çünkü, hayvan keserken besmele çekmek farz değil, sünnettir. Yani ister unutarak ister bilerek besmele çekmeyen kişinin kestiği hayvan yenir.

2-Hayvanı Allah’tan başkası adına kesmemek farzdır. Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın eti haramdır.(En’am 121, 145. Maide 3)

3-Ehl-i Kitap olan bir ülkede kesilen hayvanların eti helaldir. O ülkede kesilen hayvanlar Allah’tan başkası adına kesiliyorsa, böyle bir adet varsa haramdır. Allah Ehl-i Kitap’ı müşriklerden istisna etmiştir.(Maide 5) Müşriklerin normal olarak kestikleri hayvanların eti de yenir.

4-Şoklanarak kesilen hayvan İslâmi usullere göre kesilen hayvandır. İslâmî kesimde, hayvanın acı çekmeden kesilmesi esastır. Peygamberimiz hayvanlarıni acı çekmeden kesilmesini buyurur.(Hadis) Daha ölmeden, can çekişirken, kesilen hayvanın eti yenir. (Maide 3). Zaten batıda ve dünyanın her yerinde ölü hayvan etini satmak kanunlarca yasaktır. Onun için hayvanı öldürmeyecek şekilde vuruyorlar veya şoke ediyorlar sonra hemen kesiyorlar.

5-Eti yenen hayvanlar ile ilgili hükümler kesindir.(En’am 145) Ayrıca, Maide Suresi’nin 5’inci ayeti Ehl-i Kitap’ı müşriklerden istisna etmiştir. Kestikleri yenir.

6-Sultanı, hakimi, siyasi lideri, şeyhi, efendiyi, abiyi veya hacdan dönen kişiyi karşılamak için Allah’ın ismi zikredilerek kesilen hayvanın eti Şafiilere ve Hanefilere göre, haramdır.

7-Kâfir: Bir şeyin üstünü örten, gizleyen demektir. Yahudilere ve Hristiyanlara bu anlamda kâfir denir. Aynı şekilde İslâm’ın hükümlerini karartan, üzerini örten, gizleyen Müslümanlara da İslâm literatüründe kâfir denir. Bunlar Müslüman kâfirlerdir. Dikkatli olmak lazımdır.

8-Bilhassa Avrupa ülkelerinde Müslümanlara hizmet yaptıklarını söyleyen cemaatler, kendilerine yakın kasapların etlerini helal, diğer cemaatlerin etlerini haram ilan etmemelidirler. Hele hele Ehl-i Kitap’ın kestiği etleri zinhar haram etmemelidirler. Bunlar Ehl-i Kitap değildir diyerek Allah’ın “istisna” ettiği bu insanları müşrik olarak nitelemek hüküm koyuculuk olur. Yanlıştır, Allah’a rağmen hüküm koymak olur. Fevkalade tehlikeli bir yaklaşımdır.

9-Fabrikada sırayla kesilen tavuklara gelince: Onların etleri yenir. Bazıları ‘onu insan kesmiyor alet kesiyor’ diyorlar. Zaten hiçbir hayvanı insan, eliyle öldürmez, dünyada her kesilen hayvanı insan bir aletle keser. Bunun bıçak olmasıyla makine olması arasında fark yoktur. Bazıları İslâmî usul diye makinenin başına bir kişi koyup her geçen tavuk için Bismillah, bismillah dedirtiyorlar. Dakikada 1000 tavuk kesildiği için adam besmele de çekemiyor. İnsanlara bu ıstırabı çektirmenin anlamı yoktur. Sünnete uyulsun deniliyorsa, besmeleyle olsun deniliyorsa makineyi çalıştırırken “Bismillah” demek yeterlidir.

En doğrusunu Allah bilir.


Bitti

14 Kasım 2013 Perşembe

KERBELÂ'NIN İSLAM TARİHİNDEKİ YERİ VE NETİCELERİ (I)


  


Muharrem ayındayız, bu vesile ile Hz.Hüseyin ve Kerbelâ'yı yeniden anlamak gerekir. Kerbelâ olayının İslâm tarihindeki yeri ve sonuçlarını Prof.Dr.Adem Apak yazmış, çok da güzel yazmış. Bana düşen bu araştırmayı okuyucularımın istifadesine sunmaktı. Ben de öyle yapıyorum:

Kerbelâ hadisesi sadece siyasî neticeler doğurmamış, politik nitelikli başlayan Şia hareketi ideolojisini belirleyen en önemli âmil olarak kabul edilmiştir. Şiilik bundan sonra sadece Ali taraftarı olma boyutunu aşmış, ona bağlı olanları, Müslümanları yönetmeyi Hz. Ali evladının devredilmez hakkı olduğu inancını bir dinî hüküm olarak kabul eden bir grup haline getirmiştir. Şiiler, Emevîlerin veraset yoluyla iktidarın devri anlayışına tepki olarak hilâfetin sadece Hz. Ali soyundan gelenlerin hakkı olduğu tezini savunmaya, hatta bunu bir akîde olarak benimsemeye başlamışlardır. Nitekim daha sonraki süreçte Ehl-i Beyt adına atılan bütün siyasi adımların ve fikrî temellendirmelerin referans noktası Kerbela hadisesi olmuştur. Hulasa Hz. Hüseyin'in şehit edilmesi Şia mezhebinin siyasi hayat kaynağı, adeta doğum tarihi olarak telakki edilmiştir. Nitekim Şiiliğin temel şahsiyeti ve hareket noktası resmiyette Hz. Ali olmakla birlikte, bu olay sebebiyle Hz. Hüseyin'in adı daha öne çıkmıştır. Şiiler tarafından Hz. Hüseyin'in şehit edildiği tarih büyük ihtifallerle hatırlanır ve görkemli törenler yapılırken Hz. Ali'nin şehit edilmesi hadisesi ve yıldönümü aynı ilgiyi hiçbir zaman görmemiştir. Gerçekten günümüzde de İmâmiyye'nin gönül ve duygu dünyasını Hz. Hüseyin sevgisi yönlendirmektedir. Onun trajik sonu İslam edebiyatında başlı başına bir tür oluşturmuş ve özellikle taziye törenlerinde okutulmak üzere "maktel", "Maktel-i Hüseyin" adı verilen mersiyeler kaleme alınmıştır.





Hz. Hüseyin'in Emevî yönetimine karşı harekete geçmesinin sebebi olarak, tek başına Kûfelilerin davetlerini göstermek doğru olmaz. Zira o, daha kendisine herhangi bir mektup ulaşmadan Medine'den ayrılıp Mekke'ye gitmiş, şûrâ ve seçim prensiplerine aykırı olarak kendisini halife ilan ettiği için Yezid'in meşruiyetini kabul etmemiştir.

Muaviye'nin ölümünden sonra Yezid'in halife olmasıyla birlikte Kûfe'deki yönetim muhalifleri, derhal harekete geçerek Mekke'de bulunan Hz. Hüseyin'i şehirlerine davet etmeyi kararlaştırdılar. Bu amaçla Kûfe'deki muhalifler Süleyman b. Surad'ın evinde toplanarak Hz. Hüseyin'e hitaben bir mektup kaleme aldılar. Mektupta, onu Kûfe'ye gelerek dağınık durumda olan insanları Yezid'e karşı toplamaya çağırıyorlar, şayet gelirse kendisini halife ilan ederek Yezid'e karşı savaşacaklarına dair söz veriyorlardı. [1]

Bu mektubu benzer talep ve vaatler taşıyan başka davet yazıları takip etti. Hz. Hüseyin, gelen çağrıların yoğunlaşması üzerine Kûfelilere hitaben şöyle bir cevap yazdı: "Bütün anlattıklarınızı anlamış durumdayım. Sizlere amcamın oğlu Müslim'i gönderiyorum. Ona halinizi, durumunuzu ve görüşlerinizi bana yazmasını emrettim. Eğer o da sizin ileri gelenlerinizin bana gönderdikleri haberlerdeki görüşler etrafında birleşmiş olduklarını yazacak olursa Allah'ın izniyle pek yakında yanınızda olurum." [2]



Iraklılar, Hz. Ali'ye destek vererek başlattıkları iktidar mücadelesini, Muaviye'nin liderliğinde hareket eden Suriyeliler karşısında kaybetmişlerdi. Bunun sonucu olarak devletin merkezi, dolayısıyla hazinesi Kûfe'den Dımaşk'e nakledildi. Daha önce kendilerini devletin asıl sahibi gören Iraklılar yeni şartlarda yönetime bağlı sıradan bir eyalet statüsüne indiler. Onların fethettikleri büyük arazilerin gelirleri artık Şamlıların kontrolüne girmişti. Iraklılar ise yönetimin keyfî tavrına göre bazen artırılan bazen azaltılan bazen de tamamen kesilen, hiçbir zaman da Şamlıların seviyesine ulaşamayan maaşlarla yetinmek zorunda kalmışlardı. Bu şartlar eski başkentin gururlu sakinlerini son derece rahatsız ediyor, onların yönetime karşı kinlerini daha da artırıyordu. Onlar bu rahatsızlıklarını göstermek amacıyla fırsatını bulduklarında yönetime karşı isyan ettiler. Emevîler aleyhine harekete geçmek istediklerinde ilk önce Hz. Ali'nin çocuklarını ve torunlarını hatırladılar. Zira gerek geçmiş günlere duyulan özlem gerekse Hz. Ali'ye beslenen muhabbet sebebiyle Iraklıların neredeyse tamamı bu faaliyetlere gönülden destek oluyorlardı. Ancak bu destek bir türlü gönül desteğinden kılıç desteğine dönüşmüyordu. Bunun neticesinde Ehl-i Beyt adına başlangıçta coşkun bir heyecan yaratan ancak kısa sürede saman alevi gibi parlayıp sönen kıyâmlar, Emevîlerin gücü karşısında hep etkisiz kaldı.

Bu faaliyetlerin pek çoğu hareketin lideri konumundaki Hz. Ali evladı için trajedi ile sonlanmıştır. İslam tarihinde bu olaylar ve trajediler zincirinin ilk halkası, Hz. Hüseyin'in teşebbüsüne karşı sergilenen kanlı Kerbelâ hadisesidir.

Burada şu hususa dikkat etmek gerekir ki Hz. Hüseyin'in Emevî yönetimine karşı harekete geçmesinin sebebi olarak, tek başına Kûfelilerin davetlerini göstermek doğru olmaz. Zira o, daha kendisine herhangi bir mektup ulaşmadan Medine'den ayrılıp Mekke'ye gitmiş, şûrâ ve seçim prensiplerine aykırı şekilde kendisini halife halife ilan ettiği için Yezid'in meşruiyetini kabul etmemiştir. Diğer taraftan Hz. Hüseyin'in Müslümanları idare etme konusunda kendisini Yezid'den daha ehil ve layık gördüğü de bilinmektedir. Yezid'in fâsık ve cahil olması sebebiyle Müslümanları yönetemeyeceği düşüncesi de onun siyasi mücadeleye girişmesinde belirli derecede rol oynamıştır. Hz. Hüseyin hareketinin sebepleri hakkında akla gelen bütün bu gerekçelerle birlikte Kûfe'den gelen davet mektuplarının ona harekete geçme konusunda cesaret verdiği, en azından onun siyasi faaliyet alanının zamanını ve istikametini belirlediği de bir gerçektir. [3]

Irak halkı nazarında Emevî halîfeliği İslam toprakları ve eski başkent Kûfe'nin üzerinde bir işgal faaliyeti olarak görülmüştür.

Hz. Hüseyin, hareket etmeden önce amcasının oğlu Müslim b. Akîl'i Kûfe'ye gönderdi. Müslim, şehre ulaşınca halkın büyük teveccühüyle karşılaştı. Başlangıçta Muhtar es-Sekafî'nin evini hareket merkezi olarak belirledi. Şehrin, mülayim bir kişiliğe sahip olan valisi Numan b. Beşîr'in müsamahasından da istifadeyle Hz. Ali taraftarlarıyla toplantılar düzenlemeye başladı. Gelenlerin pek çoğu Hz. Hüseyin'le birlikte savaşacaklarına dair söz veriyorlardı. Sonuçta şehirde önemli sayıda bir taraftar grubu toplandı. Bu gelişmeler üzerine Müslim, şehre gelmesi için Hz. Hüseyin'e haber gönderdi. [5]

Hz. Hüseyin'e, davet mektuplarının Kûfelilerden gelmiş olması, esasında beklenmeyen bir durum değildir. Zira burası hem babası Hz. Ali hem de ağabeyi Hz. Hasan'ın siyasi merkez olarak kabul ettiği şehirdi. Üstelik Hz. Ali taraftarlarının büyük bir kısmı burada yaşıyordu. Daha yakın zamanda Muaviye'nin gerek Ziyâd gerekse oğlu Ubeydullah eliyle onlara yaptıkları da zihinlerde canlılığını devam ettiriyordu. Üstelik 20 yıl süresince Muaviye onların gönlünü almak için dahi bir kez bile Irak'a gelmemiş, onlara iltifat etmemiştir. Bu durumda Irak halkı nazarında Emevî halifeliği İslam toprakları ve eski başkent Kûfe'nin üzerinde bir işgal faaliyeti olarak görülmüştür. Netice olarak Iraklılar, Hz. Ali döneminde elde etmiş oldukları dünyalıkları Muaviye eliyle Şamlılara kaptırmaları sebebiyle Hz. Hüseyin vasıtasıyla bu eski imkânlarını geri alabilmek için tekrar şanslarını denemeye karar vermişlerdir. [4]

Diğer taraftan Kûfe'de bulunan Emevî taraftarları Yezid'e haber gönderilerek valinin şehirde olup bitenlere kayıtsız kaldığını, şayet Kûfe'yi elinde tutmak istiyorsa onun yerine güçlü bir valiyi görevlendirmesi gerektiğini bildirdiler. Bunun üzerine halifenin emriyle şehrin idaresi Basra valisi Ubeydullah b. Ziyâd'a verildi. Yeni vali Kûfe'ye gelir gelmez halkı itaate çağıran ve aynı zamanda tehdit içeren bir konuşma yaptı:

"Halife beni şehrinize vali ve haraç işlerinize memur tayin etti. Bana; mazlum olanınıza iyilik etmeyi, yok­sullarınızı doyurmayı, devlete itaat edene iyi mu­amele etmeyi, âsi ve fitnecilere karşı sert davranmayı emretti. Ben burada onun emrini uygulayacak, emirlerini  yerine getireceğim. İyi­lerinize karşı müşfik bir baba, itaat edenlerinize karşı bir kardeş gibi davranacağım. Kılıç ve kır­bacım; emrimi kabul etmeyen, bana karşı çıkanların üzerinde olacaktır. Bundan sonra herkes dilediğiniyapabilir." [6]



Valinin bu tehdidinin ardından Müslim b. Akîl'in yanında toplanmış olan Kûfeliler dağılmaya başladı. Bunun üzerine Müslim, şehirde Hz. Ali taraftarlarının önderlerinden Hânî b. Urve el-Murâdî'nin evine sığınarak Hz. Hüseyin adına faaliyetlerini burada devam ettirmeye başladı. Vali Ubeydullah b. Ziyâd ise onun her hareketini dikkatle takip ediyordu. Nitekim azatlı kölelerinden birisi, Hz. Ali taraftarı  görünerek, Müslim'nin yanına gidip gelenlerle görüşmeye başladı. Hânî'nin evine kimlerin geldiğini, burada nelerin konuşulduğunu valiye aktardı. Ubeydullah b. Ziyâd daha sonra Hânî'yi çağırarak gelişmeler hakkındaki fikrini sordu. Muhatabı başlangıçta söylenenleri inkâr etmişse de azatlı köle ile yüzleştirince Müslim b. Akîl ile ilişkisini ve evinde gerçekleştirilen faaliyetleri itiraf etmek zorunda kaldı. Bununla birlikte Müslim'i kendisinin çağırmadığını, onu kapısından çeviremediği için misafir olarak tuttuğunu, şayet vali izin verirse gidip kendisini evinden çıkaracağını söyledi. Ancak Ubeydullah, Müslim'i kendilerine getirmesinden başka hiçbir şeye razı olmayacağını bildirince Hânî, misafirini öldürülmek için teslim etmesinin onur kırıcı bir davranış olacağı gerekçesiyle bu teklifi reddetti. Bunun üzerine Ubeydullah, Hânî'yi feci bir şekilde dövdükten sonra hapse attı. [7]

Ev sahibinin başına gelenleri haber alan Müslim b. Akîl kendisine katılma konusunda söz verenlere haber göndererek toplanma ve hareketlerini açıktan halka duyurma zamanının geldiğini bildirdi. Bunun üzerine şehirdeki Hz. Ali taraftarları valilik sarayına doğru harekete geçtiler. Toplanan insanların artmasıyla birlikte durumun aleyhine geliştiğini gören Ubeydullah, yanında bulunan, şehrin ileri gelenlerine, dışarı çıkarak kendi yakınlarını topluluktan ayırmalarını, itaat edecek olanlara mükâfat vaat etmelerini, isyan edecek olanları da korkutmalarını istedi. Kabile reislerinin dışarıya çıkıp yakınlarına hitaben konuşma yapmaları üzerine valilik sarayının etrafındaki kalabalık hızla dağılmaya başladı. O kadar ki Müslim b. Akîl'in yanında sadece 30 kişilik bir grup kaldı. Onların da kısa süre sonra yanından ayrılmaları üzerine Müslim ne yapacağını bilemeden şehrin sokaklarına daldı. Nihayet Kinde kabilesine mensup Tav'a isimli yaşlı bir kadının evine sığındı. Diğer taraftan vali, yatsı namazından sonra halka hitaben bir konuşma yaparak Müslim'i himaye edeni şiddetli bir şekilde cezalandıracağını, onu kendisine getiren veya yerini bildirenlere ise ödül vereceğini ilan etti. Aynı anda valinin muhafızları tarafından şehrin bütün çıkış kapıları tutularak evlerde arama yapılmaya başlandı. [8]

Ertesi günün sabahında Müslim'in, evine sığındığı yaşlı kadının oğlu, onun kendi evlerinde saklandığını valiye haber verdi. Bunun üzerine Müslim yakalanıp valinin huzuruna getirildi. Daha sonra da sarayın damına çıkarılarak burada öldürüldü. Onun ardından daha önce tutuklanmış olan Hânî b. Urve de valinin emriyle katledildi. (H.9 Zilhicce 60 / M.10 Eylül 680) [9]

Devam edecek...




  
Rüştü Kam
 
 
[1] Ebû Mihnef, Maktelü'l-İmam el-Hüseyn, (thk. Hasen Abullah Ebû Salih), ? 1997, s. 17; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl,(nşr. Ömer Faruk Tabbâ), Beyrut ts. (Dâru'l-Erkam), s. 207-208, 212; Ya‘kûbî, Tarih,I-II, Beyrut 1960, II, 241-242; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, I-IV, (thk.Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964, III, 64; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye,I-XIV, Beyrut-Riyad ts. (Mektebetü'l-Meârif--Mektebetü'n-Nasr), VIII,151-152.

[2] İbn Kuteybe, el-İmâme ve's-Siyâse,(thk. Tâhâ Muhammed Zeynî), I-II, Kâhire 1967, II, 4; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 212-213; Taberî, Tarihu'l-Ümem ve'l-Mülûk,(thk. Muhammed Ebu'l-Fadl İbrahim), I-XI, Bey-rut ts. (Dâru's-Süveydân), Tarih, V, 347-348; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih,I-IX, Beyrut 1986, III, 266-267.

[3] Bu konuda bilgi ve değerlendirmeler için bk. Demircan, Adnan, İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar Müca-delesi, İstanbul 1996, s. 339-350; Kılıç, Ünal, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid b. Muaviye, İstanbul 2001, s. 215-222.

[4] Dûrî, Abdülaziz, İlk Dönem İslam Tarihi, (çev. Hayrettin Yücesoy), İstanbul 1991, s. 113; Vida, Della, "Emevîler", İA, IV, 243.

[5] Ebû Mihnef, Maktelü Huseyn, s. 19; İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 4; Ya‘kûbî, Tarih, II, 242; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam fî Tarihi'l-Ümem ve'l-Mülûk,(thk. Muhammed Abdülkadir Atâ-Mustafa Abdülkadir Atâ), I-XVIII, Bey-rut 1992, V, 325; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 152.

[6] Halîfe b. Hayyât, Tarih, (thk. Süheyl Zekkâr), I-II, Beyrut 1993, s. 176; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 213-215; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III, 64; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, V, 326; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 267-269; İbn Kesîr,el-Bidâye, VIII, 152-154.

[7] İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 4-5; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 215-219; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243; İbn Abdi-rabbih,KitabuIkdi'l-Ferîd, I-VII, Kâhire 1965, IV, 378; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III, 66-67; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 154-155.

[8] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s.220-221; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III, 67-68; İbn Kesîr,el-Bidâye, VIII, 155.

[9] Halîfe b. Hayyât, Tarih, s. 176; İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 5; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 221-223; Ya‘kûbî,Tarih, II, 243; Taberî, Tarih, V, 347-393; İbn Abdirabbih, el-Ikdü'l-Ferîd, IV, 378-379; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III, 68-70; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, V, 326-327; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 269-275; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 155-157.
 
 
 




KERBELÂ HADİSESİNİN İSLAM TARİHİNDEKİ YERİ VE NETİCELERİ (II)


  
Hz. Hüseyin, Müslim'in kendisini Kûfe'ye davet eden mektubunu alınca harekete geçmeye karar verdi. Onun gitme hazırlıklarından haberdar olan Abdullah b. Abbâs, Iraklılara güvenmemesi gerektiğini, onu çağıran insanların kendisini her an terk etme ihtimali olduğunu söyledi. Buna karşılık Abdullah b. Zübeyr "şayet benim senin gibi taraftarlarım olsaydı oraya gitmekte hiç tereddüt göstermezdim" diyerek Hz. Hüseyin'i Irak'a gitme konusunda teşvik etti. [10] Abdullah b. Abbâs ertesi gün yeniden gelerek ona, Irak'a gitmekten vazgeçmesini, mutlaka bir hareket başlatmak istiyorsa Yemen'i tercih etmesinin daha uygun olacağını zira oradakilerin kendisini daha gönülden destekleyeceklerini ifade ettiyse de, Hz. Hüseyin'in kararını değiştiremedi. [11]
Hz. Hüseyin yolculuk hazırlıklarını tamamladıktan sonra Hicret'in 60. yılında Zilhicce ayının sekizinci günü (9 Eylül 680) ailesiyle birlikte Mekke'den Kûfe'ye doğru yola çıktı. Hareketi esnasından karşılaştığı herkes, ona Kûfelilere güvenmeyip geri dönmesi tavsiyesinde bulundu. Bunlar arasında meşhur şair Ferazdak "Kûfelilerin kalbi seninle, kılıçları ise Ümeyyeoğulları'yla birliktedir" diyerek Hz. Hüseyin'e Irak'a gitmemesi gerektiğini bildirdi. Ancak onun ikazı da etkili olamadı. [12] 
Bu esnada kafileye, Mekke'den Abdullah b. Cafer'in gönderdiği mektup ulaştı. Abdullah b. Cafer, Hz. Hüseyin'e geri dönmesi için adeta yalvarıyor, bu hareketin bütün aileyi yok olmaya götürebileceği uyarısında bulunuyor, Mekke valisi Amr b. Sa‘îd'den kendisi için emân aldığını bildiriyordu. Ancak onun bu çabası da Hz. Hüseyin'in Irak'a gitme kararını değiştiremedi. [13]
Hz. Hüseyin, Kûfe halkının güvenilmezliğinden ötürü kendisine geri dönmeyi tavsiye eden muhataplarına, durumu bildiğini fakat Azîz ve Celîl olan Allah'ın emrine kimsenin karşı gelemeyeceğini söyleyerek mukabele etmiştir.
Yürüyüş esnasında Hz. Hüseyin'in Kûfe'de bulunan Müslim'e haberci olarak göndermiş olduğu sütkardeşi Abdullah b. Buktur'un da Husayn b. Numeyr'in devriyeleri tarafından yakalanıp Kûfe'ye götürüldüğü ve burada Ubeydullah tarafından işkence edilerek öldürüldüğü haberi geldi. Hz. Hüseyin bu son gelişme karşısında Kûfe'deki taraftarlarından tamamen ümidini kestiğini, bu noktadan sonra geri dönmek isteyenleri kınamayacağını bildirdi. Bunun üzerine, kendisine destek olmak için kafileye sonradan katılanlardan bir kısmı ayrılmaya başladılar. Sonuçta Hz. Hüseyin'in yanında sadece Mekke'den birlikte yola çıktığı akrabası kaldı. [14]

Bu esnada Irak'tan gelen Abdullah b. Mutî, Hz. Hüseyin'e "Allah adına senden geri dönmeni istiyoruz. Allah'a yemin ederim ki sen sadece keskin kılıçlar üzerine gidiyorsun. Sana bu haberleri gönderen kimseler şayet seni savaşmak durumunda bırakmamış olsalardı, senin için her şeyi hazırlamış bulunsalardı ve bundan sonra sen onların yanına gelseydin işte bu isabetli olurdu. Fakat şu sözünü ettiğimiz durumda senin böyle bir iş yapmanı uygun görmüyorum" diyerek uyarıda bulundu. Ancak Hz. Hüseyin, muhatabına şu cevabı verdi: "Senin sözünü ettiğin bu durumu biliyorum. Fakat Azîz ve Celîl olan Allah'ın emrine hiçbir kimse karşı gelemez." [15] 
Diğer taraftan Müslim b. Akîl'i etkisiz hale getiren Kûfe valisi Ubeydullah b. Ziyâd, Hz. Hüseyin'in Mekke'den hareket ettiği haberini alınca onun geçeceği yolları gözetim altında tutması için Husayn b. Numeyr komutasındaki askerî birliği harekete geçirdi. [16]

Bu sırada Hz. Hüseyin de yoluna devam ediyordu. Sâlebiyye denilen yere geldiğinde Müslim b. Akîl'in, Ubeydullah b. Ziyâd tarafından öldürüldüğü haberi ulaştı. Bu gelişme üzerine Hz. Hüseyin'in ile birlikte hareket edenlerden bazıları Kûfe'de artık yardımcıları kalmadığı için bu noktadan daha ileri gitmenin fayda sağlamayacağını, üstelik bunun hayatlarını tehlikeye atmak anlamına geleceğini söylediler. Ancak bu defa da Müslim'in çocukları babalarının intikamını almadan geri dönmeyeceklerini ilan ettiler. Hz. Hüseyin bu gelişme üzerine yola devam kararı aldı. [17]

Kûfe'ye doğru yoluna devam eden Hz. Hüseyin, Zû Husum denilen yerde Kâdisiye'de konaklamış bulunan Husayn b. Numeyr'in gönderdiği Hürr b. Yezid komutasındaki askerî birlikle karşılaştı. Onların görevi Mekke'den gelen kafileyi sürekli olarak gözetim altında bulundurmak ve Kûfe'ye ulaştırmaktı. Hz. Hüseyin muhataplarına kesinlikle Ubeydullah'ın yanına gitmeyeceğini bildirdi. Hürr b. Yezid ise "Ben seninle savaşmak emrini almadım, sadece seni Kûfe'ye götürünceye kadar senden ayrılmamakla emrolundum. Kabul etmeyecek olursan seni Kûfe'ye götürmeyeceğim. Ancak sen de Medine'ye ulaştırmayacak bir yola koyul. Bu konuda ben İbn Ziyâd'a yazarım, sen de Yezid veya İbn Ziyâd'a yaz. Belki Allah bana seninle ilgili herhangi bir şeye katılmaktan esenliğe kavuşturacak bir yol açar". Bunun üzerine Hz. Hüseyin Kûfe yolu ile Medine yolu arasında farklı bir güzergâha doğru harekete geçti. Iraklı askerler de kendisini takip ediyorlardı. Kısa süre sonra Ubeydullah b. Ziyâd'ın mektubu geldi. Kûfe valisi, Hürr b. Yezid'e Hz. Hüseyin'in sarp ve müstahkem yerlere sığınmasına engel olmasını, onu susuz ve insanların uğramadıkları bir yerde konaklamaya zorlamasını emretti. Bunun üzerine Hz. Hüseyin yanındakilerle birlikte Ninova bölgesinde yer alan ve günümüzde Bağdat'ın 100 km. güneydoğusunda bulunan Kerbela [18]
denilen yere indirildi. (2 Muharrem 61/2 Ekim 680). [19]

Bu arada Kûfe'den gelen bir topluluk, Hz. Hüseyin'in haberci olarak göndermiş olduğu Kays b. Müshir es-Saydâvî'nin Ubeydullah b. Ziyâd tarafından yakalanıp kalenin üzerinden atılmak suretiyle öldürüldüğünü bildirdiler. Artık Hz. Hüseyin için Kûfe'de en küçük bir ümit ışığı kalmamış oldu. [20]

Hz. Hüseyin kafilesinin Kerbela'da konaklamasının dördüncü gününde Ömer b. Sa‘d b. Ebû Vakkâs, emrindeki orduyla bölgeye ulaştı. Sa‘d, kısa süre önce vali Ubeydullah tarafından Rey[21] valiliğine tayin edilmişti. Ancak Hz. Hüseyin'in harekete geçtiği haberi alınınca vali, bu hadiseyle ilgilenme görevini Sa‘d'a havale ederek, kendisine şayet bundan kaçınırsa Rey valiliğini unutmasını söyledi. Sa‘d, her ne kadar ısrarla bu vazifeden affını istediyse de muvaffak olamadı. Yakınlarının Hz. Hüseyin'in kanına bulaşmaması uyarılarına rağmen Rey valiliğinden vazgeçemediği için gönülsüz bir şekilde Hz. Hüseyin üzerine gönderilen ordunun komutasını üstlendi. [22]
Devam edecek...

  
Rüştü Kam
 
 
[10] Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III, 64-65; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, V, 328-329; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 159-160.
[11] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 223-224; Taberî, Tarih, V, 382-385; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 160-163. Bu konuda değerlendirmeler için bk. Kılıç, Ünal, Yezid b. Muaviye, s. 247-253.
[12] Halîfe b. Hayyât, Tarih, s. 176; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 226; İbn Abdirabbih, el-Ikdü'l-Ferîd, IV,384; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 166.
[13] Taberî, Tarih, V, 386-389; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 275-277; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 163-164.
[14] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 224; Taberî, Tarih, V, 394, 401.
[15] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 228-229; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 168-169.
[16] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 228; Taberî, Tarih, V, 394-399.
[17] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 227; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 277-278.
[18] Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu'l-Buldân, I-V, Beyrut 1975, IV, 445.
[19] İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 5-6; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 228-232; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243-244; Ta-berî,Tarih, V, 401-404., 408-409; İbn Abdirabbih, el-Ikdü'l-Ferîd, IV, 379; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III,70; İb-nü'l-Cevzî,el-Muntazam, V, 335-336; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 169-170, 172-174.
[20] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 226; Taberî, Tarih, V, 405.
[21] Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu'l-Buldân, III, 116-122.
[22] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 232-233; Taberî, Tarih, V, 409-410; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, V, 336.