27 Aralık 2015 Pazar

HZ. MUHAMMED(II)

Zamanın ahirinde gelen, ahir Peygamber. 23 senelik ömrüne çok şey sığdırdı.  Ötelendi, hakaretlere uğradı, yollarına dikenler serpildi, taşlandı, doğup büyüdüğü şehirden kovuldu, arkadaşları gözünün önünde hunharca öldürüldü. Nice acılara katlandı, acılarını hep başka acılarla dindirdi. Bütün bu sıkıntılara, bütün bu acılara rağmen ümmetine hep umut oldu. Geleceğe ışık oldu. Bizler 15 asır sonra bile onun yaktığı ışıkla yolumuzu aydınlatıyoruz. Mekke’den kovulunca kendisine bir Yurt bulmakta gecikmedi. Yanında arkadaşları da vardı. Zor günler bekliyordu onları. Yesribliler yardımsever insanlardı, bağırlarına bastılar onları, lokmalarını paylaştılar onlarla. İyi günde ve kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta birbirlerine destek olmak için biatlaştılar. Ve ilk sınavlarını vermek için pusatlarını kuşandılar ve Bedir kuyularının önüne geldiler…

BEDİR MUHAREBESİ (624)

Müslümanlar Mekke’den hicret edince mal varlıkları Mekke’de kaldı. Mekkeliler de Müslümanların mallarını yağmaladılar. Müslümanlar geride bıraktıkları mallarının yağma edilmesini içlerine sindiremediler. Müslümanlar Medine’de yeni bir devlet kurmuşlardır, yeni devletin topraklarından geçerek Suriye’ye ticaret için giden kervanların vergi ödemeleri gerekiyordu. Mekkelilerin kervanının Suriye’den dönüşünü fırsat bilen Müslümanlar Mekkelilerden mallarını geri almak istediler. Ebu Sufyan kervana yapılacak olan baskının haberini önceden alınca kervanın yolunu değiştirdi. Ancak Ebu Sufyan’a yardım için Mekke’den yola çıkan ordu Müslümanlara ders vermek için yollarına devam ettiler. 
Mekkeliler Müslümanlarla Bedir’de karşılaştılar. Çok çetin ve hüzünlü geçen muharebenin galibi Müslümanlar oldu. Mekkeliler yenildiler. Bazı Mekkeliler esir olarak alındılar. Sonra, esirlerden zengin olanlar fidye karşılığı; okuma yazma bilenler on kişiye okuma-yazma öğretmeleri karşılığı, bazıları da karşılıksız serbest bırakıldılar.

Sonuçları

Bedir Savaşı, Müslümanların ilk büyük savaşıdır ve galip gelmişlerdir.
Hz.Muhammed’in dini ve siyasi gücü bu savaştan sonra artmıştır.
Bedir Savaşı’na kadar, tereddüt içinde olan putperest Medineliler bu vesileyle İslamiyet’i kabul etmişlerdir.
Hz.Muhammed’in esirler, yaralı düşman askerlerinin durumu ve ganimetle ilgili uygulamaları, İslâm Savaş Hukuku’na temel oluşturmuştur.

UHUD MUHAREBESİ (625)

Bedir Muharebesi’ndeki yenilgiyi hazmedemeyen Mekkeliler, Bedir’in öcünü almak ve kervan yollarının güvenliğini sağlamak istediler. Bunun için hazırlıklara başladılar. Bir yıl sonra hazırlıklarını tamamladılar ve Medine üzerine yürüdüler. Medine yakınlarındaki Uhud Dağı’nın eteğine kadar geldiler. Çetin bir savaş oldu. Hz. Muhammed'in Ayneyn tepesine (Cebelürrumât) yerleştirdiği ve ne pahasına olursa olsun oradan ayrılmamalarını tembih ettiği 70 okçu yerlerinden ayrılınca; Halit b. Velid arkadan dolaşarak Müslümanları mağlup etti. Hz.Muhammed yaralandı, amcası Hz. Hamza şehit oldu. Hz. Fâtıma, Âişe, Ümmü Eymen, Ümmü Süleym ve Ümmü Umâre’nin de aralarında bulunduğu on veya on dört kadın sahâbî savaş alanına yiyecek ve su getirdi; yaralıların tedavisiyle ilgilendi. Hz. Fâtıma babasının yüzündeki kanları temizlemeye çalıştı ve kanamayı durdurmayı başardı. (http://www.islamansiklopedisi.info/index.php, son çağrı, 24.12.2015) 
Panik anında Ümmü Ümare elinde kılıç ve kalkanla birlikte bizzat peygamberimizi canla başla korudu.  Savaştan kaçmamaları için erkekleri cesaretlendirdi. Müslümanlar toplandılar ve Uhud Dağı’na çekildiler. 
Hz. Peygamber savaştan önce halkıyla istişare yapmıştı. Savunma savaşı yapma niyetini halkıyla paylaşmıştı. Müslümanları Bedir Muharebesi’ndeki başarı şımartmış olmalı ki; Peygamberimiz’e itiraz ettiler. Meydan savaşı istediler. Peygamberimiz onların kararına uydu ve zırhını giydi. Savaşın sonucu mağlubiyetle bitmesine rağmen Peygamberimiz Allah tarafından onurlandırıldı:  “O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”(Al-i İmran 159)

Sonuç

Müslümanların yenilmesinin temel sebebi, Ayneyn Tepesi’ne yerleştiren askerlerin yerlerini terk etmeleridir. 
Mekkeliler, galip olmalarına rağmen, Müslümanları yok edememişlerdir.
Peygamber’in halkıyla istişare etmesi ve istişarenin sonucuna tabi olması, Allah tarafından övülmüş ve yapılacak işlerde istişarenin esas olduğu vurgulanmıştır.
Peygamber’in yaralanması da onun ‘insan–peygamber’ olduğunu gösterir, olağan üstü güçlerle donatılmamış olduğunu ispat eder.
Kadınlar savaş alanında fiili olarak bulundular, kılıç salladılar.

HENDEK SAVAŞI (627)

Bu iki savaştaki Müslümanların başarısı, Hayber Yahudilerini tedbir almaya yöneltmiştir. Müslümanlar güçlenirse o coğrafyada, sıra kendilerine gelecektir. Tedbir almak istediler. Mekkeliler ve çevre kabilelerle ittifak oluşturarak, Müslümanları yok etmek istediler. 12.000 kişilik bir koalisyon ordusu oluşturdular. İçlerinde paralı askerler de vardı. Müslümanların sayısı 3.000 kadardır.

Uhud'da mağlup olan Müslümanlar bu sefer savunma savaşına razı oldular. İranlı bir Müslüman olan Selman-ı Farisi Medine’nin etrafına hendek kazılmasını önerdi. Oy birliği ile kabul edildi ve Medine’nin saldırıya açık olan yerlerine, insanların ve atların, develerin geçemeyeceği genişlikte hendekler kazıldı. Yaklaşık 5,5 km. uzunluğundaki hendeğin genişliği 9 m. derinliği ise 4,5 m. kadardı. (Hamidullah. Hz. Peygamberin Savaşları, s. 132-144).

Uhud Savaşı’ndaki başarıları Mekkelileri cesaretlendirmişti. Hayberliler ve etraftaki diğer kabileler de olunca Müslümanları yeneceklerine olan inançları arttı. Medine içindeki Yahudiler de koalisyon güçleriyle birlikte hareket edeceklerdi. Hz. Peygamber durumdan haberdar oldu ve hemen tedbir aldı. Birkaç yüz kişiden oluşan iki birlikle Yahudi mahallelerinin etrafını kuşattı. Dolayısıyla koalisyon güçleri içerdeki Yahudilerden yardım alamadılar. Çok çetin bir savunma oldu. 

Müslümanlar Allah’ın da yardımıyla gülen taraf oldu: „Ey Peygamber’in iman eden ashabı! Allah’ın üzerinizdeki nimet ve minnetlerini anınız. Hani bir zaman (Ahzab orduları) karşınıza gelmişti de biz düşmanlarınızın üzerine bir yel ve sizin görmediğiniz Melâike ordusu salıvermiştik.„(Ahzab 9)

Hz. Peygamber bu gazveden sonra savaş taktiğini değiştirdi ve Müslümanlara saldırı hazırlığı içinde olan düşman kuvvetlerine onlardan daha erken davranıp hücum etmeye karar verdi. 

Sonuç

Savaş uzadıkça uzadı. Erzaklar azalmaya başladı. Aralarında tam bir anlaşma ve birlik bulunmayan Mekke liderliğindeki koalisyon ordusu istediğini elde edemeyeceğini anladı ve geri çekildi. 
Hendek Savaşı Müslümanların galibiyeti ile sonuçlandı. 
Elde edilen ganimetler oldukça fazlaydı.
Araplar tarafından bilinmeyen Hendek ilk defa burada uygulandı ve başarılı olundu.
Peygamberimiz işlerini istişare ile yapıyor, teklifleri değerlendiriyor ve heyetin kararını önemsiyor.

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI (628)

Hendek Savaşı’ndan sonra Hz. Muhammed barış yapılması için bir adım attı. 5 yılda üç savaş oldukça yıpratıcı olmuştu. Savaşlar Müslümanların moralini bozuyordu. Ayrıca İslâm’ın tanıtım çalışmalarını da engelliyordu. Mekkelilere tabaklanmış deri karşılığında buğday temin edebileceğinin el altından haberini yolladı. Mekke Devleti bu tekliften memnun kaldı. Çünkü onlar da buğday temininde sıkıntı çekmeye başlamışlardı. Mekke ile Medine aralarındaki buzların erimesi için ilk adımlar böylece atıldı. O yörenin buğday ambarı olan kabileler başta Hayber olmak üzere Müslümanların yönetimine geçmişti. 
Daha sonra Peygamberimiz Mekke’yi ziyaret etmek ve Hac görevini yerine getirmek için silahsız olarak yola koyuldu. Savaş istemediği konusundaki samimiyetini de fiili olarak göstermek istiyordu. Müslümanlar sevinç içindeydi. 6 senedir görmedikleri akrabalarını, hanımlarını, çocuklarını göreceklerdi. 
Mekkeliler Hudeybiye denilen yerde, Müslümanların Mekke’ye girişine engel oldular. Burada bir antlaşma yapıldı. Karşılıklı imzalar atıldı. Ancak, antlaşma metni Müslümanların hoşuna gitmedi. İlk bakışta Müslümanların aleyhine gibi görünüyordu bu antlaşma. Hatta üstü başı kan revan içerisinde Müslümanlara sığınan yeni Müslüman Ebû Cendel’in geriye iadesi de Müslümanları fevkalade üzmüştü. Müslümanlar seslerini yükselttiler ve Peygamberimize tavır koydular. 
Peygamberimiz durumu Ümmü Seleme’yle istişare etti. Ümmü Seleme; “Sen git tıraşını ol, kurbanını kes ve geriye Medine’ye dön,  onlar da arkandan geleceklerdir” dedi. Hz. Muhammed tavsiyeye uydu. Müslümanlar da onun arkasından geriye dönmekte gecikmediler. Yolda Fetih suresi nazil oldu. 
Antlaşmanın maddeleri şöyleydi:
1-Müslümanlar Kâbe’yi bu sene ziyaret edemeyecekler, ertesi yıl ziyaret edebilecekler ama bu ziyaretlerinde üç günden fazla kalmayacaklar.
2-Mekkeli bir kimse İslamiyet’i kabul edip, Hz.Muhammed’in yanına sığınırsa, velisinin isteği üzerine geri verilecek, fakat bir Müslüman Mekke’ye sığınırsa geri verilmeyecek.
3-Taraflardan her ikisi de istedikleri kabilelerle antlaşma yapabilecekler, fakat askeri antlaşmalar ve yardımlar yapmayacaklar.
4-İki taraf birbirleriyle on yıl boyunca savaşmayacak. Savaşan tarafların yanında da yer alamayacaklar.

Önemi 

Bu antlaşmayla, Mekkeliler, Müslümanların siyasî varlığını resmen kabul ettiler. 
Bu antlaşmayla İslam’a davetin,  korkudan uzak bir şekilde güven içerisinde yapılması sağlanmıştır.  
Barış ortamının oluşması İslamiyet’e geçişi hızlandı. Etraftaki kabileler hızla İslâm'a geçmeye başladılar. 
Mekke’nin fethine giden yol açılmış oldu.
Güç yetirilemeyecek konularda ısrar edilmemeli, en az zayiatla geriye çekilerek, şartların olgunlaşacağı yeni fırsat kollanmalıdır. Sünnet böyledir. 

HAYBER’İN FETHİ ( 629)

Medine’nin kuzeyinde, Şam ticaret yolu üzerinde bulunan Hayber, Yahudilerin yerleşim merkezi idi. Hendek Savaşı’nın planlayıcısı oldukları için, Müslümanlar açısından tehlikeli olmaya başlamışlardı. Hem Medine'nin güvenliği ve hem de, Şam ticaret yolunun güvenliğini açısından Hayber'in fethedilmesi gerekiyordu. 
Hayberliler daha Hendek Savaşı’nın yaralarını sarmaya fırsat bulamadan Hz. Muhammed Hayber'e girdi ve Medine Devleti’ne bağladı. 
Hayberliler Peygamberimizi ve arkadaşlarını fetihten sonra zehirlemek istediler. Ancak başarılı olamadılar. 

Önemi

Hayber’in fethiyle, Medine'nin ve Şam ticaret yolunun güvenliği sağlanmıştır.
Yahudilere, ödeyecekleri vergi karşılığında ve bir daha arkadan iş çevirmemeleri şartıyla Hayber'de oturma hakkı tanındı. 
Dinlerinde serbest bırakıldılar.

Devam edecek 


Rüştü Kam

HZ. MUHAMMED(I)

Müslümanların peygamber anlayışı farklıdır: Kimisi onu ulaşılmaz biri olarak tanımak ister. Kimisi O’na şefaat misyonu yükler ve işlediği günahların onun vasıtasıyla affedilmesini umar. Yani torpilci peygamber olmasını ister. Kimisi O’nu cıva gibi görür, gerektiğinde duvarı bile delip geçer, O’na kılıç ve balta işlemez. Kimisine göre O olmasaydı dünya yaratılmayacaktı. Kimisi onu sakallı, şalvarlı, sarıklı olarak tasavvur eder. Kimisi eline kılıç verir, kimisi de asa verir. Kimisine göre fakir, miskin birisidir, yiyecek ekmeği bile olmaz zaman zaman sofrasında.
Kimisine göre de O insan peygamberdir. Evlenir, çocuk sahibi olur, bazen ağlar bazen güler. Bazen de yaptığı yanlışlıklardan dolayı yaratıcısı tarafından azarlanır. Bazen de savaşa katılır, yaralanır, dişi kırılır. 
O gerçekten nasıl bir peygamberdir? Okuyalım ve hep beraber düşünelim:

Soyu :
Hz.Muhammed Kureyş kabilesindendir. Zengin bir ailenin çocuğudur. Ailesi Mekke’nin yöneticilerindendir, ileri gelenlerindendir. Dedesi Abdulmuttalip Mekke’nin sayılı zenginlerindendir.
Babası Abdullah, annesi Amine’ dir. 

Doğumu ve Çocukluğu :
571 yılında Mekke ‘de dünyaya gelmiştir. İyi bir eğitim almak için Mekkeli zengin ailelerinin çocuklarının gittiği sütannelik (çocuk yuvası) kurumuna verilmiştir. (İslâm peygamberi; Muhammed Hamidullah; c.1 s. 25 )Eğitiminin tamamlanmasından sonra tekrar Mekke’ye dönmüştür. Ailesi tarafından geleceğin yöneticisi olarak yetiştirilmiştir. Bu durumda o okuması yazması olan birisidir diyebiliriz.  
Doğumundan önce babası Abdullah’ı, altı yaşında da annesini kaybetmiştir.
Annesinin ölümüyle sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’in, sonra da amcası “Ebu Talip” in yanında yaşamını sürdürmüştür.
Amcası Ebu Talip’in yanında ticaret hayatını öğrenmiş, Suriye, Habeşistan ve Yemen bölgelerine düzenlenen ticaret amaçlı düzenlenen kervanlara katılmıştır. 

Gençliği :
Hz.Muhammed, müşrik bir toplumda doğup büyümesine rağmen putlara tapmaz, doğruluktan ayrılmaz, yalan söylemez, kimseyi kırmazdı. Akıllı ve olgun davranışlarıyla, doğru sözlülüğü ve güvenilirliğiyle, liderlik vasfıyla,  Kureyşliler arasında saygınlık kazanmıştır. Bundan dolayı Mekkeliler ona “Muhammed-ül Emin” (Güvenilir Muhammed ) demişlerdir. Daha o yaşta saygınlığı herkes tarafından kabul edilen bir kişiliğe sahipti. 
Kâbe tamir edildi. Tavafın başlangıç köşesini belirtmek için Ebu Kubeys Dağı’ndan siyah bir taş getirildi (Hacer ül Esved). Yerine konulması sırasında sıkıntılar doğdu. Her kabile kendi reisleri tarafından taşın yerine konulmasını istiyordu. Kabileler anlaşamadılar. Çözüm için Hz. Muhammed’e başvurdular. O da kimseyi kırmamak için her kabilenin reisini davet ederek, hep birlikte Siyah Taşı yerine koydular.

Hılf’ul Fudul:
Hz. Muhammed 20 yaşında Hılf’ul Fudul Cemiyeti’nin /Derneği’nin yönetim kuruluna girdi: Erdemliler İttifakı demektir. 580'li yıllarda Arap kabileleri arasında süregelen savaşlar sonucunda ortaya çıkan anarşi ortamında, can ve mal güvenliğinin sağlanması, zayıf ve güçsüzlerin korunması, zulmün önlenmesi gibi amaçlarla, toplumda sözü geçen, saygın ve iyi niyetli kişilerin önderliğinde kurulan barış cemiyetidir.
Erdemliler İttifakı sadece tarihsel bir kurum değil, aynı zamanda, farklı dünya görüşlerine sahip olsalar da, temel ahlâkî ilkelerde anlaşan insanların zulmü engellemek için uzlaşmalarının bir toplumsal zorunluluk olduğunun ifadesi olarak değerlendirilmektedir.
Antlaşma yemini şöyledir:

1- Mekke’de, ister oranın halkından olsun isterse dışarıdan gelen insanlardan olsun, bir kişinin zulme uğradığını gördükleri zaman onunla birlikte olacaklardı.
2- Mazlumun hakkı zalimden alınıncaya kadar zalimin karşısında olacaklardı. Başka bir ifadeyle mazluma hakkı iade edilinceye kadar mazlumla bir tek el gibi -yekvücut- olacaklardı.
3- Deniz, bir tek tüyü ıslatıncaya kadar, Sebir ve Hira dağları yerlerinde kaldığı müddetçe ve maişette (mali durumda) tam bir eşitlik sağlanana dek bu maddeler geçerli olacaktı. (İslâm Peygamberi ;Muhammed Hamidullah;c.1.s.52, İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 141)
Evliliği
Hz. Muhammed 25 yaşında Hz. Hatice ile evlendi. O zaman Hz. Hatice de 28 yaşlarındadır. Hristiyan bir aileye mensuptur. Ticaretle uğraşan zengin bir kadındır ve çocukları olan dul bir kadındır. Eğitimini, Papaz Varaka b. Nevfel ve Osman ibn. Huveyris’ten almıştır. Bu evlilikten dördü kız ikisi erkek olmak üzere altı çocuğu oldu.  (İslâm Peygamberi ;Muhammed Hamidullah; c.1.s.60)

Peygamber oluşu :
Peygamber olmadan önce tek bir yaratıcının olduğunu düşünen Hz. Muhammed, zaman zaman Mekke yakınlarındaki Hira Dağı’na gider, burada düşünceleriyle baş başa kalırdı.
610 yılının Ramazan ayının 27. gecesi ilk vahiy kendisine burada ulaştırılmıştır. Mekke’ye 20 km. uzaklıktadır. Cirane Mescidi’nde vahyin geldiğini söyleyenler de vardır. Ci'râne Mescidi, Mekke ile Tâif arasında, Mekke'ye daha yakın bir mevki olup, burada aynı adı alan bir su kaynağı ve birbirine yakın su kuyuları vardır (Yâkût el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Beyrut 1977, II, 142).
İlk inen ayetler şöyledir:  “Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı bir kan pıhtısından yarattı!  Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti.…” (Alak Suresi 1-5)

İlk Müslümanlar :
Hz. Muhammed’in çağrısına uyarak O’na ilk tabi olanlara ilk Müslümanlar diyoruz. ‘Sen ne dersen doğrudur.’ dediler ve hemen Müslüman oldular. Ondan sonra da devamlı Peygamber’in destekçisi oldular. Bunlar: Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz. Ebubekir ve Zeyd’dir. 

Mekke Döneminde Meydana Gelen Olaylar :
İslamiyet’in giderek yayılmaya başlaması üzerine Mekkeliler, Müslümanlar üzerindeki baskı ve işkencelerini artırdılar. Bunun üzerine Hz. Muhammed, Müslümanlardan isteyenlerin Habeşistan’a göç etmesine izin verdi. Hristiyan Habeş hükümdarının adaletine inanıyordu. Muhtemelen ticaretle uğraştığı dönemlerde kral Necaşi ile teması olmuştur. 
Mekkeliler, Müslümanlarla her türlü ilişkilerini kesmişler, boykot uygulamışlardır. Bu durum üç yıl sürmüştür. Ancak, ticarî ilişki ve akrabalık bağları gibi nedenlerle boykot 3 yıl sonra kaldırılmıştır.

Sevgili eşi Hz. Hatice ile sevgili amcası Ebu Talip aynı yıl içinde öldüler. Bu ölümlerden sonra Mekkelilerin Müslümanlar üzerindeki baskıları arttı. Bunun üzerine Hz. Muhammed, hem sıkıntılardan biraz da olsun uzaklaşmak ve İslamiyet’i yaymak hem de güvenilir bir yer bulmak amacıyla Taif şehrine gitti. Ancak Taifliler Hz.Muhammed’e iyi davranmadılar. ‘Anlattıkların doğru olsaydı Mekkeliler ve akrabaların sana inanırlardı.’ dediler ve Taif’ten kovdular. 

Hz.Muhammed Taif dönüşü Mekke’ye giremedi. O zamanın örfüne göre, İzinsiz Mekke’yi terkedenler geriye dönerlerse bir kişinin kefaleti olmadan Mekke’ye giremezlerdi. Peygamberimiz Mekke’ye Mut'im bin Adiyy'in himâyesinde girmiştir. Mu’tim müşriktir. Ancak adalet sahibi mert ve cesur bir müşriktir. 

Akabe Biatları (Sözleşme):
Taif deneyiminden sonra Hz. Muhammed, ticaret ve Hac ibadeti için Mekke'ye gelen yabancılara tebliğ yapmak istedi.  Açıktan bu görevini yerine getiremediği için Mekke’nin gözden ırak köşelerine çekiliyor davet çalışmalarını oralarda yapıyordu. Amacı mümkün olduğunca çok insana ulaştırmaktı. Bundan dolayı Mekke’ye gelen her kafileye yaklaşıp onlara İslâm’ı anlatıyor ve kendisini ülkelerine davet etmelerini istiyordu. Medine’den gelen ve Hz. Muhammed’in anne tarafından akrabası olan Hazreç kabilesine mensup altı kişiyle görüştü. Hac ibadeti için Mekke’ye gelmişlerdi.  Görevini anlattı onlara, onlar da dikkatli bir şekilde dinlediler. Evs Kabilesi’yle de problemli oldukları için Hz. Muhammed’in teklifine sıcak baktılar. Prensipte İslam'ı kabul ettiler ve Hz. Muhammed’e bağlı kalacaklarına ve sözlerini tutacaklarına da söz verdiler. Bu olaya ”I. Akabe Biatı denilir (M.S.621).” Ancak kabile halkıyla istişare etmeleri gerekiyordu. Mekke'den dönüşlerinde duyduklarını Medine halkına anlatmaya başladılar. 

Bir senelik çalışmanın sonunda Medine'den 72 kişi geldi (622). Hz. Muhammed’le Akabe’de bir araya geldiler. İslamiyet’in buyruklarını yerine getireceklerine ve Hz. Muhammed’le birlikte çalışacaklarına dair yeniden akitleştiler. Ve Hz. Muhammed'i Medine’ye davet ettiler. Bu olaya da II. Akabe Biatı denir. Akabe Biatları, Müslümanların Mekke’den Medine’ye göç etmesine zemin hazırlamıştır. 

Hicret(622-Eylül):

Hz. Muhammed’in, Müslümanlarla birlikte Mekke’den Medine’ye göç etmesine “Hicret” denir.
Mekke’den Medine’ye göç edenlere “Muhacir”, Medine’de onları karşılayıp yardım edenlere “Ensar”  denir. Peygamberimiz önce yol arkadaşı olarak Hz. Ebu Bekir'i seçti. Kendisinde bulunan emanetleri sahiplerine teslim etmek için de Hz. Ali'yi yerine vekil tayin etti. sonra da Hicret için bir plan hazırlandı ve sonuna kadar bu plana sadık kaldı. Planı yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir’le birlikte yaptılar. Plana göre; Mekke’den Medine istikametine değil ters istikamete doğru yola çıkılacaktır ve Sevr Mağarası'nda 2 gün kalıe Anayasası (Emirnamesi) hazırlanarak uygulamaya koyuldu
4-Hz. Muhammed, Medine’deki Arap ve Yahudi kabileleriyle görüşerek toplumsal barışı sağladı.
5-Böylenacaktır. Bu arada Mekke’de ne olup bittiğini Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman ve kızı Esma gizlendikleri mağaraya getirecektir. Beraberlerinde yiyecek ve içecek de getireceklerdir. Üçüncü günün sabahında Abdullah b. Uraykıt 2 deve ile birlikte Sevir Mağarası’na gelecek ve onun rehberliğinde Medine’ye doğru yola çıkılacaklardır. Bütün bu hareketlilikten dolayı meydana gelen ayak izlerini de Ebu Bekir’in çobanı Abdullah b. Fuheyra koyunlarını Sevr’e doğru sürerek kaybettirecektir. Plan harfi harfine uygulanmış ve Hz. Muhammed de böylece Medine’ye vasıl olmuştur. 

Sonuçları :
1-Hicret’ten sonra İslamiyet hızla yayılmaya başladı.
2-Hz. Muhammed ve Müslümanlar, Mekkelilerin baskısından kurtuldu.
3-Medince Medine Site Devleti’nin temelleri atılmış oldu.
6-Hicret Hz. Ömer tarafından Hicri takvimin başlangıcı olarak kabul edildi.

Devam edecek



Rüştü Kam

7 Aralık 2015 Pazartesi

VAHY-İ GAYRİ METGLÜV 2015

Müslümanların çektikleri sıkıntılardan biri de vahy-i gayri metlüv anlayışındaki istismardır. Kur’an dışı vahiy. Yazılıp okunmayan vahiy demektir. Şeyhliğini ilan edenler, kendilerine vahiy geldiğini söyleyerek Resul olduklarını iddia edenler, ilham alarak Allah’ın vahyine muhatap olduğunu söyleyen keramet ehli(!) veliler bu Kur’an dışı vahyin ürettiği insanlardır. İhsan Eliaçık konuyu çok güzel bir şekilde işlemiş. Okuyalım:

“Dikkat ederseniz, “insanın Allah ile konuşması” pek garipsenmez de, “Allah’ın insan ile konuşması” garipsenir hatta infialle karşılanır. Acaba neden? Çünkü sütten ağzımızın yandığı için artık yoğurdu üfleyerek yemekteyiz…
Yani “İstismar edilir, önüne gelen peygamberlik iddia eder” gerekçesiyle Allah’ı dilsiz bir Tanrı haline getirmek pahasına “Allah kimseyle konuşmaz” demekteyiz. Oysa Kur’an “Allah beşerle konuşur…” diyor. (Şura 51-52).

Yaşayan Kur’an esprisi çerçevesinde, bu konuşmanın bugün de oluyor alması lazım. Aksi halde bu ayetin bugün için bir anlamı kalmıyor ve boşluğa düşüyor. Hâlbuki Yaşayan Kur’an esprisi, Kur’an’ın hiçbir ayetinin boşluğa düştüğünü kabul etmez ve realitede bir şekilde karşılığını arar…

Peki o zaman sorun nedir?
Allah ile konuşma “dindarın” dili olarak kalsa sorun değil; “simsarın” dilinde sorun oluyor.
Ne demek dindarın dili, simsarın dili?
Dindarın dili, Kur’an’a paralel olarak her şeyi Allah üzerinden anlatan bir dildir: “Allah yardım etti, Allah korudu; verilmiş sadakamız varmış, Allah ile mazlumun arasında perde yoktur, Allah ‘Yürü ya kulum’ dedi, Allah söyletti” vs. diye konuşur. Gündelik hayatta çokça kullanırız; kimse bunu sorun etmez.

Fakat simsar, bu dilden misyon çıkarır. Örneğin profesyonelce “Bunu Allah ‘bana’ söyledi/yazdırdı” diyerek kendine özel hale getirip tekelleştirir.
Dindarınki anonim bir dildir. Sadece kendisine yönelik anlamaz. Havayı herkesin soluması gibi Allah’ı da herkesle konuşur görür. Nefes alıp verdiğimiz hava nasıl tek bir kişinin tekeline alınamazsa, ilahî nefes (konuşma/sesleniş) de tek bir kişinin tekeline alınamaz. Her meselenin Allah üzerinden anlatılması bu kavrayış nedeniyledir ki tamamen doğrudur.
Simsarınki ise kişiye özeldir, tekelcidir. Allah başkasıyla değil; sadece onunla konuşmuştur ve ona bunları özel olarak yazdırmıştır. Dindar simsara adeta şöyle der: Allah her kuluna ilham eder, söyletir… Neden sadece sen?”

Kur’an böyle simsar örnekleriyle doludur. Başta müşrikler olmak üzere Yahudilerin, Hristiyanların ve bir çok eski dünya dininin, Allah’a yakıştırmalarda bulunduklarını, iftiralar attıklarını yani demediği şeyi uydurduklarını söyler. Allah’ın öyle demediğini, yakıştırmalarından uzak olduğunu ısrarla vurgular.
Şunu demek ister: Evet, Allah “Yaşayan ve Konuşan Tanrı”dır. İnsanlarla konuştu/konuşuyor. Fakat o iddia ettikleri gibi değil. Onlar yalan söylüyor, iftira atıyor!
Yani Allah’ın insanlarla konuşmadığı/konuşmayacağı değil; konuştuğu/konuşacağı ve fakat öyle demediği/demeyeceği vurgulanır.
İşte bunun için İslam dil, tarih ve kültür evreninde insanın Allah ile konuşma (yakarış, dua, istek, dilek) kapısı açık tutulurken, tersi kapatılmıştır. Güvenlik gerekçesiyle içtihad kapısının kapatılması gibi, istismar gerekçesiyle de Allah’ın insanla konuşma kapısı kapatılmıştır. Sanki biz kapatmakla kapanıyormuş gibi…
Hal böyle olunca, Allah, boyuna susan dilsiz bir Tanrı gibi olmuştur. Artık karşınızda “ebedi sükûnete” çekilmiş, adeta emekliye ayrılmış, yeryüzünde kıyametler kopsa, mahşerler kudursa da susan ve hep susacak olan bir Tanrı vardır.
Hâlbuki Kur’an Allah’ın “Yaşayan” (Hayy) ve “Konuşan” (Mütekellim) bir Tanrı olduğunu ısrarla vurguluyor. İnkârcıları ise “ölmüş tanrılara” (16/20-21) ve dualara icabet bile edemeyecek “dilsiz tanrılara” inanmakla suçluyor. Örneğin Hz. İbrahim bu dilsiz tanrılar için soruyor: “Şu en büyüğüne sorun bakalım, eğer dili varsa?” (Enbiya; 21/63)

Görülüyor ki Kur’an’ın tanrısı, gündelik hayatla ilgilenmeye tenezzül etmeyen, göğün derinliklerinde sessiz sükûnete çekilmiş, vurdumduymaz ve keyfemayeşa bir tanrı değildir. Bilakis aktüel hayatın içinde, olaylara anbean tepki veren, acılara, ızdıraplara, yakarışlara, dualara son derece duyarlı, ilkeleri olan, icabında insanların gören gözü, işiten kulağı, haykıran sesi, yürüyen ayağı olabilen, yaşayan, konuşan, “insanlıkla birlikte yürüyen” dinamik bir tanrıdır.
Böylesi bir tanrı anlayışında, Allah’ın susması veya konuşsa bile bir dönemden itibaren bunu sona erdirmiş olması, bir daha zinhar kimseyle tek kelime etmemiş ve de etmeyecek olması düşünülebilir mi?
Tam tersi Allah insanlarla hep konuştu, konuşuyor, konuşacak!
Tarih boyunca hiç susmadı, susmuyor, susmayacak!
Çünkü biz yaşayan (Hayy) ve konuşan (Mütekellim) Allah’a inanıyoruz.
Dindarın dili bunu ifade ediyor.

Hem insana şahdamarından daha yakın olan, insana fucuru ve takvayı (seçecek yeteneği) ilham etmekte olan, tüm zamanlarda ve mekanlarda “Yaşayan ve Konuşan Tanrı”ya (Hayy, Mütekellim) inanacaksınız, hem de O’nun insanlıkla konuşmasını yedinci yüzyılda sona erdirdiğini söyleyeceksiniz!?
Burada bir sorun yok mu?
Var var olmasına da, bu seferde “Her Allah benimle de konuştu/konuşuyor diyene peygamber mi diyeceğiz?” sorusu bizi bekliyor…

Peki bu sorunu nasıl çözeceğiz?
Kanımca yukarıda bahsettiğim “dindarın dili” bu sorunu çözme potansiyeline sahiptir. Onu geliştirmeli, derinleştirmeli ve işlemeliyiz. Öyle bir şey olmalı ki hem Allah herkesle konuşuyor olmalı, hem de her konuşana peygamber denmemeli!
Böyle olursa ancak hem Allah, hem de peygamberlik gereği gibi takdir edilmiş olur. Aksi halde, şu ana kadar yapıldığı gibi “İstismar olur, önüne gelen peygamberlik ilan eder” gerekçesiyle Allah’ı dilsiz bir Tanrı yaparız.
Böylesine hayati bir konunun Kur’an’da ele alınmamış olması düşünülemez herhalde, değil mi?
Kur’an’ın bu konuya özel bir önem verdiğini ve esaslı bir açıklama yaptığını görüyoruz. Burada ne dendiğini iyi anlarsak, hem Allah’ın herkesle konuşuyor olduğunu, hem de her konuşulanın peygamber demek olmadığını kavramış olacağız.

Bakın nasıl…
“Allah beşerle ancak vahyederek konuşur yada/yani perde gerisinden yada/yani dilediğini ona vahyedeceği bir elçi seçerek konuşur. Allah çok yücedir, çok bilgedir. İşte sana da iş ve oluş deryamızdan hayat veren bir mesaj vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Ama Biz bu hayat veren mesajı ışık saçan bir aydınlık yaptık. Onunla kullarımızdan lâyık gördüğümüzü doğru yolda yürüteceğiz. Sen de bu doğruluk ve dürüstlük yolunda yürüyorsun; bundan hiç şüphen olmasın.” (Şura; 42/51-52)

Görüldüğü gibi ayette birbirini açan üç konuşmadan bahsediliyor: İlham ederek (vahyen), perde gerisinden (verâi’l-hicâb) ve elçi seçerek (yursile resûlen)…
Kanımca bu ayet son derece dinamik, yaşayan, aktüel bir durumu betimliyor. Yani Allah’ın tarih boyunca ve elân (şimdi, şu an) insanlıkla ne tür bir iletişim (mukâleme) içinde olduğunu anlatıyor.
Şimdi, genelden özele, çoktan aza, anonimden kişisele, en genişten en dar çerçeveye doğru birbirini tefsir eden ve her biri bir iletişim demek olan bu “konuşma derecelerini” bakalım:

İLHAM EDEREK: Vahiy “fısıldamak” demek olduğuna göre yani fısıldayarak, insanoğlunda içsel bir ses oluşturarak, vicdanının sesini dinleterek konuşur. Ya da ilham “yudumlamak” demek olduğuna göre yani suyu yudumlayarak içmemiz gibi yudum yudum insanoğlunun içine ilham düşürerek, akıl ve fikir doğurarak, takvayı ilham ederek konuşur. Konuşmanın bu derecesi istisnasız her beşerde vardır.
Buradaki “vahiy” kelime anlamında ve “ilham” manasında kullanılmaktadır. Çünkü vahiy aynı zamanda ilham demektir. Sonraki resul seçerek konuşmada bir kez daha kullanılan vahiyle karışmasın diye “ilham” sözcüğünü kullanıyoruz. Oysa bu da bir tür konuşmadır…
Bu tür vahiy/ilham tüm canlılarda var olan fıtratı ve doğallığı ifade eder. Zira tüm böcek, hayvan ve her kımıldayan canlı Kuran’ın vahiy/ilham dediği içgüdüsel bir güç taşır. Zekeriyya’nın arkadaşlarına vahyi (19/11), şeytanlar arasında vuku bulan vahiy (6/ 112- 121), Allah’ın arıya (16/68), göklere (41/12), yeryüzüne (95/5), Musa’nın annesine (20/38) vahyetmesi, fucuru ve takvayı ilham etmesi (91/8) gibi… Böylece her varlık mertebesinde farklı bir aşama muhafaza edilmekle birlikte içgüdüsel (doğal) vahiy/ilham, insanda akıl, vicdan, gönül, yürek ve zihin ile aynı kategoriye konulmuş olur.
Nitekim bir hadiste “Kim içinde hakka(gerçeğe/adalete), hayıra (erdeme) ve iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah’tandır ve hemen Allah’a hamdetsin. Kim de içinde kötülük ve inkara çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah’a sığınsın.” buyurulur. (Tirmizi; Tefsir, 2991).

Demek ki insanoğlunun içinde varolan iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, gerçeğe, adalete ve merhamete dair bütün doğal vahiyler/ilhamlar (içsel sesler) Allah’tandır. “İster Allah deyin, ister Rahman bütün güzel isimler O’nundur.” ayetinde geçtiği gibi, ister doğulu ister batılı, ister güneyli ister kuzeyli, ister Müslüman ister Hristiyan, ister Arap ister acem “vicdandan gelen” her ses O’ndandır. Allah bu noktada istisnasız her insanla “vicdanının sesi” yoluyla konuştu/konuşuyor. Fakat çoğu insan bunun farkında değil. İçindeki bu sesi uyutmakta ve batıl bağımlılıklara kendini kaptırarak köreltmekte, karartmaktadır.
Bize düşen birbirimize bu içsel sesi (potansiyeli) hatırlatmaktan (zikr) ibarettir. Yoksa kendi içsel sesimiz üzerine tekel kurup, “Başka kimsede yok, bu sadece bana özel” demek değil…
Kur’an’da “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” (Elestü birabbikum) diye sorulup “Dediler ki evet” (Galu bela) diye cevap verilen diyalog, Allah’ın insanoğlunun iç dünyası (ruhu, fıtratı, vicdanı) ile temsilî konuşmasıdır. Her insanda varolan bu fıtrî potansiyeli (doğal vahyi/ilhamı) hatırlatır. (Bkz. ‘Galu beladan beri Müslümanım’ ne demek” başlıklı makale).
Demek ki ayet, Allah’ın insanla nasıl konuştuğuna dair ilk önce genelleme yaparak, bütün herkeste varolan doğal potansiyele atıfta bulunarak başlıyor. Bu bir insana örneğin “Sen doktor, mühendis veya genetik uzmanı olabilirsin. fıtratında/doğanda bu var.” demeye benzer… Arkasından “Fakat bunu geliştirmelisin, bu yönde derinleşmelisin (perde gerisine inmelisin). Böylece alanının uzmanı, yıldızı (elçisi) haline gelebilirsin.” demek gelecektir.

Buradaki durumu Peygamberimizin “Kim içinde hakka(gerçeğe/adalete), hayıra (erdeme) ve iyiliğe çağıran bir ses duyarsa” ifadesi ne güzel açıklıyor. Anlatmaya çalıştığım tam da bu.

PERDE GERİSİNDEN: Verâi’l-hicap gizli, gömülü, saklı olanın içine girmek, derinine dalmak demektir. Dikkat edilirse evrende her şey sanki bir perde ile örtülmüştür. İnsan bedende, tohum toprakta, meyve ağaçta, civciv yumurtada, mineraller suda gizlidir. Ortalama insanlar bunları yüzeysel görür. Fakat bu perdeyi aşıp, gerisine inebilenler orada işleyen düzeni görürler, onun bilgisine ulaşırlar. Yeni mekanik düzenin bir mucidi, evrenin şimdiye kadar gizli kalmış yönlerini ortaya çıkaran bir kâşif, güzel bir senfoni yazan müzisyen vb. bunların tümü kendi alanlarında perde gerisine inmiş kişilerdir. Allah onlarla da keşfettikleri şeyler yoluyla konuştu/konuşuyor. Zaten “keşf” perdeyi kaldırmak demektir.
Simsarın dili ilk burada ortaya çıkar. Bazı insanlar birinci şıktaki doğal vahiy/ilhamdan öte, perde gerisine indiklerini, aradan perdeyi kaldırarak bazı şeyleri keşfettiklerini, kendilerine özel vahiy/ilham geldiğini söylerler ve bundan dolayı kendilerine özel bir misyon biçerek simsarlaşabilirler.

Bunu anlamak için perde gerisine inmenin yani keşfin test edilebilir olması gerekir. Yani perde gerisine indiğini iddia eden kişinin, aynı tecrübenin başkaları tarafından da tekrarlanabilir olduğunu ispat etmesi gerekir. Örneğin suyun 99 derecede kaynadığını, yer çekimi kuvveti olduğunu perde gerisine inerek (görünenin ötesine geçerek) keşfettiğini iddia eden birisi, aynı keşfi herkesin görebileceği şekilde ispat etmesi gerekir. İspat edemezse iddiası sadece kendini bağlar.
Aynı şekilde Allah ile perde gerisine inerek (keşf yoluyla) konuştuğunu ve kendisine bilgi verildiğini iddia eden birisi de, bunu, herkesin tecrübe edebileceği şekilde ispat etmesi gerekir. Aksi halde söylediği sadece kendini bağlar. Bunu peygamberlikten ayırmak için kelam kitaplarında “İlham, keşf ve rüya ‘dinde’ delil olmaz” denmiştir ki az sonra gelecek…

ELÇİ SEÇEREK: Vahiy birinci şıkta kelime anlamıyla ve ilham manasında kullanılırken burada ıstılahi (terim) anlamında kullanılmaktadır. Vahyin/ilhamın en üst derecesidir. En üst derecede fıtrî/doğal melekelerin tümü birden kendisinde uyananlar, insanların liderleri ve rehberleri olurlar. Bu liderler insan hayatının dini ve dünyevi her alanında görülürler. İstisnasız tümü aydınlanmaya ulaşırlar. Her biri kendi alanının yıldızı (elçisi) haline gelirler. Peygamberin bunlardan farkı çalıştıkları alanın farklı olmasıdır. Manevi tabipler olan peygamberlerin ilk ve asıl fonksiyonu insanların manevi ve ahlaki hayatlarını yeniden kurmak ve düzenlemektir.
Demek ki bu derecede vahiy insanın vicdan, akıl, gönül, yürek, kalp ve zihin kapasitesinin tümünün birden “taşması” sonucu ortaya çıkıyor. Bu durumda Allah, benliği genişleyen, iç dünyası taşan kişi ile ilişki kuruyor ve onun temiz vicdanı ve saf yürek temizliği üzerinden insanlığa sesleniyor. Peygamber bu sesleniş ile tarihin meydanına çıkıyor ve kendini peygamber olarak dünyaya tanıtıyor. İddiasının arkasında durarak gerekirse savaşıyor. Böylece peygamber tıpkı arı gibi “Rabbinin yollarında yürüyor.”

Şu halde Müslüman da tıpkı arı gibi Allah’ın yolunda yürümelidir. Aslında Allah bu yolu insanlığa göstermekte (hidayet) ve doğru yolda yürümek için bize Kuran’ın ta ilk başında fatiha suresinde dua ettirmekteydi; “Bizi doğru yolda yürüt”. İşte o yürüme bu yürümedir. Arının yaptığını yapmalı ve tabiî ve fıtrî olan yollardan yürümeliyiz. Bu yol aynı zamanda Kur’an lisanında “ahd-i misak” olarak tanımlanmıştır. Yani vicdanen, fıtraten, yaratılıştan bizde var olan fıtratın, vicdanın sesinin, sağduyunun, Âdeme öğretilen esmanın yolundan yürümek… Sık sık vicdanımıza dönmek ve buradan gelen sese (galu bela) kulak vermek… İşte vahiy bu sesin bir “el-emin” de zaman, mekân ve şartlar iyice kıvama erdiğinde, derunî bir varoluş sancısı ve yüksek derecede bir metafizik gerilimle fışkırıp taşmasıdır. Bu taşma hem vicdanın ve merhametin insanoğlunda canhıraş çığlığa dönüşmesi, hem de Allah’ın bir el-eminin saf yürek temizliği üzerinden insanlığa seslenişidir.

Bu durumda “Arı bal yaptı” dememizle “Allah bal verdi” dememizin aslında aynı şey olması gibi, “Vahiy peygamberin vicdanından taştı” demekle “Allah peygambere vahiy gönderdi” demek bir ve aynı şey olur. Yani peygamberlik bir yüzüyle tümden kesbî, öteki yüzüyle tümden vehbîdir. Bu ikisi aynı anda, (hemdem, senkronik) olmaktadır. Tıpkı doğal dilde “Kısırdım, on yıl çocuğum olmadı. İlaç tedavisi gördüm. Sonunda tüp bebek tedavisi ile çocuğum oldu” demenin, dindarın dilinde “Allah bizi on yıl imtihan etti, sonra nur topu gibi bir çocuk ihsan etti”ye dönüşmesi gibi. Aslında bu ikisi aynı şeydir… Yine tıpkı “Yağmur yağıyor” demekle “Rahmet yağıyor” demenin aslında aynı şey olması gibi… İbn Rüşd’ün tabiriyle söylersek, ilki bürhanî (doğa, akıl, felsefe, bilim) dili, diğeri hatabî (din, vahiy, manevî) dildir ve her ikisi de aynı memeden süt emmektedirler.
Bunlar arasında çelişki yoktur. Bu nedenle “Vahiy vehbî mi kesbî midir?” diye tartışanlar yanılıyorlar. Bu ikisi aslında aynı şeydir. Bir gerçeğin iki ayrı yüzü; iki ayrı dille ifade ediliş biçimidir.
Son günlerde Abdülkerim Suruş’un tartıştığı biçimde söyleyecek olursak “Kelâm-ı Muhammed” ile “Kelâmullah” bir ve aynı şeydir. Kur’an’ın kendisine hem Kavli Resulin Kerim (şerefli bir peygamberin sözü) (69/40), hem de Allah’ın Kelamı (2/75, 9/6) demesi bunu gösterir…

Yeri gelmişken usule dair bir ara hatırlatma: Fizik-fizik ilişkisi ile fizik-metafizik ilişkisini kurmada aynı mantığı kullanamayız. Yani doğa-insan, insan-insan, tarih-insan ilişkisi düz mantık dediğimiz surî mantıkla kurulabilir. Fakat Allah-insan, Allah-alem, Allah-peygamber ilişkisinde bu mantık geçersizdir. Burada paradox dediğimiz çelişik mantık kullanılır. Düz mantık “ya bu ya şu” diye işleyen mantıktır. Çelişik mantık ise “hem o hem bu” şeklinde işler.
Örneğin “Vahiy peygambere mi aittir (kesb) yoksa Allah’a mı aittir (vehb)” sorusunu düz mantıkla çözmeye çalışırsanız baltayı taşa vurursunuz. Aynı şekilde “Kulun fiilleri insana mı aittir (ihtiyar) yoksa Allah’a mı aittir (kader)” sorusu da böyledir. Çünkü konu Allah-peygamber, Allah-insan ilişkisi ile ilgilidir. Klasik kelam okulları (Eş’ari-Mutezile) düz mantıkla bu ilişkiyi çözmeye çalıştıkları için baltayı taşa vurmuşlardır. Hala aynı mantığı sürdürüp durmanın ne manası var?

Şu halde…
Allah insanla tarih boyunca konuşmuş, şimdi de konuşmaya devam etmektedir. Yaşayan ve konuşan Tanrı’ya inanıyorsanız bu böyledir. Kur’an bunun ne şekilde cereyan ettiğini aktarmaya çalıştığımız konuşma biçimleri (doğal vahiy/ilham, perde gerisini keşf, elçi seçerek vahiy) ile açıklıyor.
Bunların hepsi Allah’ın insanla konuşmasıdır. Bütün insanlar, meslekler ve sanatlar için geçerlidir. Etrafınıza bakın her insanın doğumundan ölümüne bu süreci takip ettiğini görüsünüz.
İnsanoğlu önce bir beşer olarak doğal potansiyel (akıl/vicdan/vahiy/ilham/keşf) ile doğar. Bir çok insan bunları içinde uyutur. İnsanların ancak bir kısmı derine dalar yani perde gerilerine inip bunları inkışaf ettirir. Bunların içinden de daha az kısmı bu yolda ilerleyerek derinliklerine daldığı alanın uzmanı, yıldızı, söz sahibi, bir numarası, elçisi olur. Bunlar dini ve dünyevi bütün alanlarda görünürler ve böylece insanların önderleri, liderleri, rehberleri olurlar.
Ele aldığımız ayette, insanoğlu ile bu türden ilişki süreçleri anlatılmaktadır. Bunu, sadece Ortadoğu’daki İbrani ve Arap kültürünün kodları içine hapsederek anlamak yerine bütün insanlığı kapsayacak şekilde açmalıyız. Çünkü Allah’ın İbranilerle veya Araplarla değil; “beşer” ile konuşmasından bahsediliyor.

Bu süreçleri Hz. Peygamber’in hayatına uygularsak durum şöyle olur: Her insan gibi Hz. Muhammed de bir beşer olarak doğmuştur. Ayette geçen Allah’ın bir beşerle konuşma süreçlerini yaşamıştır.
0-35 yaş arası dönem, ayetin ilk şıkkındaki doğal vahiy potansiyeli taşıyarak yaşadığı dönemdir. Bu dönemde Hilfu’l-Fudul’e girmiş, iyilik, doğruluk ve adalet adına bir çok iş, icraat ve söylemde bulunmuştur. Hepimiz gibi bu dönemde iyilik ve adalet adına söylediklerinin tamamı Allah’tandı.
35-40 yaş arası beş yıllık dönemde dağlara çekilerek derinlere dalmıştır. Yani perde gerisine inerek bir takım keşfler yaşamış, kendi iç dünyasına dönmüş, yalnızlığa bürünmüş (müddessir) ve vicdanının sesini dinlemiştir.
40-63 yaşları arasındaki 23 yıllık dönemde ise, tabiri caizse dini, ahlaki ve manevi alanın yıldızı haline gelmiş, büyük ve ağır sorumlulukların altına girmiş (müzzemmil) ve elçi seçilerek kendi halkı üzerinden tüm insanlığa seslenmiştir.
İslam kültür muhitinde böyle öne çıkan (seçilen) yıldız kişilere değişik derecelerde övücü isimler verildiğini görürüz: Fahr-i Kainat (Evrenin övüncü), Necmuddin (Dinin yıldızı), Seyfullah (Allah’ın kılıcı), Kelimullah (Allah’ın sesi), Halilullah (Allah’ın dostu), Habibullah (Allah’ın sevgilisi), Esedullah (Allah’ın arslanı), Nuru’l-Hakk (Gerçeğin/adaletin ışığı) vb.
Bunların hepsi dindarın dilinde anonimdir yani bir işte öne çıkmayı, o alanda yıldız haline gelmeyi (elçi seçilmeyi) ifade eder.

Demek ki ayette, Allah’ın beşerle konuşma dereceleri genelden özele doğru birbirini açarak betimleniyor: ilham (doğal vahiy), keşf (perdeyi kaldırma) ve özel vahiy (elçi seçerek)… İlki tüm insanlara, ikincisi alanında derinleşenlere, üçüncüsü de seçilmiş peygamberlere mahsustur.
Bunların üçü de Allah’ın beşerle konuşmasıdır. Aralarında derece ve yoğunluk farkı vardır. Nitekim Hz. Peygamber “Mü’minin rüyası, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür.” (Buhari: Ta’bir 4; Muvatta: 1, (2, 956) yahut “İ’tidal (adaletli olmak), teenni (ileriyi düşünmek, tedbirli gitmek), hal ve gidişi iyi olmak peygamberliğin yirmi dört cüzünden bir cüzdür.” (Muvatta: Şi’r, 17; Ebu Davud: Edeb, 2) derken bunu anlatmaktaydı.
İnsanoğlu (beşer) bu şekilde iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, sevgiye, merhamete, gerçeğe ve adalete dair- aralarında derece ve yoğunluk farkı olmasına rağmen- her ne şey söylüyorsa Allah’tandır: Şairler ilham alarak, filozoflar fikir üreterek, arifler müşahade ederek, bilim adamları keşfederek, peygamberler vahiy alarak…

Bunlar arasında “dinî” anlamda bağlayıcı olan yalnızca peygamberin vahyidir. O da, insanlıkta doğru namına ne kalmışsa hepsini tasdik edip sürdüren (el-Musaddık) Kur’an’da toplanmıştır.
Demek ki vahiy (ilahi fısıltı/ilham/ses) herkese açıktır; fakat her vahiy alan peygamber değildir!
Peygambere gelen vahiy, içerik bakımından değil; kaynak bakımından test edilemez olduğu için, muhataplarının ölçüp biçme ve inanıp inanmama özgürlüğü vardır. Zira dinde zorlama yoktur! Peygambere gelen vahiy tarihin, hayatın ve tabiatın gerçekleri ile çelişmez. Başka bir deyişle kavlî ayet kevnî ayetle ters düşmez. Birbirini açar, tefsir eder
Keza Şah Veliyyullah Dehlevi’nin tasnifi ile yeryüzünde hak dinin şiarları; Kur’an, Hz. Muhammed, Kabe ve Namaz yeryüzünden silinip gitmedikçe (nesh) yeni bir peygambere gerek yoktur, ihtiyaç da yoktur. Bilakis peygamberi söylemlere ve eylemlere ihtiyaç vardır.

Yani onun getirdiklerini, yine onun izinden yürüyerek yeniden dünya gündemine taşıyacak, tıkanıklıkları aşacak, donmaları çözecek, türedi tabuları yıkacak, haham zincirlerini kıracak, hurafeleri temizleyecek yenilenmelere (tecdid) ihtiyaç vardır. Hak dini olanca sadeliği, basitliği, akla ve vicdana hitap ederliği ve tüm insanlığı gözetirliği ile ortaya koyacak yeniden inşalara ihtiyaç vardır. Ki bu da oturup mehdi, mesih, peygamber beklentileriyle değil; kollektif bir çabayla yani onlarca, yüzlerce yenilikçinin (müceddid) gayreti, alın teri, emeği, söylemi ve eylemi ile başarılabilecek bir iştir…
Peygamberi söylemler ve eylemler, kendinden önceki peygamberleri tasdik etmeleri, onlarla aynı kandilden konuşmaları (söylem birliği), aynı inanç ve ilkeleri getirmeleri (iman ve amel birliği), erdemli ve dürüst (el-emin) bir hayat sürmeleri ve yaptıkları karşılığında ücret istememeleri (dinden servet yığmamaları) ile tanınırlar…

Dikkat ederseniz, her Âdem (beşer/insan), nefes alıp verme yoluyla havayı solur. Böylece yaşam soluğu (ruh) her Âdeme hayat bahşeder, can verir… Keza üzerine ölü toprağı serpilmiş her halka Allah, hayat (ruh) dolu mesajlarla yaşam bahşeder, can verir. “Allah Âdem’e ruhundan üfledi (üflüyor)” bu demektir. Zira her insan bir Âdem, her halk da bir Âdem topluluğudur.
Keza her Meryem, rahminde (sevgi ve merhamet yuvası) besleyip büyüterek yeni bir can doğurur. Böylece Nefes-i Rahmânî (sevgi ve merhamet nefesi/soluğu) her kadın rahminde yeni yaşamlar yaratır. “Allah Meryem’e ruhunu ulaştırdı (ulaştırıyor)” bu demektir. Zira her doğan nasıl bir Âdem ise, her doğuran da bir Meryem’dir. Bunun için de her doğan çocuk (İsa) da Âdem gibidir.
Ve her insan, iç dünyasında iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, sevgiye, merhamete, gerçeğe ve adalete dair vicdanî sesler duyar. Buradan ilhamlar alınır, karanlığın perdeleri yırtılır ve bir tanyeri (fecr) atanda nice güneşler doğar. Böylece insanlıkta nice büyük destanlar yazılır. “Allah beşerle… konuşur” da bu olmak icap eder.

Bütün bunlar dün oldu, bugün oluyor, yarın da olmaya devam edecek: “O, her an bir iş ve oluşta…”, “Sürekli oluş (kevn) ve yeniden yaratılış (halk-ı cedid) halinde…”
Yaşayan (Hayy), yaşam/ruh veren (Muhyi) ve konuşan (Mütekellim) Tanrı yalnızca Allah’tır!
Diğerleri ölmüş, ruhsuz ve dilsiz birer putturlar! İnsanlığın acı ve ızdıraplarına cevap veremezler. Ne ilham ederek, ne karanlığın perdelerini yırtarak, ne de güneşler, yıldızlar doğurarak insanlıkla birlikte yürüyemezler.

Oysa Allah insanoğlunun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı ve haykıran sesi olur. (Buhari; Rikak 38). Böyle binbir çeşit esması ile hiç durmadan zuhur eder.
Allah’ın kapıları her insana açıktır. İnsandır Allah’a kapısını kapatan!”