16 Mart 2015 Pazartesi

8 Mart Dünya Kadınlar Günüdür



Rüştü Kam

8 Mart, kadınlar günü olarak kutlanıyor. 8 Mart 1857 tarihini esas alırsak, yani, bugünün kutlanmasına vesile olan çoğu kadın 129 işçinin öldüğü günü. Bugünün kadınlar günü olarak kutlanması bana mantıklı gelmiyor. Ortada bir ölüm var ve biz o ölümü kutluyoruz sanki.

Böyle de olsa,  kadınların hak elde etmek için organize olmaları takdire şayandır. Gasp edilen haklarını elde etmek için programlar düzenlenmesi elbette alkışlanacak bir durumdur. Ortaçağ Avrupası’nda insan olarak bile kabul edilmeyen kadınların 21.yy.’da hak aramaya çıkmaları gurur vericidir. Kadınlar, Avrupalı erkeklere önce insan olduklarını kabul ettirmişler, arkasından da insan haklarından istifade etmenin yollarını aramaya çıkımışlar, bu onurlu brir mücadeledir.

Ancak bu onurlu mücadele hiç bir kadını ötekileştirmeden yapılmalıdır. İnancından dolayı, ırkından dolayı bulunduğu mevkiden dolayı hiçbir kadın dışlanmamalıdır. Mücadelelerinin temelini sadece insan hakları oluşturmalıdır:

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ilk 5 maddesi, yapılacak etkinliklerin vazgeçilmezleri olmalıdır:  (10 Aralık 1948)
Madde 1: Tüm insanlar özgür, değer ve hak bakımından eşit olarak doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. Birbirlerine karşı kardeşlik düşünceleriyle davranmalıdırlar.
Madde 2: Herkes; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka inançlarına bakılmaksızın eşit haklara sahiptir. İnsanlar ulusal ve toplumsal kökenleri, zenginlikleri, doğuş farklılıkları ya da herhangi başka bir ayrım gözetilmeksizin bu bildirgede belirtilen tüm haklardan ve özgürlüklerden yararlanabilirler.
Madde 3: Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.
Madde 4: Hiç kimse kölelik ya da kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti her türlü biçimiyle yasaktır.
Madde 5: Hiç kimseye işkence yapılamaz; kıyıcı, insanlık dışı, onur kırıcı ceza ve davranışlar uygulanamaz.

Kadın hakları ile yapılan toplantıların merkezine sadece kadın hakları konulmalıdır. Sağcılık, solculuk, din ve dindarlık, partiler konulmamalı, ideolojiler konulmamalıdır. Bu toplantılarda dine, ırka ve mukaddes değerlere saldırılmamalı, inancından, başörtüsünden dolayı kimse kınanmamalıdır. Özlenen tablo böyle bir tablodur. Başı açık olan kadın hangi derecede onore ediliyorsa, başı kapalı olan kadın da aynı derecede onore edilmelidir.
”Dünyanın birçok yerinde kadınlar hâlâ, sırf kadın oldukları için, pek çok sorunla karşı karşıya kalmaktadırlar. Tüm sorunlara rağmen, günümüzde artık ister Türkiye'de ister Almanya'da olsun, ülkemiz kadınları sosyal hayatın içinde etkin olarak yer almaya başlamıştır. Kadınlar toplumu ileri götüren sosyal dinamiğin temel kaynağıdır. Özellikle annelik rolleriyle yeni nesillere şekil vermektedirler. Bu anlamda, „bir kadını eğitirseniz, bir kuşağı eğitirsiniz" sözünü çok isabetli bulmaktayım. Dolayısıyla kadına yapılan yatırım, aslında geleceğe yapılan yatırımdır.” (Gamze Karslıoğlu)

İdeolojiler ön plana çıkarılırsa, mütedeyyin insanlar her türlü olumsuzluğun merkezine konulursa onların da kendilerini savunma hakları doğar. Tarafların nefislerine yenik düştükleri durumlarda kavga kaçınılmaz olur.

Mesela; 28 Şubat öncesi ve sonrasında ikna odalarında başları zorla açılan, üniversitelerden başörtüsü yüzünden atılan kızların diyecekleri vardır. Bir denemin Türkiyesinde askerdeki çocuğunu ziyaret etmek isteyen ve bu isteği kabul edilmeyen annelerin söyleyecekleri vardır. Geçmişte, her vesileyle kamusal alan adı altında uydurulan mekânlara sokulmayan, oralarda çalışmalarına müsaade edilmeyen başörtülü kadınların söyleyecekleri vardır. Sırf başörtülü olduğu için milletvekili seçilemeyen, seçildiği halde sosyal demokrat bir başbakan tarafından meclisten kovulan kadınların da diyecekleri vardır.

Aranan hak kadın hakkı ise ve bu hak gasp edilen hak ise, kimin hakkı olursa olsun o hak, hak sahibine iade edilmelidir. Irk, din, dil ayırımı yapmadan iade edilmelidir. O zaman sahici bir hak arayışı söz konusu olur ki; bütün toplumu kapsar ve toplumun geniş yelpazesinden alkış alır. Aradığımız, özlediğimiz etkinlikler böylesi kucaklayıcı etkinliklerdir.

8 Mart kadınlar günü toplantılarına başörtülü kadınları temsilen de konuşmacılar çağrılmalıdır. Bakalım onlar hak olarak neleri isteyecek, uğradıkları haksızlıkları nasıl sıralayacaklar? İkna odalarındaki çektikleri sıkıntıları nasıl dile getirecekler?  Onlar da dinlenilmelidir, onların psikolojik durumları da  gözlemlenmelidir.

Ha-ber.com’un sayfasından aldığım bir araştırma var. Bu araştırmayla yazımı sonlandırmak istiyorum. Her fırsatta, Türkiye’yi hedefe koyanların bu araştırmadan ibret alacaklarını umuyorum:

“8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde utanç verici bilanço. Avrupa çapında 28 Avrupa Birliği üyesi ülkede 42.000 kadın ile yapılmış bu araştırma. Ortaya çıkan sonuçlar korkunç düzeyde. Kadınların üçte biri 15 yaşından itibaren fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddete maruz kalmış. Almanya'da bu oran hatta % 35’e ulaşıyor: Her 5 kadından biri şiddete maruz kalmış. Her 20 kadından biri tecavüze uğramış.”(Die Agentur der Europäischen Union für Grundrechte)

Not: Türkiye AB üyesi değildir.

10 Mart 2015 Salı

ULUSLARARASI TURİZM FUARI (İTB)


 
Uluslararası Turizm Fuarı (ITB) sona erdi. Berlin’de yapılan fuarın bu sene 49’uncusu düzenlendi. 

Fuara 186 ülkeden 10 bin turizm firması katılmış.  Dünyanın dört bir yanından gelen katılımcıların tek amacı bir sonraki tatilinizde sizi ülkelerinde ağırlamak. 3 bin metrekare alan üzerinde kurulu olan Türkiye,  bu sene Türk Hava Yolları'nın yanı sıra oteller, seyahat acenteleri, iller, birlikler, dernekler ve kalkınma ajansları olarak toplam 120 turizmci ile fuara katılmış. Göğsümüz kabardı.



Türkiye’yi dünyaya tanıtmak için hükümetler tarafından yapılan teşvikler, sağlanan imkânlar gözden kaçmıyor. Türkiye dünyanın gözbebeği bir ülke. Dört iklim yaşanıyor. Güneşi bol, kumu bol, tarihi eserler açısından zengin, dini turizm açısından ilgi çekici, hem Putperestlerden, hem Hristiyanlardan hem de Müslümanlardan kalma dünyada eşi ve benzeri olmayan dini yapıların, mabetlerin, tapınakların bulunduğu, çeşitli medeniyetlerin gelip geçtiği müstesna bir ülke Türkiye.  Mutfağı da fevkalade zengin.

 

Hattuşaş’ıyla, Efes’iyle, Ani Harabeleriyle, Göbekli Tepesi’yle, Laodikyası’yla, Pamukkalalesi’yle insanlık tarihinin ilk medeniyetlerinin kurulduğu harika bir ülke. 

Ancak Türkiyeli turizmcilerin tanıtım konusunda çok eksiklikleri var. Başta özgüvenleri yok Türk tanıtımcıların. Kendi zenginliklerini tanıtmaktan çekiniyorlar, laiklik adına çekiniyorlar, çağdaşlaşmak adına çekiniyorlar. Biz Avrupalı olacağız derken kaybetmişiz bu değerleri. Biz Avrupalı olursak, biz olamayız ki. Biz, biz olmazsak Avrupalı ne yapsın bizi ve bizim ülkemizi. O zaten Avrupalı, orijinal, çakma değil.

 

Uluslararası Turizm Fuarını (ITB),  Mustafa Ekşi ile birlikte dolaştık. 5 saat kaldık içerde, ayaklarımıza sarısu indi.  Standları tektek gezdik. Gözlerimiz Giresun’un fındığını, Rize’nin çayını, Ege’nin zeytinyağını ve incirini, Manisa’nın üzümünü aradı, Ezine’nin peynirini, Malatya’nın kayısısını aradı.

 
 
Yanında lokumu ve suyu ile ikram edilen Türk kahvesi standını aradı, İnce belli bardakta ikram edilen Türk çayı standını aradı, Türk lokumunu, şekerlemelerini aradı... Ama maalesef yorgun bir vaziyette geri döndü, bulamadı aradığını. 

Denizli’nin tanıtım standına gittik, özlem gidermek de vardı amaçlarımızın arasında. Hemşehrilerimizi görecektik: Yüzümüze bile bakmaya ihtiyaç duymayan bir erkek ve dil ucuyla bize hoş geldiniz diyen bir bayan vardı stantta. Denizli hakkında bilgi almak istedik, bayan elimize bir broşür uzattı ve buradan okursunuz dedi. Yine de teşekkür etmeyi ihmal etmedik.

Çanakkale’nin seramiği, Devrek’in asası ve ortalıkta amaçsız dolaşan Karagöz ve Hacivat’ımız da olmasaydı tamamen elimiz boş olarak geriye dönecektik.



Hayıflandık. Diğer ülkelerle kıyas yapalım istedik ve stantları dolaşmaya devam ettik: Yunanistan; zeytinyağından baklavasına kadar koymuş standına.  
Macaristan; mahalli giysiler içinde bayanlar geleneksel tatlılarını taze taze pişiriyor ve satışa arzediyorlar, hemen yanında nezih bir ortamda bedava kahve ikram ediyorlar. 
İran; İranlı bayan fıstığını koymuş tezgâhına, ikram ediyor, ayrıca semaverler de kaynıyor. Norveç; ürünlerini kocaman bir ekranda tanıtıyor. 
Hollanda; tezgâhına peynirini koymuş ve başında da çok nazik bir bayan, peynir tanıtıyor.



Papazlar tezgâhları dolaşıyor ve şans diliyorlar. Fotoğraflar çektiriyorlar.
Almanlar sucuklarını tanıtıyorlar, mahalli giysileriyle bayanlar fotoğraf çektiriyorlar ziyaretçilerle. 

Biz daha bu işler nasıl olacak bilmiyoruz. Sarığıyla, cübbesiyle ortalık yerde dolaşan bir hoca nasıl karşılanır, bindallı giysileriyle standların önünde resim çektiren bir bayan olabilir mi, mevlevi bir dervişin standın önünde sema etmesi, bir alevinin semah dönmesi nasıl karşılanır? ‘Laiklik elden gider mi? Avrupalı bize ne der?’ gibi endişeler de artık Eski Türkiye’de kaldığına göre; bütün bu eksiklikler, beceriksizlikler neden kaynaklanıyor? 
Sanırım insanımızın yeni Türkiye’ye ayak uyduramayışından. Yetkililer bu sorunu çözmek için kolları sıvamalıdırlar.



İnsanımız her şeyi hükümetten beklememeli. Biraz da kendileri üretken olmalılar. Ülkemizi tanıtırken kendi değerlerimizle Avrupalının karşısına çıkmalıyız. Kum heryerde var, güneş her yerde var. Mevlana ve Hacı Bektaş veli ise sadece Türkiye de var. Kapadokya, Pamukkale, Türk kahvesi, Türk çayı… Sadece Türkiye de var…



Ayrıca insanlar geldikleri ülkelerde neler yiyecekler ve neler içecekler, nereleri gezecekler, hediye olarak neler alacaklar, nasıl eğlenecekler, tarihi eserler nasıl korunmuş ona da bakıyorlar. 

Müzik grupları ve dans grupları da ilgilendiriyor insanları. Almanların, Romanların müzik grupları da vardı fuarda. Türklerin müzik grupları neden olmasın. Sazıyla, neyiyle, kemençesiyle, uduyla, davuluyla, meyiyle ilgi odağı olamaz mı bizim müzik gruplarımız.

 

Bir ülke sadece kâğıtlarla ve birkaç güzel kızla tanıtılmıyor maalesef.

3 Mart 2015 Salı

“TÜRKLER TANRI`NIN GÖNDERDİĞİ CEZADIR”

Avrupalılar 1815 yılında Avrupa’nın yeniden yapılandırılması için Viyana Kongresi’nde bir araya geldiler. Bir Avrupa ülkesi olan Osmanlı İmparatorluğu bu kongreye davet edilmedi. 
Papa II. Urban’ın 25 Kasım 1095 günü Clermont Konsili'nde yaptığı "Kutsal Toprakları Müslümanlardan kurtarmak" çağrısı belli ki devam ediyordu.

(1483 - 1546) Martin Luther sahne aldı. Luther’e göre Türkler Katolik Kilisesi’nin yanlışlarına, yolsuzluklarına karşı “Tanrı’nın gönderdiği cezadır. Türkler, Tanrı’nın öfkeli kırbacı, yakıp yıkan şeytanın uşağıdır.
Türk’ün tanrısı olan şeytanı yenmeden Türk’ü yenmek kolay olmayacaktır. Tanrı, işlenen sayısız günah ve nankörlük nedeniyle şeytan Türkleri Almanların başına bela etmiştir.
Bir Türk’ü öldüren vicdan azabı duymamalı; tersine Hristiyanlığın düşmanını yok ettiği için vicdanı rahatlamalıdır. Eğer Samson gibi güçlü olsaydım, çaresini bulur her gün bir Türk öldürürdüm...” (Ermeni Sorununu Anlamak/Uluç Gürkan)

En az Papa kadar Türk düşmanı olan Luther, Türkleri günahkâr Hıristiyanlara Tanrı tarafından verilmiş bir ceza olarak nitelendiriyor ve halkı kendilerini Türklerden koruması için Tanrı’ya dua etmeye çağırıyordu. Ortodoks Hristiyanların Katoliklerden ve de Protestanlardan da farkı yoktu. 

Viyana’ya kadar gelen Türklerin giderek Almanyaya yaklaşmaları, Luther’i çok etkilemiş, onun tarafından Türklere karşı okunacak “Türk duaları” ve kiliselerde verilecek “Türk vaazları” yazılmıştı: 

“Her şeye kadir Tanrı Baba. 
Biz Şeytan’a, Papa ve Türklere karşı hiç günah işlemedik. Bu nedenle onların bizi cezalandırmaları için ne hakları ne de güçleri vardır. Ama sen onları öfkenin değneği olarak bizlere karşı eğer istersen kullanabilirsin... 
Tanrı’m yardımcı ol bize sözlerinle. Papa’nın ve Türklerin cinayetini engelle. Onlar, Senin oğlun olan İsa’yı, Sen’in tahtından indirmek isterler.” 

Luther’in dualarıyla, Katolikler tarafından yazılmış dualar arasında gerçekte çok fark yoktu. İkisinin de temel niteliği Türk karşıtlığı, Türk barbarlığı ve Hıristiyanların onlardan korunması dileğini içermekteydi. 

Luther’den yaklaşık 400 sene sonra, Dr. Johanhes Lepsius (1858-1926) çıktı sahneye. Türk düşmanlığı bu sefer savaş meydanlarından, siyaset arenasına taşındı. Protestan Alman din adamı ve politikacısı olan Lepsius. Ermenilere yönelik yardım kuruluşları arasında ilk sırayı alan, “Alman Doğu Misyonu” ile “Alman Ermeni Cemiyeti”nin yöneticisidir. Protestan Lepsius ve Ortodoks Hristiyanlar aynı saftadır.

Ermeni dostu olarak tanınan Lepsius, Alman misyoneri sıfatıyla başta Ermeniler olmak üzere Doğudaki Hristiyanlara yapılan yardım çalışmalarını yürütmüştür. Johannes Lepsius adlı bu papazın, Ermeniler hakkında yazdığı kitapları ise bugün Batı kamuoyunda, sözde soykırımın ispatında vazgeçilmez öneme sahip kaynaklar arasında yer almaktadır. Lepsius’un bu kitapları, sözüm ona “masum ve savunmasız bir halkın uğradığı soykırım”a ilişkin tek bir belge içermemektedir.

Ve yıl 2015. Protestan ve Ortodoks ve de Katolik kiliseleri Martin Luther’in yolunda Türk=Müslüman düşmanlığına devam etmektedir. 

Almanya’da 95 yerde Osmanlı İmparatorluğu tarafından Ermenilere soykırım uygulanmıştır diye program düzenleniyor. Bu programlardan 54 tanesi Berlin’de, 15 tanesi Berlin/Charlottenburg Belediyesi tarafından organize ediliyor.  

Yaklaşık 3 milyon Türkiyelinin yaşadığı Almanya’da yapılıyor bu programlar. Berlin’de 250 bin Türkiyeli yaşıyor. Almanlar Türklerin duyarsızlığından emin olmasalar böylesine yoğun bir program düzenleyemezlerdi eminim. 

Bu programlar yapılmaya başlandı bile. Türklerden bir tepki var mı? Hayır. Kiliseler harıl harıl çalışırken, program üzerine program düzenlerken, bizim dini cemaatler ne yapıyor, başta DİTİB olmak üzere? Bir hiç. Ortak bir bildiri hazırlamışlarda demokratik haklarını kullanmak için sokağa inmişler mi? Hayır. Halkımızı aydınlatıyorlar mı, cemaatlerini, üyelerini aydınlatıyorlar mı? Hayır. Ortak bir hutbe hazırlamışlar mı? Yine hayır. 
Bu durumda Alman’a diyeceğimiz bir şey olabilir mi? Tabii ki hayır. George Bush’un başlattığı haçlı seferi bütün hızıyla devam ediyor desek yanlış olur mu? Hayır…

Örtülü Haçlı seferi bütün hızıyla devam ederken, Milletvekili Hakan Taş bile “ Türkiye soykırımı kabul etmelidir” diyerek açıkça tarafını belli etmişken, Almanya’da yaşayan 3 milyon Türkiyeli ve 4 milyon Müslüman ne yapıyor dersiniz? Ben söyleyeyim:

Her platformda birlik ve beraberlikten bahsediyorlar ama ortalıkta görünmüyorlar. Bunların kimisi sağcıdır, kimisi solcudur, kimisi Milli Görüşçüdür, kimisi Süleymancıdır, kimisi Kürt’tür, kimisi tarikatçıdır, kimisi Alevidir, kimisi Caferi’dir, kimisi Atatürkçüdür, kimisi milliyetçidir, kimisi Alperendir.   Kimisi „göbeğini kaşıyan adam“ der halkına. Kimisi “Türk Milletinin yüzde sekseni ahmaktır„ der. Kimisi de milli bir konuyu konuşmak için yapılan toplantıları fırsat bilerek, „2.000 yılından beri ülkemizde başıbozukluk“ var diye halkının demokratik tercihini küçümser ve halkına laf atar. Mevcut iktidara çamur atmak için her fırsatı değerlendirir.  

Velhasıl, kargadan başka kuş tanımazlar bizimkiler, çelik çomak oyununa devam ederler.  Eeee şimdi suçlu kimdir, kendi davasına hizmet için her yolu deneyenler mi, yoksa kendi davalarına meşrep, mezhep, parti, ırk gailesi güderek ihanet edenler mi? Varın kararı siz verin !

Bir ayet mealiyle bitirelim“ Allah’ım içimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri de helak eder misin?“(Araf 155)

Rüştü Kam

Not: Atatürkçü Düşünce Derneğini bu konudaki çalışmalarından dolayı tebrik ediyorum.