27 Nisan 2015 Pazartesi

TÜRKLER ERMENİLERE SOYKIRIM YAPILMAMIŞTIR DİYE YÜRÜDÜ 2015

Yürüyüşün adı "Berlin Dostluk ve Barış Buluşması.".

Berlin’de hizmet veren çeşitli Türk sivil toplum kuruluşları düzenledi bu yürüyüşü. Amaç; soykırım iddialarına karşı Alman kamuoyunu bilgilendirmek ve Türklerin konu ile alakasını artırmak ve yapılan haksızlıklara karşı onurlu bir duruş sergilemekti. An der Urania’dan başlayan yürüyüş, Hristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) Genel Merkezi’nin ve Zafer Anıtı’nın (Siegessaele) önünden 17 Haziran Caddesi ile Yitzak-Rabin caddesinin kesiştiği yerde sona erdi. 

Elinde Türk bayrağı olmayan insan yok gibiydi. Cadde kırmızıya boyanmıştı sanki. "Önce hakikat, sonra adalet", "Yurtta sulh cihanda sulh", "Tehcir soykırım değildir", "Türk tarihini karalamaya son", "Soykırım yapmadık vatan savunduk", "Yaşasın Türkiye", "Parlamento mahkeme değildir”, „Hepimiz Ermeni Değiliz“, „ Hepimiz Azeriyiz“ şeklinde dövizler taşındı, sloganlar atıldı.

Yürüyüşe katılanlar heyecanlıydı. Ellerindeki bayrakları gururla sallıyorlardı. Onlar biliyorlardı ki, dedeleri Osmanlı „Soykırım yapmamıştır.“  „Millet-i Sadıka“ dedikleri ve devletin her kademesinde görev verdikleri, yüzyıllarca birlikte yaşadıkları Ermeni halkına böyle bir uygulamanın yapılmasının mümkün olamayacağını/olmadığını biliyorlardı onlar. Başları dikti. Bunun için gururla yürüdüler Almanya’nın başkenti Berlin’de. 

Cumhuriyet kurulalı 92 yıl olmuş. Tehcir uygulamasının üzerinden 100 yıl geçmiş. Ermeni Diasporası 100 yıldan beri durmamış çalışmış. Kamuoyu oluşturmuş, çeşitli etkinlikler yapmış, lobiler kumuş, kitaplar yazdırmış, konferanslar düzenlemiş. Çeşitli ülkelerin kamuoylarını etkileyerek, siyasilerini etkileyerek, hükümetlerini etkileyerek meclislerinden „Osmanlı İmparatorluğu Ermenilere soykırım uygulamıştır“ diye kararlar çıkartmış. 

Türkiye’nin diplomatlarını öldürmüşler. İlk olarak, Los Angeles Başkonsolosu Mehmet BAYDAR ve Konsolos Bahadır DEMİR, 78 yaşındaki Amerikan uyruklu Ermeni  Mıgırdıç  Yanıkyan tarafından şehit edilmiş ve böylece dünya ülkelerinin dikkatini üzerlerine çekmesini bilmişler. Sene 1973. Cinayetten sonra tutuklanan ve müebbet hapis cezasına çarptırılan Yanıkyan, 31 Aralık 1984 tarihinde af ile serbest bırakılmış... 

Bütün bunlar olurken, Türkiye’nin konu ile ilgili çalışmaları olmuş elbet. İdialara cevap vermiş. Bu cevaplar ne kadar isabetli olmuş, geldiğimiz noktadan baktığımızda net olarak görebiliyoruz. Şunu da biliyoruz, Türkiye  ne yaparsa yapsın, Emenileri Osmanlı’ya karşı isyana teşvik edenler, Türkiye’yi suyu bulandırmakla suçlamaya yine de devam edeceklerdi: Çünkü,  Soykırım suçunun tanımı, ülkemizin de taraf olduğu 1948 tarihli “Birleşmiş Milletler (BM) Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde çok açık bir şekilde ifade edilmiştir.

Sözleşmenin altıncı maddesi uyarınca da, herhangi bir olayın “soykırım” olarak nitelendirilip, nitelendirilemeyeceğine yalnızca yetkili bir mahkeme karar verebilecektir. Bu mahkeme, topraklarında soykırım yapıldığı iddia edilen devletin mahkemesi olabileceği gibi, Roma Tüzüğü uyarınca oluşturulmuş bir uluslararası ceza mahkemesi de olabilecektir.

Sözleşme maddeleri  bu kadar açıkken ve soykırım kararı alan ülkeler anlaşmaya taraf iken; Papa çıkıp da ilk soykırımı Osmanlı yapmıştır diyebiliyorsa, demokrasi denilen aygıtı dünyaya ihraç etmek için silah bile kullanmaktan çekinmeyen Avrupa ülkelerinin oluşturduğu birliğin başkanı Papa’nın söylediğini parlamentonun kararı olarak dünyaya ilan edebiliyorsa, sadece parlamentoların oy çokluğuyla, Türk milleti,  dedelerinin işlemediği bir suçtan dolayı mahkum edilmeye çalışılıyorsa, bunun adı suyu bulandırdın suçlamasıdır. Dolayısıyla, ifade ve bilimsel araştırma özgürlüğünü kısıtlama tehdidi içermektedir. Haçlı ve Müslüman çatışmasıdır bunun adı. Tarih tekerrür ediyor demektir.

Sonuç:

1- Böylesine mesnetsiz bir suçlama  var önümüzde. Bigâne kalınamayacak bir mesele. Bu mesele ile ilgili 1987 de bir yürüyüş yapıldı Berlin’de. O gün tespit edilen rakam 30.000 idi. Yıllar sonra bugün aynı konu ile ilgili bir yürüyüş daha yapıldı, tespit edilen rakam 7.000 civarında. 1987 deki 3 kişilik olan bir ailenin, bugün en az 10 kişilik olduğunu düşünürsek. Katılımın en az 60.000 olması gerekirdi. 
15.000 - 20.000 olarak verilen rakamlar abartılı rakamlardır. Kendimizi kandırabiliriz ama Alman polisini kandıramayız. Alman siyasetçileri bu rakamları bizim gazetelerden veya derneklerden almıyorlar. Politika üretirken polisten aldıkları rakamları esas alarak üretiyorlar. 1987 den beri çeşitli vesilelerle hakkımızda tutulan raporlar ve bu raporlardan elde edilen sonuş, Türklerin buradaki protesto gücünün 60.000 civarında olabileceği yönünde olsaydı, Cumhurbaşkanı sayın Gauck Berliner Dom’da o konuşmayı yapamayacaktı. 

2- Yol güzergâhı yanlış seçim olmuş. 23 Nisan grubuyla buluşulacağı tahmini tutmayınca. Atılan sloganlar ağaçlara, ormana, boş caddeye atılmış oldu. Kendimiz çaldık kendimiz oynadık. 

3- Konuşmacıların seçimi de isabetsiz olmuş. Yazılanları bile okuyamayan insanlar mesajı ne kadar yerine ulaştırabilirlerse onlar da o kadar ulaştırabildiler. 

4- 1987 den 2015’e gelinceye kadar geçirilen sürenin geldiğimiz noktadaki sonucundan hareketle, hemen kollar sıvanmalı, gerekli adımlar atılmalı, STK ler üyelerini bilinçlendirmek için ne gerekiyorsa onu yapmalı; filmler mi gösterilecek, konferanslar mı düzenlenecek, fotoğraf sergileri mi açılacak, geziler mi düzenlenecek, lobiler mi kurulacak… Ne yapılacaksa... 

5- İş Adamları silkinmeli ve ellerini ceplerine atmalı: Yapılacak etkinliklere destek olmalılar, hatta etkinlik için STK leri teşvik etmeliler. Dünya devletlerini etkileyenler 3 milyon nüfuslu Ermenistan değildir. Diaspora’nın iş adamlarıdır, fikir adamlarıdır, sanatkârlarıdır, şairleridir, din adamlarıdır.

6- Bizim din adamlarımız ise konu ile ilgili hutbe bile okumaktan acizler camilerinde. Yürüyüş duyurusunu bile yarım ağızla yapıyorlar. Dini cemaatler, el ilanlarında isimlerinin geçmesini bile istemiyorlar -bazıları son anda  ismini yazdırmış-.

Katolik dünyasının Papa’sı tüm dünyaya mesaj verirken bizimkiler gölgelerinden korkar haldeler… Kıyamet alameti midir nedir?

Bir ayet mealiyle bitirelim, "Bir toplum, kendini değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez." (Ra’d: 11)

Rüştü Kam

19 Nisan 2015 Pazar

HİTİTLERİN BAŞKENTİ HATTUŞA

VENİ VİDİ SCRİPSİ (III)
"Geldim, gördüm, yazdım" 2015
Saat 09’da Berlin/Tegel Havaalanı’ndaydık. Biraz gecikmeyle herkes verilen saatte check-in İşlemleri için sıraya girmişti. Heyecan vardı. Biraz da korku. Karadeniz’in hep yağmurlu, Doğu Anadolu’nun karlı geçme ihtimali bu korkunun sebebiydi. Grup üyeleri kışlıklarıyla alana gelmişler. Her ihtimale karşı da bir kısım kışlıkları da bavullara yerleştirmişler. Kişi başına 30 kilo yük hakkı var. Bu hak daha giderken kullanılmış gibi. Dönüşte problem olabilir.

 

Toplam 29 kişiyiz. İstanbul’dan transit geçtik. Ankara’ya indiğimizde saat 17.20 idi. Tur otobüsü çok önceden gelmiş bizi bekliyor. Emin, Sezgin ve Kadir, 3 personel var.  Rehber bize otelde eşlik edecekmiş. Kucaklaştık. Bir senelik hasretle hal hatır sorduk. Hemen otobüse bindik, sayım yaptık;  Hüseyin Bozkurt ve eşi yok. Emin almaya gitti onları, meğer bavulları çıkmamış, onu beklemişler. Muamelesi uzun sürmüş. Bavul arkadan kaldığımız otele geldi. ‘Bu da THY farkı olsa gerek’ dedik. 

Akşam yemeğinden sonra grup üyeleri birbirleriyle tanıştı. Sabah 07.30‘da yola çıkılması gerektiğini söyledi rehberimiz Yasin. Kahvaltı için 6.30 da yemek salonunda olmak gerekiyor. 
Zamanında gelemeyenden 5 TL. Ceza alınacak. Daha ilk günde İlhami, İsmail ve  Enes otobüsü 30 dakika beklettiler. Uyanamamışlar.  Cezaları kesildi ve Çoruma müteveccihen çıktık yola. 
Rehberimiz Ankara’yı anlatmaya başladı. ‘Yan sokakta Kocatepe Camii…, burası Kızılay…, işte şurada bakanlıklar var…, tam karşımızda gördüğünüz Hitit Güneşi…, Hitit Uygarlığı ve sanatının sembolü sayılan bir nesnedir. Güneşi sembolize eden dairesel biçimin etrafına yerleştirilmiş öğelerden oluşur. Üstünde barışı sembolize eden geyik figürü var. Ahşap asaların ucuna takılarak dini törenlerde kullanıldığı veya at koşum takımlarının arasında kullanıldığı sanılmaktadır. Genellikle tunçtan yapılır. En seçkin örnekleri Çorum yakınlarında Alacahöyük’te bulunmuştur. Hititlerin sembolü haline gelmesine rağmen, aslında Anadolu’nun en eski uygarlığı olan Hattilere ait bir eserdir. Hatti Kralları öldükleri zaman güneş kursu ve benzeri sembollerle birlikte gömülmekteydi…şurası TRT radyosu…, şuradaki bina bakınız solunuzda, birinci meclis…, yanındaki ikinci meclis… İşte şurası da Dikmen vadisi…


Derken Çorum’a girmişiz bile, hatta  Hattuşa’dayız. İnsanlık Tarihi’nde ilk medeniyetin kurulduğu yermiş Hattuşa. Heyacanlıyız. Hattuşa’da bizi Fırtına Tanrısı karşıladı. Rehberin açıklamasını filan beklemeden bastık deklanşörlere. Hava yağmurlu. Yağmura aldıran yok.  Demek ki göz yaşlarını tutamadı bulutlar bizlere kavuşunca diye düşündük. Hak da verdik. Bunca yıllık hasret, kolay değil ve göz yaşlarına mani olmadık bulutların, varsın ağlasın dedik, biraz sonra sırılsıklam olduk. Çekeceğimiz kadar fotoğraf çektik Aşağı Kent’te. Sonra, otobüse atlayarak tırmanmaya başladık Hattuşa’nın zirvesine, Yukarı Kent’e. Aslanlı Kapı’ya kadar tırmandık. Rüzgâr ve fırtına amansız, yağmur da onlarla birlikte savruluyor, kimi arkadaşımızın şalı, kimisinin de şemsiyesi eşlik ediyor bu doğa dansına. Yerler çamur. 
O ne heyecandı öyle. Sevinç çığlıkları atanlar, ciğerlerini oksijenle doldurmaya çalışanlar, kalenin tepesinden haykırarak Hattuşa halkıyla diyalog kurmaya çalışanlar, gizli geçitten geçerek zaman tünelinde kaybolanlar, Aslanlı kapının önünde fotoğraf çektirmek için sıraya geçenler, yağmur yağıyormuş, rüzgar ıslıklarını yükseltiyormuş, ayakkabılar çamur olmuş, soğuk yüzleri yakıyormuş  kime ne…gerçekten görmeye değer bir tabloydu…


Hüseyin Bozkurt, çamur olmasın diye giymemiş spor ayakkabılarını. Kunduralarla dolaşıyor oralarda. Havalar düzelince giyecekmiş sporları…

Bilinmeyen değerler
Anadolu'nun kalbinde, bir  medeniyet mirası var. Son derece etkileyici, kayalık ve engebeli bir arazi üzerine kurulmuş bir medeniyet, Hititler’in başkenti Hattuşa. Hattuşa/Hattuşaş, Hititler'in başkenti. Hattiler tarafından “Hattuş” olarak adlandırılan şehir, Hitit egemenliğine geçtikten sonra “Hattuşa” adını almış ve 400 yıldan uzun bir süre hüküm sürecek olan bir uygarlığın başkenti haline getirilmiş. 
Günümüzde görülebilen ve çoğunluğu Büyük Kral IV. Tudhaliya dönemine ait olan kalıntılar arasında tapınaklar, kraliyet konutları ve surlar bulunmakta.
Hattuşa sanat ve mimarlık alanında olağanüstü gelişmeler göstermiş. Çok geniş bir alana yayılmış. Yapılan kazılarda burada 5 ayrı medeniyetin kurulduğu ortaya çıkmış. Burada Hatti, Asur, Hitit, Frig, Galat, Roma ve Bizans dönemlerinden kalma kalıntılar bulunmuş. Kalıntılar Aşağı Kent, Yukarı Kent, Büyük Kale (Kral Kalesi) ve Yazılıkaya'dan oluşmakta.
Hattuşa'daki kalıntıları ilk olarak Fransız arkeolog Charles Texier keşfetmiş. 1893-1894 yıllarında. Kazılar başlatılmış, şehrin büyük bir kısmı açığa çıkarılmış ve restore edilmiş. Dönem Osmanlı İmparatorluğu dönemi. 
Ortaya çıkan yazıtlardan Hattuşa’nın MÖ 1600'lerde Hitit Devleti'nin başkenti olduğu anlaşılmış. Kurucusu I. Hattuşili imiş.


Rehberimiz Yasin Eyüpoğlu’nun anlattığına göre; “iki kilometrekarelik bir alana kurulmuş olan Hattuşa,  yaklaşık 6 km uzunluğundaymış ve  yüksek kulelerin bulunduğu bir surla çevriliymiş. Şehre değişik kapılardan giriliyormuş.  Kapılar, Aslan, Sfenks ya da Tanrı betimi gibi gayet ince taş işçiliği gösteren çeşitli kabartmalarla süslüymüş. 

Kale, direkli galerilerle çevrilmiş dört avlu etrafına dizilmiş yapılar, kral ve ailesinin yanısıra saray memurları ve altın mızraklılar olarak adlandırılan nöbetçi askerleri de barındırıyormuş. Kralın kabul salonu ve üç ayrı yerdeki çivi yazılı tabletlerin arşiv odaları  büyük kaledeymiş.


Aşağı Şehir olarak adlandırılan alanda konutların yanısıra, ülkenin en yüksek tanrıları olan Fırtına Tanrısı ile Arinna'nın Güneş Tanrıçası'na adanmış “Büyük Tapınak” ları var. Tapınağı çevreleyen depo odalarında erzak küpleri var. Şehrin en büyük arşivlerinden biri yine burada bulunmuş: 
Hititler Mezopotamya'dan öğrendikleri çivi yazısı ile kil tabletler üzerine anlaşmalar, resmi yazışmalar, kanunlar, kült kuralları ve hatta edebi metinleri kaydetmişler. Hattuşa'da onbinlerce çivi yazılı tabletin bulunduğu arşivler, 1915 yılında Hitit dilinin çözülmesiyle Hititoloji denilen yeni bir bilim dalının doğmasına sebep olmuş. Bugün özellikle Türkiye, Almanya, İtalya, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde pek çok bilim insanı bu konuda araştırmalarını sürdürmekteymiş.

Hattuşa, Hitit İmparatorluğu'nun siyasi başkenti olmanın yanısıra, ülkenin dinî merkezi işlevini de görmüş. Bugüne kadar 31 tapınak kazılmış; ancak toprak altında daha çok sayıda tapınağın varolduğu sanılmaktaymış.  
Hattuşa'dan Bin Tanrılı Şehir olarak söz edilirmiş. Bu tanrı bolluğu, Hititlerin çok ilginç bir geleneğinden kaynaklanırmış. Onlar, diğer ülkelerin, özellikle de yendikleri komşularının tanrılarını kızdırıp gazaplarına uğramaktansa, armağan ve dualarla saygılarını dile getirip kendi tanrıları arasına katıyorlar ve hatta adlarına tapınaklar inşa ediyorlarmış. Bazı bilim insanları yabancı şehir ve ülkelerin tanrılarına adanmış tapınakların, aynı zamanda bu ülkelerin elçilik görevini üstlendiklerini ve bu şekilde hem siyasal, hem ekonomik ilişkilere kolaylık sağladıklarını düşünmektelermiş.


Osmanlı İmparatorluğu zamanında başlayan ve Cumhuriyet döneminde ara verilen kazı çalışmalarına son yıllarda tekrar başlanmış. 
Hattuşa'daki kazı çalışmaları, Hitit dünyasının aydınlanmasına kaynak olacak çivi yazılı tabletlerin yanısıra, çanak çömlek, aletler ve takılar gibi müze vitrinlerini süsleyecek eserleri günışığına çıkarmaya devam etmekte. Bu çanak ve çömlekler sadece bir fonksiyonu icra etmek için yapılmamış, estetiğe çok önem verilmiş.  

Adalet
Yasin anlatmaya devam ediyor. “Hititler’de hak ve adalet fikirleri sağlam esaslardı. Hititler, bu anlayışı erken zamanlarda kavramışlar ve adaleti Güneş ile sembolleştirmişler; güneş tanrısı Arinna, hak ve adaletin koruyucusu görülmüştür. 
Hitit hukuk sistemi Sümer kanunlarından etkilenerek hazırlanmıştır. Eski Mısır ve Mezopotamya gibi Hititler de adalet kavramını güneşle sembolize etmiştir. Sümerlerde olduğu gibi Hititlerde de mülkiyet hakkı güvence altına alınmıştır. Köle dahil olmak üzere, herkesin mülkiyet hakkı vardır. Hititler aile hukukuna ve ceza hukukuna büyük önem vermişlerdir. Yaptıkları medeni kanunla evlilik resmi bir sözleşme olarak kabul edilmiştir.
Kanunlar, mahkeme zabıtları, ticari senetlerden elde edilen bilgilere göre,  hayvancılık ve ziraat koruma altındadır. Bu kanunları yazılı hale getiren kralın, Alluwanda olduğu ileri sürülmüştür.

 

Ceza Hukuku
Hititler, bir suçun cezasını, bedelini ödeme üzerine belirlemişlerdir. Hititlerde; tekere bağlama, kazığa çakma, boyunduruğa koşma gibi, işkenceli cezalar da vardır. Ölüm cezası nadiren verilir ve verilmesine neden olan suçların başlıcaları şunlardır: Krala karşı gelmek, hayvanlarla seksüel ilişki, büyücülük, kardeşler arası evlilik… Ancak kralın bu cezaları affetme yetkisi vardır.
Hititler’de kan bedeli(kısas) isteme hakkı da vardır. Öldürülen kişinin tarafı, öldüren için idam veya yerine geçen başka bir istekte bulunabilirdi. Hırsızlık büyük suçtur ve kölelerin işlediği suçların cezası, hürlerin işlediği suçların cezasının yarısıdır.“

Yazılıkaya
Hattuşa'nın en büyük ve etkileyici kutsal mekânı, şehrin biraz dışında yer alan, yaklaşık 12 metre yüksekliğindeki kayalar arasına saklanmış Yazılıkaya, Kaya Tapınağı. Özellikle ilkbahardaki yeni yıl kutlamalarında kullanıldığı düşünülen bu açık hava tapınağında, ülkenin bütün önemli tanrıları, kayalara kabartma olarak işlenmiş. Zamanında boyalı olduğu sanılan bu kabartmalardan oluşan bir kulis içerisinde, MÖ 13. yüzyılda günlerce süren kült kutlamaları, geçitler ve kurban törenleri yapılıyormuş.
Bu parlak dönemden sonra gücünü yitirmeye başlayan İmparatorluk MÖ 1200'den kısa bir süre sonra haritadan silinmiş. 17. yüzyılda Maraş'tan gelen Dulkadiroğlularının bir kolu buraya yerleşmiş. Eski adı Boğazköy, şimdiki adı Boğazkale olan bu küçük ilçe bugün Çorum iline bağlıdır.
Hitit İmparatorluğu çoktan yıkılmış olsa da, tamamen unutulmadığı, başkentinin UNESCO Dünya Mirası listesine alınmasından anlaşılıyor. 
New York'taki Birleşmiş Milletler binasında Hattuşa'da bulunmuş bir çivi yazılı tabletin büyütülmüş kopyası asılıymış. Bu tablet, Hitit Büyük Kralı III. Hattuşili ile Mısır Firavunu II. Ramses arasındaki barış anlaşmasını içermekteymiş. Yaklaşık 5200 yıllık bu döküman, bugün dünyayı idare edenlere bu tür anlaşmaların binlerce yıllık bir gelenek olduğunu göstermekteymiş.”


Yazılıkaya’da bir halı satış mağazası açılmış. Muhtar kooperatifin başkanlığını yapıyor. Birbirinden güzel halılar var mağazada. Kök boyasıyla boyanıyormuş ipler. %90 oranında da ipek kullanıyorlarmış halılarda. Almak için niyetlenenler oldu, ancak yük meselesi var, bir de henüz gezinin ilk günündeyiz. Daha 11 gün var. 
Çay ikram ettiler. Bol kazanç dileyerek ayrıldık Yazılıkaya köyünden.

Alacahöyük
Alacahöyük, Çorum’un Alaca ilçesinden 15 kilometre uzaklıktaki Höyük Köyü’nde bulunmaktadır. 
Alacahöyük’de, M.Ö 3500-3000 yıllarına denk gelen, Bakır-Taş Çağı’na ve Erken Tunç Çağı’na ait kalıntılar ortaya çıkarılmış. Alacahöyük’de ilk kazılar 1907’de yapılmış.  
Anadolu halkının büyük çoğunluğunu Hattiler oluşturmaktaymış. Henüz bir netlik kazanmamakla birlikte, dillerinin Kafkas grubuna girdiği düşünülmekteymiş. Ayrıca Hititlerin de Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya girdikleri düşünülmekteymiş. Alacahöyük Kral Mezarlarının Hititli Kral ve Kraliçelerine ait olduğu sanılmaktaymış.


Antik Yunan mitolojisindeki Prometheus efsanesi de Hattilere veya Hititlere dayanan bir hikaye olabilirmiş.Okuyalım:

Prometeus’tum çiviyle çakılırken taşlara ciğerimi kartallara yedirdim,
Spartaküs’tüm köleliğin çığlığında, aslanlara yem oldum tükendim,
Kör kuyuların dibinde Yusuf’tum, Kerbela Çölü’nde Hüseyin,
Zindanlarda Cem Sultan, sehpada Pir Sultan,
Kaçıncı ölmem kaçıncı dirilmem bu tanrılardan ateş çaldım yüzyıllarca tutuştum
Üst üste yandım bir Anka kuşu gibi anne,
Bir Anka kuşu gibi, kendimi külümden yarattım.

Sonuç:
Hitit duvar yazılarından alınmış bir dua metniyle yazımı sonlandırmak istiyorum. :

Tanrım;
Beni yavaşlat. Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir... Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele... 
Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükunetini ver . 
Sinirlerim ve kaşlarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür. 
Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol... 
Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret; bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı, güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı,  balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret... 
Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat. Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim...
Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla. Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır... 
Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et. Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükseleyim. 
Ve hepsinden önemlisi.... 
Tanrım,  bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için CESARET,  
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için SABIR, 
İkisi arasındaki farkı bilmek için AKIL,
Ve Beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak DOSTLAR ver...  Amin!
(Hititlerin M.Ö 2.000 yıllarındaki duvar yazılarından alınmıştır- Cemal Borandağ-Yazar-15 Şubat 2019)

Devam edecek

Rüştü Kam

16 Nisan 2015 Perşembe

VENİ VİDİ SCRİPSİ (II)

"Geldim, gördüm, yazdım" 2015

YOZGAT

Berlin Türk Eğitim Derneği (TED) in Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu Gezisi‘nin 2.sini Yozgat üzerine yazmak istedim.
Aslında tur rotamızın içinde Yozgat yoktu. Bozkurt kardeşlerin yeğenleri Yozgat’ta görevliymiş. Bu vesile ile bir saat mola verdik. Tarihi mekân ve eser açısından fakir, buna rağmen şirin bir şehir Yozgat. Saat Kulesi’nin yanında nereye gideceğiz ne yapacağız diye istişare ederken, birisi selam verdi. „Yabancısınız herhalde. Kendimi tanıtayım, ben Mehmet Ali Çakır. Eczacıyım. MHP’den Milletvekili aday adayıyım. Hoş geldiniz Yozgat’a.“

-Vaktiniz varsa Yozgat’ı bize anlatabilir misiniz?
-„Memnuniyetle“.

Çakır önden biz arkasından başladık Yozgat sokaklarını arşınlamaya. İlk önce Saat Kulesi’ni anlattı: „Kuleyi, Tevfikizade Ahmet Bey, Belediye Başkanlığı sırasında yaptırmış. Mimarı Şakir Usta. (1325 / M.1902- 1908) Yozgat’ın sembollerindendir. İsteyen kuleye çıkabilir. Yozgat ili, tahminen 5000 yıllık bir geçmişe sahiptir. Yozgat çevresinde ilk siyasi birliğini kuran devlet Hititler’dir. Hititler döneminde, bugün Çorum sınırları içinde bulunan Hattuşa antik şehri kurulmuştur. Yozgat Osmanlı‘nın son döneminde Bozok Sancağı olarak geçmektedir. Yozgat kalkınmada birinci derecede öncelikli yöreler kapsamındadır.

İlin asıl adı "Bozok" olup, 1927 yılında ismi "Yozgat" olarak değiştirilmiştir. Oğuzların; "Bozok" koluna mensup Türkmenler’in bu bölgeye akınıyla birlikte, yöre "Bozok" ismiyle anılmıştır. 1800'lü yıllara doğru bu ismin yanı sıra "Yozgat" adı da telaffuz edilmiştir.
Yozgat adının menşei konusunda, değişik söylentiler ileri sürülmektedir. Bir rivayete göre, Yozgat; Aşiret Reisi Ömer Cabbar Ağa, sürülerini bir yaz günü yaylakta otlatırken karşısına Hızır çıkar ve Cabbar Ağa'dan içmek için süt ister. Güler yüzlü Ömer Ağa hemen misafirine hizmete koyulur ve gönül hoşluğu ile sütü ikram eder. Hızır sütü içtikten sonra çok memnun kalır ve Cabbar Ağa'ya "Çobanoğlu, yozuna yoz katılsın, memleketinin adı Yoz-Kant olsun" der ve kaybolur. Bu söz söylene söylene dada sonraları Yoz-Kant “Yozgat” halini alır.“

Çakır çok sevecen ve cömert birisi; Yozgat’ın parmak çöreğinden ikram etmek için bizleri fırına kadar götürdü ve her bir arkadaşımız için ikişer çörek sipariş etti. Hemen sonra birlikte Çapanoğlu Camii’ne götürdü bizleri ve başladı anlatmaya: „ Caminin isminin kaynağı hakkında her ne kadar tatmin edici bir bilgi yoksa da uzun yıllar bu bölgenin böyle anıldığı bilinmektedir. Cami iki kısımdan meydana gelmekte. Birinci kısmı Çapanoğlu Ahmet Paşa’nın büyük oğlu Mustafa Bey tarafından Hicri 1193 yılında; ikinci kısım ise kardeşi Süleyman Bey tarafından Hicri 1209 yılında yaptırılmıştır. Caminin hemen yanında Çapanoğlu ailesinin mezarlığı vardır. Aynı zamanda Bozok Sancağı da bu mezarlıkta asılı durur.“

Ancak bu tarihi esere hiç yakışmayan bir ilan ile karşılaştık. Caminin hemen girişine Polisle ilgili bir ilan asılmış. Yetkililerimiz güzel şeyler yapıyorlar ama, belirli bir bilinçle olmasa gerek diye düşündük. Ufuk gerekiyor, vizyon gerekiyor, estetik anlayışı gerekiyor. O zaman belki bu gibi çirkinliklere son verilir.

Çakır bu kısa beraberlikten sonra bizi otobüse kadar uğurladı. Sonunda “Oyunuzu MHP’ye verin” demeyi de ihmal etmedi. Mehmet Bey’e başarılar dileyerek ayrıldık Yozgat’tan. Sonradan öğrendiğimize göre Çakır, ikinci sıradan aday gösterilmiş.

Rehberimiz Yasin, Yozgat’ı otobüste anlattı. Boğazlayan Kaymakamı’nın hikâyesi bir devre ışık tutuyordu sanki. Bu hikâye 1915 olaylarını özetler gibiydi. Rehber Yasin’in anlattığına göre, Kaymakam Kemal bey, günah keçisi olarak seçilmiş. Hükümetin emrini yerine getirmekten başka suçu olmayan Kemal Bey ise, "mâruf “ Nemrud Mustafa Paşa'nın başkanlığındaki, çoğunluğunu Ermeni üyelerin meydana getirdiği Divân-ı Harb tarafından "Ermeni tehcirinde vazifesini kötüye kullanarak ölümlere sebep olduğu gerekçesiyle" ölüme mahkûm edilmiş; Beyazıt meydanında asılarak karar yerine getirilmiş.(8 Nisan 1919)

Olay şöyleymiş:
“Yüz yıllar boyu Osmanlı topraklarında huzur ve güven içinde yaşayan Ermeniler, Osmanlılar'ın zayıflamaya başladıkları bir zamanda, dış güçlerin tesiriyle devlet kurma hayâline kapılıp yer yer isyan çıkarırlar; kadın, çocuk, ihtiyar demeden sivil halkı katlederler. İmparatorluk zâten büyük gaile içindedir. Ermeniler'in "içten" vuruşları devleti güç durumda bırakır. Başta bulunan İttihad ve Terakki hükümeti bir kânun çıkartarak Ermeniler'in tehcirine karar verir. Sadrâzam Talat Paşa'nın imzasıyla yayınlanır karar. (14 Mayıs 1331 (1915)
Dâhiliye Nezâreti, o sıra Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili olan Kemal Bey’e bir şifreli telgraf çeker: "Kazanın dâhilinde bulunan bilumum Ermenileri 24 saat zarfında yola çıkaracaksınız, bunların sevk edileceği istikâmet Suriye'dir. Şifrenin alındığının acele bildirilmesi."

Telgrafı alan Kemal Bey kaza hudutları içindeki Ermeniler'in tehcirini emreder ve bizzat uygulamaya girişir. Mondros Mütârekesi’nden sonra ise, İtilaf devletlerinin baskısıyla Dâmad Ferit hükümeti, Ermeni tehcirinde suçlu gördükleri yöneticileri Divân-ı Harbe sevkeder. Bunlardan biri de idealist vatansever Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey'dir. Hayret Paşa başkanlığında kurulan mahkemede, beliğ bir savunma yapar Kemal bey. Savunmasında asıl suçluları işaret ederek şöyle der:

“.. savaşta yenilişimizin aleyhimizde meydana getirdiği hezeyanı durdurmak maksadıyla, iddia makamının da isteği üzerine kurbanlar verilmesi bir siyâset icabı sayılıyorsa bu kurban ben olamam. Siz kurban seçmekle değil, ancak hak ve adaletle hüküm vermek vicdani görevini taşıyan bir yüksek heyetsiniz. Mutlaka kurban aranıyorsa her hâlde bütün bu işlerin tertipçisi ve idarecisi olarak benim gibi küçük bir memur bulunacak değildir".

Karar verilmiştir bir kere. Savunmanın tutarlılığı ve güzelliği mahkemeyi etkilemez. Kemal Bey "peşin hükümlü" Nemrut lakaplı Mustafa Paşa başkanlığındaki mahkeme tarafından 8 Kasım 1919'da idama mahkûm edilir. Bu karar, "savaş suçluları " aleyhine verilen ilk idam cezasıdır.

Krarı tasdik edilmek üzere saraya gönderilir. Pâdişâh Mehmed Vahideddin karârı tasdik etmek istemez. "Bu yoldaki hükümler devam edecek olursa, iş intikam ve bilahare mukâtele şeklini alacağından çekinere, şeyhülislâm tarafından fetva verilmesini talep eder.”

Mustafa Sabri Efendi’nin verdiği fetva Padişah Vahdettin’e ulaşmadan Damat Ferit Paşa tarafından manipüle edilerek kaymakamın idamı gerçekleşir. Kemal Bey sehpâda halka dönerek son sözünü söyler:

"Sevgili vatandaşlarım, ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki ben masumum, son sözüm bu gün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa kahrolsun böyle adalet!.."

Meydana yığılan on binler hep bir ağızdan bağırır: "Kahrolsun böyle adalet!.." Kemal Bey sözüne devam eder:

"Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk milletine çocuklarımı emânet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Vatan uğrunda cephede ölen bir insan gibi şehit gidiyorum. Allah vatan ve milletimize zeval vermesin,.. Amin!.,"

Halk hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır. Az sonra 35 yaşındaki gencecik büyük vatan sever darağacında sallandırılacaktır ve Kemal Bey'in üzerinden çıkan vasiyeti târihe bir belge olarak damgasını vuracaktır:

"Merhum sevgili oğlum Adnan'ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdili çayındaki kabristanda yavrumun yanında gömülmemi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköy'de sakindirler. Teyzemin adresi Mühürdar caddesinde 67 numaralı hanededir. Adı İsmet Hanım'dır. Defin masrafı teyzeme tevdi" buyurulmalıdır. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: Millet ve memleket uğrunda şehid olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal'in ruhuna Fatiha!.. Perişan zevcem Hatice'ye, yavrularım Müzehher ve Müşerrefe muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyurulmasını vatandaşlarımdan beklerim.

Türk milleti ebediyyen yaşayacak, Müslümanlık asla zeval bulmayacaktır. Allah millet ve memlekete zeval vermesin. Ferdler ölür, millet yaşar, inşallah Türk milleti ebediyyete kadar yaşayacaktır". (Türk Dünyası Tarih Dergisi Mayıs 1988 Sayı:17 Sayfa:44-46)

Ruhu Şad Olsun.

Devam edecek...

Rüştü Kam

8 Nisan 2015 Çarşamba

HAYATI TERSTEN YAŞAMAK

İşte, ağlayarak gözlerimizi açtığımız yalan dünya. Yaşamak için öldüren caniler ve öldürülen mazlumlar burada yaşıyor. Güçlüler tarafından, ellerine vura vura malları alınan garip-guraba burada yaşıyor. Koca Ozan Aşık Veysel’in dizelerinde anlamını bulan yalan dünya işte burası:  “İki kapılı bir han”.  Can Yücel çok güzel anlatmış o hanı; hayatı, doğumu ve ölümü. Okuyalım. Ancak, sadece okumak yetmiyor, anlamak için biraz da düşünmek gerekiyor. Hayatın sonundaki hiçliği kabullenmek oldukça zor. Ancak, her canlının tadacağı mutlak  gerçek, işte o hiçlik: 
“Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir..
Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel,
Hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mı ?
Camide uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içeresinde,
Herkes karşınızda saf durmuş,
iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette.
Tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar,
çocuklar torunlar hepsi hazır.
Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor,
Aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz.
Ne güzel, hazır maaş, hazır ev....
Altmışlı yaşlara kadar her şey garanti,
huzur içinde yaşıyorsunuz.
Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.
Bir gün çalışmak istiyorsunuz
ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket
ve altın kol saati veriyor patronunuz...
Genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir
insan olarak işe başlıyorsunuz.
Herkes karşınızda el pençe divan...
Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor.
Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal aktiviteler artıyor,
Fevkalade... Aman ne güzel günler başlıyor...
Derken bir gün patron size artık üniversiteye
gitsen daha iyi olur diyor.
Bu arada babanız ortaya çıkmış, "fazla çalıştın" diyor "artık eve dön, işi
bırak, okumaya başla, harçlığın benden olsun..." keyfe bakar mısınız ?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor.
Ekmek elden, su gölden bir dönem başlıyor.
Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor.
Derken anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor,
araba kullanma derdi de yok artık...
Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar,
"evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna" diyorlar..
Mamanız ağzınıza veriliyor,
zaman zaman altınızı bile temizliyorlar,
hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor
ve başka bir keyifli dönem başlıyor.
Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır.
Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz.
Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok,
bir kordondan besleniyor, sıcacık, yumuşacık,
gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.
Ve günün birinde müthiş bir olayla hayatınız bitiyor...; ”

Rüştü Kam

VENİ VİDİ SCRİPSİ ( I) 2015

 "Geldim, gördüm, yazdım"

Berlin Türk Eğitim Derneği (TED)7. gezisini Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’ya yaptı. 29 kişinin katıldığı gezi 12 gün sürdü. Tarihi eserlerin ziyaretinin esas alındığı geziden katılanlar oldukça memnun oldu. Çorum sınırları içindeki Hattuşa’dan başlayan tur Anıtkabir’de sona erdi.
Sırasıyla her ilimizi ayrı ayrı yazacağım. Ancak bu ilkyazımı Ankara/Anıtkabir’e ayırmak istedim.

Sabah saat 07’ de Sivas’tan yola çıktık. Yozgat’ta 1 saat mola verdikten sonra saat 13.00‘te Ankara’ya ulaştık. Havanın güneşli olması ziyaretimizi kolaylaştırdı. Tandoğan kapısından girdik Anıtkabir’e. Kapıda güvenlik kontrolünden geçtik. Aslanlı yolun başında nöbet tutan askerler hareketsiz duruyorlar. Selam verdim onlara, hayırlı nöbetler diledim. Gözlerini hareket ettirerek aldılar selamımı.
Yol boyunca aslanlar eşlik etti bizlere. Rehberimiz Yasin Eyüpoğlu’nun anlattığına göre, bu yolda dikkatli yürümek gerekiyor. Yere aralıklar halinde döşenmiş taşlara takılarak düşmek mümkün. Anıtkabir’e giderken başın sürekli olarak yerde olması için taşlar eşit aralıklarla döşenmiş. Mecburi saygı yani.

Rehberimiz anlatmaya devam etti: “Atatürk 10 Kasım 1938’de İstanbul’da öldüğü zaman cenazesi Ankara’ya götürülmüş, geçici olarak Ankara Etnografya Müzesi’ne konmuş 15 sene bu müzede kalmış. Atatürk’e lâyık bir mezar yapılabilmesi için de uluslararası bir proje yarışması açılmış. Yarışmayı Türk mimarlarından Emin Onat ile Orhan Arda’nın ortaklaşa yaptıkları proje kazanmış. Anıtkabir’in yapımı 1945’te başlamış, 1953’te tamamlanmış.
Anıtkabir üç bölümden oluşuyor; yol, avlu ve şeref salonu. Yolun uzunluğu 180metre. Yanlara aslan heykelleri, meşaleler ve servi ağaçları dikilmiş.
Kabir avlunun sol ucunda yer alıyor. Bunun içindeki şeref salonunun yüksekliği 20 m, eni 32 m, boyu 60 m’dir. Tavanına altın mozaikle Türk motifleri işlenmiş. Salonun gerisindeki pencerenin önünde lahit bulunuyor. Mezar lahdin altındadır.
Cemal Gürsel de İnönü gibi önce içeriye defnedildiği halde sonra dışarıya alınmış. Böylece üst düzey devlet görevlilerinin avlunun içine defnedilme isteğinin önüne geçilmiş.“

Rehberimiz Çanakkale Savaşı‘nın ve Kurtuluş Savaşı‘nın canlandırıldığı bölümleri de anlattı bizlere. O savaşlara komuta edenleri ve emeği geçenleri de. Duygulandık.
Çünkü bizim, Kurtuluş Savaşı’nın nasıl başlayıp nasıl geliştiğini gezimiz süresince bizzat yerinde gözlemleme imkânımız oldu. Biz, Mustafa Kemal’in (Cumhuriyet kuruluncaya kadar ismi Mustafa Kemal’dir) Vahdettin’in İngilizlerden aldığı tahsildar vizesiyle Samsun’a çıktığını, bu görevi Mustafa Kemal ve 18 arkadaşına bizzat Vahdettin’in verdiğini biliyorduk. Biz, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Bandırma gemisiyle güven içinde Samsun’a çıktığını da biliyorduk. Biz, bu bilgiler ışığında Samsun’dan Mustafa Kemal’le birlikte çıktık yolculuğa; Amasya, Erzurum ve Sivas Kongreleri'ni O’nunla birlikte yaparak Anıtkabir’e geldik. (geniş bilgiyi Murat Bardakçı’nın Şahbaba isimli kitabından öğrenmek mümkündür)

Mustafa Kemal’in, Mustafa Kemal olarak aldığı kararlar sarıklı mücahitlerle alınan kararlardır.* Bu kararların altında müftülerin ve hocaların da imzaları vardır. Kurtuluş Savaşı süresince onlarla istişareler yapılmış ve alanda onlarla işbirliği yapılmıştır. Halkın vicdanına hitap edenler bizzat onlardır. Müftülerdir, Hocalardır, Sarıklı Mücahitlerdir. (daha geniş bilgi için, Cemal Kutay’ın, Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan, Kurtuluşun ve Cumhuriyet’in Manevî Mimarları adlı eserine bakılabilir. (Ankara, 1973)

Ancak Anıtkabir’de bu mücahitlerden eser yoktur. İnanın Mehmet Akif hakkında bile bilgi yok Anıtkabir’de. İstiklal marşımızın yazarı olan Mehmet Akif Ersoy. “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” diye niyazda bulunan Mehmet Akif Ersoy. İstiklâl Marşı yazan şairlere ayrılan parayı bile almayan Mehmet Akif Ersoy.  Çocukları sefalet içinde ölen, kendisi Mısır’a sürgüne gönderilen Mehmet Akif Ersoy.

Kurtuluş Savaşı sırasında köy köy,  kasaba kasaba, şehir şehir dolaşarak verdiği vaazlarla halkı savaşa hazırlayan Mehmet Akif Ersoy.
Kimler Anıtkabir’in tasarımı hakkında söz sahibi iseler, bu vebalin altından kalkamazlar. Bunlar Türkiye’nin Müslümanlaşmasından korkan, başkalarıyla iş tutan satılmışlar olmalıdırlar.  Atalarımız boşuna dememişler; “Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner.” diye.

Yazımı, Mehmet Akif’in İstiklal Marşı şiirinin son dörtlüğüyle sonlandırmak istiyorum:
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl!

Rüştü Kam

*Atatürk olduktan sonra aldığı kararlarda bu insanların imzası yoktur.