15 Temmuz 2015 Çarşamba

BERLİN’DE İFTAR SOFRALARI (IV) 2015


Büyükelçi Hüseyin Avni Karslıoğlu rezidansının bahçesinde kurduğu çadırda vermişti ilk iftar yemeğini 2012 yılında. Karslıoğlu ogün yaptığı konuşmayla yeni bir çığır açmıştı. Şöyle demişti o iftar konuşmasında:
”Sevgi ve barış ayı olan Ramazan'da oruç tutan tutamayan, hatta inançsız insanlarla bile birlikte olmak istiyoruz, ilk kez verilen bu iftar yemeği adetini gelecek yıllarda da sürdüreceğiz.  Almanya'daki 13 başkonsolosluğa da iftar vermeleri talimatında bulundum.” 

Büyükelçilerin Ramazan ayında Cuma günü Cuma saatinde bile olsa kokteyl vermelerine alışık olan halkımız,  T.C. Devletinin yönetimindeki değişikliği o zaman fark etmişti. Halkının yüzde 99’u Müslüman olan bir ülke 79 yıl sonra narkozun etkisinden kurtulmaya başlamıştı. Sevindik, mutlu olduk. Daha sonra bu gelenek kançılaryada da devam etti. Kur’an okundu, ezan okundu, açıklaması yapıldı, dualar edildi. İftar yemekleri kançılaryaya taşınınca, çadır geleneğini Başkonsolos Ahmet Başer Şen konutunda devam ettirdi. Hâlâ devam ettiriyor. 9 Temmuz’da konutun bahçesinde kurulan iftar çadırındaydık. 

Büyükelçiliğin başlayıp da unuttuğu iftar geleneği çadırda taviz vermeden aynıyla devam etti. Din Hizmetleri Ataşeliği’ne bağlı Anadolu Camii’nde görevli Muhammed Küçük ’ün okuduğu Kur’an davetlileri mest etti, konutta bir İstanbul hafızı vardı sanki. Sonra Türkçe ve Almanca meal verildi:
“Rabbinizin bağışına ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever. Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler.“ İşte onların mükâfatı, Rableri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir!“ Âl-i İmrân 133-136)

Din Hizmetleri Ataşesi Bilal Öztürk’ün okuduğu ezanla oruç saatinin bittiği ilan edildi. Oruçlar açıldı. Sonrasında da arabesk havasında olmayan ilahiler eşliğinde yemeklerimizi yedik.  Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne yakışan bir iftar programı icra edildi. Dört dörtlük bir iftar sofrası.

Masalar ağaç gölgelerine kurulmuş. Misafirler ayrı ayrı ağaç gölgelerinde ağırlandılar. Bana çam ağacı gölgesi düştü. Ambiyans fevkalade. Sefa kardeşimle birlikte çay standına göz attık. Türkiye Cumhuriyeti Başkonsolosluğu da Büyükelçilik gibi Seylan çayı mı ikram edecek yoksa Türk çayı mı diye kontrol ettik.  TSE damgalı çayı görünce rahatladık. Ama içimizde yine bir sıkıntı vardı, geçen sene de Türk çayı vardı stantta ama o çaydan demlenmemişti, göstermelik olarak konmuştu masaya. Acaba yine öyle mi olacak diye şüphelerimiz vardı.



Ağaç gölgesinden kalkınca ince belli bardaktan çayımızı yudumlamaya gittik. Türk çayının o mis gibi kokusunu aldık ve ‘İşte bu’ dedik. Teşekkürler Sayın Şen. 

STK ler de bu uygulamayı örnek alır ve kendi mekânlarında, programlarında devam ettirirlerse, Türkiye adına, Türk kültürü adına büyük bir adım atılmış olacaktır. Mesele çay meselesi değildir. Mesele kültür meselesidir. Kendi kültürümüze sahip çıkma meselesidir. 

Ayrıca iftara cümbür cemaat herkes davet edilmemiş. Eşleriyle gelenler vardı, ancak Büyükelçilikte olduğu gibi çoluk  çocuk aile boyu davet edilen misafirler gözümüze çarpmadı. 

Bu güzel günde Başkonsolos Ahmet Başar Şen’in konuşması mana yüklüydü. Türkçe ve Almanca yaptı konuşmasını.
Büyükelçi Sayın Karslıoğlu’nun kulağını çınlattık bu sırada. İftar programında Kur’an’ın okunması, iki dilde mealinin verilmesi ve günün konuşmasının da iki dilde yapılmasıyla kıyamet kopmadı.  

Arzu edilen bu geleneğin de sadece Büyükelçilikte ve Başkonsoloslukta değil, Sivil Toplum Kuruluşları tarafından da devam ettirilmesidir. Genel kurullarda veya özel toplantılarda sadece Almanca konuşulmamalıdır. Türkçeyi unutursa sivil toplum kuruluşları, üyelerine Türk dilinin öneminden bahsetmeleri abesle iştigal olur.  Uygulamalarda Türkçe ’ye yer verilmezse, ‘Türkçeyi unutmayınız, anadil çok önemlidir’ şeklindeki tavsiyelerin inandırıcılığı olmayacaktır. Dili olmayan toplulukların dini de olmaz, geleceği de olmaz. Türkçe fıkra anlatamayan, masal anlatamayan bir neslin geleceği yoktur. Kendimizi kandırmayalım. Kendi kimliğinden utanan insanlara Almanların da saygısı olmaz. Kimliğiyle ayakta duran onurlu insanların önünde ise herkes şapka çıkarır. 

Başkonsolos Sayın Ahmet Başar Şen’in o anlam yüklü konuşmasının tam metnidir: 

“Ruhlara güzellik, gönüllere zenginlik, nefislere irade ve toplumsal hayata huzur getiren on bir ayın sultanı ramazan-ı Şerif’i bu yıl bir kez daha şükür ve sevinçle karşıladık. 
İftarımızı bu gece huzur, dostluk ve sevgi içinde birbirimizle paylaşıyoruz. 
Ramazan ayı İslam toplumlarında insanlar arasında sevgi, saygı ve hoşgörünün yoğun bir şekilde yaşandığı, inananların lokmalarını paylaşarak kardeşliklerini pekiştirdikleri mübarek aydır. bu nedenle, ramazan milletimizin ve toplumumuzun tüm kesimleri arasındaki birlik ve beraberliği, işbirliği ve ortak hareket ruhunu daha da pekiştirmesini diliyorum.
Ramazan ayı, bizler gibi, vatandan ayrı, farklı dinlere ve kültürlere mensup insanlarla bir arada yaşayan Müslümanlar için,  hem birlikteliğimizi kuvvetlendirdiğimiz, birbirimizle kenetlendiğimiz, hem de başka dinlere ve kültürlere mensup dostlarımıza, komşularımıza sevgi ve barışı temel alan dinimizin anlatıldığı günlerdir.
Bu nedenle, ramazan ayını bu sene bir kez daha coşkuyla karşıladık. Ama içinde bulunduğumuz günlerde maalesef kardeş Müslüman halkların yaşamakta oldukları savaş, sıkıntı ve sarsıntılar nedeniyle büyük üzüntü ve keder içindeyiz. 
Komşumuz Suriye’de dört yıldan bu yana yaşanan insanlık dramı, komşumuz Irak’taki istikrarsızlık ve katliamlar, asırlardır o bölgelerde yaşayan Türkmen kardeşlerimizin yaşadıkları acılar bizleri derinden üzmektedir. Aynı şekilde ülkemize uzak coğrafyalarda Sincan’da, rohingya’da Müslüman ve Türk kökenli kardeşlerimizin yaşadıkları acılar da maalesef yüreğimizi burkan gelişmelerdir. Kardeşlerimizin acılarının bir an önce dinmesini yüce Allahtan diliyorum.

Türkiye’deki vatandaşlarımız için olduğu gibi, Almanya’daki vatandaş ve soydaşlarımızın da huzur ve barış içinde yaşamaları, eşit bireyler olarak alman toplumunda hak ettikleri yeri almaları devletimizin öncelikleri arasındadır. 
Türk–Alman dostluğu bilindiği üzere memnuniyet verici seviyededir ve gün geçtikçe gelişmekte ve derinleşmektedir. 

Almanya’da yaşayan üç milyonu aşkın insanımız bu dostluğun en kuvvetli garantörü, en etkin taşıyıcısıdır. 
Sayın büyükelçimizin başlattığı gelenek çerçevesinde, kendilerinden ilham ve örnek alarak, başkonsolosluklar olarak Almanya’daki siz değerli vatandaşlarımızla iftar sofralarımızı paylaşıyoruz. Bu sofralarda giderek artan bir şekilde davetlerimize icabet eden alman ve diğer yabancı dostlarımızı görmek de bizleri içtenlikle memnun etmektedir.  

Aynı şekilde, entegrasyondan sorumlu federal devlet bakanı Sayın Özoğuz tarafından verilen iftar yemeği, bu iftar yemeğinde konuşma yapan federal şansölyenin İslam’ın Almanya’ya ait olduğuna dair sözleri, benzer şekilde federal şansölye yardımcısı Sayın Gabriela’n ve federal içişleri bakanı sayın de Maiziere’in Berlin’de sivil toplum kuruluşlarımızca düzenlenen iftar programlarına katılarak verdikleri sıcak mesajlar buradaki toplumumuzda büyük memnuniyet yaratmıştır. 

Almanya’da barış ve huzur içinde yaşamakta olan, bu ülkeye en güzel şekilde uyum sağlamış olan, her alanda çok değerli katkılarda bulunan ve bu nitelikleriyle Almanya’da ve diğer batılı ülkelerde yaşayan göçmen toplumlarına örnek teşkil eden Türk toplumunun değerinin gün geçtikçe daha fazla anlaşılacağını umuyoruz. Bu değer anlaşıldıkça, onların Türk ve Müslüman kimlikleriyle daha fazla kabul göreceklerini, ayrımcılık, korku ve hatta düşmanlıkla değil, daha fazla dostluk ve “Hoşgeldin kültürüyle” karşılanmalarını bekliyoruz. 

Alman devletinin en üst düzeyinde gösterilen bu teveccühün bir sevgi tomurcuğundan birer sevgi ağacı yaratabilen insanımızdan fazlasıyla karşılık bulacağından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. 
Hüsn-ü kabul kültürünün gelecekte alman toplumunun tüm kesimlerine yayılması, çok renkliliğin topluma getirdiği kuvvet ve dinamizmin farkına varılması en büyük temennilerimizdendir. 

Dileriz ki, Almanya, Türk ve Müslüman anahtar sözcükleri söylendiğinde akla saldırıya uğrayan insanlar, NSU ve benzeri cinayetler ya da yakılan camiler, apartmanlar gelmesin. Alman dostlarımızın bu doğrultuda ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobyayla kısa, orta ve uzun vadeli stratejiler çerçevesinde daha kuvvetli bir mücadeleye gireceklerini umuyoruz. 

Bu bağlamda, Almanya’ya her alanda önemli katkılarda bulunan Türk toplumunun, sadece gençlerinin değil, tüm fertlerinin çifte vatandaşlık hakkını elde edeceği günlerin yakın olduğunu ummak istiyoruz. 
Aynı şekilde, AB müktesebatına aykırı bir uygulama teşkil eden aile birleşiminde dil kursu şartı aranması uygulamasının da bir an önce kaldırılarak hukukun üstünlüğünün sağlanmasını talep etmeye devam ediyoruz. 

Sözlerimi burada bitirirken, Ramazan ayının ülkemize, milletimize, Türkiye dışında yaşayan insanlarımıza ve tüm insanlığa barış ve huzur getirmesini, aramızdaki sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk ve kardeşlik bağlarının daha da pekişmesine vesile olmasını temenni ediyorum. Allah orucunuzu kabul etsin!”

Eksiklikler:
1-Yemek servisi Büyükelçilikteki servis gibi çok yavaştı. 2 saat gecikmeyle yemekler yenebildi. Ve yemekler soğuktu. Hele et yemeği soğumuş ve kaskatı olmuştu. Yanında sos falan da olmayınca tad alamadık. Allah’ın nimetine sözümüz yoktur, sözümüz pişiren ve servise koyanadır, tabii ki sorumluluk makamında olana da.  Bu sadece benim tespitim değil, misafirlerin neredeyse ortak tespitidir.

2-Güllaç tatlısı da oldukça bayattı. 

2- Türk kahvesinin yanında, lokum ve su her zamanki gibi unutulmuş. Veya önemsenmediği için konulmamış. Bu biraz da hassasiyet meselesi. Türk kültürüne önem verme meselesi.

3- Geçen senenin aksine, hakkında kanunname yazılan Osmanlı şerbeti yoktu: “Şerbetçiler gözlenecek, üzümün okkası bir akçeye alındığında, şerbetin iki okkası bir akçeye olur. Misk ve gül kokulu olmalı, ekşi ve fazla sulu olmamalıdır. Şerbetlerde kar ve buz olacak, tas ve kâseleri temiz olacak"

Rüştü Kam

13 Temmuz 2015 Pazartesi

BERLİN’DE İFTAR SOFRALARI (III)



Türk Eğitim Derneği (TED) Ramazan süresince her Cuma iftar yemeği veriyor. Davetli listesinde Berlin’in önde gelen simalarını görmek mümkün. SPD Federal Milletvekili Dr. Fritz Felgentreu, Ha-ber.com internet gazetesi sahibi Sefa Doğanay, Bizim Alem Dergisinin sahibi Tevfik Dağdeviren, TD1 televizyonunun sahibi Atalay Özçakır, Hürriyet Gazetesi’nin eski Berlin temsilcisi Ahmet Külahçı, T.C Berlin Başkonsolosu Ahmet Başar Şen, T.C. Berlin Din Hizmetleri Ataşesi Bilal Öztürk,  Neukölln Göç Sorumlusu Arnold Mengelkoch, T.C. Berlin Büyükelçiliği Basın Müşaviri Refik Soğukoğlu, TD-İHK Genel sekreteri Suat Bakır, STK Başkanları, Veli Karakaya(Müsiad), Adnan Gündoğdu(TDZ), Ünsal Tokuç(Alperenler), Sevgi Bozdağ(Engelliler derneği),  ve bazı işadamları davetliler arasındaydı. Sohbetlerin iftardan sonra da saat 24 de kadar devam ettiği de oldu.  Selamlama konuşmaları yapıldı. Berlin ve dünya gündemi ile ilgili önemli açıklamalar yapıldı. Kimler ne söyledi:

Ahmet Külahçı:
“Ramazan mübarek bir aydır. Bu ayda iftar sofrasına davet edilmem beni ziyadesiyle mutlu etmiştir. Rüştü hocama teşekkür ediyorum. Almanya kültür zenginliğine sahip bir ülke. İslâmofobi gibi bir kavramı kullanmak Almanlara yakışmıyor. Müslümanların Alman halkıyla bir sorunu yoktur. Belirli mihraklar tarafından servise konan bazı olaylar vardır, bu olaylar Müslümanları elbette rencide etmektedir. Ancak onlar da bilirler ki, bu olaylar provokasyondur. Yetkililerden istenilen, hiçbir olayın gizli kalmaması ve faillerinin mutlaka yakalanarak hak ettiği cezaya çarptırılmasıdır.

Martin Spangenberg:
Bugün biz bu iftar sofrasında bulunmaktan çok memnunuz. Türk Eğitim Derneği’nin yaptığı çalışmaları takdirle karşılıyoruz. Bugün 5 güvenlik görevlisi ile birlikte geldik iftar davetine. Mocca Dergisi’ni çıkarıyorlar. Dergide yazılanlar önemli yazılar ve yazan kişiler de ilim adamları. İki dilde yayınlanıyor. Bilmediğimiz veya değişik öğrendiğimiz çok şeyi bu dergiden öğreniyoruz. Olaylara başka bir pencereden bakıyorsunuz. Tatilimi Fidel Kastro’nun ülkesinde geçireceğim. Mocca dergisini de sırt çantama koyacağım ve yanımda götüreceğim.

Fritz Felgentreu:
“Üç senedir hem iftar programlarınıza hem de Kurban şenliği davetlerinize zevkle katılıyorum ve bunun için derneğinize ve dernek yöneticilerine teşekkür ederim.
Burada güzel işler yapılıyor, mesela MOCCA derginiz çok değerli, okunması gereken bir dergi, bazen ben de yazıyorum. Son olarak gelecek sayıda çıkacak olan “İslâm Almanya’nın bir parçası mıdır?” konulu bir makale yazdım.

Ben artık İslam´ın Almanya'ya ait olup olmadığı tartışmasını bile lüzumsuz görüyorum, eski Cumhurbaşkanı Christian Wulff`un dediği “İslam Almanya’nın bir parçasıdır” sözüne katılıyorum, bu bir gerçektir. Tabii bu gerçeği kabullenemeyen birileri var hala. Bazılarının bu konuda İslâm" ve "Müslümanlar" diye ayırım yapmaları kelime oyunundan başka bir şey değildir.

Tartışmamız gereken, İslâm’ın Almanya´ya ait olup olmadığından ziyade, ne zamandan beri Almanya’da var olduğudur. İslam Almanya’da o kadar köklü değildir. Bu sene Berlin Şehitlik Camii’nde birçok ziyaretçi, "Türkler, Mohren`ler ve Müslüman- Tatarlar Prusya´da” isimli serginin de gözler önüne serdiği gibi, Orta-Avrupa İslam'ının ilk tomurcuklarının 16.-17. Yüzyıllarda açtığını görme imkânını buldular.

Pegida olayına katılanların hepsini aşırı sağcı olarak algılamak bence hata olur, öyle değildir. Mesela Dresden’de fazla Müslüman yok. Oradan birileri kalkıyor geliyor Neukölln’e. Buradaki Selefileri, bazı camilerdeki radikalleşmeleri görüyor veyahut medyadan öğreniyor. Bu onlar için yabacı bir şey, onu “İslamlaşma” olarak algılıyor ve korkuyorlar ve Pegida’ya katılıyorlar. Şimdi biraz geri çekildiler ama her zaman tekrar canlanabilirler, buna karşı hep birlikte çalışmamız gerekiyor.

İnanç konularına karışmayan aydınlanmış bir devlet, büyük bir değerdir. Devlet, birçok farklı inanç ve değerleri ile birçok kişinin bir arada yaşaması için bir çerçeve sunmaktadır. Bir arada yaşama temelimizin genel kuralı, inancın ve uygulamasının özel bir mesele olması ve üçüncü birinin bu hususta karar verme hakkına sahip olamayacağı ilkesidir. İşte bu ilke beraberce yaşamayı mümkün kılar.

Müslümanların kendi içlerine kapanmamaları, bilakis yaptıkları şeyleri apaçık bir şekilde, yerli halkın anlayabileceği, takip edebileceği bir şekilde yapmaları gerekir ki, yabancı olan bir şeye karşı oluşan kuşku, korku meydana gelmesin.
Jobcenter-Neukölln ile ilgili büyük sorunların yaşandığını biliyorum. Jobcenter Neukölln müdürü Bay Erbe ile sıkça görüşüyorum. Bu sıkıntının giderilmesi için özel olarak ilgileneceğim. Şimdiden söyleyeyim, Kurban bayramı şenliğine bu sene de memnuniyetle katılacağım.” .

Atalay Özçakır:
“Beni davet ettiniz ve ben bu davetten oldukça memnun kaldım. Çok güzel işler yapıyorsunuz. Mocca dergisi takip ettiğim bir dergi. Benim de orada bir röportajım yayınlandı. Çalışmalarınızda başarılar diliyorum.”

Sefa Doğanay:
“Ramazanınız mübarek olsun. Davetinizden dolayı teşekkür ederim. Türk Eğitim Derneği güzel şeyler yapıyor. Geziler düzenliyor, eğitim kampları düzenliyor. Benim çok önemli bulduğum bir çalışmanız da iftardan önce yapılan okumalarınız. Mesela bugün ben oldukça istifade ettim. ”

Ahmet Başar Şen:
“Ramazanınız mübarek olsun. Bugün burada birlik ve beraberliğimize bir kez daha şahit oldum. Değişik dünya görüşüne sahip olan vatandaşlarımınız bir arada. Almanya’da Ramazan biraz zor geçiyor. Almanya’daki Müslümanlardan Ramazan’ı daha da zor geçiren başka ülkeler var. Savaş halinde olan ülkeler var. Onların acılarını içimizde hissediyoruz. Irak Şam İslâm Devleti adıyla kurulan bir terör örgütü var. Ortadoğu’yu kasıp kavuruyor. Lanetliyoruz onları. Ilımlı İslâm diye de bir şey olmaz. Sadece Müslüman vardır. Ben bilinçli bir Müslümanım diyen herkes terörizmin karşısında olmalıdır. Terörün dini de olmaz. Bu mübarek ramazan gününde İslâm adına kan akıtanlar Müslüman olamazlar.
Bugün bu sofrada Almanlar da var. Ne güzel. Neukölln Göç sorumlusu Sayın Mengelkoch da burada. Özlediğimiz güzel bir tablodur bu.
Dilimizi, kültürümüzü, dinimizi öğreneceğiz. Almanca’yı ve Alman kültürünü de öğreneceğiz ve kendi kimliğimizi koruyarak Alman komşularımızla birlikte Almanya’nın huzuru için birlikte çalışacağız.
Türk Eğitim Derneği bu mütevazı yerde çok güzel çalışmaların altına imza atıyor. Takdirle izliyoruz bu çalışmaları. Gönül isterdi ki, yeriniz daha geniş olsun ve öbür odadaki bayanlar da burada bizimle birlikte olsunlar.”

Bilal Öztürk:
Rüştü hocam bizleri davet etti kendilerine teşekkür ediyorum. Burada çok güzel bir ortam var. Şu kitapların içinde iftar yapmak gurur verici. Dinimizin ilk emri “Oku”dur. İlk başta okunacak olan Kur’an’dır. Sadece Arapça olarak değil, anlayarak okumamız gerekir. Allah’ın bizden istediği Kitab’ını anlamamızdır. Kur’an’ın indiği bu ayda Kur’an’la olan münasebetimizi artırmalıyız. Kur’an’ı okumasını bilmeyenler hemen daha fazla geç olmadan öğrenmelidirler.   Müslümanın Kur’an’ı öğrenememe gibi mazereti olamaz.
Çocuklarımızın durumu sıkıntılıdır. Anne ve babalara çok görev düşüyor. Çocuklarımıza dillerini mutlaka öğretelim. Kültürümüzden uzaklaşmasınlar. 

Arnold Mengelkoch:
Önce davetiniz için Rüştü Kam’a, Sayın Bozkurt’a ve dernek yöneticilerine teşekkür ederim. Sizlere Neukölln ilçe Belediyesi’nin de selamlarını getirdim. Zaten her sene iftar programlarınıza ve Kurban şenliğinize katılıyorum. Bazı dernekler Anayasa’yı Koruma Dairesi’nin listesinde oldukları için her gelen davete katılmıyorum. Tür Eğitim Derneği’nden davet gelince hemen geleceğimi bildirdim. Mesela St. Christophorus Kilisesi’yle ve öbür komşularınızla aktif temas halinde olmanız beni memnun ediyor. Ayrıca içinize kapalı değil de “açık” olmanız ayrıca sevindirici bir şey. Kurban Şenliği’nde meydanda Kur’an okuyorsunuz ve arkasından da Almanca ve Türkçe açıklamasını yapıyorsunuz. O zaman Kur’an’ın korkulacak bir şey olmadığını anlıyorum.

MOCCA dergisini zaten öteden beri okuyorum. Benim de röportajım yayınlandı dergide. Sayın Kam, Mocca’da yayımlanan sizin yazılarınız geleneksel din anlayışından daha ötede değişik bir tarzda. Bundan dolayı dergiyi ne zorluklar altında çıkardığınızı biliyorum, bunun için size teşekkür ediyor, zorluklara ve haksız saldırılara rağmen, dergiyi çıkarmaya devam etmenizi temenni ediyorum.

Bildiniz gibi Belediye Başkanımız değişti. Dr. Franziska Giffey Belediye Başkanı oldu. Onun da düzenlediğiniz programlara katılacağına inanıyorum. Beni dinlediğiniz için ve davetiniz için tekrar teşekkür eder hayırlı ramazanlar dilerim.”

Suat Bakır:
“Müslümanlar suçlanırken, Almanlar dönüp bir de kendilerine bakmalıdırlar. Hiçbir eylem tek taraflı gelişmez. Müslümanların da bariz hatalar yapmamaları, olaylar karşısında soğuk kanlı davranmaları ve de empati yapmaları da önemli tabii. Benim eşim Alman, geçtiğimiz senelerde Ramazan Weihnachten’e denk geldi. İftar saatine kadar beklediler, bir şey yemediler. Eşimin bir yakını beni evine davet etti doğum gününde bahçesine, ben geleceğim diye Türk bayrağı asmış, böyle şeyler de oluyor. Birbirimizi iyi tanırsak sorunlar büyük ölçüde azalacaktır. Ön yargılı insanlar her zaman olacaktır, onlar bizlerin huzurunu bozmamalıdır.  Birlik ve beraberliğimizin söylemlerden öteye geçmesi gerekiyor. Burada kalıcı olduğumuzun bilinciyle hareket etmemiz gerekiyor.

Ben çocuklarıma vasiyet ettim beni buraya defnedin diye. Ziyaretimize gelip Fatiha okuyacak birisi olsun. Ancak sıkıntılı bir durum. Yeterli denecek kadar mezarlığımız yok.

Son olarak şunu da söylemek isterim. Çocuklarımızı ya üniversitede okutmalıyız, ya da mutlaka bir meslek sahibi yapmalıyız.”

Refik Soğukoğlu:
“Almanya insan hakları konusunda daha titiz davranmalıdır. Müslümanlarla teröristleri aynı kefeye koymamalıdır. İslâm’la terör yan yana getirilmemelidir. Pegida yürüyüşleri gibi yürüyüşler halkı provoke eden yürüyüşlerdir. Müslümanların mukaddes saydığı değerlere saygı gösterilmelidir. Karikatür olaylarıyla Müslümanlar tahrik edilmemelidir. Camiler kundaklanmamalıdır. Suçlular bulunmalı ve adalete teslim edilmelidir. Karşılıklı güven ortamı oluşturulmalıdır.
Müslümanlar da kendi içlerindeki aşırı uçları kontrol altında tutmalıdırlar. Onların Müslümanların içinde barınma şansı olmamalıdır.”


Rüştü Kam
Ha-ber.com




9 Temmuz 2015 Perşembe

RİZE VENİ VİDİ SCRİPSİ (VII) "Geldim, gördüm, yazdım" 2015

Sümela Manastırı’ndaki ve Ayasofya Kilisesi’ndeki tarih katliamlarını ve Uzungöl’deki doğa katliamına şahit olduktan sonra uğradığımız hayal kırıklığının boyutunu varın siz düşünün…
Bundan sonraki güzergâhımızda bizleri neler bekliyor Allah bilir. Bizim bildiğimiz ise “Yeryüzünü gezin, görün ibret alın .”ayetinin ışığının bu topraklara ulaşmamış olduğu.

Uzungöl’den ayrılıyoruz. Akşam Fırtına Deresi’nde konaklayacağız. Önce Rize. Rize Türkiye’nin en çok çay yetiştiren, en yeşil ve en çok yağış alan illerinden biri.  Rize ilinin adı ile ilgili olarak değişik görüşler ileri sürülmüş; Yunanca pirinç anlamına gelen Rhisos, Rumca'da "Rıza" olarak dağ eteği anlamında kullanılmış. Sonradan Rıza, Rize’ye dönüşmüş.


Rize yaklaşık 330 bin nüfuslu bir şehir. Geçim kaynağı, çaycılık.  Çay tarımı Rize’de 1944 yılında başlamış. Çayı işleyen fabrikalar da kurulunca bölgenin ekonomisi gelişmiş.
Çayı Rize’ye getiren kişi Zihni Derin. Zihni Derin 1880’de Muğla’da dünyaya gelmiş. Derin, Türkiye'de çay tarımının başlamasına ve yayılmasına önderlik eden ziraat mühendisi (1923). “Çayın babası” olarak biliniyor. Yanısıra balıkçılık, arıcılık ve puro tütünü üreticiliği de önemli geçim kaynaklarından.

Rize’nin yetiştirdiği önemli şahsiyetler de var: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, eski Başbakanlardan Ahmet Mesut Yılmaz, sanatçı Tarkan Tevetoğlu, İş Adamı Abdurrahim Albayrak, Eski Bakan Ahmet Tevfik İleri, Yazar Prof. Dr. İsmail Kara, T.B.M.M Eski Başkanı Köksal Toptan, Murat Karayalçın, Yazar Ömer Lütfi Mete bu şahsiyetlerden bazıları.

Daracık sokaklar

Otobüsle turlamak mümkün değil Rize’yi. İki caddesine girebildik. Daracık sokaklar, otobüs zor geçiyor. Yalçın dağlarla deniz arasına sıkışıp kalmış bir şehir Rize. Denizi doldurarak şehri genişletmeye çalışmışlar ama yapılan ortada, taşıma suyla değirmen bu kadar dönüyor demek ki.  Şehirde biraz soluklanmak, dondurma yemek ve kahve içmek istedik, otobüsü park edecek yer bulamadık. Ve terkettik Rize‘yi, şehrin dışında Rize bezi fabrikası varmış, tur sorumlusu Emin öyle söyledi. Oylama yapıldı ve otobüs çevirdi yönünü alışveriş merkezine. Alışveriş için başka çaremiz de yoktu. Önce fabrika hakkında bilgi aldık sahibinden. Alt katta eski bir tezgâh var. Fabrika sahibi nereden nereye geldiğini unutmamak için sergiliyormuş bu tezgâhı. Üst katta Rize bezinden yapılmış, elbiseler, gömlekler, tişörtler ve iç çamaşırları var. Almadan geçmek olmaz dedik ve birkaç parça hediyelik alarak ayrıldık fabrikadan.

Çamlıhemşin

Çamlıhemşin’deyiz. Eski adı Vicealtı. Başladı rehberimiz Yasin otobüste anlatmaya Çamlıhemşin’i; „Çamlıhemşin Rize’nin Lazca konuşan tek ilçesidir.  Hemşinliler de yörenin en eski yerli halkıdır. Hemşinliler dağlık köylerde yaşarlar.  Çamlıhemşin’in merkezinde Türkler de vardır.
Çamlıhemşinin evleri genellikle yamaçlara inşa edilmiştir. Bölgede bulunan eski evlerin çoğu yüz yıldan yaşlıdır. Yapılarda tamamen doğal ahşap malzemeler kullanılmış, bilhassa kestane, gürgen ve çam türü ağaçlar tercih edilmiştir. Eski köklü ailelerin evleri çok katlıdır ve ahşap işçiliğinin eşsiz örnekleriyle süslenmiştir.



Fırtına deresi

Fırtına deresi, Doğu Karadeniz'de yer alan akarsulardan birisidir. Kaçkar Dağları'nın Karadeniz'e bakan yamaçlarındaki derelerin birleşmesi ile oluşur. Çay bahçeleri içinden geçen Fırtına deresi,  üzerindeki kemer köprülerle anlam kazanır, rafting yapmaya elverişli parkurlarla da ününe ün katmıştır. Hava muhalefeti olmazsa isteyenlerle rafting yapabiliriz.“
Arkadaşlardan bazıları çok istemelerine rağmen, hava muhalefeti yüzünden maalesef rafting yapamadık.

Fırtına Deresi’ne geldiğimizde gün batmıştı. O gece Türkiye genelinde elektrikler kesikti. Paralel yapı kesmiştir elektriği diye zanda bulunanlarımız bile oldu. Türkiye seçime gidiyordu. Mevcut hükümetin zayıf düşmesi için ne gerekiyorsa Türkiye’nin zararına bile olsa yapılabilirdi. Bu düşünceleri tasvip etmesek bile, olay Türkiye’nin geldiği noktayı anlatıyordu bizlere. Oysa bizler 3 bin km. uzaktan geliyorduk. Vatanımız diyorduk, havasını koklamak suyunu içmek istiyorduk, yaylalarında özgürce dolaşmak, avaz avaz bağırmak istiyorduk: Özlemiştik güzel vatanımızı. Taşını-toprağını, havada uçan kuşunu, denizlerde yüzen balığını, velhasıl herşeyini, anavatanım, güzel yurdum benim: Bir kısım çocukların senin ensende boza pişirirken, tepinirken, bir kısım çocukların da senin bağrına yaslanmak, senin kolların arasında huzur bulmak için geldiler buralara Türkiye’m. Türkiye’m, türküsünü hep birlikte söyledik. Heyacan dorukta.

“Baş koymuşum Türkiye’min yoluna
Düzlüğüne yokuşuna ölürüm
Asırlardır kır atımı suladım
Irmağının akışına ölürüm Türkiye’m

Sevdalıyım yangın yeri bu sinem
Doksan yıldır çile çekmiş hep ninem
Pınarlardan su doldurur Eminem
Mavi boncuk takışına ölürüm Türkiye’m

Düğünüm, derneğim, halayım, barım,
Toprağım, ekmeğim, namusum, arım
Kilimlerde çizgi çizgi efkarım,
Heybelerin nakışına ölürüm Türkiye’m”



Sırat köprüsü

Kalacağımız otel karşıda. Oraya uydurma bir köprüyle geçilecek. Beşik gibi sallanıyor köprü. Bizleri aldı bir panik, önümüzü görmüyoruz. Suyun üzerindeyiz, şarıltısına bakılırsa büyük bir nehire benziyor. Allah korusun, köprüden aşağıya düşsek, alıp götürür bizi, hem de bir daha geriye getirmemek üzere. Telefon ışıklarıyla aydınlatıyoruz önümüzü. Yasin ve Emin kardeşlerimiz önceden köprü ile ilgili bir açıklama yapmadıkları için oldukça korktuk, hele hanımlar daha da çok korktular. Birbirimize tutunarak karşıya geçtik geçmesine de, nasıl geçtik… Ayşe Hanım için çok daha zor oldu bu geçiş. Onda yükseklik korkusu var. Baktık, eşi Mustafa koluna girmiş, ağır ağır ilerliyorlar Sırat Köprüsü’nden, rahatladık.



Tulum ve horon

Fırtına Deresi’nde, otelin bahçesindeyiz. Köprünün şokunu daha atlatamadık. Otel dediysem ahşap evler. Biraz sonra ateş yaktılar meydana, daire şeklinde çevirdik ateşi, ne güzel bir manzara. Hemen sonra tulum sesi geldi arkalardan bir yerden. Karanlıkta zor seçiliyor. İsminin sonradan Sinan olduğunu öğrendiğimiz genç çalıyor tulumu. Yorgunluğu ve korkuyu bir anda unuttu arkadaşlar. Başladılar tulum eşliğinde horon tepmeye. O kadar yorgunluğun üstüne o horon öyle güzel geldi ki, oynayanlar da, seyredenler de, söyleyenler de mutluydu. Gezi amacına çoktan ulaşmıştı bile.



Akşam yemeği

Yemek faslına geçmeden ışık da geldi. Tezgâhın önünde yemek almak için sıraya geçtik. Hemşinli bayanlar tezgâhların önünde servis yardımı veriyorlar. Bu güler yüzlü bayanlar yemekleri tanıtıyorlar; ‘Karalahana çorbası, lahana sarması, biber dolması, kızartma ve et çeşitleri var menüde’. İşte bu, tam istediğimiz yemekler. Yemeklerin yöreye ait olması hepimizi mutlu etti. Fırtına Deresi’nin çağıltıları eşliğinde yedik yemeklerimizi. “Kadın sesi, su sesi, para sesi” derler ya. Tam isabet. Su sesinin dinlendiriciliğini, Fırtına Deresi’nde çağıldayan su sesi eşliğinde çayını yudumlayanlar ve lahana çorbasına kaşık çalanlar anlayabilir. O duygu anlatılmaz, yaşanırsa anlaşılır.
Sabah kahvaltısı için kuymak siparişi yaptık Sinan‘a. İtiraf edeyim Trabzon’da yediğimiz kuymak daha lezzetliydi. Arkadaşlarımız da aynı düşüncede. Buna rağmen bitirdik kuymağımızı, bitirmeyenler de vardı. Biraz da pahalıydı.

Zahire ambarları

Kaldığımız ahşap evler, eskiden Karadeniz’de zahire ambarı olarak kullanılırmış. Odalar iki kişilik ama çok dar. Adım atacak yer yok. Tuvaleti ve banyosu da dar. Sıcak suyu yok, elekrikli soba var ısınmak için, o da yanmıyor. Hava oldukça soğuk. Odayı ısıtamadık.
Ertesi gün de aynı yerde konaklayacağız. Şikâyetlerimizi söyledik görevlilere. Çok normal bir şey söylemişiz gibi, rahatsızlık bile duymadan sezonun yeni açıldığını ve bu eksikliklerin giderilmesi için çalıştıklarını söylediler. Sinan kardeşimizin güleryüzü ve mutfakta çalışan bayanların sevgi dolu hizmetleri ve tebessümleri hatırına otel yöneticilerinin aymazlıklarına ancak omuzumuzu silkerek cevap verebildik. Tabiatıyla dudağımızı da büktük. Hafif de tebessüm.
O kadar yorgunluktan sonra, soğuk bir odada yat ve 5 saat uyku fazla gelsin. Evet, bu doğru. Herkes uykusunu almış, dipdiri ayaktalar. Temiz hava işte böyle birşey.



Çay bahçesi

Sabah kahvaltıyı yapar yapmaz, doğru çay bahçesine daldık. Bazı arkadaşlarımız girdi tarlaya ve çaldı makası çay bitkisine. Değişik bir duygu. Hayatımızda yakından hiç görmediğimiz ama her sabah afiyetle içtiğimiz çayın bahçesindeyiz ve ona dokunabiliyoruz. Fırtına Deresi’ni unutmak ne mümkün.
Yasin’in sesi o mutluluğumuzu bozmaya yetti: „Acele ediniz yolumuz uzun, göreceğimiz daha çok yerler var, geç kalanlara ceza verilecektir. Hedefimizde Rize derelerinin üzerinde kurulan antik köprüler, Zil kalesi, Mucidin yeri, Sevdaluk dizisinin platosu ve Palovit Şelalesi ve de Ayder Yaylası var.“ Yasin haklı.

Şamata tur

Otobüsümüz kaldı Fırtına Deresi’nde. Minübüslerle tırmanmamız gerekiyormuş o sarp yokuşları. Minibüsler hazır bekliyor, gelin gibi süslenmişler. Nihayet, Minübüs şoförleri sayesinde Karadenizlilerle ve Karadeniz müziğiyle tanıştık. Şive tamam, onlar konuştukça başka fıkra anlatmaya gerek yok. Konuşmaları, şiveleri fıkra gibi zaten. Aman Allah’ım, o ne şamata, o ne gürültü, dayanılmaz. Üstüne üstlük bizler de katılınca şamataya iyice öocuklaştık. Ne güzel bir ortam. Herkes şarkı söylüyor, hem de Karadeniz şarkıları. “Oy oy Emine…”   Şamata, minibüs şirketinin adı. İsabetli seçim.
Bir yakadan öbür yakaya geçmek için belirli aralıklarla taştan köprüler yapılmış dere boyunca. Su, sarp yokuşla, o özgürce göğün  zirvesine ulaşmak için gayret sarfeden ağaçlarla ve en önemlisi o taş köprüler ile birleşince o kadar güzel bir manzara ortaya çıkıyor ki, büyüleniyorsunuz. Ortalık çok sakin, sakinliği bozan bizim şamatamız. Zaman zaman bizim şamataya kuş sesi ve su sesi de karışıyor elbet. Şamata Tur’un o iki güzel insanını çok özleyeceğiz.



Taş köprüler

Köprü üzerinde sevgililerimizle fotoğraflar çekildik, aşklarımızı yeniden ilan ettik, haykırdık, çığlıklar attık, dileklerde bulunduk. Oturduk köprünün üzerine hayal bile kurduk gözlerimizi kapatarak. Bir de o ses olmasa, Yasin’in sesi. Bazende o sese Emin’in sesi ekleniyor. “Acele edin. 10 dakika bitmiştur, haydi minübüslere, geç kalana ceza kesilecektur...”
Rize'de en eskisi 1800'lü yıllarda yapılan 94 tarihi kemer köprü varmış. Bir asrı aşkın süredir doğanın neden olduğu tüm olumsuzluklara rağmen ayakta kalmayı başaran köprüler, geçmişte sivil mimarideki kaliteyi gözler önüne seriyor. Sevdaluk filmi burada çekilmiş. (CinCiva=Şenyuva)

Kaçkar dağları

Kaçkar Dağları’nda yaklaşık 100 adet buzul gölü bulunmaktaymış. Çat Deresi Vadisi’nde yer alan Zil Kale Harabeleri, kültürel açıdan önemli bir değer taşımaktaymış. Zil Kale; aşağı kale demekmiş. Aynı güzergâhta Varoş Kale (Kale-i Bala=Yukarı Kale)  Adıyla anılan bir kale daha varmış, biz onu görmedik.
Günümüzde, Kaçkar Dağı Milli Park’ında irili ufaklı 40 kadar kırsal yerleşim birimi ve yayla mevcutmuş. Milli Park’ın en yoğun ziyaretçi çekim merkezi durumundaki Ayder Yaylası’nda, Türkiye’nin en eski kaplıcaları mevcut. Biz kaplıcalara giremedik zaman yetmezliğinden dolayı.

Zil Kale (Kale-i Zir)

Bölgenin en dikkate değer eserlerinden birisi Zilkale. Çamlıhemşin’den 12 km. uzaklıkta. Trabzon İmparatorluğu döneminde Hemşin Lord’u ”Arhakel” tarafından yapılmış. (1200-1450) Şamata bizi yolun ortasında indirdi. Kale karşımızda. Verdi CD yi CD çalara, başladı Şamata. Mehter eşliğinde kaleye müteveccihen yürüyoruz. Ellerimizde bayraklar, sanki kaleyi fethe gidiyoruz. İki ileri bir geri. Allah Allah nidaları kubbedde boş bir seda bıraktı.
İşte Karadeniz zekası; tuvaletin nerede olduğunu anlatabilmek için Karadenizli, ne kadar ismi varsa hepsini tabelaya yazmış: Tuvalet, wc, ayakyolu, hela, kenef…
Zil Kale, Fırtına Deresi'nin batı yamaçları üzerinde kurulmuş bir kale. Kalenin üzerinde inşa edildiği sarp kaya denizden yaklaşık 750, dere yatağından 100 metre yükseklikteymiş. Hemşin yöresi İlhanlılar zamanında fethedilmiş. Osmanlıların döneminde askeri amaçla kullanılmış. Kalede bulunan Osmanlı döneminden kalma iki el topu Trabzon Müzesi’ndeymiş. Restorasyon çalışmasından dolayı kaleye giremedik.



Palovit Şelalesi

Zil Kale'den Palovit Şelalesi 3-4 km. uzaklıkta. Minübüslar oraya kadar çıkabiliyor. Yolun yarısı arnavut kaldırımı, kalanı ise toprak. Şelale yaklaşık 15-20 metrelik bir mesafeden dökülüyormuş. Heyelandan dolayı yol çalışması yapıldığı için şelaleyi de göremedik. Döndük geriye. Dönüşümüzde bir başka yol çalışmasına rastladık. Toprak kayması olmuş. Temizliyorlar. Yol açılsın diye beklemeye başladık.  2 saat beklememiz gerektiği söylendi. Neyse ki Emin ve Yasin gidip konuştu polislerle. 15 dakika çalışmalarına ara verdiler, hızla geçtik o taşların üzerinden. Acelesinden Recai taşların üzerine düştü. Korktuk. Aşağısı uçurum. Bizler o tehlikeli geçişi eğlence olarak görme cehaletine düştük.  Düşenlere yardım edeceğimize onların fotoğraflarını çekmekle meşgul olduk. Toplu gezilerde çocuklaşıyor insan. Eğelenceli geliyor.
Bu arada zorunlu molayı fırsata çevirenler de vardı. Restorana demir atmışlar. Kuru fasulye yiyiyorlar. Erol mert’ten bahsediyorum. Sonra da fotoğraf çekilirken ’ Göbekten yukarı çekin.’ diye tembih ediyor...

Mucidin Yeri

Palovit Şelalesi’ni göremeden dönüyoruz. İniş aşağı, dereboyu, çam ormanlarının çıkardığı hışırtılı sesler eşliğinde yürüyoruz. Minibüslere bindiğimizde yorulduğumuzu hissettik. Bu mutluluk veren bir yorgunluk. Hedefte Ayder Yaylası var.  Yol üzerinde yörenin tanınmış simalarından Mucit Mustafa’nın Restoranına uğruyor ve Karadeniz insanının girişimciliğine hayran kalıyoruz. Mucid burada kendi imkânlarıyla elektrik üretmiş, değirmen yapmış. Kendi ihtiyacı olan unu da bu değirmende öğütüyor. Mini bir hayvanat bahçesi var. Hemen yukarısında şelale. Öğle yemeğini burada yiyoruz. Karadenizlilerin vazgeçilmezi muhlama da var menüde, lezzetli, severek yedik, hani derler ya “parmaklarımızı yedik” diye, sanki bu deyim mucidin muhlaması için söylenmiş… Bal da üretiyor mucid. Ama oldukça pahalı. Mucidin dediğine göre gerçek Ayder balı pahalı olurmuş. Bu baldan almak için sıraya girdik. Alışverişten sonra ver elini Ayder yaylası.



Ayder yaylası

Çamlıhemşin'den 17 km. uzaklıkta. Kaçkarlar denilince ilk akla gelen yerlerden birisi. Trabzon’a 165 Rizeye 95 km. uzaklıktaymış. Deniz seviyesinden yüksekliği 1350 metre. Yayla, yaz kış binlerce ziyaretçiye ev sahipliği yaparmış. 1994 yılından bu yana Milli park olarak koruma altına alınmış. Alınmış alınmasına da, yayla, yayla olmaktan çıkmış.  Tamamen turistik bir merkez haline gelmiş. Pansiyon ve otel dolu. Arap turistler mekan tutmuşlar burada da. Peçeli kadınları her yerde görmeniz mümkün. Erkekleri otelde uyuyor olmalı. Birbirlerinin fotoğraflarını çekiyorlar. Ben niçin fotoğraf çektiklerini, çekildiklerini merak ettim doğrusu. Sadece gözler açık. Foğraftaki şahsın kim olduğu belli değil.
Trabzon’da aldığımız mısır ekmeği bitti. Ayder de aradık bulamadık, sadece  beyaz somun satıyorlar. Esnafın derdi zahmetsiz para kazanmak. Yöreyi tanıtmak gibi bir dertleri yok. Tıpkı Berlin Büyükelçiliği’ndeki yemek ihalelerini alan esnaf gibi. Aynı fay hattı üzerinde mekan tutan egoistler bunlar.
Ancak Ayder’in kömürde pişirilen kahvesine diyecek bir şeyimiz yok. Mükemmel. 1,2,3. Hatta 4 tane içenimiz oldu. Temel amca kızıyla birlikte çalışıyor, yine yetiştiremiyorlar. Kahve içmek için uzun süre bekledik. Kızı güleryüzlü biri, ama temel amca öyle değil. Lafı ağzından kerpetenle alıyoruz…  ‘Kahveniz nasul olsun?’  Alun…

Yaylanın aşağısında, termal kaplıcaların kenarında bir cami var. Öğle ile ikindi namazını cem ederek kıldık burada ve peşi sıra hemen yola koyulduk.

Batum

Batum, 1564′te Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlılar tarafından fethedilmiş ve 314 yıl süreyle Lazistan Sancağı’nın merkezi olmuş. Daha sonra,  Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları ile şehir Rusya’ya bırakılmış. Şimdi Gürcistan’ın sınırları içinde.
Gürcistan Tarih boyunca Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Osmanlı ve Rus akınlarına maruz kalmış. Nüfusun %60’ını Hristiyan Ortodokslar, %35’i Müslümanlar ve %5’ini de diğer dinler oluşturuyor.
Ülkeye girişte ilaç yasağı var. Yanınızda Aspirin bile geçiremiyorsunuz. Biz ilaçlarımızı dışarda şoförün tanıdığı bir dükkâna bıraktık. Geri kalmışlık böyle bir şey.

Apsaros Kalesi (Batum)

Roma döneminde yapılmış kale, denizle nerdeyse sıfır noktasında kurulmuş. Kale, Roma, Arap, Osmanlı ve Rus hâkimiyetine geçmiş. Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan Aziz Matthias’ın anıt mezarı ile bir Osmanlı hamamı kalede görebilecekleriniz arasında. Kalenin bahçesinde bir de Osmanlı Mezarlığı bulunuyor.



Orta Camii (batum)

Batum’da ayakta kalan tek camiymiş. Burada Ahıska Türklerinden Gül Ali amcayla tanıştık. Bizi görünce çok mutlu oldu ve duygulandı. İlhami ona biraz maddi yardımda bulundu, neredeyse gözlerinden yaş gelecekti. Allah kabul etsin. Gül Ali amca çok güzel Türkçe konuşuyor. Çocukları Türkçe’yi unuttukları için oldukça dertli. 3 kişi daha vardı caminin avlusunda, onlar Acara Müslümalarındanmış. Rasül, Zülkarneyn ve Miraç amcalar. Dünya yıkılsa umurlarında değilmiş gibi oturuyorlar. Gül Ali’nin gösterdiği sıcaklığı onlar göstermediler.
Caminin hemen yanındaki Türk restoranında yemeklerimizi yedik. Çalışan bayanlardan biri başörtülü, sorduk Gürcü müsün Acara mısın, Türk müsün? “Hiçbirisi, ben Ermeniyim. Din olarak Müslümanlığı seçtim. Asıl mesleğim rehberlik. Başörtülü çalışmama müsaade etmedikleri için burada garsonluk yapıyorum. Ailem de beni dışladı. Az kazanıyorum ama dinimin emirlerini yaşama imkânım var. Allah bereketini veriyor.” Batum’da Ermeni kızından ibretlik bir ders.

Botanik Bahçesi (Batum)

Botanik bahçesi Batumun  merkezine  9 km. uzaklıkta. Dünyanın en büyük botanik parkları arasında yer almaktaymış. Botanik bahçesini gezmek en az 3 saat sürermiş. Yasin sıkı sıkıya tembih etti.  “Sakın gruptan ayrılmayınız, kaybolursunuz.“
İki kafadar, Nusret ile İlhami’nin canı sıkılmış olacak ki, tenbihe kulak asmamışlar. Hızlı bir şekilde bahçeden çıkmak istemişler. Ormanda koybolunca da bu isteklerine ulaşamamışlar. Yanlış kapıdan çıkmışlar. Yokluklarını farkettiğimizde biz ana çıkışa yaklaşmıştık. Yasin diğer çıkış kapılarına telefon ederek onları buldu. Gelmelerini beklemedik. Bilhassa Emine hanım acele etmemizi istedi. Hava kararmadan teleferikle, kuş bakışı Batum’u seyretmek istiyordu. Onlar arkamızdan taksi ile teleferiğe geldiler. Aksilik olacak ya; hava yağmurlu olduğu için teleferiğe burada da binemedik. En çok üzülen Emine Hanım oldu. Hem Ordu da hem de Batum’da teleferik hayelleri kuruyordu. İkisi de olmadı.




Hopa

Akşam Hopa’da kaldık. Otelimiz idare eder cinsinden. Küçük bir şehirde bu kadarına da şükür demek lazım. Hopa Kazım Koyuncu’nun ilçesi. Yakalandığı amansız hastalık yüzünden 2005 yılında aramızdan ayrılan Kazım Koyuncu. Karadeniz Rock’ının genç efsanesi. Otelimizin tam karşısında heykeli var. 34 Yaşında hayatını kaybetmiş.

Sırada Artvin, Ardahan ve Kars var. Ani harabeleri var.

Devam edecek

Rüştü Kam

6 Temmuz 2015 Pazartesi

BERLİN’DE İFTAR SOFRALARI (2)

Berlin’de Ramazan ayı oldukça hareketli geçiyor. Müslümanlar iftar sofralarında bir araya gelerek Ramazan ayının verdiği sevinci birlikte yaşıyorlar. T.C. Berlin Büyük Elçiliği’nde de iftar yemeği verildi. Salon düzenlemesi mükemmel.

Açış konuşmasını Büyükelçi Avni Karslıoğlu yaptı. 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün iftar sofrasında olmasından duyduğu memnuniyeti ifade etti. Almanya’da yaşayan yaklaşık üç milyon Türk’ün iki ülke arasındaki en güçlü bağı oluşturduğunu ifade eden Karslıoğlu, “50 yıl önce büyük ölçüde misafir işçi olarak bu ülkeye gelen bu insanların çocukları ve torunlarının bugün Almanya’da eyalet çapında hatta federal milletvekili, bakan olmaları bizleri gururlandırıyor.” Şeklinde konuştu.
Karslıoğlu yaklaşık 90.000 Türk işverenin Almanya ekonomisine her yıl 45 milyar Euro tutarında katkı yaptığını da sözlerine ekledi.

11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Onur konuğu. Aspen Forum tarafından Bertelsmann Vakfı’nda düzenlenen bir konferansa katılmış.  Konu Ortadoğu meseleleri, katılımcıları da ABD eski Dışişleri Bakanı Albright, Almanya eski Dışişleri Bakanı Fischer ve Kemal Derviş olunca ister istemez toplantı dikkatimizi çekiyor(!)

Abdullah Gül iftar öncesi kısa bir konuşma yaptı: "İslâm Almanya’nın bir parçasıdır, bunu artık Almanya'nın cumhurbaşkanları da, Başbakan Sayın Merkel de, herkes de yeri geldiğinde söylemiştir. Müslümanların da artık Almanya'nın bir parçası olduğu tanınmış, bilinmiştir.

Almanya’da 3 milyon nüfusumuz var. Bu nüfusun yarısı aynı zamanda Alman vatandaşı. Bu kendiliğinden Türk-Alman ilişkilerini çok özel ve çok önemli bir noktaya koyuyor. Her zaman gurur duyuyoruz. Buraya gelenler çok büyük alın terleri döktüler, çok çalıştılar. Türk toplumu içinde çok değerli siyasetçiler Alman siyasi hayatında çok değerli bilim adamları, sanat insanları, kültür adamları, çok önemli sanayiciler, tüccarlar iş dünyasından çok önemli simalar, bütün bunlar artık Alman toplumu içerisindeki Türklerdir.
ABD'ye baktığımızda nasıl bazı çok önemli insanlar, çok önemli büyük yatırımcılar, sanayiciler bir zamanlar İrlanda'dan gitmiş, Polonya'dan gitmiş, İtalya'dan gitmişlerse gün gelecek ki, Almanya'dan sizler bir zaman geldiğinde buranın çok önemli insanları olarak, Türkiye'den gelen Türk asıllı Müslüman Almanlar olarak burada olacaksınız."
Türk Büyükelçiliğinde bütün vatandaşlarımızın hiç ayırım yapılmadan, herkesin buraya gelmesi, büyükelçiliği evi gibi hissetmesi de beni ayrıca mutlu etmiştir.„

Din Hizmetleri Ataşesi Bilal Öztürk’ün ezanı okumasıyla oruçlar açıldı. Dualar yapıldı. Yemek esnasında, sanat musikisi dinletisi ise harikaydı. Almanya’nın her tarafından misafir davet edilmiş; Sanatçılar var, işadamları var, STK başkanları var. Davetli profili oldukça renkli. Ayrıca değişik ülkelerin büyükelçileri, Eyalet ve Federal Milletvekilleri de davetliler arasındaydı.
Tanışma fasılları, yeni dostlukların inşa edilmesi, bilhassa Berlin dışından gelen insanımızla kurulan dostluklar açısından fevkalade uygun bir zemin. Bunlar toplantının artıları.

Eksiler:
1- Yemek servisine iyi demek mümkün değil. Açık büfe olsaydı daha uygun olurdu. Oruçlu olanları bekletmek olmadı. Zaten 18 saat tutulan oruç bu vesileyle 20 saate çıktı.
 
2- Masalara menü listesi konulmamış. Çok amatörce.
 
3- Yemek ihalesini alanlar, insanlar yemek yesinler biz de paramızı kazanalım düşüncesinde olan insanlar oluyor herhalde. Türk’ün örfü- âdeti, geleneği düşünülmüyor. T.C. Berlin Büyükelçiliği’nde iftar yemeği veriliyorsa, tanıtım konusuna da ağırlık verilmesi gerekmez mi? Bazen oluyor kahve, lokum ve su ile ikram ediliyor. Bazen oluyor sadece kahve var su ve lokum yok. Çay konusu hiç dikkate alınmıyor. Seylan çayı ikram edilmeye devam ediliyor. Türk çayını T.C. Büyükelçiliği’nde bulmak maalesef mümkün olmuyor. Esnafımızın birazcık da olsa milliyetçi olmaları gerekmez mi?
 
4- Davetli listesinde adalet gözetilmemiş. Bazı dernek başkanlarının davet edilmesi teklif edildiği halde davet edilmediği programa, bazı derneklerden 4 kişi 5 kişi davet edilmiş. Hem de hanımlarıyla. Bazı kişiler ise aile boyu davet edilmiş. Almanya’da halkın problemlerine eğilmeye çalışanlar dernek başkanlarıdır. En az üyesi olan derneğin bile etrafında 50 kişi 100 kişi vardır. Bu tip toplantılara katılmayı en çok hak edenlerin dernek başkanları olduğu kanaatindeyim. Davetli listesine bakarsak, yerimiz kısıtlıydı bundan dolayı davet edemedik demek mümkün olmasa gerektir. Davet edilme kriterinin ne olduğunu anlamak oldukça zor gibi.

Rüştü Kam