30 Ekim 2015 Cuma

CUMHURİYET YÜRÜYÜŞÜ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ 2015

Cumhur; Arapça kökenli cem-her-re kökünden türetilmiş bir kelimedir. Halk, seyirci, dinleyici, topluluk, kalabalık, çoğunluk, kitle, Âlimlerin çoğu, ekseriyeti, seçimle idare edilen devlet, kum yığını demektir.
‘Cumhurî' ise cumhura yani halka mahsus şey demektir. Ancak Arapça'da ‘cumhuriyet' şeklinde bir form olmadığından,  Cumhurî kelimesinin sonuna ‘-yet' eki getirilerek ‘cumhuriyet' terimi icad edilmiştir. 18. Yüzyılda.

Cumhuriyet, en genel manada "halkın yönetimi" olarak tarif edilebilir. Cumhuriyetlerde,  ‘cumhur'un iradesi egemen olur. Cumhur ‘çoğunluk', halk, ya da millet demek olduğundan cumhuriyet kavramının ‘halk iradesinin' tecelli ettiği demokrasi kavramıyla yakın alakası vardır. 

Çoğunluğun tecelli edebilmesi için,  % 51 kuralı esas alınmıştır.  Eşit haklara sahip vatandaşların sayısal çoğunluğunun iradesi, fiilen ‘halkın iradesi' olarak kabul edilmiştir. 
Ve Cumhuriyet, hükümet başkanının, halk tarafından belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimi haline getirilmiştir. Bu haliyle ilk olarak ABD’de 4 Temmuz 1776’da, Fransa’da ise 1789’da ilan edilmiştir. 

İslâmî literatürde bir ilim dalındaki âlimlerin çoğunluğunu ifade etmek için de kullanılır. “Cumhûrü’l-Fukahâ” (fakihlerin çoğunluğu) gibi. Cumhurun görüşüne göre… denir mesela. Çoğunluğun kabul ettiği görüş demektir.

Cumhuriyet rejimi, halkın seçtiği yöneticilerin yönetim biçimini, diğer bir anlatımla; nasıl yönetileceğine ilişkin sorunun cevabını kapsamaktadır. Bu durumda yöneticilerin, siyasi iktidarların; kendilerini seçen bireylerin ortak değerlerine, istemlerine, özelliklerine, örflerine, dini değerlerine uyma zorunlulukları vardır. Bu şekildeki yönetim anlayışı,  aynı anlam ve kapsamdaki demokrasiyi de içermektedir.

Geçen gün elime bir ilan geçti. İlanın başında “Berlin Cumhuriyet Yürüyüşü diye yazıyor ve devamında, gericiliğe ve Bölücülüğe Karşı Laiklik ve Demokrasi için buluşuyoruz!” ifadeleri yer alıyor. (25 Ekim Pazar 2015) 

Okudum ilanı. Bazı faaliyetler için bir araya geldiğimiz dernekler de var tertip heyetinde. Oturup dertleştiğimiz, birbirimize selam verdiğimiz, çay kahve ısmarladığımız arkadaşlarımız bunlar. Belki de onlar tertipledi de diğerlerini peşlerine taktılar, bilemiyorum. Biz o toplantılarda birlik olmaktan, birlikte hareket etmenin avantajlarından konuşuyorduk. Birlikte yürüyüşler yapıyorduk, heyet tarafından tespit edilmediği halde arada attıkları sloganlara bile, birliğe zarar vermesin diye ses çıkarmıyorduk. Bu ilanı okuduktan sonra, meğer onlar takiyye yapıyorlarmış diye düşünmeye başladım.  Üzüldüm, hayal kırıklığına uğradım.

Berlin’de Cumhuriyet adına bir yürüyüş yapılıyor ama içinde cumhur yok. Halksız demokrasi gibi. Anladım ki yürüyüş halka rağmen yapılıyor. “Halka rağmen halk için” yapılan bir yürüyüş bu. Berlin’deki bazı Alevi ve sol cenahtaki dernekler var  tertip heyetinin içinde. Cumhuriyeti sosyalist anlayışla uygulamak isteyen dernekler olsa gerek bunlar. Yani "Halka rağmen halk için" cumhuriyet anlayışına sahipler. Eskilere dayanan bir anlayış bu.

Ben o sevgili dostlarıma derim ki; Cumhuriyet kimsenin tekelinde değildir. Cumhuru oluşturan herkesindir Cumhuriyet. Sizler bu yürüyüş heyetine sağcıları ve mütedeyyin Müslüman kesimi davet etmemişsiniz. Biz yapıyoruz isterseniz takılın peşimize anlayışıyla hareket etmişsiniz.  Doğru değil bu yaptığınız: Çünkü, Cumhuriyet sadece size ait olan bir rejim değil. Veya Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içinde sadece sizler yaşamıyorsunuz. Cumhuriyetin kurulmasına sebep olan “Kurtuluş Savaşı”nı da sadece sizler yapmadınız. 

Eğer davet etseydiniz mütedeyyin Müslümanları da o heyete, o zaman o bildirinin içinde “…Ak Parti, çağdaş eğitim sistemimizi gericileştirdi”,  “Ortadoğu’da özellikle Suriye’de şeriatçı Işid gibi örgütleri açıkça destekledi” gibi  ifadeler olmayacaktı. Bu ifadeler karalama kampanyası çerçevesinde iftira olarak yazılan ve söylenen ifadelerdir. Gerçek olmayan ifadelerdir. 
Evet, Müslümanlar şeriatı savunurlar: Çünkü şeriat, İslâm dini göz önünde bulundurularak hazırlanmış kanunlardan oluşur. Burada şeriat değildir hedefe konan, gericilik değildir hedefe konan, İslâm dinidir. Satır aralarında bunu okumak mümkündür. Böyle dolambaçlı yollar tercih edileceğine, biz İslâm’a karşıyız demeniz daha dürüstçe olurdu. Takiyye yapmanın ne anlamı var ki.  
Tekrar ediyorum, tertip heyeti, sırf içlerindeki İslâm’a karşı olan kini kusmak için diğer dernekleri bu yürüyüşe davet etmemiştir. Ben böyle düşünüyorum. Benim böyle düşünmeme sebep olan  o dostlarıma da kırgınım.

Işid’e gelince; Işid’in hedefindeki düşman Müslümanlardır. Işid’in gayri Müslimleri öldürdüğüne dair bir bilgisi olan varsa, lütfen burada paylaşsın. Işid bir terör örgütüdür, hem de Müslümanları öldürmeye programlanmış bir terör örgütü. Işid’le Müslümanları yanyana getiremezsiniz. Işid üzerinden İslâm’a saldıranlar iyi niyetli değildirler. Eğer diğer dernekler ve bizler bu yürüyüşe davet edilseydik, Işid üzerinden İslâm’a saldıramayacaktınız: Çünkü, müsade edilmeyecekti.   

AK Partililer halkı ayrıştırıyor diye şikayette bulunuyorsunuz ama, sizler daha kötüsünü yapıyorsunuz; hem halkın diğer kesimlerini ayrıştıyorsunuz hem de mütedeyyin Müslümanları. Ve sizler oluyorsunuz Cumhuriyetçi, mütedeyyin Müslümanlar oluyor vatan haini. Sevgili dostlar yapmayın bunu, ayıp oluyor, yazık oluyor. Yaban ellerde birbirimizle kucaklaşmak varken bu öfke bu kin bu aymazlık niye. Kim sizin tavuğunuza kiş dedi.  Tam bir paradox içinizdesiniz. Söylediklerinizle yaptıklarınız birbiriyle örtüşmüyor. 

Sevgili dostlar, sizler Cumhuriyeti de istismar ediyorsunuz. Açıkça biz sosyalist bir yönetim istiyoruz diyemiyorsunuz, dolambaçlı yollara sapıyorsunuz. Sizleri anlamakta zorlanıyorum.  Mevlana, “ya olduğunuz gibi görünün ya da göründüğünüz gibi olun” demiş. Kanaatimce, "Halka rağmen halk için" Cumhuriyet istiyoruz demeniz daha doğru olacaktır. Geçmişte denildiği gibi. 

Bildiri aynen şöyle, okuyunuz ve haksızsam yazdıklarımda, beni ikna edin, yazdıklarımı geri alayım: 
“…Cumhuriyetimizin kuruluşunun 92. Yılına girererken; yurdumuz Türkiyeyi son 13 yıldır sorumsuzca yöneten ABD yayılmacılığın ve onun Büyük Ortadoğu Planının “ Eşbaşkanı yardımcıları” tarafından bölünme ve parçalanmayla karşı karşıya getirilmiş  bir konumda. 
13 yıllık AKP iktidarı; Laikliği tamamen ortadan kaldırdı, halkımıza baskı ve terör uyguladı, çağdaş eğitim sistemimizi gericileştirdi. Çeşitli kumpaslarla devlet kurumlarını tahrip etti. Cumhuriyet tarihinde görülmemiş yolsuzlukları gerçekleştirdi, “Açılım politikası “ adı altında ülkemizi bölünmeye götürdü, terör örgütünü yasal konuma getirdi, komşu ülkelere düşmanca politikalar uyguladı, Ortadoğu’da özellikle Suriye’de şeriatçı Işid gibi örgütleri açıkça destekledi, yurt dışında yaşayan bizler AKP nin ülkemizde uyguladığı politikalarının Türkiye’mizin kaderi olmadığının bilincindeyiz.  Cumhuriyetimizin ve başta gelen değerlerinin yeminli düşmanı bu partinin Türkiyemizi getirdiği felaketten kurtarmak için Berlinli bütün yurttaşlarımıza çağrıda bulunuyoruz.” 

(Atatürkçü Düşünce Derneği Berlin Brandenburg, Almanya’daki Türk Azerbaycan Birliği, Bahadınlar Derneği, Berlin Türk Alman İşadamları Derneği, Berlin 23 Nisan Derneği, Cumhuriyet Halk Partisi Berlin Birliği, Erzincan Akdağ Derneği Öğretmenler Derneği, Sivas Derneği, Tiyatrom Kültür Merkezi, Tokat Derneği, Türkiye Gençlik Birliği, Vatan Partisi.)

“Halka rağmen halk için” mücadele eden  sevgili dostlarım sizlere tavsiyelerde bulunmak istiyorum: 
1- Halk sizi çok iyi tanıyor; çarşaflı kadınlara niçin parti rozeti taktığınızı, bazı belediye başkanı adaylarının Sultan Ahmet Camii’nde niçin sabah namazı kıldığını,
2- Başörtülü kızları üniversitelere sokmadığınızı, ikna odalarında yapılan işkenceleri,
3- Gider ayak, yargıya atamalarda bulunan CHP’li bakanın, “kendi partililerimi değil de, MHP’ liler mi atayacaktım“ açıklamasını…,
4- Vatanın bekçileri olan göz bebeklerimizin anneleri başörtülü, babaları sakallı diye askeri mekanlara alınmadıklarını. 
5- Yazılı sınav notu 1 olduğu halde anaları, babaları Mütedeyyin Müslüman olduğu için mülakatta kaybeden kaymakam adaylarını, …

Bu millet bunları unutmamıştır. Temcid pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önlerine koymaya devam ederseniz, İslâm düşmanlığınızı, asla unutmayacak da. Her fırsatta yaraları depreştiriyosunuz. Sanki zevk alıyorsunuz bunu yapmaktan. Belki de varlık sebebiniz budur. Sevgili dostlar; Cumhursuz Cumhuriyet olmaz. O cumhurun içinde sizler de varsınız, mütedeyyin Müslümanlar da var. Ne kendinizin ayrıştırılmasına müsade edin, ne de onları ayrıştırın.

Ak Parti gitse yerine sizlerin iradesi iktidar olsa, sizler cumhurun temsilcisi olabilecek misiniz? Çarşaflı kadınlara rozet takmakla, Sultan Ahmet Camii’nde sabah namazı kılmakla, seçim afişlerine başörtülü kadınların resimlerini basmakla cumhur olunmaz ki. Samimiyet de lazım.

Şunu açıkça ifade edebilirim, “Halka rağmen halk için” müdadele eden sizler;  Ak Parti döneminde başını açtığı için üniversiteden atılan bir kız gördünüz mü, veya Alevi olduğu için, ve de  inancından dolayı üniversiteden atılan, diploma alamayan, askeri mekanlardan kovulan analar, babalar gördünüz mü, socu olduğu için devlet dairesine alınmayan, memur yapılmayan, milletvekili yapılmayan, milletvekili seçildiği halde meclisten kovulan? Hayır görmediniz.

Bu durumda, sizler mi daha çok Cumhuriyetçisiniz, Ak Parti mi? Cumhuru temsil eden sizler mi oluyorsunuz, yoksa Ak Parti seçmenleri mi?

Cumhuriyet yürüyüşünü Vatan Partisi‘nin, Cumhuriyet Halk Partisi’nin yürüyüşü haline getirmeye kimsenin hakkı yoktur. Cumhuriyet “Halka rağmen halk için” diyerek takiyye yapanların değil, hepimizin rejimidir. Hepimiz Cumhuriyet çocuklarıyız. Almanya gibi bir yerde yaşıyoruz. Gurbetteyiz. Problemlerimiz var. PEGİDA var, NSU cinayetleri var, Yabancı düşmanlığı var. Böyle devasa problemlerimiz varken mütedeyyin Müslümanları hedefe koymanın anlamı nedir?

Ak Parti ile probleminiz ne ise, gidin sandığa cumhurun gözü önünde onunla hesaplaşın, ama Ak Parti üzerinden, Işid üzerinden, gericilik üzerinden, Cumhuriyet üzerinden lütfen dinime ve mukaddes değerlerime saldırmayın. 

Saygılarımla.

Rüştü Kam

25 Ekim 2015 Pazar

ERZİNCAN VE SİVAS VENİ VİDİ SCRİPSİ (XII) "Geldim, gördüm, yazdım" 2015

Erzincan’dayız. 2 saat zamanımız var. Bu iki saat içinde Gülayşe Hanım teyzesiyle görüşecek ve bizler de bakırcılar çarşısından hediyeliklerimizi alacağız. Tabii ki öğle ve ikindi namazlarını da kılmamız lazım. Bakırcılar Çarşısı’nda mescit var, namazlarımızı yine cem ederek orada kıldık. Biraz soluklandık. Yemek yiyenlerimiz de oldu.
Hediyelikler, kahve takımı, duvar saati, bakır tepsi, semaver, biblo, tabak, kaşık, şekerlik, sigaralık, kupa, vazo… gibi ürünler,  daha çok süs eşyası niteliğinde…Sektör talep azalması nedeniyle önemli ölçüde işini kaybetmiş. Zarara uğramış, birçok işyeri kapanmış. Eskiden, dövme bakırcılık çok yaygınmış: Tepsiler, kazanlar, kaplar, ibrikler, leğenler yapılırmış.
Aluminyum ve plastik eşyanın yaygınlaşmasıyla dövme bakırcılık önemini yitirmiş, yerini bakır el işlemeciliğine bırakmış. Esnaf sıkıntılı, yine de Allah bereket versin diyorlar.

Erzincan hakkında bilgiyi otobüste rehberimiz Yasin’den aldık: „M.Ö. iki bin yıllarında, bu yörede, Hurrilerin ve Hititlerin yaşamıştır. Erzincan yakınlarındaki  Altıntepe'de yapılan kazılarda (1953) Urartular'a ait birçok eser çıkarılmıştır. Halife Osman zamanında(655) Habib bin Mesleme Erzincan ve yöresini Müslümanların yönetimine katmıştır.
1228′de I. Alaeddin Keykubad’la Anadolu Selçuklu Devleti hâkimiyetine giren Erzincan, Çaldıran savaşından sonra (1514), bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile beraber Osmanlı hâkimiyetine girmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nda, Ruslar tarafından işgal edilmiştir. Ruslarla burada Ermenileri silahlandırarak geriye çekilmişlerdir. İlk ermeni olayları Ermeni nüfusunun en yoğun olduğu Armıdan nahiyesinde meydana gelmiştir. Çete faaliyetleri şeklinde başlayan olayların failleri ve elebaşıları başlangıçta yakalanıp cezalandırılmışsa da olayların önü alınamamıştır.
Erzincanlı bir Ermeni komitacısı olan Dikran Papazyan’ın şu itirafı Ermenilerin Erzincan halkını tamamen imhaya kararlı olduklarının kanıtıdır. "Üçbeş gün kadar daha geçmiş olsa idi komitacıların almış oldukları tertibat sayesinde Erzincan’ı tamamen ateşler içinde bırakacaktık. Yakıp yıkacak bütün Müslümanları ve askerleri öldürecektik. Fakat buna vakit bulamadık.“
Erzincan katliamını hakkında, Kazım Karabekir şunları söylüyor: „Bütün kuyular şehit edilmiş insan cesetleriyle doluydu. İnsanlar evlere ve camilere toplanmış, orada hunharca yakılmışlardı…“

Sonuç olarak Erzincan veya Erzincan halkı Anadolu’nun vatanlaşması sürecinde üzerine düşen görevi fazlasıyla yapmıştır.
Erzincan deprem bölgesidir. 1939'da şiddetli depreme maruz kalmış, şehir harabeye dönmüştür. Şehirde taş taş üstünde kalmamış, onbinlerce insan hayatını kaybetmiştir. Depremden sonra bugünkü Erzincan şehri inşa edilmiştir.”

Erzincan benim askerlik yaptığım şehir. Biz Erzincan değil de “Erzindan” derdik bu şehre. Soğuğu ile meşhurdur. Askerlik yaparken hiç ısınamamıştım bu şehre(1982), yine de eski hatıralarımı canlandırayım şöyle bir şehirde tur atayım dedim ama içimden gelmedi… Bakırcılar Çarşısı’nın önünde oturarak verilen zamanın gelmesini beklemeyi yeğledim.

Zamanından önce geldiler arkadaşlar otobüsün yanına. Alışılmışın dışında bir davranış. Ayşegül Hanım teyzesiyle vedalaştı ve yola koyulduk.  Otobüste anladık ki, Erzincan arkadaşların da ilgi alanına girmemiş.

Emin kardeşimiz bizlere Erzincan Sivas arasında ziyafet çekeceğini söylemişti ama bu vaad gerçekleşmedi. Haksızlık etmeyelim Emine tekif etti. Ancak hedefimizde Sivas var. Tarihi eserlerin bolca olduğu şehir. Aynı zamanda “yiğidin harman olduğu yer.” Merak ediyoruz. Ve de acele ediyoruz, gün batmadan önce Sivas’a varmalıyız. Kaptan Sezgin Sivas türküleriyle arkadaşları Sivas moduna sokmaya çalışıyor:

Kul Olayım Kalem Tutan Ellere,
Kâtip Arzuhalim Yaz Yâre Böyle.
Şekerler Ezeyim Şirin Dillere,
Kâtip Arzuhalim Yaz Yâre Böyle.
Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.
………..

Gök Medrese


Gök Medrese’den başladık Sivas’ı gezmeye. İnşaat halinde ama görünen kısımları göz kamaştırıyor. Restorasyonda olduğu için, içini gezemedik. Asıl adı “Sahibiye Medresesi” olan Gök Medrese Anadolu Selçukluları döneminde, 1271 yılında Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından yaptırılmış. Açık avlulu ve iki katlı. Giriş eyvanının sağındaki mescidin ve iki yan eyvanın firuze renkli çinileri bu medreseye Gök Medrese adını verdirecek kadar etkili olmuş. Selçuklu sanatının en seçkin en abidevi anıtlarından biri olan Gök Medrese, süsleme sanatı ile mimarinin birbiriyle bütünleştiği nadide eserlerimizden bir. Girişin sağındaki mescit bölümünün firuze renkli çinilerinin büyük bir kısmı düşmesine rağmen ihtişamını hâlâ korumakta. Taç kapı on dört sıralı mukarnasdan oluşuyormuş, petek gibi. Taç kapı süslemelrinde, Orta Asya Türklerinin geleneklerinin devamı olarak hayvan başları, hayat ağacı ve yıldız süslemelerine bolca yer verilmiş.

Eyliya Çelebi, Kızıl Medrese diye söz etmiş bu Medreseden. Ve bu eserin mislini yapmanın mümkün olamayacağını notlarına eklemiş: “Diyar-ı İslam’da emsaline rastlamadım ben bu eserin. Kapısı kale kapısı kadar sağlamdır, iki katlıdır, 80 odası vardır, talebeler kışın alt katlardaki odalarda çalışırlar yazın üst katlarda. Mescit ve kütüphaneden başka bir de fakirler için yemek pişirilen Dar’-üz-ziyafe’si (ziyafet odası/Aşevi) vardır.“

Yazılanlara göre, Gök Medrese'de bulunan figürlerle, İslam Kozmolojisi betimlenmiş: “Sekiz kollu yıldız dünyayı temsil edermiş. İçindeki yazı da Allah yolunun kulu ve dünyanın yüz akı Selçuklu Sultanı'nı temsil edermiş. Yıldızın hemen üstündeki bitkisel motif hayat ağacı ya da bir başka deyişle kozmos ağacıymış. Ağaç kollarıyla yayılan kâinatı temsil edermiş.
Ağaç dallarının en üstünde kanatlı, insan yüzlü bir varlık varmış. O da bu kâinatın koruyucusu, bekçisiymiş.

Hayat ağacının üstündeki yine sekiz kollu olan yıldız dünyadan görünmez âleme geçişi, yani bir anlamda Arş'ı temsil edermiş. Dünya'nın ve Selçuklu Sultanı'nın yıldızının bu yıldıza göre daha küçük ve soluk oluşu sultanın ve dünya ehlinin aczini belirtirmiş.

Orta Asya Türk mitolojilerinde dünya ile gök arasındaki kapı Kutup Yıldızı'ymış. Türkler müslüman olduktan sonra da bu temsili kullanmaya devam etmiş ve Kutup Yıldızı'nı Arş'a yormuşlar. Yıldızın içindeki kapı şeklindeki oyuk bu iki dünya arasında geçiş özelliğini görselleştirirmiş. Arş motifinin üstünde nazardan korunmak için yazılmış yazılar bulunurmuş. Allah bu temsili ve yaratılmış âlemi, kötü şeylerden korusun diye yazılmış. Onun da üstünde cennet, böylelikle, görünen âlemin ötesindeki ve hepsinin üstündeki mekân temsil edilmiş.”

Sivas'tan Arş'a uzanan bu Göklerin Medresesi'ni yapan ecdâdımıza Allah gani gani rahmet eylesin.

Sırlı ve mavi çini işçilikli tuğla örgülü minareler taç kapıyı daha da önemli kılmakta. Taç kapının üst iki köşesini iç içe girmiş hayvan başları doldurmakta. Koç, domuz, aslan, yılan, ejder başlarının tanındığı bu kompozisyonla burçlara işaret edilmiş. Türklerin on iki hayvanlı takvimlerinde de bu hayvanların bir kısmı mevcutmuş.

12 hayvanlı Türk takvimi:


Türklerin 12 hayvanlı takvim figürleri Gök Medrese’de yerini almış. Tabiat olaylarıyla iç içe olan atlı göçebe Türkler, zamanla hayatlarını belli bir düzene koyma ihtiyacı duymuşlar. Bu sebeple "geçmiş- şimdi - gelecek" bilgisi yoluyla, zamanı sistemli hale getirmişler. 12 hayvanlı takvim, Türklerin kullandığı en eski takvimdir. Güneş yılını esas alır. Bu takvimde  yıllar bir hayvanın adıyla anılır. Bu hayvanlar: Fare, sığır, pars, tavşan, ejder, yılan, at, koyun, maymun, tavuk, köpek ve domuzdur. Tarihte ilk kez bu takvimi Hunlar daha sonra Göktürkler, Uygurlar, İdil ve Tuna Bulgarlar’ı kullanmış. Bu takvim de miladi ve hicri takvimlerdeki gibi her yıl 12 aydan oluşur. Bazı aylar 30, bazı aylarda 31 gündür. Miladi ve hicri takvimlerdeki gibi aylar 28 veya 29 çekmezmiş.

Gök Medrese hüzünlü, boynu büküm, gözü yaşlı. Refah Partili Temel Karamollaoğlu, belediye başkanı olduğu dönemde, Vakıflar da Refah Partisi’nin elindeydi. Bunlar, Sivas’ta hangi hayırlı hizmetin altına imza atmıştır? diye sormadan geçemeyeceğim.

Mustafa ve Ayşegül Yücel de burada ayrıldılar ekipten. Bir gece de olsa anne ve babalarını görmek için Kırşehir’e gittiler. İsmail Yılmaz Hopa’da, İlhami Büyükbaş Şavşat‘ta ayrılmışlardı.

Otobür otelin olduğu yere kadar gidemiyormuş maalesef. Eşyalarla birlikte de gezimizi sürdüremeyiz.  Otele yerleşip sonra geziye çıksak zaman buna müsaade etmiyor. Çaresiz eşyalar arabada kaldı. Biz geziye devam ederken, kaptan yardımcısı otel çalışanlarından yardım alarak eşyaları otele taşımış. Teşekkür ettik. Mazlum bir delikanlı.

Rehberimizin anlattığına göre; Gök Medrese 20 yıla yakındır restore ediliyormuş. ne yazık ki ya aslına uygun olmayan çalışmalar yüzünden ya da ihaleyi alan  firmanın iflası gibi sebeplerden dolayı, restorasyon hep yarım kalmış. Bugünlerde yine restorasyona alınmış önünde ki bilgi tabelasında Şubat 2016 tarihinde bitirileceği yazıyor. İnşallah bu sefer biter.
O görkemli taç kapıyı ve minarelerini uzun uzun seyrettik. Fotoğraflar çekildik, tarihe yolculuk yaptık, hayıflandık da. Yapacak bir şey yok. Sorumsuz sorumluları göreve davet ederek vedalaştık Gök Medrese ile…

Ulu cami


Sırada Ulu Cami var. Anadolu Selçuklu Devleti sultanı II. Kılıç Arslan zamanında, Kızılarslan bin İbrahim tarafından 1196-1197 yıllarında Kul Ahi'ye yaptırılmış. Kubbe fikrinin henüz gelişmediği dönemde yapıldığı için kubbesi yok.
Anadolu'nun en eski ve en büyük camilerinden biriymiş. Minaresine 116 basamakla çıkılıyormuş. Camii’nin içi etkileyici, ahşap taşıyıcıları varmış. Sonradan bu taşıyıcılar ahşap görünümlü olmuş. Ahşap tavan 1955 yılı onarımında tamamen değiştirilerek ahşap taklidi betonarme tavan haline getirilmiş, akıntıyı önlemek amacıyla da üzeri bakır kaplı kırma çatı ile örtülmüş. Mihrap, minber ve kürsü de onarım sırasında betonarmeleştirilmiş. Avlusuna da betonarme bir ucube bina yapılmış.

Çevre düzenlemesi berbat, Türkiye’de sıklıkla karşılaştığımız bir durum bu. Eserin güzelliğine gölge düşüyorlar.

Birkaç defa yıldırım isabet etmesi nedeniyle, kıymetli süslemelerin bulunduğu minare gövdesi boydan boya yıpranmış ve zamanla eğilmiş. Rehberimizin anlattığına göre minare yıkılacakmış. Bugünün tekniği minarenin tamir edilmesine yetmiyormuş. Mimari yapısı ve eğik minaresiyle dikkati çeken Ulu Cami, Anadolu’nun en eski camilerinden biri olarak biliniyormuş.

‘Çelik halatlarla sağlamlaştırılması neden mümkün olmasın?’ diye arkadaşlarla yorumlar yaptık. Aramızdaki mimar ve inşaat mühendisi arkadaşlar bunun mümkün olabileceğini söylediler. Pizza Kulesi’ni örnek gösterdiler. İyi de burası İtalya değil ki, Türkiye…

Sivas Ulu Camii’nin vakıfları da varmış. 1578'de tanzim edilmiş. Evkaf ve tahrir defterlerinden tespit edilmişler. Camiye altı köy, yedi mezra, dört zemin (arazi) vakfedilmiş. Caminin vakıfları bu yüzyılın başlarına kadar biliniyormuş. Ondan sonrası belli değilmiş. Neresidir, kim kullanmaktadır? cevabı alınamayacak sorular bunlar.

Ulu camiyle ilgili bir de efsane var


“Vaktiyle ulu cami, istasyon civarındaki Gazhane denilen mevkie yapılacakmış; fakat bir türlü muvaffak olamamışlar. Caminin yapılması için icabeden malzeme gündüz akşama kadar Gazhane’ye taşınırmış, sabahleyin kalktıklarında aynı malzemeleri caminin bugünkü yerinde bulurlarmış. Bu durum  40 gün boyunca böyle devam etmiş. Nihayet 41’inci gün ihtiyar bir zat çıkagelmiş. Caminin Gazhaneye değil hâlihazır yerine yapılmasını söylemiş, nasıl yapılacağını da izah etmiş. Sonra birdenbire gözden kaybolmuş. Bunun üzerine derhal o ihtiyarın söylediğini yerine getirmişler. Ve o zâtın da Hızır olduğuna kani olarak caminin ilk direğini onun görüldüğü yere dikmişler. Adına da "Hızır Direği" demişler.
Hızır direği ayrı bir hususiyet taşırmış. Herkes bunun dibinde oturmak mistermiş. Hatta daha da ileri giderek bu camiye nur yağdığını bizzat gördüklerini söyleyenler bile varmış. Bu efsaneye en çok inananlar da bayanlarmış.”

Zaman geçtikçe eski eserlerimiz yavaş yavaş hususiyetlerini kaybediyorlar. Nitekim Ulu Cami de birçok hususiyetini kaybetmiş. Çünkü eskidikçe tamir ihtiyacı, eserlerin eski varlıklarından büyük bir kısmının kaybolmasına sebep oluyor.

Madımak
Ulu Cami’den şehir meydanına doğru yaya yürüyoruz. Önce Taşhan. Sivas'ın en önemli caddelerinden biri olan Atatürk Caddesi üzerinde bulunuyor. Taşhan Çarşısı 19. yüzyılda yapılmış. İki katlı, ortası açık avlulu. Kesme taşla inşa edilmiş.  İç avlusunda bir taş havuz var. Çift başlı arslanların ağzından su akıyor. Üç girişi var. Üstü kiremit örtülü. Taşhan restore edildi diyorlar ama, restore edilmiş mi, edilmemiş mi, biz  fark edemedik. Albenisi fazla yok. Her tarihi eser gibi bu eser de sevgisizlikten, bakımsızlıktan  ve yalnızlıktan muzdarip.

Yolumuza devam ediyoruz, biraz ilerde sağda belediye sokak var. Atatürk Caddesi’nden görünüyor. Madımak Oteli var orada. 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilmiş olan Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında orada  yangın çıkmış ve çoğunluğu Alevi 35 kişi otelde yanarak ya da dumandan boğularak can vermişler.
Orada durduk, cadde üzerinde. Rehberimiz olayı anlatıyor. Etrafımızı birer ikişer gençler sarmaya başladı. Gittikçe de fazlalaşıyorlar. Biraz sonra, içlerinden birisi burada toplantı ve bilgilendirme yapamayacağımızı söyledi ve ekledi; “biraz sonra burada olay çıkarsa sorumluları siz olursunuz.”
Ben, “Sen hangi taraftansın kardeş, neden sıkıntılısın. Biz 3 bin km. den geldik buraya, olayın gerçekleştiği yerdeyiz, ne olup bittiğini anlamak istiyoruz” dedim. Hangi taraftan olduğum belli olmuyor mu ? dedi ve oradan ayrıldı. Daha fazla konuyla ilgili konuşmaya cesaret edemedik ve biz de söylene söylene ayrıldık oradan. Otelin önüne kadar gidip fotoğraf çektirmek istiyorduk ama, cesaretimiz kırıldı bir kere.

Olayın üzerinden 17 sene geçmiş, sıcaklığı hâlâ devam ediyor. Dün olmuş gibi. Her an ufak bir kıvılcım yeniden yangının alevlenmesine sebep olabilir. Sivas’ı ziyarete gelmiş insanların orayı tanıma ve olayı yerinde algılama hakları vardır. Hatta orada, o mekanda  gelenlere olayla ilgili bilgilendirme yapılmalıdır. Bilgilendirilmeli demek doğrudur elbet, ancak kim yapacak bu bilgilendirmeyi sorusuna gelince, işte sıkıntı burada başlıyor galiba.
Hangi konuda olursa olsun, tarafsız olmayı birtürlü beceremiyoruz. Şeffaf olamıyoruz. Mutlaka bir taraf haklı öbür taraf haksız oluyor.

Yukarıya doğru yürüyoruz, şehir meydanındayız. Karşıda Sivas Kongresi’nin yapıldığı kongre binası var. Ancak geç kaldığımız için oraya giremiyoruz.

Şifaiye Medresesi(Tıp Fakültesi)


Merdivenlerden inerek, Şifaiye Medresesi’ne gidiyoruz. Şifaiye Medresesi de Selçuklu Parkı içerisinde, 1217 yılında Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus tarafından yaptırılmış. Anadolu Selçuklu tıp sitelerinin ve hastanelerinin en eski ve en büyük olanlarındanmış. 1220 yılında vefat eden I. İzzeddin Keykavus’un vasiyeti üzerine çok sevdiği Sivas’taki Şifaiye Medresesi’nin güney eyvanındaki türbede ailesiyle birlikte yatmaktaymış.

Büruciye Medresesi (Teknik Üniversite)


Yine çok uzağa gitmeden, bu sefer Buruciye Medresesi’ni ziyaret ediyoruz. Buruciye Medresesi veya diğer adıyla Hacı Mes'ud Medresesi, Anadolu Selçuklu Sultanı III. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında dönemin ileri gelenlerinden Hibetullah Burucerdi oğlu Muzaffer tarafından 1271 yılında yaptırılmış. Taç kapıdaki taş işçiliği ile girişin solunda yer alan türbe çinileri göz kamaştırıcı. Dört eyvanlı ve ortası açık avlulu güzel bir Selçuklu medresesi.
Doğu-batı tarafı birer sıra revakla kuşatılmış. Yapıda; kesme taş, moloz taş, devşirme, tuğla ve çini olmak üzere beş tür malzeme kullanılmış. Kesme taş kuzey cephede ve avluda kaplama malzemesi olarak kullanılmış. İlmiye çalışmaları için medrese olarak yaptırılmış ve devrin pozitif ilimlerinin(Fizik, matematik, Kimya, Astronomi) okutulduğu bina olarak uzun yıllar kullanılmış.

Revakların arkasında medrese odaları, ana eyvanın yanlarında da iki kubbeli oda var. O zamanlar biri  kütüphane olarak kullanılmış. Bu medresenin odalarında/hücrelerinde şu anda farklı farklı dükkânlar yer alıyor. Ortası da kafe olarak hizmet veriyor. Ki, biz de orada papatya çaylarımızı içtik.

Oranın sorumlusuyla görüştük. Bu tarihi binaların neden bakımsız olduğunu sorduk. İçerde bulunan tahta rafların tarihi binaya yakışmadığını dile getirdik. Hatta duvardaki “Cocacola” reklamının böyle bir yapıda bulunmasından duyduğumuz rahatsızlığı anlattık, rahatsızlığımızı açıkça dile getirdik. Bütçe yetersizliğinden v.s. dem vurdu yetkili.

Biraz önceki Madımak Oteli’nin önündeki karşılaştığımız olayı anlattık. Etrafına bakındı, gözlerini dışarıya çevirdi, bizleri gözleriyle tekrar kontrol etti, korkuyor gibi, birşeyler söyleyecek ama, korkusundan söyleyemiyor gibi, telaşlandı. Biz de üzerine fazla gitmedik ve ayrıldık Büruciye Medresesi’nden. Sorumsuz sorumlu diye bu anlayıştaki kişilere deniyor galiba.

Otele doğru döndürdük yönümüzü. Sivas, gezimizin son durağı. Akşam veda programımız var otelde. Sofra çok güzel donatılmış. Sivas’ın meşhur köftesi de yerini almış sofrada. Yemekten sonra kısa bir konuşma yaparak emeği geçenlere teşekkür ettim. Ve hizmeti geçenlere küçük de olsa hediyeler verdim. Gezi boyunca arkadaşlarımızın hizmetini yürüten; Recai Şentürk ve Hüseyin Bozkurt’a, geziyi ölümsüzleştiren fotoğrafçılarımız; Gülseren Şentürk, Sebahattin Bozkurt, Mustafa Yücel ve Yunus İnci’ye, ve de 10 gün boyunca kaşlarını bile çatmadan, burun kıvırmadan canını kendilerine emanet ettiğimiz tur yetkililerine; başta Emin Oruç, Kaptan Sezgin ve  bu gezide bizleri bilgilendiren, yöreleri ve tarihi eserleri tanıtan, Yasin kardeşimize ve de belki en zor işleri yapan görünmez kahraman kaptan yardımcısı ….teşekkür ettim.
Gezi grubu adına sevgi Bozdağ bir konuşma yaptı. Türk Eğitim Derneğine teşekkür etti. Memnuniyetini dile getirdi. Ayrılık zor bir şey, gözlerimiz doldu. Daha sonra birbirimize sarıldık.
Sonra serbest zaman verildi. Sivas’ı dolaşmaya çıktık. Herkes kendi yolunu kendi çizdi. Birkaç arkadaş, bizler de arşınladık Sivas sokaklarını. Saat 12’ ye gelmişti ki, yolumuz Taşhan’a düştü. Berber kapatmak için toparlanıyormuş. Bizleri kırmadı ve böylece Saçlarımızı da “hatıra” olarak Sivas’ta bıraktık. Hoşcakal Sivas.

Sivas’la ilgili kısa bilgiler
Sivas



İç Anadolu'nun en eski ve önemli kentlerinden biri. Şehir nüfusu 350 bin civarında. Sahip olduğu değerleri ile önemli bir coğrafi konuma sahip.
Kazı ve araştırmalarda ele geçen buluntular, yörede ilk yerleşimin Neolitik Çağ'a, M.Ö 8000 e kadar uzandığını göstermekteymiş.
Selçuklular döneminde Sivas yeniden gelişmiş. Kentteki anıtların en önemlileri 13. yüzyılın ikinci yarısında İlhanlılar döneminde yapılmış.
Sivas'ın Milli Mücadele'nin kazanılmasında önemli bir yeri de var. Mustafa Kemal’in 'Cumhuriyetin temellerini burada attık' dediği Sivas'ta 4 Eylül 1919'da, Sivas Kongresi toplanmış ve önemli kararlar alınmış. “Hiçbir ülkenin manda ve himayesinin kabul olunmayacağının ve milletin istikbâlinin yine milletin azim ve kararıyla kurtulacağının” kararları alınmış bu kongrede.

Kangal
Dünyaca ünlü kangal köpeği, Sivas'ın Kangal ilçesinde yetiştirilmekte. Evliya Çelebi, Seyahatnâme'sinde kangaldan bahseder. Bu köpeklerin “aslan kadar güçlü” ve cüsseli olduğunu yazar.

İklim
Sivas, sert bir karasal iklim yapısına sahip. Kışları soğuk ve sert geçermiş, kış aylarında bol kar yağışı görülür ve ortalama 4-5 ay kar altında kalırmış. Yazları sıcak ve kurak.

Ekonomi
Cumhuriyet tarihinin de ilk vagon ve lokomotif fabrikası Sivas’ta kurulmuş. İl ekonomisinde tarım ve sanayi sektörü ilk sırada yer alırmış. Bu sektörleri ticaret ulaştırma ve haberleşme sektörleri takip edermiş. Özellikle demir ve demirciliğe dayalı sanayi lokomotif sektör olarak ön plana çıkmış.
Sivas öncelikle bir tarım şehriymiş. Tarım üretiminde buğday, arpa, çavdar, patates ve şekerpancarı bölge üretiminde en fazla payı alan ürünlermiş. Ekonamide, küçükbaş ve  büyükbaş hayvan varlığı ve arı kovanı sayısı önemli bir paya sahipmiş.
Küçük sanayi siteleri ve organize sanayi bölgeleri sanayi sektörünün altyapısı olarak değerlendirilebilirmiş.

Folklör
Sivas yüz ölçümü olarak Türkiye’nin en büyük üç ilinden biri olması sebebiyle kültürü çok farklı. Bölge halk oyunları, Karadeniz ilçelerinde Horon, İç Anadolu ilçelerinde bozkır halayları ve Sivas gaydaları ile yer yer Kafkasya halk dansları, Divriği ve Gürün de ise tipik Doğu Halayları yer alır mış.
Karadeniz ilçelerinde kemençe ve tulum üstadları, İç Anadolu ve Doğu Anadolu ilçelerinde saz ve Aşık geleneği ve üstatları yetişirmiş. Aşık Veysel’in aşık geleneğinde ayrı bir yeri varmış. Yazımı büyük usta Aşık Vesel’in bir deyişiyle sonlandırmak istiyorum:

Kara Toprak
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sâdık yârim kara topraktır

Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
……………
Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel'i bağrına basar
Benim sâdık yârim kara topraktır

Bitti

Rüştü Kam

21 Ekim 2015 Çarşamba

SEÇİM 2015/ BERLİN'DEN

Türkiye’de bir senede iki kez milletvekili genel seçimleri yapılıyor. 4 sene müddetle Türkiye’yi yönetecek bir hükümet aranıyor. 12 sene Türkiye’yi yöneten Ak Parti iktidarına halka rağmen son verilmek isteniyor. AK Parti’nin tek başına hükümet olması istenmiyor. 

Bu istek Türkiye seçmeninin isteği gibi görünüyor veya öyle gösterilmeye çalışılıyor. Seçmen manipüle edilmemişse bu isteğe saygılı olmak demokrasi açısından önemlidir. Halkın, kendisinin nasıl yönetilmesi gerektiğine karar vermesi demokratik hakkıdır.
7 Hazirandan beri olup bitenlere bakılırsa, Ak Parti’nin  tek başına iktidar olmasını asıl istemeyenler halk değil, dış güçler ve onların içerdeki işbirlikçileri gibi görünüyor. HDP’nin Kürt seçmenin dışında hem sağdan, hem soldan oy almasına bakılırsa, seçimler o kadar da demokratik bir ortamda yapılmıyor gibi. Halkın ne istediğinden çok ideologlar ne istiyor, çıkar çevreleri ne istiyor ona bakılıyor. Partilerin, güçlü olan başka bir partiye karşı gizli veya açık olarak blok oluşturmaları demokrasilerde olmaması gereken oluşumlar.

Türkiye’nin bir diktatör tarafından yönetildiği ve yolsuzluk yapıldığı algısını yaymak için yazılı ve sözlü basın, sosyal medya çok iyi kullanılıyor. Yürüyüşler yapılıyor, provokasyonlar düzenleniyor, canlı bombalar sahaya sürülüyor. Olayların Müslümanlar tarafından düzenleniyor olduğu konusunda halkı inandırmak için, sürekli IŞİD üzerinden olaylar değerlendiriliyor. IŞİD’in nasıl bir kuruluş olduğu, kimler tarafından kurulduğu ve yönlendirildiği ise yorumcular ve medya tarafından fazla gündeme getirilmiyor, özellikle böyle yapılıyor gibi bir düşünce akla gelmiyor da değil.

Amaç kargaşa yaratmak, halkı kamplara ayırmak ve sonunda Suriye, Irak ve Afganistan’da olduğu gibi iç savaş çıkarmak olsa gerek.
Türkiye stratejik açıdan çok önemli bir coğrafyada bulunuyor. Kaynakları bakir. Bu yüzden de düşmanı oldukça fazla.
Türkiye’yi korumak Türkiye’yi vatan bilen herkesin görevi olmalıdır. Önümüze sandığı koymuşlar. Gelin vatandaşlık hakkını kullanınız diyorlar. Bu sese kulak vermek lazımdır. Eğer bu sese kulak vermez de duyarsız kalırsak, istenen olacaktır.

O zaman, kucağında çocuğuyla ülke ülke dolaşarak vatan aramaya kalkan babalar gibi, gazetecilerin ayağına takılabiliriz. Bir gün vatan arama derdine düşmek istenilmiyorsa bu seçimde oyların mutlaka kullanılması gerekiyor. Hem de kullanılması gereken yere kullanılması gerekiyor. Gerçek vatanseverlerle, vatanımızı bölmeye çalışanları ayırmamız gerekiyor. Türk halkının değerlerine saygılı olanlarla, Türk halkının değerlerinden utananları, onları küçümseyenleri ve o değerlerle alay edenleri ayırmamız gerekiyor.  Din istismarcılarıyla, İslâm dinini yaşam biçimi olarak seçenleri ayırmamız gerekiyor.

Bir tane Türkiye var, iki tane Türkiye yok. 

Ülkesindeki iç savaş yüzünden, 13 yaşında ülke aramaya çıkan Suriyeli Mülteci Kenan’ın feryadını unutmayalım: “Ülkemizdeki savaşı durdurun da, biz ülkemize geri dönelim, Avrupa’nız sizin olsun.”

Rüştü Kam

16 Ekim 2015 Cuma

ERZURUM VENİ VİDİ SCRİPSİ (XI) 2015

"Geldim, gördüm, yazdım" 2015

Dadaşlar diyarı Erzurum; taşınla, toprağınla dile gelsen de anlatsan başından geçenleri. Zaman yeter mi, sığar mısın kitapların içine, bitirebilir misin hikâyeni bilmem. Elden ele geçtin, yakıldın, yıkıldın, örselendin, hakaretler gördün, namusun çiğnendi. Milattan önce 4.000 yılında başlayan hikâyen nasıl sığsın iki kapak arasına.  Kaç medeniyet kuruldu ve kaç medeniyet yıkıldı senin kara bağrında. Gözyaşı akıta akıta göz pınarların kurudu. Bağrına saplanan hançerleri söküp atan Nene Hatunlar, Kara Fatmalar olmasaydı, nice olurdu halin. Bugün biz geldik, senin hikâyeni senden dinlemek için geldik. Biraz da olsa yaralarını sarmak için geldik. Senin bizlere anlattıklarını, biz de çocuklarımıza anlatacağız. Anlatacağız ki, senin başına gelenler bizden sonrakilerin başına gelmesin.

Sırtında çocuğu elinde silahıyla karşıladı Nene hatun Tabyaların önünde bizi. Selamlaştık, hal hatır sorduk. Nene Hatun’un önünde saygı ile eğildik. Erzurum’un hikâyesini başladık dinlameye. Aziziye Tabyası’nın önündeyiz. “Tabyalar 19. yüzyılın acı hatıralarını taşıyan önemli askeri barınaklardan, siperlerdenmiş. Osmanlı Devleti’nin gerileme sürecinde doğudan gelen tehlikelere karşı şehrin 21 stratejik noktasına inşa edilmiş. Özellikle Aziziye ve Mecidiye Tabyaları, ‘93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı -Rus Savaşı’nda kritik rol üstlenmiş. 9 Kasım 1877 tarihli Aziziye Müdafaası, Erzurum halkının kahramanlıklarına sahne olmuş ve şehrin işgalden kurtarılmasını sağlamış. Erzurum halkı, bu müdafaayı her yıl tabyalara doğru yürüyüş gerçekleştirerek canlandırırmış. Yeni nesillere bu toprakların bedava elde edilmediği anlatılmak istenirmiş.”

İçeriye vize almadan girmemiz mümkün değil. Sırtında çocuğu elinde tüfeğiyle Nene Hatun nöbet tutuyor kapıda. Rehberimiz Yasin anlatıyor, hikâyesini:



“7 Kasım 1877 günü, bölge halkından olan Osmanlı vatandaşı Ermeni çeteleri Erzurum'un Aziziye Tabyası'na girmeyi başarırlar. Tabyayı koruyan Türk askerlerini öldürürler. Böylece arkadan gelen Rus askerleri, hiçbir mukavemetle karşılaşmaksızın tabyayı ele geçirirler. Haber şehir merkezine ulaşır. Acı haber minarelerden şehir halkına duyurulur: "Moskof askeri Aziziye Tabyası'nı ele geçirdi…"

Silâhı olan silâhını, olmayanlar; balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Tabya'ya doğru koşmaya başlar. Kadın-erkek tüm Erzurum halkı yollara dökülür. Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan bir taze gelin de vardır. Ağabeyi bir gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermiştir. Üç aylık bebeğini emzirir ve "Seni bana Allah verdi, ben de seni O'na emânet ediyorum." der ve ağabeyinin kasaturasını alarak sokağa fırlar.

Erzurum halkının bu asil yürüyüşünü, Rusların açtığı yaylım ateşi bile durduramaz. Tabyalara doğru bütün güçleriyle koşmaya devam ederler. Ön sıradakiler şehit olurlar. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hırslı bir şekilde ileri atılırlar. Demir kapılar birer birer kırılır ve içeri girilir. Boğaz boğaza bir savaş başlar. Mükemmel silâhlarla donanmış Moskof ordusu, baltalı-tırpanlı, taşlı–sopalı, askeri eğitim bile almamış bu halk karşısında ancak yarım saat tutunabilir. Tabya geri alınır ve göndere yeniden Türk bayrağı çekilir.

Nene Hâtun da yaralılar arasındadır. Fakat o kendi yarasına aldırmaz, evindeki bebeğini de unutmuştur. Yaralıların kanını durdurabilmek, yaralarını sarabilmek için oradan oraya koşturur durur. O'nun, o gece vatan için başlayan mücâdelesi, düşman Erzurum'dan kovuluncaya kadar devam eder. Erzurum'un her karış toprağına cephâne taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaşır adeta. Sevilir, sayılır, örnek alınır ve sonunda Nene Hatun olarak tarihe geçer. Kahraman Erzurumlu kadınlarının temsilcisidir o. Türk-Rus savaşında destanlaşan yiğit, kahraman bir Türk kadını, Türk anasıdır o. Aziziye Tabyaları’nda Ruslara karşı silah olarak kullandığı “kasaturası” ile bütünleşen yüreğidir onu Nene Hatun yapan. İşte karşımızdaki kadın O Kadındır. Nene Hatun.”

Sarıkamış’tan sonra, Erzurum’a da böyle duygu seli içinde girdik. Tabyaların önüne yaklaştı kaptan Sezgin. Anıt önünde ziyeratimizi ölümsüzleştirdik. Aziziye Tabyasının içine girdik ve o kahraman dadaşların, Nene Hatunların, Kara Fatmaların canhıraş çığlıklarını duyduk, gayretlerini canlandırdık hayalimizde, 30 dakika içinde Rus askerlerini nasıl tarumar ettiklerini hayal ettik. Duaya ihtiyaçları olmadığı halde, dua ettik onlar için. “Allah yolunda öldürülenlere “ölü” demeyin: Hayır, onlar yaşıyor, ama siz farkında değilsiniz.”( Bakara 154)

Nene Hatun,1857 senesinde Erzurum'da dünyaya geldi. 98 yıl yaşadıktan sonra yine Erzurum'da, hayata vedâ etti. Mekânı Cennet olsun…

Tarihi eserler

Çifte Minareli Medrese


Nene Hatun’la vedalaştık. Sonraki durağımız, Çifte Minareli Medrese. Tamir ediliyor. İçeriye giremedik. Rehberimiz Yasin Medresenin tanıtımını Ulu Camii’nin eski imamına bıraktı. O muhterem zat, zaten orada İstanbul’dan gelen bir gruba tanıtım yapıyordu. Yaklaştık yanına ve dinledik biz de anlatılanları. Yüzü nurlu bir adam, çok da nazik, ellleriyle işaret ederek anlatıyor eserleri, “Bakın işte şu …”: .

“13. yüzyılın sonlarında inşa edilen Çifte Minareli Medrese, Selçuklu Medeniyeti’nin günümüze ulaşan en önemli eserlerinden biri ve aynı zamanda Erzurum’un sembolüdür. Medresenin özellikle taç kapısında bulunan bezemeler, Selçuklu taş süslemesindeki derinliği ve estetik anlayışı gösterir. Burada yer alan palmet ve rumi motifleri, Selçuklular’ın simgesi olan çift başlı kartal ile hayat ağacı figürleri dikkat çekicidir. Bakın şu kartal 3 boyutlu olarak yapılmıştır.  Medresenin, efsanelere konu olan yarım minareleri de çinileri ile göz kamaştırmaktadır. Çifte Minareli Medrese; döneminin en önemli üniversitelerinden biridir. Avlunun güneyinde yer alan kümbet de o dönemde yapılan en büyük türbe unvanına sahiptir. Her biri 26 metre yüksekliğindeki rengârenk çinilerle süslü çifte minare, bu tarihi esere isim olmuştur. Minarelere “Allah", "Muhammed" ve "ilk dört büyük halife" nin isimleri de işlenmiştir. Çifte Minareli Medrese, Erzurum'un sembollerinden biridir.

Taç kapıyı çeviren bitki süslemeleri, kalın silmeli panoların içindeki "ejder", "hayatağacı", "kartal" motifleri cephenin en gösterişli bölümüdür. Ön dış cephede yer alan tamamlanmış hayat ağacı ile kartal motiflerinin bir arma olmaktan çok, Orta Asya, Türk inanışı kapsamında, güç ve ölümsüzlüğü dile getirdiğine inanılır. Taç kapıdan avluya girilir. Zemin katta on dokuz, birinci katta ise on sekiz oda bulunmaktadır.
Medresenin ve iç kısımda bulunan kümbetin giriş kapıları başta olmak üzere; medrese mimarisinde yer alan önemli ve değerli parçalar, Rusların Erzurum’u işgali dönemlerinde Ruslar tarafından yerlerinden sökülerek Rusya'ya götürülmüştür. Leningrad müzesinde sergilenmektedir.“

Anadolu’ya gelen herkes buradan birşeyler alıp götürmüşler, ama bitirememişler.
Namaz vakti yaklaştı. Öğle namazı kılacağız. İmam bizi Ulu Cami‘ye davet etti. Emekli olduğu camiye. Dünyalar tatlısı bir kişilik. Yaşı yetmişin üzerinde, hâlâ koşturuyor. Gelen ziyaretçilere bildiklerini anlatma derdinde. Kabuğuna çekilmemiş, emekli maaşını alarak yan gelip yatmamış. Önce namazımızı kıldık. İkindi namazını da peşine cem ederek kıldık. Mükemmel bir eser. Başladı Ulu cami imamı görev yaptığı camiyi anlatmaya:

Ulu cami




“Erzurum Ulu Camii (Atabeg Camii, Atabey Camii), şehrin en eski camisidir. Saltuklu Emiri Nasreddin Aslan Mehmet tarafından 1179 yılında yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı cami, kalın taş sütunları, kırlangıç kubbesi, mihrabı ve minaresi ile Selçuklu mimari anlayışının en güzel örneklerindendir. 28 pencere ile aydınlatılan caminin içerisinde toplam 40 sütun bulunmaktadır.

Cami 6.000 kişi kapasitelidir. Günümüzde 4.500 kişi aynı anda rahatlıkla namaz kılabilmektedir. Caminin beş kapısı vardır. Kapılardan ikisi doğuda, üçü de kuzeydedir. Kapıların hiç birisi bir diğerine benzememektedir. Caminin üç kubbesi vardır. En önemlisi yapıldığı günden beri orijinal hali ile günümüze kadar varlığını sürdürmüş olan „Kırlangıç örtü" diye adlandırılan ahşap örtülü kubbedir.
Yapılış tasarım özelliği ile caminin içerisindeki nemi toplar ve yukarıya çekerek dışarıya tahliye eder. Bu kubbe sayesinde cami içerisinde nem olmaz.

Güneyden kuzeye doğru kırlangıç kubbe ile mukarnas taş oyma kubbe arasında yer alan ikinci kubbe, tavanında yer alan ve gökyüzüne açılan penceresi ile caminin aydınlanma unsurlarından birini oluşturmaktadır.
Bunlara ek olarak 6.000 kişinin aynı anda bulunduğu kapalı mekânda ses iletişimini daha sağlıklı kılmak için caminin tam orta bölümüne „Mukarnas kubbe“ yerleştirilmiştir. Bu kubbe sayesinde hem caminin aydınlanması ve hem de mevcut sesin 10 kat daha yüksek tonda yayılması sağlanmıştır. Aritmetik olarak hesaplanıp sert kaya zemin üzerine kendine özgü şekillerin işlenerek yapıldığı ve sadece bu camide bulunan bu mukarnas örtü şeklinin bir benzeri başka bir yapıda yoktur.

Kırlangıç kubbeyi taşıyan dört sütuna "Fil ayağı" denir. Kıble yönündeki iki fil ayağının en üst kısımlarında bulunan yuvarlak iki pencere de "Fil gözü" diye adlandırılır. Fil gözü pencerelerden sol taraftaki güney-doğuya, sağ taraftaki ise güney-batıya meyilli olup, gökyüzüne doğru bir bakış açısı oluşturmaktadırlar.

Bu pencereler caminin içerisine adeta birer aydınlatma projektörü gibi ışık saçarlar. Soldaki pencereden sızan güneş ışığının cami içerisinde yer zeminde oluşturduğu elips şeklindeki ışık yoğunluğu daralarak tam daire şeklini aldığı an, öğle namazı için ezan okunma vaktinin geldiği anlaşılır. Sağdaki ise aynı şekilde ikindi namazı için ezan okunma vaktini bildirir.

İşte orada, kıble duvarında üç tane mihrap vardır. Ortadaki imama aittir. Sağda ve soldakiler ise cami içerisinde her ne kadar akustik mimari ses sistemi olsa bile ses iletiminin yeterli gelmeyeceği düşüncesi ile imamın namaz anındaki tekbirlerini tekrarlayarak bulundukları yerden cemaata duyuracak Kayyım denilen müezzin yardımcılarının yer aldığı "Mihrabiye" lerdir.

Gördüğünüz şu sütunlardan cami içerisinde toplam 47 tane vardır. Caminin orta kesiminde batıdan doğu istikametine doğru bakıldığında; 4 sağ tarafta, 4 de sol taraftaki sütünlar arasında 15 er cm. lik çıkıntı farklılıkları görülür. Sütunların bu şekilde yapılması, imamın sesinin cami içerisinde " U " şeklinde yayılması içindir. Aynı zamanda depreme karşı dayanıklılığı artırır, caminin yükü bu sütunlara dağıtılmıştır. Cami 28 pencere ile aydınlanmaktadır.

Cami 830 yılı aşkın süreden beri varlığını sürdürmektedir. Yakın tarihe kadar caminin iç duvarlarına Ruslar tarafından hayvan bağlamak için çakılmış halkalı mıhlar vardı, işte bakın şurada. Bunlar işgal sırasında Rusların camiyi "ahır" olarak kullandıklarını göstermektedir. Ruslardan sonra şehri ele geçiren Ermeni çeteleri de camiye büyük zarar vermişlerdir.”

Mükemmel bir anlatım. Teşekkür ettik ve elini öptük hoca efendinin. 1 saate yakın bizimle ilgilendi. Zaman harcadı ve rehberlik yaptı. Usulüne uygun şekilde para vermek istedik. Almadı. “Orada duran bağış kutusuna bırakın vereceğiniz parayı, caminin ihtiyaçları için kullanılsın” dedi. Gözümüzde bir defa daha büyüdü hoca efendi. Allah selamet versin.

Üç Kümbetler



“Bu kümbetler,  Anadolu’daki mezar anıtların en güzel örneklerindendir. Üç Kümbetler ismi ile tanınan kümbetlerin en büyüğünün Emir Saltuk’a ait olduğu ve XII. yüzyılın sonlarında veya XIV. yüzyılın başlarında yapıldığı sanılmaktadır. Diğer kümbetlerin kime ait oldukları bilinmemektedir.
Üç Kümbetlerin yanında kümbeti andıran bir diğer yapının mahiyeti anlaşılamamışdır. Bunun da kümbet olduğu ileri sürülmüşse de bazılarına göre bu bir mescittir. İç kısmında oldukça güzel bezenmiş mihrabı vardır. Giriş kapısının saçakları üzerinde geometrik bezeme ile çiçek ve hayvan motifleri görülmektedir.

Üçüncü kümbet yöresel Keyek taşından yapılmıştır. On iki cepheli ve dört pencerelidir. Kuzey yönünde giriş kapısı bulunmaktadır. Kümbetin üzerini örten konik külahın kasnağında Emir Saltuk Kümbetine benzeyen bezemelere yer verilmiştir.“

Karnımız acıktı. Sıra geldi Erzurumun cağ Kebabını yemeye. Kemal Zeyveli ve Davut Yıldırım öğle yameği bizden dediler. Davut Yıldırım Erzurumlu, Kemal Zeyveli Malatyalı. Berlin’de arkadaş olmuşlar. Restoran tıklım tıklım. Ancak Davut önceden rezervasyon yaptırdığı için bizim yerimiz üst katta hazırlanmış. Önce iyi pişmiş, incecik açılmış yufkalar geldi sofraya, arkasından 4 er tane şişlere dizilmiş kebaplar. Önümüzdeki şişler biter bitmez hemen yenileri geliyor. Garsonlar fırtına gibi ve de son derce saygılılar. Kebap gerçekten lezzetli. Rehberimiz yasin Cağ kababının Artvin’e ait olduğunu, ancak Erzurumluların elinde meşhur olduğunu söyledi ama. Yasin’in Artvinli olduğunu da unutmamak lazım.

Dışarıda yağmur var. Ama biz Erzurumu bitirmek zorundayız. İki saat sonra Yakutiye Medresesi’nde buluşmak üzere dağıldık. Alış veriş zamanı. Oltu taşları alınacak, başka hediyelikler alınacak. İsteyenler de Erzurum Kalesi’ne gidebilecek. Ben eşimle Rüstem Paşa Hanı’na gittim. Kanuni Sultan Süleyman’ın Sadrazamı Rüstem Paşa tarafından 1561 yılında yaptırılmış. Yapı, Osmanlı kervansaray mimarisinin en güzel örneklerinden biri. Taşhan adıyla da anılan bu eser, günümüzde Oltu taşı esnafının imalat ve satış yeri olarak hizmet vermekte.
Cimşit ailesi de bizim gibi düşünenlerden, orada karşılaştık. Alacaklarımızı aldık, hazırda bulamadıklarımızı da bir saat içinde yapıp teslim ettiler. Buna rağmen, verilen saatte Yakutiye Medresesi’ne vardık. Gökyüzü ağlamaya devam ediyor. Çoğumuzda şemsiye yok.

Yakutiye Medresesi



İlhanlılar döneminde Hoca Yakut Gazani tarafından 1310 yılında yaptırılan eser Anadolu’daki kapalı avlulu medreselerin en büyüğüymüş. İlhanlı Valisi Hoca Cemaleddin tarafından Sultan Olcayto ve Bulgan Hatun adına yaptırılmış. Medrese, dengeli mimarisi, iri motifli süslemeleri, oymalı taç kapısı ve taş bezemeleri ile muhteşem bir görüntü oluşturmakta. Taç kapı üzerinde yer alan hurma yaprakları, pars ve kartal figürleri Orta Asya Türklerinin önemli simgeleriymiş. Avlunun sağ ve solunda karşılıklı beşik tonozlu altışar oda sıralanmış. Bunlardan sağ köşedeki odadan aynı zamanda minareye çıkılmakta. Eserin, geometrik motifler ve çinilerle bezeli minaresi de dikkat çekici. Yakutiye Medresesi, 1994 yılından itibaren Türk-İslam Eserleri ve Etnografya Müzesi olarak hizmet vermekteymiş. Sınıfların giriş kapıları burada da alçak yapılmış. Aynı mantık; öğrencinin hocanın huzuruna eğilerek girmesi gerekiyor. İlme ve ilim adamına olan saygı.
Hediyelik eşyalarımızı aldık. Bazı arkadaşlarımız tişört alırken bazıları da magnet almayı tercih etti.

Medreseden çıktık. Yasin ‘ Sizi oldukça güzel bir kafeye götüreceğim.’ dedi. Gerçekten dediği kadar da varmış. Girişte sizi bir ayakkabı boyacı sandığı karşılıyor. Boyacısı olmayan bir sandık. İçiçe odalardan oluşan bir kafe burası. Tarihi eşyalarla döşenmiş. Yere oturuyorsunuz. Garsonları fazla becerikli değil, yüzleri de gülmüyor. Mekan güzel ama, servis kalitesi sıfır. Kahve içtik, Türk kahvesi. Yanında lokumu ve suyu da yoktu. Mekanı bize anlatmak için gelen zat hem konusuna hakim değildi, hem de çok soğuk bir yapısı vardı, garsonlar gibi. Dışarıda gördüğümüz Erzurumlulara benzemiyor bunlar.

Erzurumla ilgili kısa bilgiler

Erzurum




Erzurum, Doğu Anadolu’da Palandöken Dağları’nın eteğine kurulmuş, tabiatın güzelliklerini esirgemediği bir ovanın yanıbaşında yer almakta. İlin burada kurulmuş olması tesadüfi değil. 6.000 yıllık tarihi boyunca şehir; bölgesel, iktisadi ve siyasi merkez olmuş. Persler, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar gibi dünyanın en önemli medeniyetlerine ait önemli eserleri barındırıyor bünyesinde. Erzurum, kültürel değerleri, kayak tesisleri, doğal güzellikleri, yöresel ev yapımı ürünleri, kaplıcaları, doğa sporlarına elverişli coğrafi özellikleri ve doğal güzellikleri ile gezilip görülmeye değer müstesna şehirlerimizden biri. İpek Yolu ve verimli ovaları bölgenin tarih boyunca yerleşme alanı olarak seçilmesinde önemli rol oynamış.
Erzurum’un nüfusu yaklaşık 780 bin (2015). Doğu Anadolu Bölgesi'ndeki en büyük il. Denizden yüksekliği yaklaşık 1.900 m.
Temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılık. Son yıllarda kış turizmiyle de öne çıkmakta. Soğuk iklimi sebebiyle sanayisi gelişmemiş. Kadayıf dolması, cağ kebabı, kesme çorbası, civil peyniri meşhur.

Erzurum, Hz. Ömer zamanında (638) Müslümanlar tafafından fethedilmiş. Ancak şehre tam olarak yerleşmeleri mümkün olmamış ve 949 yılında Bizanslıların eline geçmiş. 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra şehir tekrar Müslümanların hâkimiyetine girmiş.

Erzurum, I. Dünya Savaşı’nda işgal edilen Anadolu’nun kurtuluşu için başlatılan mücadelede de kritik rol oynamış. 3 Temmuz 1919’da Erzurum’a gelen Mustafa Kemal, 23 Temmuz 1919’da Anadolu’nun değişik illerinden gelen 56 delege ile birlikte Erzurum Kongresi’ni düzenlemiş. Böylece Milli Mücadele’nin en ciddi adımı burada atılmış.

Bar

Erzurum yöresinde oynanan halk oyunlarına “bar” deniyor. Bar, birlik ve beraberliği ifade etmekteymiş. Kadın ve erkek barları ayrı ayrı oynanırmış. Erkek oyunları 18 bardan, kadın oyunları 15 bardan oluşmaktaymış. Özel günlerde, kutlamalarda ve çeşitli etkinliklerde bar oynanırmış.

Oltu taşı

Oltu taşı; siyah, sert, parlak, kavlı biçiminde kırıkları olan, parlatılabilir, tıraşlanabilir bir linyit türü. Altın ve gümüş ile birlikte de kullanılırmış. Oltu taşından ağızlık, tespih, kolye, broş, küpe, yüzük, bilezik gibi aksesuarlar üretilirmiş. Erzurum oltusu çok pahalı. Rus oltu taşı ithal edilmeye başlanınca piyasa etkilenmiş. Çünkü o taşlar ucuza alıcı bulabiliyormuş.

İklim ve bitki örtüsü

Türkiye'nin en yüksek ve en soğuk illerinden biri olan Erzurum'da sert kara iklimi hüküm sürmekteyhmiş. Genel olarak kışlar çok soğuk ve karlı; yazlar ise çok sıcak ve kurak geçermiş. Hemen hemen yılın 2-3 ayı bölge kar altında kalırmış.
Türkiye'nin en çok güneş gören illerinden biri olmasına rağmen, aynı zamanda en soğuk illerindenmiş. Yazın sıcaklık +35 dereceyi görürken kışın sıcaklık -30 dereceye kadar inermiş.

Ekonomi

Erzurum'un ekonomisini genel olarak tarım-hayvancılık ve sanayi-ticaret unsurları oluşturmaktaymış. Erzurum'da kurulmuş olan Atatürk Üniversitesi , şehirde ticari anlamda da canlılık sağlamaktaymış.
Erzurum’un , Palandöken dağı kış spor tesisleri ile sınırlı olan kış turizmi, özellikle son yıllarda önemli kazanımlar elde etmiş.
Tarım ve hayvancılık, bitkisel üretimi; tahıllar, yem bitkileri, baklagiller, endüstri bitkileri, yumrulu bitkiler, yağlı tohumlar oluşturmaktaymış.
Erzurum’da küçümsenmeyecek derecede küçükbaş-büyükbaş hayvan yetiştirilmekteymiş. Etlik ve sütlük. Et ve süt ürünleri için tesisler mevcutmuş. Bal üretimi ise hatırı sayılır bir miktardaymış.
Erzurum'un en önemli sanayi kuruluşu, 1956 yılında üretime başlayan ve kamuya ait olan Erzurum Şeker Fabrikası’ymış.

Dadaş

Türkiye'de Erzurum denince halk arasında akla gelen ilk ifade dadaştır. Dadaş kelimesi Erzurum barlarını oynayan oyunculardan her birini ifade edermiş. Dadaş kelimesi yörede; erkek kardeş, yiğit, delikanlı, babayiğit kimse, mert, cesur, arkadaş, dost anlamlarında da kullanılırmış. Dadaş olmak tarihi kahramanlıklar, dostluklar, sevgi ve saygı diyalogları, insanlar arasındaki sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın adeta alt yapısını oluşturan en önemli unsurmuş.

Şenlikler



Erzurum gelenekleri arasında 1001 hatim şenlikleri yapılırmış. Şehrin en önemli şenliklerindenmiş. Özellikle Aralık ayında okunurmuş hatimler ve yaklaşık 1 ay sürermiş. Tüm şehir halkı 1 ay içerisinde hatimler okur ve 1 ayın sonunda okunan hatimler Ulucamii'de tüm halkın katılımı ile bağışlanır ve Erzurum için dualar edilirmiş.

Erzurum Kalesi

Erzurum Kalesi, şehir merkezinde yer aldığı tepenin en uc noktasında bir iç kale ve bu iç kaleyi çevreleyen bir dış kaleden oluşmakta. Kalenin ilk inşâ tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte M.S. 5. yüzyılın ilk yarısında Bizanslılar tarafından yaptırıldığı tahmin edilmekte.

Saat kulesi

Saat Kulesi, Erzurum'un şehir merkezindeki en yüksek tepesinde yer alan "İçkale" dedir. Tepsi Minare diye de geçmişte adlandırılmış. Saltukoğulları tarafından 12. asırda gözetleme kulesi olarak yapılmış. Gövdesi tuğla, kaidesi ise kesme taştan. 19. yüzyılda üst kısmına ahşap külah ilave edilmiş. Kale içerisinde bulunan "Kale Mescidi" nin minaresi olarak da kullanılmış. Kale mescidi kitabesinde "İnanç Beygu Alp Tuğrul Bey Ebi-l Muzaffer Kasım" yazılı. Erzurum Saat Kulesi (Tepsi Minare), Anadolu'daki en eski Selçuklu minaresiymiş.

Palandöken

Akşam oldu neredeyse. Bugün biraz fazla yorulduk. Yağmurun da etkisi var bu yorgunlukta. Otobüs bir hayli uzağa park etmiş. Otele gitme zamanı. Verilen saatte tam olarak gelmeyenler oldu yine ama bu kez Yasin ceza kesmedi. Sebebinden sual edilmez dedik ve yola koyulduk. Palandöken dağına çıkacağız. Otelimiz orada. Oldukça dik yolu var. Otele kadar çıkamadık kar yüzünden, kaydı otobüs. Yaya olarak çıktık otele. Eşyalarımız sonradan geldi. Kaptan Sezgin zincir kullanarak otobüsü çıkarmış. Erzurum’u Palandöken’den seyretmek keyifli olacaktı ama, o da olmadı. Çünkü sis bu zevki bize tattırmadı. Seyfi Bey, spor yapmayı tercih etti. Bazı arkadaşlarımız saunaya gitti. Bazıları da havuza.
Sonuç

Erzurum insanı cana yakın. Esnafı tatlı dilli. Tarihi doku olarak oldukça zengin. Nene Hatunların Kara Fatmaların yeri bambaşka halk arasında. Halk onları destanlaştırmış. Ermeniler halka çok zulmetmiş. Sohbete başlar başlamaz sözü bir şekilde hemen ermeni ihanetine getiriyorlar. Toplu katliamlardan bahsediyorlar, tecavüzlerden bahsediyorlar. Rusların camileri hayvan ahırına çevirdiklerini anlatıyorlar. ‘93 Rus Savaşı’nda kaybolan canlara ağıt yakıyorlar. Tüylerimiz diken diken oluyor. Çok çekmiş Erzurum halkı, Erzurum çok dertli. Biz derdini dinledik Erzurum’un, göz yaşını birazcık da olsa dindirdik. Erzurum sizleri de bekliyor.

Sabah yola koyulacağız. Hedefimizde Sivas var. Erzincan’da da bakır alışverişi var. Ayrıca Gülayşe Yücel teyzesini de ziyaret edecek…

Devam edecek


Rüştü Kam

10 Ekim 2015 Cumartesi

KERBELA SAVAŞI VE KERBELA OLAYI /HASAN ONAT /BERLİN/ RÖPORTAJ RÜŞTÜ KAM/MOCCA DERGİSİ

Yeni Kerbelaların meydana gelmemesi için Kerbela’yı doğru okumak gerek.
Kerbela Savaşı veya Kerbela Olayı

Kerbela Savaşı veya Kerbela Olayı
Yeni Kerbelaların meydana gelmemesi için Kerbela’yı doğru okumak gerek.
Düştü Hüseyn atından sahrâ-yı Kerbelâ'ya
Cibrîl var haber ver sultân-ı enbiyâya


Zeynep, Hüseyin'in çadırına gitti. Allah'ım, canımı alsaydın da böylesi bir acıya tanıklık etmeseydim!' diye yakararak, başını göğsüne yasladı ve Hüseyin, 'güzel kardeşim' diyordu, 'sakin ve sabırlı ol, Allah şefkat ve merhametini senden gidermesin. Dedem Allah'ın habercisiydi, senden benden üstündü, babam, annem ve kardeşim benden öndeydi, değerliydi. Bak hepsi ahiret yurduna göçtü. Ben de onların yanına gidiyorum, gerçek yurduma kavuşuyorum.'

Kerbela, iyi ile kötünün, zalim ile mazlumun, lanetli ile kutsalın, karanlık ile aydınlığın hesaplaşmasıdır. İmam Hüseyin burada Emevi saraylarında din dışı ne varsa din adına meşru gösteriliyordu. Halk isyan ediyor ama Emevilerin kurduğu askeri teşkilat halka göz açtırmıyordu.
Kerbela Katliamı

Kerbela Savaşı veya Kerbela Olayı, 10 Muharrem 961 tarihinde bugünkü Irak sınırları içindeki Kerbela şehrinde, İslam Peygamberi Hz. Muhammed'in torunu Hüseyin bin Ali'ye bağlı küçük bir birlik ile Emevi Halifesi I. Yezid'e bağlı 30.000 kişilik ordu arasında cereyan etmiştir. Bu vahim olay nasıl gerçekleşmiştir Prof.Dr. Hasan Onatla konuştuk:

Mocca:Olaylar nasıl gelişti?
Onat: Hz. Muhammed'in 632 yılında vefat etmesinden sonra Müslüman toplumunun başına kimin geçeceği kaygısı baş gösterdi. Müslümanların bir kısmı ilk olarak Ebu Bekir'in halifeliğini kabul ettiler.
Daha sonra sırasıyla; Ömer bin Hattab, Osman bin Affan ve Ali bin Ebu Talib halife seçildiler. Bununla beraber bir kısım müslümanlar peygamberin kuzeni ve damadı olan, çocukluğundan itibaren peygamberin evinde büyümüş ve onu korumak için kendi hayatını tehlikeye atmış olan Ali'nin ilk halifelik için daha doğru bir seçim olduğunu düşünüyorlardı.
Hz.Ali’nin, kendi halifeliğine kadar hiçbir savaşa katılmayışı diğerlerini halife olarak kabul etmediğine yorulur.
Hz. Ali, Hz. Osman asiler tarafından öldürülünce ancak başa geçebildi. Başa geçti ama; Osman'ı halife kabul edenler onun katilini bulana kadar Hz. Ali'yi halife olarak kabul etmeyeceklerini söylediler ve İslam Devleti Ali ve Muaviye önderliğinde ikiye bölündü. Böylece Peygamberimizden sonra Müslüman toplumu ilk kez iç savaşa sürüklendi. Hz.Ali 661 yılında Haricilerden Abdurrahman bin Mulcem tarafından gerçekleştirilen bir suikastte hayatını kaybetti ve iktidar 20 yıllığına düşmanı I. Muaviye'nin eline geçti.
Muaviye, oğlu Yezid'in kendinden sonraki halife olarak kabul edilmesini daha hayatteyken garantiye almaya çalıştı. Taraftarlarına Yezid'e bağlılık yemini ettirdi. Yezid başa geçince ilk iş olarak Medine valisine bir mektup yazarak Hüseyin bin Ali'ye değil, kendine itaat etmesini, aksi takdirde bunu canıyla ödeyeceğini bildirdi.
Bir mektup da Hz.Hüseyin’e göndererek kendisine itaat etmesini istedi. Hüseyin bu teklifi reddetmesinin bir görev olduğuna inandığından, Medine'yi terkederek Mekke'ye doğru yola çıktı.

Kûfelilerden mektup aldı
Bu arada Küfe'den kendisini destekleyeceklerine dair mektup aldı. Sancağını açtı ve yönünü Küfe'ye çevirdi. Yolun bir kısmını aşmıştı ki Yezid'in Küfe'ye, Ubeyd-ullah bin Ziyad'ı vali olarak atadığını ve beraberinde bir ordu gönderdiğini, bu durumdan korkan Küfe'lilerin savaşmaktansa itaat etmeyi yeğlediklerini öğrendi. Buna rağmen yoluna devam etti. Öldürüleceğini biliyordu ancak ölümünün Yezid'in kötülüğünü dünyaya ispat edeceğini düşünüyordu. Küfe yakınlarındaki Kerbela'da konakladı.

Kuşatma ve Savaş
Yezid'in valisi b. Ziyad 30 bin kişilik bir orduyu Hüseyin'in üzerine gönderdi. Askerler çadırların etrafını sardılar ve Hüseyin ile görüşmelere başladılar. Hüseyin, kuşatmanın kaldırılmasını, kendisi ile birlikte ailesi ve taraftarlarının Irak'ı terketmesine izin verilmesini istedi. Ordunun komutanı Ömer bin Sa'd bu teklifi makul buldu ve durumu üstlerine iletti. Bu teklif ibn Ziyad'ın da hoşuna gitti ancak yönetimde söz sahibi olan Emevilerden Şimr bin Zi'l-Cevşen, Bahteri bin Rebia ve Şeys bin Rebia karşı çıktılar. Ömer bin Sa'd'a Hüseyin ve beraberindekileri öldürmesini, yoksa kendi canından olacağını söylediler.
Muharrem ayının 7'sinde Ömer bin Sa'd çemberi daralttı ve su yollarını kesti. Muharrem ayının 9'unda, kampın su kaynakları tükendi ve önlerinde sadece ölmek ya da teslim olmak seçeneği kaldı. Hüseyin, İbn Sa'd'a sabaha kadar ibadet etmek istediklerini söyledi ve bu nedenle mühleti uzatmasını istedi. İbn Sa'd isteğini bir kez daha kabul etti.

Hz.Hüseyin verilen müddet bitince adamlarına, teslim olmayacağını, savaşacağını söyledi. İsteyen herkesin geriye dönebileceğini söylemesine rağmen arkadaşları onunla kalmayı tercih ettiler. Sayıca çok yetersiz oldukları için, öldürülecekleri aşikardı.
Ertesi sabah Hüseyin'in adamları düşman ordusundaki arkadaşları ve akrabalarıyla teker teker konuştular. Onlardan savaşmamalarını istediler. Hüseyin düşman askerlerine uzun bir nutuk çekti. Bu konuşma öylesine etkili oldu ki, Yezid'in generallerinden Hur, devasa düşman ordusunu terkedip, Hüseyin'in bir avuç ordusuna katıldı.
Bu olay üzerine İbn Sa'd diğer adamlarının da saf değiştirmesinden korkup, Hüseyin'e ilk oku atarak savaşı başlattı. Savaş önce düello şeklinde cereyan etti. Bu arada Yezid'in ordusu çok fazla kayıp vermişti.
Kadınlar ve çocuklar çadırlarda birbirlerine sarılmış, savaşın bitmesini bekliyorlardı. Hüseyin'in oğlu imam Zeynelabidin de, savaşamayacak kadar hasta olduğu için çadırdaydı. Hüseyin diğer oğlu Ali Asgar henüz altı aylıktı ve susuzluktan ölmek üzereydi.

Hüseyin oğlunu kucağına aldı ve Yezid'in ordusunun karşısına dikildi. Çocuğa bir yudum su vermelerini istedi. Ama Hurmala bin Kahil, Ömer bin Sa'd'ın emri ile çocuğu okla vurdu ve bebek oracıkta can verdi.

Hz. Hüseyin'in Şehit Edilmesi
Hüseyin oğlunu gömdükten sonra tekrar düşmanın karşısına çıktı ve onları teslim olmaya davet etti.
Birebir savaşta çok fazla kayıp veren Ömer bin Sa'd'ın ordusu Şimr bin Zi'l Cevşen'in emriyle toplu hücuma geçti ve her taraftan ok ve mızraklar Hüseyin'in üzerine yağmaya başladı. Sinan bin Enes en-Nehai veya Şimr bin Zi'l Cevşen başını kılıçla keserek Hz.Hüseyin'i öldürdü. Kafası mızrağa takıldı ve herkese gösterildi.

Hüseyin'in cesedi canice atlara çiğnetildi
Ubeydullah bin Ziyad'ın emri üzerine Hüseyin'in cesedi canice atlara çiğnetildi. Daha sonra Yezid'in ordusu çadırlara girdiler ve yağmalamaya başladılar. Ertesi gün kadınlar ve çocuklar yargılanmak üzere Kufe üzerinden Şam'a götürüldüler. Çok kötü muamelelere tabi tutuldular. Açlık ve susuzluğun üzerine Hüseyin ve askerlerinin kaybının acısı da eklenmişti.
Tutuklular bir sene Şam'da tutuldular. Hüseyin'in 4 yaşındaki kızı Sakine bin Hüseyin acıya dayanamayarak vefat etti. Yerel halk tutukluları hapiste yalnız bırakmadı ve Zeynep bin Ali ile Ali bin Hüseyin her gelen ziyaretçiye Hüseyin'in haklı davasını anlattılar. Günümüz Suriye ve Irak'ına denk gelen topraklarda Yezid aleyhtarı oluşumlar başgöstermeye başladı. Durumdan endişelenen Yezid tutukluları serbest bırakarak Medine'ye gönderdi. Yaşananlar kulaktan kulağa yayıldı ve Kerbela Olayı günümüze kadar Aşurâ Günü'nde yad edile geldi.
Ali bin Ebu Talib ile Muaviye arasında gerçekleşen Sıffin Savaşı sonrasında İslam Devleti ikiye bölünmüştür. Ali yönetiminde başkenti Kûfe olan ve Muaviye yönetiminde başkenti Şam olan iki devlet kurulmuştur. Ali'nin bir Harici tarafından öldürülmesi, sonrasında da Hüseyin bin Ali ve Yezid arasında gerçekleşen Kerbela Savaşı ile bu ayrım derinleşmiş ve İslam'da mezhep ayrılığının temel nedenlerinden biri olmuştur.

Mocca: Kerbela’nın Gölgelediği Gerçekler Nelerdir?
Onat:* Kerbela olayı, her ne kadar Hz. Hüseyin’in dini hassasiyetlerinin derin izlerini taşısa da, esas itibariyle siyasi bir olaydır. Hz. Hüseyin, Yezid’e bey’atı reddettiği için, Emevi iktidarı tarafından bir rakip olarak görüldüğü, tehdit olarak algılandığı için şehit edilmiştir.
* Hz. Ali’nin şehit edilmesini müteakip oğlu Hasan’ın etrafında toplanan Kûfeliler, karşılaştıkları ilk çatışmada Hasan’ı yalnız bırakmışlardır. Olayların akışını iyi okuyan Hasan, o ortamda “hayatı” tercih etmiş, Muaviye’nin cazip önerilerini de reddetmeyerek siyasetten uzak bir hayat sürmüştür. Hasan’ın vefatından sonra gözler Hüseyin’e çevrilmiştir. Ancak, Muaviye’nin vefatına kadar Hüseyin’in de herhangi bir siyasi faaliyette bulunmadığı bilinmektedir. Kerbela travması, Hz. Hüseyin’le ilgili Kerbela öncesi durumu perdelemektedir. Oysa bir olayın öncesini, oluşum sürecini bilmeksizin, o olayı ve daha sonraki gelişmeleri anlamak pek mümkün olmaz.

* Yezid’e bey’at etmeyi reddeden Hz. Hüseyin, gizlice Mekke’ye geçer. Onun bu durumunu haber alan Kufeliler’in çuvallar dolusu davet mektupları gönderdikleri kaynaklarda yer almaktadır. Mekke’de her ne kadar kendi kabilesinin koruması altında olsa da, gittikçe çemberin daraldığını farkeden Hüseyin Kufeden gelen ısrarlı davetler üzerine amcasının oğlu Muslim b. Akil’i Kufe’ye, olup bitenlerin ne kadar gerçek olduğunu, davet mektupların ne kadar gerçeği yansıttığı tahkik etmesi için gönderir. Muslim b. Akil, bir süre sonra Hüseyin’e vaziyetin iyi olduğunu bildiren bir mektup yollar. Ancak, daha sonra Ubeydullah b. Ziyad’ın göreve gelmesiyle birlikte Hüseyin’e destek vereceğini söyleyen Kufelilerin önemli bir kısmı bu desteklerini çekerler. Hüseyin’in bu son gelişmelerden haberi olmaz. Başta üvey kardeşi olan Muhammed b. El-Hanefiyye olmak üzere pek çok kişinin “Kufelilere güvenilemeyeceği” doğrultusundaki uyarılarına rağmen, Hüseyin çoğunluğunu çoluk çocuğun ve yakınlarının oluşturduğu yaklaşık yetmiş kişilik bir kafile ile Kufe’ye doğru yola koyulur. O yolda iken Muslim b. Akil Kufe’de öldürülür.

* Kerbela olayında Hüseyin’in acımasızca şehit edilmesine seyirci kalan Kufelilerin durumunu iyi tahlil etmek gerekmektedir. Daha önce destek vadeden Kufelilerin bir kısmı para karşılığında, bir kısmı korkudan, bir kısmı da muhtelif hesaplar sebebiyle desteğini çekmiştir. Buradan çıkarabileceğimiz en önemli sonuç; Hüseyin’i Kufeye çağıran Kufelilerin Şiilikle alakalarının olmadığıdır. İlk Şii fikirler, belki Kerbela’nın da katkılarıyla, özellikle Mevali (Arap asıllı olmayan Müslümanlar) arasında, birinci hicri sonlarına doğru oluşmaya başlamıştır.
* Kerbela olayı olduğunda Şiilik olmadığı gibi, henüz Sünnilik de yoktur. Muaviye ve Yezid Sünni değildir. Hz. Hüseyin’i şehit edenler de Sünniler değildir.
* Kerbela olayı olduğunda Türkler henüz Müslüman olmamışlardır. Bu olaydan 50-60 sene sonra Türkler Müslüman olmaya başlamışlardır. Türklerin İslam’ı benimsemeleri dört asra yayılan bir süreçler topluluğu sonucunda gerçekleşmiştir.
* Tarih boyunca pek çok şahıs veya grup, kendi kişisel menfaatları için Kerbela olayını kullanmaktan hiç çekinmemişlerdir. Bunun en erken örnekleri hicri 64 yılındaki Tevvabun Hareketi ve hicri 67 yılındaki Muhtas es-Sakafi hareketleridir.



Mocca:Çıkarılabilecek Dersler neler olabilir?
Onat:
Kerbela’yı doğru okumak, yeni Kerbelaların meydana gelmemesi için gereken önlemleri almak demektir. Kerbela’da Hz. Hüseyin’i öldürenler, kendi egemenliklerinin önünde engel tanımadıkları için onu öldürmüşlerdir. Öyleyse, despotların çanına ot tıkamak için, sorumluluk bilinci ile desteklenen özgürlüklere ve sağlıklı demokrasiye ihtiyaç vardır. Sağlıklı demokrasi, hukukun üstünlüğü bilincinin toplumun tüm kesimlerince benimsenmesi ve etkin kılınması; adaletin etkin olması ve insan haklarına riayet yeni Kerbelaların oluşmasını engelleyebilir.

Tarih bilgisi ve bilinci, geçmişi doğru anlamaya imkan sağlar. Türkiye’nin sorunlarının önemli bir kısmı, tarih bilgi ve bilincindeki eksiklikten kaynaklanmaktadır. Türkiye’de özellikle son iki asırda ortaya çıkan zihin yarılması, ya geçmişin kutsallaştırılmasına, ya da yok farzedilmesine sebep olmuştur. Kutsallaştırmakla, yok farzetmek arasında fazla bir fark yoktur. Her iki durum da, geçmişin doğru anlaşılmasını güçleştirir. Geçmişi doğru anlayamayanlar, onun ağırlığı altında ezilmeye mahkum olurlar. Kerbelayı doğru anlayabilirsek, ondan gerekli dersleri çıkartma imkanına kavuşabiliriz.
Kerbela olayı, Şiilik ve Sünnilik farklılaşması için, birtakım çıkar odakları tarafından malzeme olarak kullanılmaktadır. Oysa, Kerbela olayı, Şii-Sünni ayrımı yapmadan bütün Müslümanları ağlatan bir olaydır. Kerbela’yı, Müslümanları birleştiren bir öge haline getirmek mümkündür. Bunun yolu da öncelikle Kerbela’yı iyi okumaktan geçer.



Mocca: Mezheplerle ilgili neler söylenebilri?
Onat: Mezhepler, din değil; dinin anlaşılma biçimleridir. Hz. Muhammed’in sağlığında herhangi bir mezhep ya da tarikat yoktur. Mezhepler, din anlayışındaki farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkan beşeri oluşumlardır. Adı ne olursa olsun, herhangi bir mezhebin İslam’la özdeşleştirilmesi mümkün değildir.

Bir insanın Müslüman olabilmesi için, Kur’an’da belirtilen temel iman esaslarına, yani Allah’a, ahiret gününe ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanması yeterlidir. Bu temel esaslara inanan her insan, kim olursa olsun, hangi tarikata, ya da mezhebe mensup bulunursa bulunsun, Müslümandır ve İslam dairesi içindedir. Türkiye ölçeğinde düşünecek olursak, Allah, Ahiret ve Nübüvvet inancı, Şii, Alevi Sünni bütün Müslümanların temel ortak paydasını teşkil eder.
Türkiye, zaman geçirmeden bağışıklık sistemini güçlendirmek zorundadır. Bunun için de, din ve değerler alanında kaybolmaya yüz tutan temel ortak paydanın yeniden inşa edilmesi gerekmektedir. Türklerin geçmişlerinden gertirdikleri travmaları vardır; bu sebepten kendi travmalarına ağlamak yerine başkalarının travmalarının yasını tutmayı daha çok severler. Oysa bu milletin yaşadığı son büyük travma, “mağlup medeniyet travması”dır. Bunun yası, ancak yeni bir medeniyet inşa etmekle mümkün olabilir. İnsanlığın yeni bir medeniyete ihtiyacı olduğunu hatırlamakta fayda vardır.
Hak ile batılın çarpıştığı savaş alanında olmadıktan sonra; çağının şahidi, toplumunun şehidi olmadıktan sonra nerede olursan ol! İster namaza dur, ister içki sofrasına otur; ne fark eder!



Mocca:Son olarak neler söylenebilir?
Onat:Onlar şehadetleriyle: Hüseyin’den kölesine, çocuğundan kardeşine, öğrencisinden, öğretmenine, soylusundan sade vatandaşına kadar hepsi, gelecekte yaşayacak bütün insanlığa; güç yetirdiklerinde nasıl yaşamaları gerektiğini, yetiremediklerinde ise nasıl ölmeleri gerektiğini göstermişlerdir.

Onlar şehadetleriyle: Egemen rejimlerin politika, din, sanat, felsefe, ahlak, duygu ve düşünceleri kendi emelleri uğruna nasıl istismar edebileceklerini ve bu uğurda zulüm ve cinayetin her türlüsünü yapabileceklerini tüm zamanlara haykırmışlardır...


Röportaj: Rüştü Kam
Tashih: Zülfikar Kam
Son kontrol: Hüseyin Bozkurt/Ahmet Yumuşak/Süleyman Aslan

5 Ekim 2015 Pazartesi

BİR KURBAN BAYRAMINI DAHA GERİDE BIRAKTIK 2015


Bir Kurban Bayramı’nı daha geride bıraktık. Türk Eğitim Derneği (TED) grubu bu bayramı da yine Berlin’in Neukölln ilçesinde Berlinlilerle birlikte kutlamayı tercih etti. Dünya Kur’an okuma yarışması birincisi Hasan Sadıki’nin Kur’an tilavetiyle başladı kurban şenliği. T.C. Berlin Başkonsolosu Sayın Ahmet Başar Şen ve Neukölln belediye başkanı sayın Dr. Franziska Giffey günün anlamıyla ilgili konuşmalar yaptılar. 
 
Bu sokak şenliğinde, üyelerin bağışladığı kurbanlar kavurma yapılarak ayranla birlikte ücretsiz olarak dağıtıldı.
Şenlikte, Türk kültürünün vazgeçilmezlerinden olan Karagöz ve Hacivat gölge oyunu da yerini aldı. Türk halk müziğinin eşsiz eserlerinin canlı olarak söylendiği şenlikte, yöresel oyun havalarıyla Berlinliler coştu. Çocuklar oyun parklarında gönüllerince eğlendiler. Aileler mutluydu, çocuklar mutluydu ve Berlinliler mutluydu.
Şenliğin hamiliğini, Neukölln Belediye Başkanı Sn. Dr. Franziska Giffey yaptı. Türkçe olarak „bayramınız kutlu olsun“ diye başladığı konuşmasında, böyle bir şenliğin Berlin’de sadece Neukölln’de yapılıyor olmasından duyduğu mutluluğu dile getirdi. Sn. Giffey sempatik bir bayan. Güleryüzlü. 
 
T.C Berlin Başkonsolosu Ahmet Başar Şen’le birlikte stantları dolaştı ve tek tek stant görevlilerin ellerini sıktı. Ebru sanatıyla yakından ilgilenen Giffey, fırçayı eline aldı ve Ebru teknesine bir kalp resmi yaptı.
Kur’an, İncil ve Tevrat dağıtan stant görevlisinden bilgi aldı. Stant görevlisi kendisine Almanca bir Kur’an meali hediye etti. Gözleme standındaki hanımların gözleme, tatlı standındaki hanımların revani paketi kendisini oldukça memnun etti. 
 
Yaklaşık 7 bin kişinin ziyaret ettiği 7. Geleneksel Kur ’ban Bayramı Şenliği’nde her milletten ziyaretçiler vardı. Herkes mutlu görünüyordu. 
 
T.C. Berlin Başkonsolosu 3. Kez katılıyor bu şenliğe. Sayın Şen halkımız tarafından sevilen bir devlet adamı. Yaşlı ile yaşlı, çocuk ile çocuk. Herkesin hal ve hatırını sordu. İnsanlarla ilgilendi. ‘T.C. Devleti sizin her zaman yanınızdadır, öz güveninizi kaybetmeyin, Türkiye güçlü bir devlettir, devletin kapısı her zaman sizlere açıktır.’ mesajını verdi. Vatandaşın alışık olmadığı bir tablo…
 
Başkonsolos kurban şenliğine gelecek ve herkesin elini tek tek sıkacak ve onlarla resimler çektirecek, onların dertleriyle ilgilenecek, çocuklarla oyun oynayacak, mutfağa geçecek halka kurban eti dağıtacak… Olur şey değil. Ama oldu. ‘Ne kadar mütevazı adam…’ diye konuşuldu arkasından. Vatandaş mutlu oldu.
Halksız demokrasi mi olurmuş. Olmuyor. Olmadı. Olmayacak da. Halkın dinine, kültürüne yabancı olanların Türkiye’yi getirdiği yer biliniyor. Halkla beraber iç içe olanların, iftar yemeklerinde çeşitli etkinliklerde, dini bayramlarda halkla beraber olanların Türkiye’yi getirdikleri yer de ortada. Başörtüsünden dolayı pasaport alamayan, konsolosluktan kovulan bayanlar tanırım ben. Dile gelse de anlatsa eski konsolosluk binası ne kavgalara ne hakaretlere şahit olduğunu. Devlet vatandaşın giyimiyle kuşamıyla mı uğraşırmış, uğraştılar bir zamanlar. Hatta Berlin, Cuma Günü, Cuma saatinde ve de Ramazan ayında Cumhuriyet resepsiyonu yapan büyükelçiler gördü. 
 
Sn. Giffey’le birlikte stantları bir bir dolaşan ve Federal Almanya Milletvekili Sayın Fritz Felgentreu ile birlikte mutfağa geçip, kurban eti dağıtan devlet adamını halk niçin kucaklamasın. Kucakladı işte, bağırlarına bastılar, elini sıktılar, yüzleri güldü vatandaşın. Asık surat devlet gitmiş, yerine tebessüm eden bir devlet gelmiş. Başörtülü sakallı ayırımı da yapmıyor, halkının gelenekleriyle, inancıyla da alay etmiyor, küçük görmüyor bu devlet. 
 
VII. Geleneksel Berlin Kurban Bayramı Şenliği’nde günün önemi ile ilgili br konuşma yapan Sayın Ahmet Başar Şen önemli mesajlar verdi. Yazımı Sayın Şen’in yaptığı konuşmayla noktalamak istiyorum:
“Kurban Bayramı, Müslümanlar için ayrı bir öneme sahiptir. Müslümanlar bu günlerde bir şuurlanma, dayanışma ve merhamet zamanına girmiş olurlar. Kurbanlık hayvanların kesilmesinin sosyal açıdan önemi büyüktür. Çünkü kurban eti, insanların dinine ve ırkına bakılmaksızın, özellikle muhtaç olanlara dağıtılır. Bu anlayış, aynı zamanda beraberce bayramlaşmak ve beraberce şükretmek için onları sofralara davet etmeyi de kapsar. Böylece aileler, akrabalar, arkadaşlar, komşular, insanlar arasında ilişkiler güçlenir.
Dünyada birçok Müslümanın acı ve sefalet içinde olması yüzünden bu seneki Kurban Bayramı derin üzüntü içinde geçmekte. 
 
Komşumuz Suriye’deki trajedi yüzbinlerce insanın hayatına mâl oldu ve milyonlarcasını da vatanlarını terke mecbur bıraktı. Türkiye iki milyonu aşkın mülteciyi dinine ve siyasi görüşüne bakmadan kabul etti. Türkiye onlara, uluslararası camiadan kayda değer bir destek olmaksızın kendi imkân ve kaynaklarıyla yardım ediyor. Irak ve özellikle ülkenin kuzeyindeki belirsiz durum bizi derinden etkiliyor.
 
Mülteci krizi, Avrupa kapılarına dayanmış vaziyette. Her gün binlerce çaresiz insan Avrupa’ya, özellikle Almanya’ya doğru yola koyuluyor. Bu bağlamda Almanya’nın bu umutsuz insanlara ümit olabilmek ve onlara insanca bir yaşam sağlayabilmek için gösterdiği çabaları alkışladığımı belirtmek isterim.
Mülteci krizinin aşılmasında Sivil Toplum kuruluşları da görev üstlendi. Bunların arasında birçok Türk kuruluşu var. Bunlar, bünyelerindeki fahri ve gönüllü yardımcılarla değişik alanlarda mültecilere destek olmaktadırlar. Bu destekleri kendi imkânlarıyla yapmaktadırlar.
 
Bugün yaklaşık 3 milyon nüfusla Almanya’da yaşayan Türkler, Türkiye dışında yaşayan en büyük Türk nüfusunu oluşturmaktalar. Berlin ise çeyrek milyon insanı ile Türkiye dışındaki en büyük il olma özelliğine sahip. Türkiye kökenli göçmenler 50 yıldır toplumun her kesiminde yer almaktalar ve Almanya’nın ekonomik, sosyal ve siyasi hayatına önemli katkılar sunuyorlar. 
 
Bu insanlar geçmişte Almanya’nın iktisadi kalkınmasını, o “tarihi mucizeyi” mümkün kılacak olan potansiyeli oluşturan kişilerdi. Onlar refah toplumunun oluşmasında çok önemli bir rol oynadılar.
Şüphe yok ki, gelecekte de toplumsal hayatın tüm alanlarında aktif olarak rol almaya devam edecekler ve Türkiye ile Almanya arasında güçlü bir bağ, aynı zamanda Türk-Alman ortaklığının da garantisi olacaklar. Onlar dilleriyle, kültürleriyle, dinleriyle ve akla gelen gelmeyen diğer bütün özellikleriyle hem Türkiye’ye hem de Almanya’ya aittirler. 
 
Çoğunluk toplumunun aslî görevi, topluma katkı sağlayan farklı insanların kendilerini iyi hissetmelerini, evlerinde gibi hissetmelerini sağlamaktır. Bu yüzden çoğulculuğu benimseyen bir “Hoş geldin Kültürü ”ne ihtiyacımız var.
 
Öte yandan bütün bu olumlu katkıların yanı sıra üstesinden gelmemiz gereken sorunlu alanlarımız da mevcut: Bu sorunlu alanların başında, eğitim sistemine tam intibak edememe, meslek öğrenimi için hem ana dilde hem Almanca ’da yetersiz dil bilgisi ve işsizlik gelmektedir.
 
Sivil toplum kuruluşları sadece toplumdaki belirli güç odaklarının sesi olarak çalışmazlar, aynı zamanda sorunları ve ihtiyaçları da gün yüzüne çıkarmak ve kültürel aidiyetin korunması için önemli görevler üstlenirler. Toplumun değişik katmanları arasında daha uyumlu bir iletişim kurulması için katkıda bulunurlar. Kültürel kimliğin gelişimini dikkate alarak kültürlerarası bir değişimi teşvik ederler. Sivil toplum kuruluşlarının bu çok değerli fahri hizmetlerini takdire şayan buluyoruz. 
 
Uzun yıllara dayanan Uyum Süreci içinde Türkiye kökenli göçmenler Almanya’da sayısız kuruluşlar kurdular ve böylece dernekleşme alanında Alman çoğunluk toplumuna tamamen uyum sağladılar. Onun için İlahiyatçılar Derneği’ne, Türk Eğitim Derneği’ne, Türk- Alman Merkezi’ne, Hikmet Kütüphanesine, Berlin Veliler Topluluğu’na bu güzel organizasyondan dolayı teşekkürlerimi sunuyorum.
Bayramınız mübarek olsun.

Rüştü Kam