24 Ocak 2016 Pazar

TÜRKİYE’Yİ DIŞARIYA ŞİKÂYET ETMEK VE SONUÇLARI/ Rüştü Kam Ha-ber.com



Kendi ülkesini ve o ülke yönetimini yabancı ülkelere ve o ülke yönetimlerine şikâyet eden başka bir millet var mıdır bilmiyorum. Ülke içindeki kaostan, sıkıntıdan beslenmek kadar yüz kızartıcı bir suç olamaz kanaatindeyim. Hele şikâyet edilen ülke ve ülkeler ile geçmişte kötü sonuçlanan birliktelikleriniz olmuşsa; çok daha vahim bir durum. Neredeyse yarım asra varan zamandır terör ile mücadele eden bir ülke Türkiye. Halkının %99’u Müslüman. 

Türkiye 15 Ağustos 1984'ten bu yana terörle mücadele için milyarlarca dolarını harcamış. 30 bine yakın insanını toprağa vermiş. İçerdeki ve dışardaki düşmanlarına rağmen yıkılmamış, hâlâ ayakta duruyor.
30 yılda teröre harcanan para yaklaşık 350 Milyar dolar: "Teröre harcanan 350 milyar dolarla, Türkiye yeniden inşa edilebilirdi. Hesaplamak güç olsa da; 117 Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Boru Hattı, 87 Atatürk Barajı, 100 Yavuz Sultan Selim Köprüsü, 70 Marmaray, İstanbul'a yapılacak 3. havalimanı özelliklerinde 35 havalimanı, 11 Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP),8 Kanal İstanbul Projesi, 52 bin 500 adet 24 derslikli okul, 3 bin 60 tane 400 yataklı tam teşekküllü eğitim ve araştırma hastanesi yapılabileceği düşünüldüğünde, devletimizin ve halkımızın kaybının ciddi boyutlarda olduğu görülmektedir.". (Türk Hava Kurumu (THK)Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ünsal Ban-Ekotrent)

Cumhuriyet’in kurulduğu günden beri Osmanlı’ya küfrederek varlığını sürdürmek isteyen parazitler var Türkiye’de. Bunlar Osmanlı Hanedanını Türkiye’den sürmüşler. Laikliği öne çıkararak yıllarca Müslümanları aşağılamışlar, İslâm diniyle alay etmişler, mukaddes değerlerini ayaklar altına almışlar, karikatürize ederek, Müslümanları ve Müslümanların liderlerini, önderlerini, peygamberlerini aşağılamışlar. İnandıkları kitap olan Kur’an yakılmış, parçalanmış, çiğnenmiş. Bütün bunlar, fikir hürriyeti adına yapılmış, demokrasilerde böyle ahlaksızlıklar normalmiş, yapılırmış. 

Temel eğitim okullarında, üniversitelerde, iş yerlerinde, sokaklarda kitle iletişim araçlarında, sinemalarda, tiyatrolarda velhasıl her platformda Müslümanlarla alay edilmiş. Genç kızlar başörtüsüyle üniversitelerde okuyamamışlar, ikna odalarında aşağılanmışlar. Kıyıma tâbi tutulmuşlar. Bunun adına irtica ile mücadele demişler. 79 yıl bu aşağılama şiddetlenerek devam etmiş.

Bu maceraperestlerin yaptıkları yanlışları zaman zaman yüzlerine vuranlar olmuş. Aydın Ovası’ndan Adnan Menderes çıkmış, fesat çetesinin tekerine çomak sokmuş, fesat çetesine güç yetirememiş, mağlup olmuş, idam etmişler demokrasi adına Menderes’i.
Daha sonra Malatyalı Turgut Özal çıkmış er meydanına, kispet çırpmış, nice pehlivanları sırt üstü çalmış çayıra, oyunlar bozulmuş, zulüm çarkları birer birer kırılmaya başlamış, şaibeli bir şekilde onu da Menderes gibi öbür âleme göndermişler. 

Arkasından Karadeniz’in Yiğit evladı Necmettin Erbakan çıkmış sahneye.  ‘Dünyada iki görüş vardır “hak ve batıl”. Hakkın temsilcisi Millî Görüş’tür, bâtılın temsilcileri de diğerleri.’ demiş. Bütün dünyayı karşısına almış. İslâm Birliği’nden bahsetmiş. İslâm ekonomik birliğinden bahsetmiş, İslam Dinar’ı demiş. Avrupa Birliği’ne Hristiyan kulübü demiş. D-8’leri kurmuş. Şahsiyetli dış politika demiş, faizsiz bankacılık sitemini savunmuş. Erbakan da 28 Şubat post modern darbesiyle iktidardan uzaklaştırılıvermiş. “1.000 yıl devam edecek olan bir kıyımdan bahsedilmiş…” Ama bu zulüm 1.000 yıl sürmemiş.

2002 yılına gelindiğinde Kasımpaşa’dan bir ses gök kubbede çınlamaya başlamış. Her ne kadar “Milli Görüş Gömleğini” çıkardığını söylese de, aslında o gömlek sırtından hiç çıkmamış. Recep Tayyip Erdoğan. Seleflerinin yolundan ayrılmamış, sadece mücadele şeklini değiştirmiş. Bir taraftan Avrupa Birliği’nin kapısını çalarken, öbür taraftan “ one minute” sloganıyla Arap baharının güneşi olmuş. Komşularla sıfır problem politikasını savunmuş, ‘Dünya 5’ ten büyüktür.’ demiş…

Bütün şimşekleri üzerine çekmiş, makam arabasında mahsur kalmış, suikastlarla yıldırılmaya çalışılmış, Gezi Olayları ile gözdağı verilmiş, 17 Aralık karabasanıyla iktidarına ecel tayin edilmiş, "beddualarla" halk ayaklanması başlatılmak istenmiş ama olmamış. Fesat çetesi amaçlarına ulaşamamış. Şimdilerde PKK terör örgütüyle dirsek temasına girerek başka bir yola girmiş. 

Bazı Aydınları(!) fesat çetesini destekleyici eylem içinde görünüyorlar. Çocuklar öldürülüyor yalanlarıyla dünya gündemine oturmaya çalışıyorlar. Türkiye de başlayan bu karalama kampanyası başbakan Davutoğlu’nun Almanya ziyaretinden önce, yandaş Alman aydınları(!) tarafından Merkel’e açık mektup yazılarak desteklendi: “Türkiye’de Kürtler öldürülüyor baskı yapın.”

Ve “Berlin Alevi Toplumu Cemevi“  gösteri düzenledi, bildiri yayınladı, bildiri aynen şöyle: „…Bir ülke kendi vatandaşını ölümle terbiye etmez, edemez. Bu zulümdür. Bu katliamdır. Kentlerde, Kasabalarda, Mahallelerde günlerce sokağa çıkma yasağıyla insanları evlere hapsetmek, abluka altına almak, açlığa susuzluğa mahkûm etmek, 10 bin askerle, özel timlerle, Polisle, topla, tankla saldırmak Hitlerizm değil de nedir? Diktatörlük hırsına, Başkanlık hevesine, para makam düşkünlüğüne bir ülke feda edilemez. Bir gün bunların hepsinin er geç hesabı sorulacak. Vicdan sahibi herkesin, aydınların, kadının, gencin, kimliği inancı ne olursa olsun, bu insanlık suçuna ortak olmamak ve savaşa son, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın, barış hemen simdi diyerek, Gezi ruhu ile bu karanlık ve gerici zihniyetten Türkiye'yi kurtarmak, demokratik Türkiye inşa etmekten başka kurtuluşun olmadığı.“ (ha-ber.com)

Bildiride barıştan bahsediliyor… çocuk ölümlerinden bahsediliyor… gericilikten bahsediliyor… insanlık suçundan bahsediliyor… Gezi ruhundan bahsediliyor… Bu bildiriyi Türkiye’den gelen ve Almanya’da yaşayan bazı Alevi dernekleri yapıyorlar. PKK teröründen hiç bahsedilmiyor.

Türkiye ve Misak-ı Milli sınırlarının mahremiyeti bunlar için önemli değil. Kendi ülkesini dışarıya şikâyet eden bir zihniyetin sahipleri bunlar. Türkiye’yi şikayet ettikleri ülke Enver Paşa’yı nasıl kandırdıysa ve Birinci Dünya Savaşı’na soktuysa ve de ordu komutanı olarak Liman Von Sanders’i Osmanlı Ordusu’nun başına getirdiyse ve sonra da bu insanları birer birer ortadan kaldırttıysa, hem de kendi ülkelerinde; benzer bir durum sizlerin de başınıza gelebilir, dikkat edin…kendi ülkesini dışarıya şikayet edenlere hain denir…

17 Ocak 2016 Pazar

İKİ KONU

STK’LER KAHVALTISI
Cumartesi sabahı (16.01.2016) Berlin Müstakil İşadamları Derneği(MÜSİAD)’nin davetine icabet ettim. Berlin’de hizmet veren Sivil Toplum Kuruluşlarıyla (STK) bir masa etrafında buluşma daveti. Dernek temsilcileri çoğunlukla oradaydı. Geniş yelpazede bir profilin oluştuğu görünüyordu. Organizasyon güzeldi.
Başkan Veli Karakaya’nın teşekkür konuşmasından sonra, genel müdür Önder Coştan Berlin Müsiad’ın faaliyetlerini tanıttı. Sonra kahvaltıya geçildi. Akabinde katılımcılar temsil ettikleri derneklerini tanıttılar, hizmetlerinden bahsettiler. 
 
50 yıl önce Almanya’ya işçi olarak gelen Türk insanının çocuklarının ve torunlarının nerelere geldiklerinin değerlendirilmesi yapıldı. Her toplantıda olduğu gibi, “eğitim, birlik ve beraberlik” yine öne çıkan iki ana konu oldu. 
 
Herkes eteğindeki taşları dökerse birlik ve beraberlik sağlanacak ve eğitim de istenilen seviyeye ulaşsın diye ancak o zaman çalışılabilecekti. 
 
Konuşmalar iyimserdi. Ancak konuşmacılar da biliyorlardı ki, Türkler kahvaltılarda, iftar sofralarında bir araya gelirler, birbirlerinin sırtlarını sıvazlarlar, güzel konuşmalar yaparlar ve ayrılırlar. Bir sene sonra film yeniden başa sarılır ve bu böyle devam eder gider. Bu uygulama 50 yıldan beri böyledir. 
 
‘Türk toplumu neyi yapamaz?’ diye sorulursa cevabı herhalde şöyle olacaktır: “Türk toplumunu ilgilendiren önemli konuları gündeme alıp o konular üzerinde konuşamazlar. Her STK kendi göbeğini kendisi kesemez. Çünkü göbek bağıyla Türkiye’de bağlı olduğu bir kurum vardır. Dünya görüşleri farklıdır bu kurumların. Bu farklılık çeşitlilik olarak görülmez. İhtilaf olarak görülür.” 
 
İhtilaflar düşmanlıkları besler. İttifakları beslemez. Berlin’de iftar sofralarında ve kahvaltılarda, etkinliklerde bir araya gelen Türkler aslında birbirlerinin can ciğer dostları değildirler. Sadece birbirlerine tebessüm ederler, gündemi belli toplantılar belki zamanla bu çarpık yapıyı bozabilir. İstisnalar her zaman vardır elbet. 
 
Bu açıdan bakıldığında kahvaltıda, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) ve İlahiyatçılar Derneği (İLAD) temsilcilerinin yaptığı teklif değerlendirmeye değerdir: “ Bu kahvaltılar gündemi belli toplantılar halinde her ay bir başka dernekte rutin olarak yapılmalıdır.”
Kısa sürede gündemli toplantılar sıkıntılı geçecektir. Ancak uzun vadede faydalı sonuçlar elde edilebilir. Denemeye değer bir tekliftir. 
 
TACİZ/ KÖLN 
 
Almanya tacizle yatıyor tacizle kalkıyor. Yılbaşında Köln’de mülteciler Almanlara tacizde bulunmuşlar. Anlatılış şekline bakılırsa taciz değil de sanki tecavüz yapılmış. Taciz Almanya’da her zaman yapılıyor. Karnavallarda yapılıyor, festivallerde, eğlence yerlerinde yapılıyor, toplu taşıma araçlarında, zaman zaman iş yerlerinde yapıldığı duyuluyor. 
 
Almanya tacize yabancı bir ülke değilken, Afrikalı mülteciler üzerinden birdenbire gündeme niçin oturuverdi dersiniz? Hemen sonrasında mültecilere havuz yasağı getiriliverdi: “Almanya'nın Bornheim kentinde erkek mültecilerin belediyeye ait yüzme havuzlarına girişleri yasaklandı. Kent idaresi, alınan bu yasak kararını savundu.” (Radikal/15/ 01/ 2016)
Bakalım arkasından başka neler çıkacak. Bekleyip göreceğiz.

7 Ocak 2016 Perşembe

''Noel mesajı Barış ve Huzurdur: Selâm!''

Berlin Başpiskoposu Georg Kardinal Sterzinsky ile Noel Bayram’ının anlamı hakkında bir söyleşi
''Noel mesajı Barış ve Huzurdur: Selâm!''

''Noel mesajı Barış ve Huzurdur: Selâm!''

Berlin Başpiskoposu Georg Kardinal Sterzinsky ile Noel Bayram’ının anlamı hakkında bir söyleşi

“Hrıstiyanlığın hümanistleşmesi ahlaki boyutun bayağılaşmasıdır. Çocuklara hediye verilmesine karşı değilim. Ama Noel sadece buna indirgenirse bütün bayram basit bir ritüelden başka birşey olmaz. “

Mocca:
Her yıl Aralık ayında çam ağaçları süslenir, bulvarlar baştan sona rengarenk ışıldar, ister Hristiyan olsun ister olmasın, bütün insanlar heyecanlı bir alış veriş coşkusuna kapılırlar. Hal böyleyken insanların çoğu Noel’in ne olduğunu bilmezler. Sayın Kardinal, Noel Bayramı neden kutlanır ve kökeni nedir?
Kardinal Sterzinsky: Noel bayramı bugün tanığımız şekliyle büyük bir bayram olarak aslında sonralardan oluşmuştur. Hristiyanlığın başlangıcında her Pazar günü Isa Mesih’in dirilişi kutlanırdı. Bir bayram olarak Noel, „İsa Mesih’in başlangıcı acaba nasıl olmuştu? O nasıl dünyaya geldi?“ sorularının neticesinde ortaya çıktı. Ama ölüm ve dirilişe nazaran bu soruların önemi daha azdır. Bu yüzden teolojik olarak Noel Hrısti-yanlığın en önemli bayramı değildir. En önemli bayram Paskalya’dır.

Mocca: Sanırım günümüzde haftalık kilise ziyaret-leri Noel’in bir bayram olarak algılandığı gibi bir bayram olarak algılanmıyor. Noel’in bu kadar önemli bir bayram haline gelmesi nasıl oldu?
Sterzinsky: Antik Roma’da yılın en kısa gününde, yani kış gündönümünde „Sol İnvictus“ adındaki güneş tanrısını kutlarlardı. „Sol İnvictus“, yani mağlup olmayan güneş tanrısı. Roma Hrıstiyanlığı kabul ettiğinde, gündönümü kutlamalarının yerini İsa Mesih’in doğum kutlamaları aldı. Burada verilen mesaj şuydu: Asla mağlup olmayan ilah ancak İsa Mesih’tir. Ama o zamanlarda bile bu Mesih kutlamalarında izlenen bir ritüel henüz yoktu. Kutlama sadece coşkulu bir ibadetten ibaretti.

Mocca: Yani bugün bildiğimiz şekliyle Noel bayramı aslında modern bir husus, öylemi?
Sterzinsky: Bugün Almanya’da kutladığımız şekliyle Noel – yani çocuklara hediyeler alınması vs. – 18./19. yy’da burjuvazinin ortaya çıkmasıyla beraber gelişmiş bir olaydır. Adetlerin birçoğu kutlamaların Hrıstiyan aslından kopmasıyla beraber ortaya çıkmıştır. Mesih kutlamalarını alışılageldiği gibi kutlamak istemeyenler kendi-lerine başka adetler edindiler. Bu adetler ise git gide dünyevileşti. Bugün bildiğiniz Noel bayra-mı asli Mesih bayramı değildir.
Mocca: Bugün Noel deyince ilk Noel Baba geliyor insanın aklına.
Sterzinsky: Noel Baba’nın Hrıstiyanlıkla hiçbir alakası yok! O laik bir uydurmacadan ibaret. Sınayinin bir ürünü.

Mocca: Peki ya Niklas? Noel Baba’yla Niklas bugün çoğu zaman aynı kefene koyuluyor.
Sterzinsky: Kutsal Niklas ile Noel Baba’yı birbirinden ayır-mak gerekir. Niklas Noel Baba değildir. Noel Baba Sanayinin bir fikridir. Kutsal Piskopos Niklas’ın ise yaşamış olduğu muhtemeldir. O altıncı yüzyılda bugünki Türkiye sınırları içindeki Myra şehrinin piskoposuydu. Onun hak-kında bugün pek birşey bilemesek de onun kişiliğinin etrafında bu kadar efsanenin ortaya çıkmış olması bile bize insanların onu ne kadar çok sevdiğini göstermek için kafidir. Bugün bile. Onu anıyor ve yüceltiyorlar: Piskopos Niklas olarak kılık değiştiriyorlar, çocukların yanına gidiyor, onlara hediyeler veriyor ve onlarla beraber bir şenlik yapıyorlar.

Mocca: Yani bu demek oluyor ki bugün bildiğimiz Noel bayramının asli Mesih kutlamalarıyla hiçbir alakası yoktur?
Sterzinsky: Modern Noel bayramı çoğu zaman içeriğine olan bağını kaybetmiştir. Sanayinin Noel za-manlarında işini görüp ticaret yapmasına karşı değilim, ama bunu Hrıstiyanlık adına yapma-sınlar. Mesih bayramını kendi emellerine alet edinmesinler. Noel’in vermek istediği mesajın kaybolduğu yerde Kilise Noel’in ticarileştiril-mesine karşı çıkar.

Mocca: Peki o halde asli Mesih kutlamaları nasıl gerçekleşiyordu? Ritüeller hiç mi yoktu? Bu kutlamaların asıl amacı neydi?
Sterzinsky: Noel zamanına hazırlık için kısa bir oruç zama-nı vardır. Noel’den önceki bu dört haftalık Advent dediğimiz dönem bugün İsa’nın doğumuna hazırlık olarak algılanır. Noel’in amacı ise Hz. İsa’nın doğumunu anmaktır. Bu doğum sahnesini biliyorsunuz, birçok tabloda vs. bu konu işlenilir. Lukas incilinde anlatılan Noel hikayesine göre Hz. İsa Beytüllahim’de bir ahır gibi basit ve küçük bir binada dünyaya gelmiş-tir. Bebek bezlere sarılıp bir kreşe yatırılmış. Hz. Meryem sağ ve Yusuf sol yanında. Bu sah-ne Noel’de ibadet ayinleri esnasında canlandırılır. Bir oyuncak bebek kilisedeki sunağın önündeki bir kreş içine yerleştirilir. Bununla İsa Mesih’in insana döndüğü ve bizimle beraber olduğu vurgulanır.

Mocca: Ama asli Mesih bayramı sadece bir anıdan, anmaktan ibaretse, bu kutlamaların ahlaki boyutu nerede? Bugün kutlandığı şekliyle Noel bayramında çocuklara hediyeler verili-yor, el üstünde tutuluyorlar. Muhtaçlara ve aile kurumuna daha çok önem veriliyor. Bu açıdan baktığımızda bugün kutlanan Noel bayramının ahlaki içeriği daha çok, çünkü daha sosyal.
Sterzinsky: Hayır. Tam aksine. Hrıstiyanlığın hümanistleşmesi ahlaki boyutun bayağılaşmasıdır. Çocuklara hediye verilmesine karşı değilim. Ama Noel sadece buna indirgenirse bütün bayram basit bir ritüelden başka birşey olmaz. Mesih bayramının özelliği bir şeyi anlamaktır: Tanrı kendisini küçülttü. Bunu insana daha yakın olmak için yapıyor.

Mocca: Asli Mesih bayramındaki ahlaki boyut tam olarak nedir?
Sterzinsky: İsa Mesih insanlara Allah tarafından gönderilen bir kuratarıcıdır. Bu yüzden o ilahi olan tek insandır. Müslümanlar için bunu anlamanın zor olduğunu biliyorum ama Hrıstiyanlıkta da Allah ancak Birdir! Ama O öyle büyüktür ki O’nun içinde ilişkiler vardır. Aynı insanlar arasında ilişkilerin bulunduğu gibi. Allah durağan değildir. O canlıdır. Zengindir. O’nun içi zengindir. İnsan İsa’nın yolunu takip etmelidir. O’nun gittiği yolu görmeli, anlamalı ve O’nun izinden gitmelidir. İşte ahlaki boyut budur! Noel bayramı aslında manevi bir temizlenme bayramıdır. Biz kalbi-mizi hazırlamalıyız. Kalbimizi bütün kötülüklerden temizlemeli ve af, dostluk, sevgi ve barış gibi hislerle doldurmalıyız. Ve buna ancak Allah’ı anarak ulaşabiliriz. Anmak ahlakı içe-rir. O ebedi hayatı getirecektir.

Mocca: Sayın Kardinal, bu güzel sohbet için teşek-kür ederim. Bizim aracılığımızla Müslüman cemaatine iletmek istediğiniz son bir mesaj var mı?
Sterzinsky: Lukas incilinde tarladaki çobanlara melekler görünür ve onlara Hz. İsa’nın doğumunu an-latırlar. Meleklerin müjdesi ise şöyledir: „Allah’ ın (ismi) göklerde yücelmiştir ve yerde O’nun affına mazhar olan insanlar felaha ermiştir. “Noel’in ana mesajı Allah’ın şanı ve insala-rın huzurudur. Müslüman vatandaşlarımıza vereceğim Noel mesajı barış ve huzurdur: Selam!

Röportaj:Hureyre Kam
Foto:Hureyre Kam
Tercüme:Zülfikar Kam
Son Kontrol:Hüseyin Bozkurt
Mocca Dergisi Sayı:4

Şair İsmet Özel ile özel sohbet


Şair ve Yazar İsmet Özel ile, Türkiye’nin dünü bugünü ve yarını üzerine konuştuk.
Şair İsmet Özel ile özel sohbet

Şair İsmet Özel ile özel sohbet

Şair ve Yazar İsmet Özel ile, Türkiye’nin dünü bugünü ve yarını üzerine konuştuk.


İsmet özel şu andaki gidişâtın böyle devam etmesi durumunda Türkiye’nin geleceğinden söz edilemeyeceğini söyledi ve ekledi:” Yurt dışında yaşayan Türkleri Türkiye ne kadar ilgilendiriyor ben bunu bilemiyorum ama, bütün farklılıklarına rağmen bir Hollandalı için Hollanda çok şey ifade eder. “ dedi ve devam etti....

Bir memleket insanlarıyla memlekettir. Bizim nereli olduğumuz, nereye ait olduğumuzu hissetmemizle alâkalıdır. Almanlar Almanya’da olmadıkları zaman kafalarında Almanya vardır.

Biz şu anda soysuzlaşmayı, yozlaşmayı yaşıyoruz. Türkler bu toprakları vatan haline getirdikten sonra bu toprakları İslam’ın yaşama alanı haline getirdiler...

Avrupa ikinci Rönesansını yaşıyor
Kendim için ne istiyorsam başkaları için de aynen onu istiyorum. Hayatımızın hayvan hayatına benzememesi için birbirlerimizin değerlerini tanımamız gerekiyor. İkinci dünya savaşından sonra Avrupa ikinci rönesansını yaşıyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti işçileri Avrupa’ya gönderirken hiçbir özel şart koşmadı, resmi bir tavır benimsemedi. Yugoslavya’dan gelenlere vasıflı işlerde çalışacaklar diye şart koşuldu.

Türkiye’nin durumu buradaki insanları gerçekten ilgilendirir
Türkiye’nin vatan olmaktan çıkması, Avrupa’ya itilen insanları ne kadar ilgilendirir ben bunu bilmiyorum. Türkiye’nin durumu buradaki insanları gerçekten ilgilendirir mi ben bunu da bilmiyorum. Mesele Türklerin fonksiyon sahibi olmaları değil, Türkiye’nin fonksiyon olmasıdır.

Ve İstiklal Marşı orduya ithaf edildi
17. asırdan itibaren Avrupa medeniyeti yukarılara doğru tırmandı. Türk gücü ise aşağılara doğru çekilmeye başladı. Avrupa medeniyeti Türk gücüne yetişebilmek için teçhizatlandı ve nihayet 1918 den sonra Türk gücü sıfırlandı. İslam da siyasi organizasyon ve askeri güç olarak sıfırlandı. Ancak İstiklal Harbi millet olarak sıfırı tüketmediğimizin işaretini verdi.

1946 seçimi şaibelidir
1924 Anayasası’nda Türkiye Cumhuriyeti’nin dini, Din-i İslamdır diye yazar. 1928’de latin harflariyle okuyup yazma mecburiyeti getirildi ve bu mecburiyetten sonra Anayasa’dan “dini İslamdır” ibaresi kaldırıldı.
1932 de ezanı Türkçe okumayanların cezalandırılacağına dair kanun çıktı bu kanun 1950 yılına kadar yürürlükte kaldı.
1946 seçimi şaibelidir. DP 1950’de açık farkla CHP’yi geride bıraktı ve iktidar oldu. 1960’da ihtilal oldu. 70’li ve 80’li yıllar Türkler açısından fazla parlak olmayan yıllardır.

Türkiye’nin durumu itikadımızla doğrudan alakalıdır
90 lı yıllarda İslâmi eğilimler gündeme geldi. Bugün öyle bir yere geldik ki Türkiye canını kurtarabilir mi kurtaramaz mı onu bilemiyorum. Avrupa’da yaşayanlar için Türkiye’nin tarihten silinmesi onları ne kadar ilgilendirir onu da bilmiyorum.
İnsan olmak demek akibetin ne olacağı konusunda şuur sahibi olmak demektir. Türkiye’nin durumu itikadımızla doğrudan alakalıdır. Ancak Türkiye’nin mahvedilmesi konusunda görev almış birçok kuruluş var bugün Türkiye’de.
İnsanlar bunu görüyor ve biliyor. Ne kazanırlarsa, o oranda meşhur oldukları için olaylar karşısında sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Maalesef hayvanlar arasındaki dayanışma yok insanlar arasında. Tabiatıyla bu durumda insanlar dünya şartlarının gereğini yerine getirmekten oldukça memnun görünüyorlar.

Büyük Ermenistan ve Büyük Yunanistan kurulacak
Türkiye’nin yönetimi bu şekilde devam ederse, Büyük Ermenistan ve Büyük Yunanistan kurulacak, bunlar bugün, o gün sahip oldukları destekten daha çok desteğe sahipler. Bugün Türkiye’nin yağmalanması söz konusu. Sivil toplum örgütlerinin önüne konan projeler Türkiye’nin yağmalanmasına zemin hazırlayıcı projelerdir. Parayı onlar nereden alıyor?
Türkiye Avrupa Birliği’ne girmek istiyor, Kıbrıs Cumhuriyeti Avrupa Birliği’nin içinde, Yunanistan Ombudsman*.

Bizim topraklarımız iki kez vatanlaştırıldı

1918’de mal ve can emniyeti bakımından en kötü yer Türk bayrağının altıydı, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bu durum tersine çevrildi. Bizim topraklarımız iki kez vatanlaştırıldı. 13. asırda ve İstiklal Savaşı’ndan sonra. Osmanlı vatan diye Balkanlar’ı biliyordu. Buralar gaza beyliklerinin alanıydı. Bugün burası kimin vatanıdır sorusunun kesin bir cevabı olmalıdır. Türk olmak ne manâya gelir Türkiye’dekiler bunu bilmiyorlar. Türkiye neyi kaybettiğini hatırlamak zorundadır.

Biz hepimiz Türküz diyemiyoruz
Türk aydınlarının aydın olduğunu söylemek mümkün değildir. Siz hangi aydından bahsediyorsunuz. Türkiyede yaşayan aydınlarımız maalesef biz bir bütünün parçalarıyız diyemiyorlar. Ama Hollandalılar biz bir bütünün parçalarıyız. Hollanda dört sütun üstünde durur: Liberal, sosyalist, Katolik, Protestan. İşte bizler bu farklılıklarımıza rağmen hepimiz Hollandalıyız, diyebiliyorlar. Ama biz böyle diyemiyoruz.

Bir memleket insanlarıyla memlekettir
Ben 64 yaşındayım buraya kadar rüya görerek gelmedim. Bir memleket insanlarıyla memlekettir. Biz hayvan değiliz. Bizim nereli olduğumuz nereye aid olduğumuzu hissetmemizle alakalıdır. Almanlar Almanya’da olmadıkları zaman kafalarında Almanya vardır.
Biz şu anda soysuzlaşmayı, yozlaşmayı yaşıyoruz. Türkler bu toprakları vatan haline getirdikten sonra aynı zamanda, İslam’ın yaşama alanı haline de getirdiler. Önceleri İslam’ın yaşama alanı Şamdı, Mekke’ydi, Mısır’dı. En seçkin alan Türklere aid olan alandır. Bundan memnun olanlar vardır olmayanlar da vardır.
“Gezdim diyarı küfrü kaşaneler gördüm
Gezdim diyarı İslamı viraneler gördüm” *

Neyi kaybettiğimizi hatırlamamız gerekiyor

Neyi kaybettiğimizi hatırlamamız gerekiyor. Sudan’da Barfur Şehrinin yarısı hafızdır. Orada başka şehirler de var yarısı hafız olan. Hafız mı, mühendis mi? Türkiye daha bu konudaki düşüncesini netleştirememiştir. Bizim felaketimiz birbirimizi farketmememizdeki yanlışımız değildir. Bizim felaketimiz yapmaya çalıştığımız şeyin ne olduğunu bilmememizdir. Bizim yapmaya çalıştığımız birşeyimiz yok, asıl felaket burada.
Cumhuriyet ilan edildikten sonra Tevhid-i Tedrisat kanunu çıkarıldı. Bundan dolayı okullarda eğitimin kalitesini yüksek tutmak zorundaydılar ilk on sene bunu yaptılar. 1953 yılına kadar liseler dört sene idi, liseden sonra olgunluk sınavları vardı, Abitur’a denk sınavdı onlar. Ancak bu eğitim sistemi atılan her kazığı farkeden insan tipi yetiştirmeye başladığı için, bu sistem 1930 da terkedildi.
Türkiye önüne hedef koymadı. Almanya 1945 yılında işgal edildiği zaman veliler İşgal kuvvetlerine karşı nümayiş yaptılar ve okulların derhal açılmasını istediler. Bunu söyledikleri zaman yiyecek patatesleri bile yoktu.
Biz “karizmayı çizdirmeden köşeyi dönmek isteyen “insanların yaşadığı bir ülkede yaşıyoruz. İşte Türkiye böyle bir ülke ve bizler o ülkenin vatandaşlarıyız! Ama sadece vatandaşları..



Lailahe İllallah diyenlere kimse tahammül edemiyordu
Dünyada nükleer silahların bulunmasını isteyenlere normal, nükleer silahların bulunmamasını isteyenlere de deli gözüyle bakıyorlar.
Çarpıklık toplumun düzenindedir, düzenin bozukluğuna tepki gösterenlere deli, düzenin bozukluğuna uyum sağlayanlara akıllı gözüyle bakıyorlar. İnsanlar yanlışı doğru anlamaya şartlanmışlarsa onlara doğruyu gösteremezsiniz.
Mekke döneminde Lailehe İllallah diyenlere kimse tahammül edemiyordu oysa şimdi herkes söylüyor kimse tınmıyor bile. Siyasetle din birbirinden ayrılmaz ve ayrılmamalıdır. İnsan çamurla şekillenme arasında iken Muhammedi hakikat yaratılmıştır. Yaşamınızdaki nasırlarınızdan kurtulmanız lazımdır. Müslüman haram ve helal ayırımı yapmakla çizgisini koruması gerekir.
Dünyada var olan bütün bozuklukları düzeltmek insan olmanın gereğidir. Nasıl olsa Allah affeder mantığı küfür olduğu gibi ümitsizlikte küfürdür.

Darbeleri sermaye grupları yaptırır.
Adnan Menderes, „bizim ordumuz müstemleke ordusu değildir darbe yapmaz” demişti.
Menderes’in Moskova’ya gitmesini CIA darbe yaptırarak engelledi.
Sovyetler çökmeseydi Türkiye Fillandiyalılaşacaktı. Sovyetler çöktü, Türkiye Fillandiyalılaşmaktan kurtuldu. Türkiye Sovyetlerin sınırı içerisindeydi. Kıbrıs harekatı ile sovyetler bu sınırını Lefkoşa’ya kadar uzattı.

Siyasal İslam, İslami dönüşümü engelledi
Türkiye’deki İslami hareket siyasi İslam’ın bir parçası olamadı. Türkiye’deki İslami hareket hep kontrol altında tutuldu. Siyasal İslam, İslami dönüşümü engelledi.

Avrupa Birliği’ne girmeyi becerebilirse varlığını sürdürebilir
Türkiye şu andaki sınırları değişmeden Avrupa Birliği’ne girmeyi becerebilirse varlığını sürdürebilir. İmtiyazlı ortaklıkla da sınırlar belki korunabilir.

İkiz kuleler vurulmasaydı ABD Afganistan ve Irak’a giremezdi
Müslümanlar için küfre rıza göstermiyorum demek yetecekken, herkes benim küfre rıza göstermediğim belli olmasın diye uğraşıyor.
Aklı başında olan adam toplum içinde doğru davranır, ancak toplum ona deli der.
Büluğ çağına erenler iki türlüdür; birincisi kendilerinin kim olduğunu, ne olduğunu merak etmeyenler, ikincisi merak edenler.

Çoğumuz hakikatı aradığımızı sanırız, ama o gelip kapımızı çaldığında onu tanımayız.

Kaynak: Mocca Dergisi

* „Ombudsman, kelime kökeni açısından İsveç dilinde “aracı” anlamına gelen ‘ombuds’ ve “kişi” anlamına gelen ‘man’ kelimelerinden oluşmuştur ve aracı kişi anlamına gelmektedir. Şikayetleri ve bir takım teşebbüsleri ele alıp değerlendiren ve bunlara her iki taraf içinde tatmin edici çözümler bulan kişidir.“ Wikipedia
* Ziya Paşa

''Önce peçesini açtım. Sonra saçlarını gördüm''


Prof. Dr. İskender Pala ile Divan Edebiyatı üzerine söyleşi
''Önce peçesini açtım. Sonra saçlarını gördüm''

''Önce peçesini açtım. Sonra saçlarını gördüm''

Prof. Dr. İskender Pala ile Divan Edebiyatı üzerine söyleşi

İskender Pala 1958, Uşak doğumlu. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu (1979). Divan Edebiyatı dalında doktor(1993), doçent(1993) ve profesör (1998) oldu. Geniş halk kitlelerince “Divan Edebiyatını Sevdiren Adam” olarak tanınan İskender Pala, halen İstanbul Kültür Üniversitesi FEF Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanıdır.

Siz bir güzelin bütün güzelliklerini birer birer keşfettiğinizde onun gizemi de hep biraz kaybolmaz mı? Ona ne denli sahip olursanız o denli heyecanınız azalmaz mı? Ama o başkaydı. Onun sırrını ne kadar keşfettiysem gizemi de o kadar artıyordu. İnsan sevdiğini başkalarıyla paylaşmak ister mi? Ben onu tanıdıkça insanlarla paylaşmak istedim. Daha fazla insan tanısın istedim, herkes sevdiğimin güzelliğinden haberdar olsun istedim.


Divan Edebiyatıyla tanışmanız nasıl oldu? Özellikle Divan Edebiyatını sizin için bir tutku kılan nedir?


Pala:Ben lise ikideyken bir güzele aşık oldum. Fakat ona ulaşamayacak kadar güzeldi. Ona her yaklaştığımda bir parça daha gizemli gelmeye başladı. Eğer bir halini keşfettiysem, daha fazla keşfedilecek şeyler olduğunu bana söylüyordu. Ve öyle bir güzellik ki yüzyıllardan süzülerek gelmiş içinde kaç bin yılın birikimiyle bir tavır oluşturmuş ve o tavrı söylerken dillendirirken kendine has bir edası, bir uslubu vardı: Yani sokakta rastlanabilecek, okulda sıra aralarında bilinebilecek birine benzemiyordu.”” Adın ne?”” dedim. ”Divan Edebiyatı” dedi. O gün benim bu gördüğüm güzelliği başkalarının da görmeye hakları olduğunu, benim tanıdığım kadarıyla insanların da onu tanıması gerektiğini düşündüm.
Siz bir güzelin bütün güzelliklerini birer birer keşfettiğinizde onun gizemi de hep biraz kaybolmaz mı? Ona ne denli sahip olursanız o denli heyecanınız azalmaz mı? Ama o başkaydı. Onun sırrını ne kadar keşfettiysem gizemi de o kadar artıyordu. İnsan sevdiğini başkalarıyla paylaşmak ister mi? Ben onu tanıdıkça insanlarla paylaşmak istedim. Daha fazla insan tanısın istedim, herkes sevdiğimin güzelliğinden haberdar olsun istedim. Çünkü o öyle bir dünya ki, içindeki herşey bütün Türk toplumunun bugüne kadar hücre yapılarında genlerinde taşıyıp geldikleri şeydi. Yani ben onunla mutlu olabiliyorsam, pazardaki bir kunduracı, komşumun oğlu, sokak başındaki kız da onda kendine ait bir iz bulabilirdi, tarihten uzak bir hafiza ve o hafizanın içinde kendisine ait bir hatıra bulabilirdi. Onlara da hitap ediyordu. Sonra dedim ki, ben bunu keşfetmek için elimden gelen bütün gayreti sarfetmeliyim. Böylece Üniversitede Divan Edebiyatı okumaya karar verdim. Sadece onu bilmek, sadece onu tanımak istiyordum, aşık olmuştum ve aşık olduğum güzelliği tanımak istiyordum hepsi buydu. Ve bu aşkın heyecanı hiç dinmedi. Bugün hala yeni bir divanı açtığımda acaba bugün neyle karşılaşacağım diye taze bir heyecanla sarılıyorum ona.

Bugün en sevdiğiniz divan şairinin Fuzuli olduğunu anlamak için sadece eserlerinizi ilgiyle okumak bile kafi. Peki ilk tanıştığınız Divan şairi Fuzuli miydi?

Pala:Evet.

Leyla ve Mecnun Mesnevisi miydi?

Pala:Hayır, gazellerinden bir kaç tanesiydi. Tabi ilk başta çok fazla birşey anlamıyordum. Ama anlayabildiğim kadarıyla bana işaret ediyordu “yaklaş! Gel bana, gel!” diye. Ben de yaklaştım. Adım adım. Önce peçesini açtım. Sonra saçlarını gördüm. Sonra kokusunu hissettim. Yani her adımda bir kaç güzelliğini, bir başka özelliğini göstermeye başladı bana. Divan şiiri böyle bir şeydir. Her ne kadar biz onu bugün “Fâilâtün, Fâilün” gibi sığ bir kelime grubu içine hapsedip bırakmış isek de bizim yüzyılları eleyen sosyolojimiz, iktisadımız, tarihimiz, hukuk sistemimiz, inancımız, dilimiz vs., arkasına ne koyarsan koy, hepsi onun dünyasının içindeydi. Çünkü osmanlı toplumu sözü şiir şeklinde söylemeyi önemserdi. Osmanlı şiirin edebiyattan sayılmadığı bir toplumdu. Dolayısıyla Osmanlı ne kadar güzel söz söyleyecekse bunu hep şiir seklinde söylerdi. Hatta bunun da ötesinde tarih kitabını ve ansiklopedisini bile şiir şeklinde yazardı.

Peki neden böyle yapılıyordu? Düz yazı hor mu görülüyordu?

Pala:Hayır hayır. Bunun gayet pratik bir nedeni var. Bunu akılda kalıcılığından dolayı yaparlardı. Şiir akılda kalıcı bir formdur. Bir şiiri ezberlediğiniz zaman onu unutmazsınız. Bu yüzden çocuklarınıza öğretmek istediğiniz bir kural varsa, bunu şiir şeklinde öğretirseniz o bunu asla unutmaz. Bu yüzden onlar sözlükleri bile şiir şeklinde hazırlarlardı. Mesela İngilizce-Türkçe bir sözlükte ingilizce bir kelimenin yanında bir beyit yazardı. Bu beyit de vezinli ve kafiyeli bir biçimde beş ingilizce kelime Türkçe tercümesiyle açıklanırdı. Siz bu beyiti ezberlediğinizde beş tane İngilizce kelime ezberlemiş olurdunuz. Şiir kolay kolay unutulmadığı için o kelimeleri de hiç unutmazdınız.

Ama bu çok güzel bir sistemdi. Sanırım bugün bir ansiklopediyi beyitler halinde yazacak olsak pek ciddiye alınmayız herhalde. Peki bu sistemi bugün yeniden canlandırmak mümkün olmaz mı?

Pala:Bugün artık formatlar değişmiştir. Biz şiirin edebiyatın bütün alanlarını kuşattığı bir çağdan bahsediyoruz. Şiir gönlün dilidir. Nesir ise aklın dilidir. O dönemlerde gönül çağında yaşıyorduk. Gönlümüzce yaşıyorduk. Gönülleri önemseyerek yaşıyorduk. Şimdi aklın çağında yaşıyoruz ve aklı önemsiyoruz. Şimdi en iyi yazabileceğimiz şey her safasında beş tane dipnotu olan bir makaledir. Bu aklın dilidir. Düzyazı daimi akılla ilgili olan herşeyi biriktirir. Gönül dili ise, mesela denemedir, şiirdir, biraz daha uçuktur. Hissidir, duygusaldır. Duygulara hitap ettiği için de insanlar onun içinden kendilerine lazım olduğu kadarını seçerler.
Fakat o çağ ile bu çağ arasında şöyle bir fark daha var. O çağ soyut olanı önemserdi, yeğlerdi. Bu şiirin konusuydu. Soyut ve mücerred olan. Şimdi insanlar çok maddeleşti. Herşey çok somut, mekanik ve materyalist. Bütün bunlar şiiri zaten devre dışı bıraktı. Şiir rafa kaldırıldı. Şiirle bir ansiklopedi yazmaya kalkışsanız bugün, evet, hemen dışlanabilirsiniz. Çünkü parametreler, ölçütler değişti. O çağın gereğiydi o.
Ha, ama o çağın gereği olması Divan şiirini bugün müzelik mi kılıyor? Hayır. Çünkü bizim bugün kendimizi ögrenebileceğimiz bütün birikimler Divan şiirinin içinde. Dolayısıyla layıkıyla kültürümüzü, medeniyetimizi divan şiirinden süzmediğimiz, damıtmadığımız sürece de kendimize ait birikimlerimiz eksik kalacak. Bugün bir medeniyetler savaşından bahsediyoruz. Eğer bir savaşa girecekseniz elinizde silahınız olması lazım. Bizim bütün silahımız divan şiirinin içinde gizli. Ve biz onu öğrenmediğimiz sürece elimizde silah olmadan savaşmaya kalkan Don Kişotlar olarak yenilmeye mahkumuz!

Peki modern şiir hakkında ne düşünüyorsunuz?

Pala:Modern şiiri takip ederim. Gençlerin ne tür şiir yazdıklarına bakarım. Kendi şiir çıtam Fuzul’iye göre, Mevlana’ya göredir. Ama bu ötekileri inkar etmeyi gerektirmez. Bugün genç şairler içerisinde oldukça iyi dizeleri olan şair adaylarını görebiliyorum. Ama şiir mi yazıyorlar? Bence bir şiirin şiirlik ölçütü o şiirin içine anlam katmalarının bulunup bulunmamasıyla alakaldır. Yani bir şiiri okuduğunuz zaman ilk hamlede anlayabiliyorsanız ben buna pek şiir demiyorum. İçinde farklı mertebeler olması lazım. Ertesi gün farklı bir şekilde, daha sonra yine farklı bir şekilde anlayabileceğimiz perdelerin, katmanları olması lazım. Böyle düşününce bugünün şairlerinin çok da başarılı olduklarını düşünmüyorum. Bu modern şiiri inkar ediyorum anlamına gelmez. Şiir gökkubbenin altında kaç yıl yaşar sorusunu ben kendime sorarım. Bugün bir Nazım Hikmet veya Atilla İlhan ya da Necip Fazıl, Tevfik, Mehmet Akif ne kadar yaşar? Kaç yüzyıl gök kubbede onların şiirleri okunur? Tevfik Fikret’i unutmaya başladık. Mehmet Akif’in bir şiirini biliyor musunuz? İstiklal Marşı müstesna Mehmet Akif’i unutmaya başladık. Nazim Hikmet’in elli seneden fazla yaşayacağını tahmin etmiyorum. Necip Fazılın da 40 seneden fazla yaşayacağını zannetmiyorum. Yaşayan şairlerden hiç bahsetmiyorum.
Bir düşünün hele. Yunus 500 yıldır bize hitap edebiliyorsa. Fuzûli 400 yıldır hala birşey söyleyebiliyorsa çıtayı buraya koymak gerekmez mi?

Fakat onların sözünü bugün anlayabilen bir elin parmağı kadar az insan var.

Pala:Farketmez. O söylüyor. Biz dilini anlamıyorsak bu bizim cahilliğimiz. Onu anlamamak onun değil, bizim suçumuz. O çok yüksek şeyler söyledi ama biz anlamıyoruz, canım bizim dilimizle yazsaydı diyemezsiniz. Hiçbir şair okuyucu bunu anlamaz diye basitleşmez. O şiirini söyler okuyucu kendisini şiire yükseltir. Şair okuyucunun seviyesine inmemelidir. Okuyucuyu kendi seviyesine çıkarmalıdır.
Bu açıdan bakıldığında 500 yıl yaşayan Fuzuli’ye göre Nazım Hikmet onda birdir ancak. Karacaoğlan ise 350 yıl bize konuşmuş ve kimbilir daha ne kadar konuşacak. Necip Fazılı 100 yıl sonra hatırlayabilecek miyiz bilmiyorum.

Kimbilir belki o zamana kadar Türkçemizin kelimeleri çok farklılaşır. Necip Fazıl da anlaşılmaz olur.

Pala:Burada garip olan işte budur. Yani bizim kendi öz dedemizi anlamakta zorlanmamız. Yirmibirinci yüzyılda yaşıyoruz ve on altıncı yüzyılda yaşamış dedemizi anlayamıyoruz. Burada bir terslik yok mu? Burada bir gelişmeden söz edebilir miyiz? Nasıl bir ilerleme bu? Dünya nereye doğru ilerliyor da biz bu kadar cahilleşebiliyoruz, sığlaşabiliyoruz. Nasıl bir gelişme katediyoruz ki aynı zamanda anlayışımız basitleşebiliyor. Halimize oturup ağlamak lazım değil mi?

16. y.y da bir adam onsekizbin kelimeyle konuşup şiir yazacak, biz bugün oturup bin sekizyüz kelimeyle onu anlamaya çalışacağız! Ne kadar anlayabiliriz onları siz hesaplayın. Ve şunu da hesaplayın: Her kelimenin çağrıştırdığı başka bir pencere, başka bir mana vardır. Ta sözümün başında bahsettiğim gizem vardır. Bunun için güzellikler perde perde, kapı kapı açılır. Bugün bir şiirde kaç pencere saklı?

Herhangi bir sözün içine asgari bir şey katalım da , bu asgari katkı o sözü şiir yapsın. Nedir bu?

Pala:Eğer bir kişi şair kimliğine sahipse bir sözü şiir yapmak için yapacağı şey o söze üfleyeceği ruhtur. Onun için şairler yaratıcı gibidir. Ruh üfleyip diriltirler, can verirler. Kelimeleri hepimiz biliriz. Kelimeler kendi başına ölüdür. Onları biz dizsek birşey olmaz. Fakat bir şair sıralarsa o kelimeler canlanır.

İleriye dönük kendinize çizdiğiniz büyük bir hedefiniz var mı?

Pala:Kendimden memnunum. Yaptığım işi seviyorum ve bu beni mutlu ediyor. Ömrümün sonuna kadar da bu alanda çalışmak isterim. Ben Divan şiirinin neye ihtiyacı var ise o alandaki boşluğu doldurmaya yönelik çalışacağım. Bir sinema senaryosu lazım olduğunda bunu ben yazmak isterim. Eğer operaya ihtiyaç varsa o halde burada gayret sarfetmek isterim.

Peki Türkiyenin gidişi iyiye mi yoksa kötüye mi gidiyor?

Pala:Bunu siyasi bir soru olarak algılamıyorum. Kültürel bir soru olarak alıyorum çünkü benim alanım bu. Alanımda ben iyi iş yaparım. Herkes kendi işini en iyi şekilde yaparsa sorunlar asgariye düşer. Bu açıdan divan şiirinin geleceğini parlak olduğunu düşünüyorum. Çünkü şiirde entelektüel sayısı artıyor ve cahiller azalıyor. Fakat dünyada bir yarış var ve bu yarışa katılmak lazım. Hayıflanmak yerine güzel işler yapmak lazım.

Efendim lutfettiniz zaman ayırdınız çok güzel ve anlamlı bir sobet oldu, teşekkür ederim.



Röportaj: Rüştü Kam
Foto: Hureyre Kam
Son Kontrol: Zülfikar Kam
Mocca Dergisi Sayı:4

6 Ocak 2016 Çarşamba

HZ. MUHAMMED (III )

Hz. Muhammed Hudeybiye’den Medine’ye dönerken Rabb’inden Mekke’nin fethedileceğinin müjdesini aldı. Sahabesiyle paylaştı bu sevincini. Memnuniyetle karşılandı. Hudeybiye’de yaptıkları yanlışın farkındaydılar. Resul’den özür dilediler. Mekke’nin fethedileceği günü iple çekmeye başladılar.
 
MEKKE’NİN FETHİ(630)
 
Kureyşliler, Hudeybiye Antlaşması koşullarını, kendi taraflarında olan bir kabileyi destekleyerek bozdular. Hudeybiye Antlaşması maddelerinden biri uyarınca „Hüzae Kabilesi Müslümanların“, Beni Bekir „Kabilesi de müşriklerin tarafında“ barışa katılmıştı. Ancak kısa zaman sonra bu iki kabile arasındaki düşmanlık yeniden meydana çıktı. Üstelik bu sefer Kureyşli müşrikler de Beni Bekir’e yardım ediyordu. Bunun üzerine Beni Bekir’den bir gurup Medine’ye giderek durumu Peygamberimize bildirdi. Peygaberimiz ahitlerine bağlıydı. Karşı tarafın da bağlı olmasını isterdi. Ve Kureyş’e haber gönderdi:
1- Hüzaeliler‘den öldürülenlerin diyetleri ödenmelidir,
2- Kureyş, Benî Bekir’le olan antlaşmasını bozmalıdır,
3- Aksi halde Hudeybiye barışı geçerliliğini yitirmiş olacaktır. 
 
Mekkeli Müşrikler bir an için geçmiş tecrübelerini unutarak üçüncü şıkkı kabul ettiklerini söyleyiverdiler. Böylece Hudeybiye antlaşmasının mürekkebi kurumadan barış bitmiş, savaş hali başlamış oldu. Ve Peygamberimiz H.8/M. 630 yılında „Allah’a iman edenler silahlanarak Medine’ye gelsin!“ diyerek, Mekke‘nin fethi hazırlıklarını başlattı. (Mümtehine, 1- 4)
10. 000 kişilik ordusuyla Mekke’ye doğru hareket etti. Karargâhını Mekke’ye 16 km. mesafedeki bir vadiye kurdu.
Ebu Sufyan meselenin ciddiyetini anlamak için karargâha geldi. Hemen görevliler tarafından Peygamberimizin huzuruna çıkarıldı. Ebû Sufyan’nın, karargâhta Müslüman olduğu söylenir.
Peygamberimiz söyleyeceklerini söyledikten sonra Ebu Sufyan’a; Kâbe Avlusu‘nda toplananların, evlerinden çıkmayanların ve Ebû Süfyan’ın evinde toplananların güvenlik içinde olacağı bildirildi. Bu teklif, Ebu Sufyan tarafından, Kabul edildi ve böylece Peygamberimiz 8 sene önce gizlice ayrıldığı Mekke’ye 10.000 kişilik bir Müslüman ordusuyla kan dökmeden girmiş oldu. 
 
Kâbe içindeki ve çevresindeki bütün putlar birer birer kırıldı. Sonra Peygamberimiz Kâbe‘nin önünde biriken insanlara hitaben bir konuşma yaptı:
„Allah’tan başka İlâh yoktur.
İyi biliniz ki, bütün cahiliye adetleri, bütün mal ve kan davaları bugün şu iki ayağımın altındadır. Ey Kureyş topluluğu! Allah sizden cahiliyet gururunu; babalarla soylarla büyüklenmeyi gidermiştir. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır.
Allah’ın katında en değerliniz en müttakinizdir.
Bütün insanlar Allah katında eşittir.” 
 
Sonra Safa Tepesi‘ne çıkılarak biat merasimi yapıldı. Önce erkekler biat ettiler. Sonra kadınlar: „Allah’a ortak koşmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, iftiradan sakınacaklarına, zinadan kaçınacaklarına, hak olan her şeyde Hz. Peygamber’e itaat edeceklerine... „ söz verdiler. Sonra da Peygamberimiz, umumi bir af ilan etti. (Cevdet Paşa Kısas-ı Enbiya s.1294)
 
Önemi
 
Mekke’nin fethi İslamiyet’in yayılmasını hızlandırmıştır.
Arap yarımadasının fethine ortam hazırlamıştır.
Kâbe, putlardan temizlenmiştir.
Kan dökülmeden Mekke’ye girilmiştir.
Umumi af ilan edilerek intikam peşinde olunmadığı gösterilmiştir.
 
VEDA HACCI VE VEDA HUTBESİ
 
Hicret’in onuncu yılında Hz. Muhammed Mekke’ ye Hacca gitmiştir. Bu onun son ziyareti olduğu için yaptığı hacca, “Veda Haccı”, burada yaptığı konuşmaya da “Veda Hutbesi” adı verilmiştir. Veda Hutbesi’nde Peygamberimiz ümmetine miras olarak 1 tek emanet bırakmıştır; “Ben size emanet olarak Allah’ın Kitabı’nı bırakıyorum, O’na sarıldığınız sürece yolunuzu kaybetmezsiniz.”
Hutbenin toplum hayatına getirdiği prensipler şu şekilde sıralanabilir:
• Can, mal ve ırz kutsaldır. Yaşama hakkı tabii bir haktır. Irz, şeref, haysiyet, hürriyet ve mülkiyet saldırıdan korunmuş haklardır.
• Cahiliye gelenekleri kaldırılmıştır. İnsanlar alışa geldikleri kötü şeyleri körü körüne yapmaktan vazgeçmelidirler.
• Faiz haramdır.
• Kan davası gütmek haramdır.
• Emânetler yerlerine verilmelidir. Emânete hıyanet edilmemelidir.
• Kadınların ve erkeklerin karşılıklı hak, vazife ve sorumlulukları vardır. Kadınlara nezâketle davranılacaktır.
• Hem kadın hem de erkekler zinadan şiddetle kaçınacaklardır.
• Bütün Müslümanlar kardeştir. Her türlü sınıf farkları ve ayrıcalıklar kaldırılmıştır. Üstünlük fazilet iledir.
• Zulümden sakınmak gerekir, halkın malı haksız yere yenemez, birine ait bir şey sahibinin izni olmadıkça başkası için helâl olmaz.
• Müslümanlar birbirleriyle savaşmaktan sakınacaklardır.
• Allah'ın Kitâb'ına uyanlar asla sapıklığa düşmezler.
• İslâm sadeliğinden ayrılmamak, aşırılıklara sapmamak gerekir. 
 
11-HZ.MUHAMMED’İN VEFATI (632)
 
Hz.Muhammed, Veda Haccı’ndan sonra Medine’ye dönmüş, Bizans’a karşı yeni bir sefer hazırlığındayken hastalanarak, 8 Haziran 632 tarihinde altmış üç yaşında vefat etmiştir.
Peygamberimiz vefat edince, bir süre ciddi bir heyecan ve panik havası oluştu, üzüntüden kimse ne yapacağını bilmiyordu. Bir kısmı da Hz. Peygamber’in ölümüne bir türlü inanamıyordu. Hattâ Hz. Ömer kılıcını çekerek “Kim Muhammed öldü derse başını vururum” diye haykırıyordu. Sonra sinirler yatıştı. Hz. Ebubekir, bir konuşma yaptı, “Her kim Muhammed’e tapıyorsa, bilsin ki Muhammed ölmüştür. Her kim Allah’a tapınıyorsa bilsin ki Allah ölümsüzdür ve ebedidir. Her nefis ölümün tadını tadacaktır. Muhammed de bir insan olarak ölmüştür. Bunu kabul edelim ve sakin olalım” anlamında bir konuşma yaptı. Böylece heyecanlar dindi, insanlar sakinleşti ve panik havası dağıldı.
 
Hz. Peygamber’in naaşı, vefat esnasında bulunduğu Hz.Aişe’nin odasındaydı. Üstüne bir örtü örttüler ve sakinleşen sahabeler ve Ehl-i Beyt, cenazenin yıkanması ve defin işini düşünmeye başladılar.
İşte tam bu sırada bir haber geldi. Medineli Müslümanların yani Ensar’ın ileri gelenleri, “Beni Saide gölgeliği” denilen yerde toplanmışlar ve Hz. Peygamber’in yerine kimin halife seçileceğini tartışıyorlardı.
Bu haberi duyan Peygamberimizin Ehl-i Beyti ile diğer akrabalarının dışında herkes, cenazeyi terk etti ve halifelik tartışmasının yapıldığı yere gittiler.
 
İkinci gün yani 9 Haziran 632 Salı günü cenazenin yıkanma ve defin işi ile uğraşıldı. Cenazeyi Hz. Ali yıkadı, Fadl bin Abbas, Usame bin Zeyd ve kölesi Şükran, yıkama işinde Hz. Ali’ye yardımcı oldular.
Hz. Ali, Ehlibeyt ve bazı Haşimiler, cenazenin yıkanması, namazının kılınması ve defin edilmesi hizmetleri ile meşgul olurlarken, diğer sahabeler halife seçimi için tartışıyorlardı. Bu durum; başta Hz. Ali olmak üzere, ehlibeyt mensuplarını, yani peygamberimizin akrabalarını derinden yaralamış ve fazlasıyla üzmüştü.
Beni Saide gölgeliğinde hilafet tartışması yapan Mekkeli ve Medineli sahabiler, uzun tartışma ve çekişmelerden sonra Ebubekir’i halife seçmişlerdi. Tabii, halife seçimi işine Hz. Ali ve bazı Haşimiler katılamamıştı. O nedenle de Hz. Ali, seçilen Halife’ye biat etmedi, yani seçimi kabul ettiğini ve Hz. Ebu Bekir’in emrine girdiğini açıklamadı. Hz. Ali, ancak aradan 6 ay gibi bir zaman geçtikten sonra biat etti.
Hz. Muhammed’in cenazesinin kaç gün yerde kaldığı konusunda değişik rivayetler var. Ancak genel kanı, üç gün yerde kaldığı yönündedir. (İbni Kesir, El Bidaye Ve'n-Nihaye, 5/292. İmam Malik Muvata, no: 545 Cenâiz kısmı, Taberi Tarih, 11. yılı olayları, 3/216 ve sonrası) 
 
Muhammed onun odasında öldüğü halde Ayşe’nin şu sözü söylemesi çok ilginç: “Biz cenazenin defnini, çarşamba sabahı yapılan duyurudan öğrendik: Muhammed’in cenazesi bugün gömüldü şeklinde duyuru yapıldı.” diyor. (Ahmet b. Hanbel 6/62. Ayşe hadisleri, İbni Abdi’l Ber, Temhidö Muvatta şerhi, 24/396, İbni Sad, Tabakat: 2/401.)
 
Hz. Aişe derki: ”Biz Resulullah’ın defninden Çarşamba gecesi, kürek seslerini duyarak haberdar olduk.” (İbni Hişam c.4 s.342, Tabari c.2 s.452,485, ibni Kesir c.5 s.270)
Sonuç:
Hz.Peygamber’in vefatından kısa bir süre önce irad ettiği Veda Hutbesi’nde 100 bini aşkın Müslümanın olduğu rivayet edilir. Ahir zaman peygamberi Hz. Muhammed, ümmetine 23 yıl hizmet etti. Sıcak demedi, soğuk demedi. Gece gündüz ümmetinin hizmetine koştu. Vefat edince daha cenazesi kalkmadan, ümmeti koltuk kavgasına düştü. 
 
Vefatından ancak 3 gün sonra defnedilebildi. Cenazesini Hz. Ali 17 kişiyle kaldırdı. 40 derece sıcaklığın olduğu o yörede üç gün sonra sabaha karşı kalkan cenaze Peygamberimizin cenazesidir. 
 
BİTTİ
 
Rüştü Kam

4 Ocak 2016 Pazartesi

"BİZE YUTTURULMUŞ DOLMALAR" 4 Ocak 2014

Şair İsmet Özel Berlin'de, Türk Eğitim Derneği'nde okurlarıyla buluştu. Dinleyiciler 2 saat boyunca pür dikkat kesildi. İstiklal Marşı Derneği'nin Genel Başkanı olduğunu söyleyen özel 7 seneden beri yaptığı yoğun çalışmaları anlattı. İstiklal Marşı ruhunun Sakarya Meydan Savaşı'nın kazanılmasındaki etkin rolünden sitayişle bahseden Özel'in, özellikle altını çizdiği noktalar şunlardır: "İstiklâl Harbi Türklerin vatansız kalmaları niçin yapılmıştır. Allah birilerinin dualarını kabul etti de o topraklar Türkler için vatan oldu...
 
İstiklâl Marşı kabul edildiği yıl rafa kaldırıldı, sonra zincirlendi daha sonra da zincirin kopma ihtimaline karşı zamklandı. İstiklâl Marşı'nda " Bu ezanlar ki,şehadetleri dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli" denilmesine rağmen sanki bu marş yokmuş gibi, Türkiye'de ezan 12 sene yasaklandı. Türkçe okunmaya başlandı... Lozan Antlaşması'nın imzalandığı salonda İsmet İnönü'nün" Bir yüz sene kazandık." dediği söylenir. Kim kazanmıştır bu yüz seneyi o belli değildir...
 
20 mayıs 1960 sabahına kadar devletimiz Kur'an devletiydi. 27 Mayıs Kuır'an devletini yok etti. Skor belli edilemediği için maç devam ediyormuş gibi gösteriliyor. O tarihten bugüne kadar aslında biz uzatmaları oynuyoruz....
1928 yılında Devletin dini," Din-i İslâmdır" yazılıydı. Bu madde Anayasa'dan kaldırılmasaydıı, harf inkılabı yapılamazdı....
 
Biz bugün yazımız olmadığı için yüksek ahlâkı temsil edemiyoruz....Bizim elimizde ölçümüz yok. Bizim ayağa kalkamayışımızın sebebi, yazımızın elimizden alınmış olmasıdır...
Hristiyan takvimi 2015'şi gösterdiği zaman, Sevr Antlaşması'yla sınırları belli edilen Ermenistan'ın karşısında duracak hangi güç vardır...?
 
Bugün Türkiye'de insanlar birbirine giriyor, kim karlı çıkıyor? Türkiye'nin kârlı olmadığı kesin. Türkiye'de fesat çıkaracak olanların paraları önceden ödeniyor...
Özle biçim arasındaki münasebeti anlamadan bir şeyler anlamaya çalışmak beyhudedir. Bir şeyin özünden bahsedeceksek, önce şeklini bilmek lazımdır. Özünü muhafaza eden şeklini bulur, biçimsiz öz olmaz ama özsüz biçim olur...
 
Türkiye'de Amerikalıların müsade etmediği bir şey söylenemiyor. Türkiye'nin önünün açılması için sadece emir almamak yeterlidir... Şu anda Türkiye' deki kavga Amerika'yı seçenlerle Amerika'nın seçtiklerinin kavgasıdır.
İnsanın şerefi hayvan olmamasındandır. İnsan yiyeceğini ağzına götürür, hayvan ağzını yiyeceğe götürür. insan birkaç lokma yiyecek için alçalmaz...
 
Türkiye IMF' ye borcunun olmadığını söyleyerek böbürleniyor. Türkiye'de şeker pancarı ziraatı yasaklandı, bunu geriye aldılar mı?... Şeker pancarı buğdaydan daha stratejiktir...
Dünya bankası+ Uluslararası para Fonu+ Dünya Ticaret Örgütü; başımıza açılan belaları bunlar ayarlıyorlar. Önümüzdeki 10 yıl içinde, Büyük Ermenistan, Büyük Yunanistan, belki de Kürdistan devletleri kurulacaktır... Buna kim mani olacaktır...? Yunanistan'la rutin toplantılar yapılıyor, bu toplantılarda alınan kararlar Ankara'nın çıkarına mıdır, Atina'nın çıkarına mıdır?
 
1960 yılına kadar hükümetler vatan hainiydi, 1960' tan bu tarafa kurumlar da vatan hainlerinin içine girdi...
Türkiye 90 seneden beri önüne hiçbir milli hedef koymadı. Hiç birşey Türkiye'nin lehine yapılmadı...

3 Ocak 2016 Pazar

FARKLI TATLARA AÇIK MIYIZ?

Berlin’in caddelerinde dolaşırken SUŞİ yazan restoranları mutlaka görmüşsünüzdür. Kimimizi fazla ilgilendirmemiş, kimimizin dikkatini bile çekmemiştir. Bazılarımız da çiğ balık yenir miymiş diye burun kıvırmışızdır. Belki de bazılarımızın suşi ile olan muhabbeti Türk insanının kuru fasulye ile olan muhabbeti gibidir.
Ben suşi ile geç tanıştım. Davet edenler oldu suşi yemeye, nerelerde yenilmesi gerektiği ile ilgili tavsiyeler de almışlığım oldu. Burun kıvırdım, çiğ balık yenir miymiş dedim. Balık pişirdiğimiz zaman kokusu iki gün çıkmıyordu evden. Çiğ balık, nasıl yenecekti? Düşüncesi bile beni rahatsız ediyordu. 
 
Sevgili dostum Veli Karakaya yemeğe davet etti. Ne yiyeceğiz diye sormadım bile. ‘Tamam.’ dedim. Randevulaştık. Direksiyonda Veli vardı. Sohbet ederek ilerliyorduk sokaklardan. Park ettiği-mizde baktım ki, bir Uzakdoğu mutfağının önündeyiz. Bol acılı, soya soslu makarna yiyeceğimizi düşündüm. Oturduk masaya, sohbeti kesmedik. Garson kız geldi, tebessüm ederek eğildi ve ‘Hoş geldiniz.’ dedi. Çok nazikti, nazik olduğu kadar da güzeldi, çekik gözleri ve gamzeleri güzelli-ğine ayrı bir cazibe katıyordu.
 
Menü kartını bırakıp gitti önümüze, hazır olduğumuzda siparişleri almak için tekrar gelecekti. Ben Veli’ye ‘Sen ne seçersen kabulümdür.’ dedim ve sohbetime devam ettim. Bir zaman sonra önümüze bir tepsi geldi. Büyükçe bir tepsi. Dolu bir tepsi. Ancak beklentime uymayan bir tep-siydi bu. Suşi çeşitlerinden oluşuyordu.
Çiğ balık yemek istemediğimi söyledim Veli’ye. Hatta yiyemeyeceğimi de söyledim. Bana zorla yedirecekmiş gibi heyecanlanarak, şöyle sandalyemden bir ileri bir geri hareket ederek yerime iyice yerleştim. Birden ciddileştim. Veli tebessüm ederek tatmamı istedi. Balıkların çiğ olmadığını ve belirli bir terbiyeden geçtiğini de anlattı. Çiğ köfte gibi düşünmem gerekiyordu. Beğenmedi-ğim taktirde pişmiş balık da gelebilecekti. 
 
Soya sosu, vasabi ve zencefil salatası. Suşiye tad veren üç silahşör. Yemek çubukları(chopstick) da var. Çatal yok bıçak yok. Çubukları kullanmak için ön çalışma gerekiyor. Yan masalardaki bütün gözler sanki bana bakıyordu. Ayıplayacaklardı, çubukları kullanmasını da bilmiyor diyeceklerdi. Öyle düşündüm. İşin ucunda ölüm yoktu ya. Topladım cesaretimi ve suşinin üzerine biraz vasabi koydum ve soya sosuna daldırdım. Lokmayı ağzıma götürürken bendeki heyecanı görmek la-zımdı. Terlemeye başlamışım. Veli mendil uzattı. Ama ben suşinin ağzımdaki bırakacağı tadı dü-şünürken, uzatılan mendilin farkında bile değildim. Ne olacaksa olsun der gibi, birden bastırdım dişlerimi suşiye. Önce soya tadı geldi,” hımm tatlıymış.” dedim ve zencefil salatasından da bir tutam attım ağzıma. Balıktan daha haber yok. Biraz sonra burnumdan bir koku geldi sanki bur-num tıkalıymış da açılıyormuş gibi, derken beynimde bir sarsıntı. Vasabiyi, zencefili fazla kaçırmışım. 
 
Veli bunlardan ne kadar almam gerektiğini söylememişti. Kısa sürede topladım kendimi. Çekine-rek yediğim birkaç suşiden sonra bu muhteşem tattan bugüne neden mahrum kalmışım diye hayıflandım.
Suşiyi yeni denemek isteyenlere tavsiyem, aman ha vasabiye ve zencefil salatasına dikkat edin. Azıcık azıcık alın. Kaliteli bir restoran seçin. Restorana gitmeden önce yemek çubuğu ile yeme talimi yapmayı da unutmayın. 
 
Rüştü Kam