26 Ekim 2016 Çarşamba

TERÖR, ŞİDDET VE BARIŞ ARASINDA İSLAM Prof. Dr. İlhami Güler ile Eğitim Kampı (ll)

 İslam dini adalet dinidir 
Son 30 yıldır İslam dünyasını, günümüzde ise giderek bütün dünyayı sarsan ve adına “İslami terör” denilen ciddi bir şiddet olgusu bulunmaktadır. Bu konu üzerinde yürütülen tartışmalarda, Müslümanlar tarafından “İslam dini barış dinidir, savaş içermez” gibi biraz ezbere, gerçekçi olmayan ve savunmacı tezler ortaya atılmaktadır. “İslam’ın Teolojik özünde şiddetin yeri nedir?” sorusunu Kuran’dan takip ederek cevaplamak ve İslam tarihinde şiddetin nasıl oluşup nerede yer aldığını incelemek gerekmektedir. Ondan sonra İslam’ın bu reel şiddetin içerisinde nerede durduğunu anlayabiliriz. İslam’ın barış dini olduğu iddiası doğru değildir. Çünkü barış dini denildiğinde kategorik olarak şiddeti reddeden din algılanır. Hinduizm ve Budizm gibi. Bu dinler kurucu metinlerinde ve dönemlerinde şiddeti asla onaylamazlar. Esasen Hristiyanlık da kurucu metninde ve kurucu asrında şiddeti tamamen reddetmiştir. Çağımızdan Mahatma Gandi’nin bir barış dininin müntesibi olarak Hindistan’da verdiği mücadeleyi örnek verebiliriz. Aynı şekilde Nelson Mandela’nın Güney Afrika’da Apartheid rejimine karşı barışçıl tutumu da örnek gösterilebilir. İslam dini kategorik olarak barış dini değilse nasıl bir dindir? Buna verilecek en doğru cevap şu olacaktır: “İslam dini adalet dinidir.” Adalet dini kategorik olarak şiddeti reddetmez, koşullu olarak kabul eder.

Tanrı’nın şiddete karşı tutumu
Şiddetle Tanrı arasındaki ilişkiyi şöyle bir ayrımla ifade etmek mümkündür: Şiddet konusunda Tanrı’nın bir asli görüşü bir de resmi görüşü bulunmaktadır. Kuran’daki Habil ve Kabil kıssasını incelediğimizde, Kabil’in Habil’i öldürmeye kalktığı sırada Habil’in, “Sen beni öldürsen de ben sana elimi uzatmayacağım.” (Maide 28) dediğini görürüz. Bu tutum yani Habil’in kategorik olarak şiddete başvurmaması, Kuran’da övülerek anlatılır. Bu, Tanrı’nın şiddetle olan ilişkisini göstermesi açısından son derece önemlidir. İkinci olarak Hz. İsa’nın pozisyonunu örnek gösterebiliriz. Hz. İsa, kategorik olarak sürekli barışı vaaz etmiştir. Üçüncüsü ise Kuran’da Hz. İsa’nın pozisyonunu devam ettiren bir tutum olarak açıkça şöyle denilmektedir. “İyilikle kötülük bir değildir. Sen en güzel olan bir tarzda kötülüğü uzaklaştır, o zaman karşı tarafın son derece sıcak bir dost olduğunu görürsün.” (Fussilet 34) Bunu söyledikten sonra gelen ifade de çok manidardır. “Buna ancak sabredenler ve çok yüce gönüllü olanlar ulaşır.” (Fussilet 35) Yani, ahlaki kapasitesi yüksek olanların bu mertebeye ulaşabileceğini söyler Kuran. Bu ifadeler, Habil’in Kabil’e olan tavrı ve Hz. İsa’nın pozisyonuna ek olarak Hz. Muhammed’in Mekke döneminde asla şiddete başvurmayan tutumu toplandığında ortaya çok net bir şekilde çıkıyor ki, Tanrı’nın asli görüşü şiddete başvurmamaktır. Tanrı’nın asli görüşü barıştır.


Diğer yandan gerek Tevrat’ın yani Yahudi peygamberlerinin tarihi, gerekse Kuran’ın tarihi göz önünde bulundurulduğunda Tanrı’nın şiddete başvurduğunu da görebiliyoruz. Tanrı’nın asli görüşü şiddete başvurmamak, mümkün olan oranda sorunları şiddetsiz olarak çözmek iken, insanlığın kapasitesi buna müsait olmadığı durumlarda Tanrı, adalet kıstasını göz önünde bulundurarak şiddete başvurmuştur. O zaman diyebiliriz ki bu da Tanrı’nın resmi görüşüdür. Yani Tanrı’nın bir asli görüşü, niyeti, temennisi vardır, bir de tarihi süreç içerisinde yapıp ettiği vardır. İşte bu yapıp ettikleri içerisinde şiddet bulunmaktadır ve bunu asla inkâr edemeyiz. Bunu Kuran’dan şöyle takip edebiliriz.

 Allah, Kuran’da, Peygamberler tarihini anlatırken sonunda kavimleri nasıl helâk ettiğini de anlatır. Allah önce halklara peygamberler gönderir. Onlar bu peygamberlere inanmazlar ve mucize isterler. Allah onlara mucizeler gösterir. Buna rağmen yine de inanmazlar ve peygamberlerine kötülük yaparlar, alaya alırlar ve öldürmeye kalkarlar. Daha sonra da Allah bu halkları helâk eder. Ancak burada şunu çok iyi anlamak gerekmektedir. Allah, “Onlar ne zaman ki bizi kızdırdılar biz de onlardan intikam aldık.” (Zuhruf 55) der. Bütün bunlar anlatıldıktan sonra şu ifade sık sık tekrar eder. “Biz onlara asla zulmetmedik.” Yani biz onlara haksız yere şiddet uygulamadık, tersine onlar kendilerine zulmettiler, şiddeti hak ettiler biz de onları yok ettik, denir. Allah’ın şiddete başvurduğunun ikinci örneği ise Kuran’da anlatılan cehennem tasvirleridir. Cehennem olayı baştan sona bir şiddettir. Allah, bu dünyada beklentilerine cevap vermeyip, onun sınırsızca bahşettiği nimetlere, ihsana ve ikrama nankörlük ve istiğna ile cevap verenleri ahirette sınırsız ve sonsuz bir işkenceyle cezalandıracağını anlatır.

Tehdit olarak Cehennem 
 Kuran’da anlatıldığına göre Cehennem’in azap şekli yakmadır. Yani işkencedir. Bunu nasıl anlamak ve yorumlamak gerekir? Bazı kelamcıların Allah’ın cehennemi bir tehdit olarak insanlara anlattığı yönünde yorumları bulunmaktadır. “İşte Kuran'ı, Arapça okunmak üzere indirdik, onda tehditleri türlü türlü açıkladık ki belki sakınırlar yahut onlara ibret verir.” (Taha 113) Ayrıca başka bir ayette önceki kavimlerin helâkı anlatıldıktan sonra şöyle denir: “Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bakmadılar mı? Allah, onları yerle bir etmiştir. İnkâr edenlere de bu akıbetin benzerleri vardır.” (Muhammed 10) Kuran’da kıyametten de tehdit olarak bahsedildiği görülmektedir. “Onlar kıyametin kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey beklemiyorlar. Muhakkak onun alametleri gelmiştir (ama öğüt almıyorlar). Kıyamet gelip çatınca öğüt almaları kendilerine ne fayda verecek?” (Muhammed 18) Gerek Araplara, önceki kavimlerin başlarına geleceklerin kendi başlarına geleceği tehdidinden, gerek kıyamet alametleri anlatılırken şartlarının oluştuğu tehdidinden yola çıkarak, bazı kelamcılar, cehennnemi de 7.yüzyıl insanının işkence ve ceza algısına dayalı olarak yapılmış tehditler olarak değerlendirmişlerdir. Ve şöyle bir ilke geliştirmişlerdir: “Allah vaadinden dönmez ama vaidinden dönebilir.” Allah, vaad etmiş olduğu cennet nimetlerinden asla vazgeçmez. Her ne vaad etmişse onu yerine getirir. Fakat tehdit olarak savurduklarından vazgeçebilir. O yüzyıldaki Arap mantığına göre ki o dönemde işkence normal bir ceza tarzıydı, Tanrı insanları içinde bulundukları inattan vazgeçirmek için onları tehdit etmiş olabilir. Ancak “Cehennem tehdittir” denildiğinde insanların ahirette ceza görmeyeceği anlamı çıkartılmamalıdır. Bu olsa olsa insanların yakma tarzında bir işkence ile değil de, başka türlü bir cezayla cezalandırılabilecekleri anlamına gelebilir.

Hz. Muhammed döneminde şiddet 
Hz. Muhammed’in İslam’ın mesajını anlatmaya başladığı dönemde şiddete asla başvurmadığını bilinmektedir. Bu dönemde Tanrı’nın asli görüşünü 10 sene boyunca sürdürdüğü, ısrarla şiddete başvurmaktan kaçındığı görülmektedir. Allah İslam dininin barış ortamında yayılmasını istiyordu. Müslümanlar, Mekke’de yaşanılan zorluklar neticesinde önce Habeşistan’a sonra da Medine’ye göç ettiler. Fakat ne zaman ki Müşrikler, Müslümanları kesinlikle yok etme kararı aldılar, o zaman Tanrı asli görüşünden vazgeçti. İlk defa olarak Medine döneminde “Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir.” (Hac 39) diye ayet indi ve şiddete izin verildi. Burada şunu da çok iyi bilmek gerekir ki, Müslümanlarla Müşrikler arasındaki düşmanlığı yaratan Müslümanlar değildi. Müşrikler Müslümanları takip edip Medine’de de rahat bırakmayınca Müslümanların savaşmalarına izin verildi ve Bedir Savaşı gerçekleşti. Bedir Savaşı’yla artık Tanrı’nın savaşmaya karar verdiğini çok net bir şekilde görüyoruz. Enfal Suresi adeta bu savaşın savaş raporudur. Sureyi dikkatli okuduğumuzda Allah’ın bizzat savaşı murat ettiğini ve stratejisini yapıp uyguladığını görüyoruz. Müslümanlar sadece kervanı vurmak istiyorlardı. Allah buna müsaade etmedi, ‘Onlarla karşılaşacaksınız ve savaşacaksınız.’ denildi. Bu savaşın amacı 12 yıl boyunca sürekli savunma pozisyonunda kalmış Müslümanların özgüven ve cesaretlerinin artırılması ve Müşriklerin gözünün korkutulmasıdır. Bu amaçla Tanrı burada bizzat devreye girmiştir. Bu savaş başarısı sonrasında da Müslümanlar Medine’de kendilerini koruyabilir hale gelmişlerdir.

 Merhamet değil adalet peygamberi 
Merhamet erdemi Kuran’da bir defa geçer. Merhamet ve sevgi İsa Peygamberimizin karakteridir. Hz. Muhammed ise adalet peygamberidir. Kişisel hayatına baktığımızda bunu görmekteyiz. Buna örnek olarak Peygamberimizin Medine Sözleşmesi’nden sonraki tutumunu verebiliriz. Peygamberimiz Medine’ye geldiği zaman oradaki Yahudi kabileleriyle anlaşmalar yapmıştı. Ancak Yahudiler Müşriklerle işbirliği yaparak anlaşmaları bozdular ve ihanet ettiler. Medine Sözleşmesi ciddi bir sözleşmeydi ve Müslümanlar sonuna kadar sözleşmeye sadık kalmışlardı. Sözleşmeyi bozmalarından sonra Peygamberimiz iki kabileyi Medine’den sürdü üçüncüsünü de infaz etti. Çocuklar hariç olmak üzere bazı kaynaklara göre 300 bazı kaynaklara göre 900 kişiyi ortadan kaldırttı. Tarihi kaynaklarda mevcut olan bu vaka bazı son dönem Müslümanları tarafından utanılacak bir şey olarak görülüp yok kabul edilmektedir. Oysa bu olay dönemin koşulları gereği olması gerektiği gibi olmuştur ve Peygamberimizin adalet peygamberi karakteriyle çelişmemektedir.
 Devam edecek…


19 Ekim 2016 Çarşamba

Prof.Dr. İlhami Güler ile Eğitim Kampı (l)



-Tarih boyunca “Yorum” adı altında Kur’an’ı yordular-

 Türk Eğitim Derneği’nin (TED)organize ettiği 6.Eğitim Kampı’nda (20-22 Mayıs 2016)  İlhami Güler’i dinledik. Kampa 70 kişi katıldı. 3 gün devam etti. 4 oturum yapıldı.

Birinci oturumda: Terör-Şiddet ve Barış arasında İslam, ikinci oturumda: Sünniliğin 7 büyük yanlışı, üçüncü oturumda: Kültür/Antropoloji ve Teoloji arasında İslâm. Dördüncü oturumda: Tarih boyunca “Yorum” adı altında Kur’an’ı “Yorma” stratejileri işlendi. Sunumlardan sonra sorular soruldu cevaplar alındı.

Konusuna hâkim, üretken, dinamik, ezberci değil; ezber bozan bir ilim adamı İlhami Güler.  Hatır için söz söylemiyor. Kur’an’ın ve Peygamber’in iyi anlaşılamamasından şikâyetçi. Dördüncü oturumda, Müslümanların Kur’an’ı yorum adı altında yorduklarından bahsetti ve bu süreçte yapılan 3 hatanın altını çizdi. Bu hataları şu şekilde özetlemek mümkün:

Birinci hata, Kur’an’a Kelam-ı Kadim denildi ve böylece Kur’an ilahileştirildi. Allah gibi oldu, kadim olunca böyle olur. Bu anlayış Hz. İsa’nın da ilahi olmasını gerektiren bir anlayıştır. O takdirde Müslümanların, Hristiyanların iddiasını kabul etmeleri gerekir. Onlar da Hz. İsa’nın ilahi olduğundan başka bir şey söylemiyorlar. Bu anlayış Müslümanların çelişkisidir.

Oysa Kur’an, Allah’ın Cebrail vasıtasıyla, insan diliyle, insan aracılığıyla, insan aklıyla, insanlara (Araplara) hitabıdır. Yani Mahlûktur. Yaratılmıştır.

İkinci hata, Hitabın Araplara olduğu açıkken,  hitabı bütün insanlığa yorma anlayışıdır. Bu Kur’an’ı yormadır, yanlıştır. Arabın bilmediği hiç bir şeyden Kur’an bahsetmez: Çünkü, ilk muhatabı Araptır Kur’an’ın. Mesela Kur’an, köle ile efendi eşit değildir, o halde nasıl Allahla Putları bir tutuyorsunuz der ve Arabın hayatından onlara örnekler verir. Kur’an’ın derdi önce Kendisi’ni Arabın anlamasıdır: O size kendi hayatınızdan örnek getirir: Sağ elinizin sahip olduğu kimseleri size verdiğimiz rızık üzerinde (tam yetki sahibi) ortaklarınız olarak görmeye ve böylece (onlarla) bu hakkı eşit olarak paylaşmaya razı olur musunuz? Ve (daha güçlü olan) emsallerinizden korktuğunuz gibi onlar(a danışmadan o hakkı kullanmak)tan korkar mısınız? İşte akıllarını kullanan insanlara mesajlarımızı böylece açıklarız...” (Rum 30/28).

Bir başka yerde Allah rahimlerde olanı bilir deniliyor, Arapların bilmediği ortamda söyleniyor bu söz ve Allah söylüyor: “Son Saat'in ne zaman geleceğini yalnız Allah bilir; yağmuru yağdıran O'dur; rahimlerde yer alanı (yalnız) O bilir; Hâlbuki kimse yarın ne kazanacağını ve hangi topraklarda öleceğini bilmez. (Yalnız) Allah, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.”(Lokman 31/34)

Bu söz bugünkü insana söylense anlamsız olur. Bugün rahimde olanın cinsiyeti dahi biliniyor.

3 vakitte çocuklarınız ve köleleriniz izin istemeden odalarınıza girmesinler. Günümüzde öğle öncesi kimse yoktur evde,  ama Arabın evinde vardır: “Meşru şekilde sahip olduğunuz kimseler, içinizden henüz ergenlik çağına varmamış olanlar, günün şu üç vaktinde, sabah namazından önce, gün ortasında soyunup dinlenmeye çekildiğiniz zaman ve yatsı namazından sonra yanınıza girmeden önce sizden izin istesinler; bu üç vakit mahremiyetinizin korunmasız olabileceği vakitlerdir.” (Nisa 24/58)

Üçüncü hata, 2.yy dan itibaren  Kur’an’ın basit olması Müslümanlara  acayip geldi ve gelmeye başladı. Müslümanlar Kur’an’ın anlamının basit olmasını kabullenemediler. Kur’an anlaşılamaz, ulaşılamaz bir kitap olmalıydı onlar için. Kur’an mücmeldir(kapalıdır) denildi. Açık olduğunu bildiren birçok ayet olmasına rağmen böyle denildi.

Buradan hareketle kurulan 3 tezgâhtan bahsedebiliriz. 1-Sufilerin tezgâhı (Zahir, Batın) tezgahıdır. Kur’an’ın bir zahiri bir de batıni manası var dediler ve Kur’an’ı yordular.   2- Kelamcıların tezgâhı (Muhkem, Müteşabih) dediler ve Kur’an’ı yordular. Oysa Kur’an’da 50 kadar muhkem ayet vardır.  3- Fakihlerin tezgâhıdır(kıyas) onlar da kıyas dediler Kur’an’ı yordular. Kıyas tezgahıyla helalleri haram, haramları helal kılmak zor olmadı. Hukuk alanında da birçok zorlamalarda bulundular. Yani, kıyas istismar mekanizması oldu.

Evet, Allah, Ed-Din mesajıyla sırf Araplara sorumluluk yükledi. Onlar ilk muhataptır: Çünkü, çocuklar, köleler, erler (Askerler) sorumluluğu direk sözden alırlar. Yani hitaptan.

Diğerleri ise sorumluluğu idrakten alırlar ihbardan alırlar. Sonradan gelenlerin sorumluluğu idraktendir, ihbardandır. İslam’ın evrenselliği ikinciden doğuyor. Yani ihbardan, idrakten.

Bu kitap insanlığın sorununu çözer ve çözecek güçte ve kabiliyettedir. Kur’an’da değildir sorun. Sorun anlama sorunudur. Ehil olmayanların Kur’an’ı yorma hakkı yoktur. Yarım molla dinden eder, yarım doktor candan eder derler. Doğrudur. Müslümanların krizi görüp, Kur’an’a dönüş zamanı çoktan gelmiştir. Kaynağa dönmek gerekir. 1400 sene önce inen kitabın 1400 sene sonra anlaşılabilmesi  ilmi birikim gerektirir.  Bu konuda ilahiyat fakültelerine çok görevler düşüyor. Bu iş ciddi uzmanlık gerektirir. Çiftçinin tarihi yorma hakkı yoktur. Bu sözlerimden Kur’an’ı okumayın anlamı çıkmasın.

İslam dini adalet dinidir
Son 30 yıldır İslam dünyasını, günümüzde ise giderek bütün dünyayı sarsan ve adına “İslami terör” denilen ciddi bir şiddet olgusu bulunmaktadır. Bu konu üzerinde yürütülen tartışmalarda, Müslümanlar tarafından “İslam dini barış dinidir, savaş içermez” gibi biraz ezbere, gerçekçi olmayan ve savunmacı tezler ortaya atılmaktadır. “İslam’ın Teolojik özünde şiddetin yeri nedir?” sorusunu Kuran’dan takip ederek cevaplamak ve İslam tarihinde şiddetin nasıl oluşup nerede yer aldığını incelemek gerekmektedir. Ondan sonra İslam’ın bu reel şiddetin içerisinde nerede durduğunu anlayabiliriz. İslam’ın barış dini olduğu iddiası doğru değildir. Çünkü barış dini denildiğinde kategorik olarak şiddeti reddeden din algılanır. Hinduizm ve Budizm gibi. Bu dinler kurucu metinlerinde ve dönemlerinde şiddeti asla onaylamazlar. Esasen Hristiyanlık da kurucu metninde ve kurucu asrında şiddeti tamamen reddetmiştir. Çağımızdan Mahatma Gandi’nin bir barış dininin müntesibi olarak Hindistan’da verdiği mücadeleyi örnek verebiliriz. Aynı şekilde Nelson Mandela’nın Güney Afrika’da Apartheid rejimine karşı barışçıl tutumu da örnek gösterilebilir. İslam dini kategorik olarak barış dini değilse nasıl bir dindir? Buna verilecek en doğru cevap şu olacaktır: “İslam dini adalet dinidir.” Adalet dini kategorik olarak şiddeti reddetmez, koşullu olarak kabul eder.

Tanrı’nın şiddete karşı tutumu
Şiddetle Tanrı arasındaki ilişkiyi şöyle bir ayrımla ifade etmek mümkündür: Şiddet konusunda Tanrı’nın bir asli görüşü bir de resmi görüşü bulunmaktadır. Kuran’daki Habil ve Kabil kıssasını incelediğimizde, Kabil’in Habil’i öldürmeye kalktığı sırada Habil’in, “Sen beni öldürsen de ben sana elimi uzatmayacağım.” (Maide 28) dediğini görürüz. Bu tutum yani Habil’in kategorik olarak şiddete başvurmaması, Kuran’da övülerek anlatılır. Bu, Tanrı’nın şiddetle olan ilişkisini göstermesi açısından son derece önemlidir. İkinci olarak Hz. İsa’nın pozisyonunu örnek gösterebiliriz. Hz. İsa, kategorik olarak sürekli barışı vaaz etmiştir. Üçüncüsü ise Kuran’da Hz. İsa’nın pozisyonunu devam ettiren bir tutum olarak açıkça şöyle denilmektedir. “İyilikle kötülük bir değildir. Sen en güzel olan bir tarzda kötülüğü uzaklaştır, o zaman karşı tarafın son derece sıcak bir dost olduğunu görürsün.” (Fussilet 34) Bunu söyledikten sonra gelen ifade de çok manidardır. “Buna ancak sabredenler ve çok yüce gönüllü olanlar ulaşır.” (Fussilet 35) Yani, ahlaki kapasitesi yüksek olanların bu mertebeye ulaşabileceğini söyler Kuran. Bu ifadeler, Habil’in Kabil’e olan tavrı ve Hz. İsa’nın pozisyonuna ek olarak Hz. Muhammet’in Mekke döneminde asla şiddete başvurmayan tutumu toplandığında ortaya çok net bir şekilde çıkıyor ki, Tanrı’nın asli görüşü şiddete başvurmamaktır. Tanrı’nın asli görüşü barıştır.

Diğer yandan gerek Tevrat’ın yani Yahudi peygamberlerinin tarihi, gerekse Kuran’ın tarihi göz önünde bulundurulduğunda Tanrı’nın şiddete başvurduğunu da görebiliyoruz. Tanrı’nın asli görüşü şiddete başvurmamak, mümkün olan oranda sorunları şiddetsiz olarak çözmek iken, insanlığın hazır bulunuşluğu ve kapasitesi buna müsait olmadığı durumlarda Tanrı, adalet kıstasını göz önünde bulundurarak şiddete başvurmuştur. O zaman diyebiliriz ki bu da Tanrı’nın resmi görüşüdür. Yani Tanrı’nın bir asli görüşü, niyeti, temennisi vardır, bir de tarihi süreç içerisinde yapıp ettiği vardır. İşte bu yapıp ettikleri içerisinde şiddet bulunmaktadır ve bunu asla inkâr edemeyiz. Bunu Kuran’dan şöyle takip edebiliriz.

Allah, Kuran’da, Peygamberler tarihini anlatırken sonunda kavimleri nasıl halek ettiğini de anlatır. Allah önce halklara peygamberler gönderir. Onlar bu peygamberlere inanmazlar ve mucize isterler. Allah onlara mucizeler gösterir. Buna rağmen yine de inanmazlar ve peygamberlerine kötülük yaparlar, alaya alırlar ve öldürmeye kalkarlar. Daha sonra da Allah bu halkları helak eder. Ancak burada şunu çok iyi anlamak gerekmektedir. Allah, “Onlar ne zaman ki bizi kızdırdılar biz de onlardan intikam aldık.” (Zuhruf 55) der. Bütün bunlar anlatıldıktan sonra şu ifade sık sık tekrar eder. “Biz onlara asla zulmetmedik.” Yani biz onlara haksız yere şiddet uygulamadık, tersine onlar kendilerine zulmettiler, şiddeti hak ettiler biz de onları yok ettik, denir.
Allah’ın şiddete başvurduğunun ikinci örneği ise Kuran’da anlatılan cehennem tasvirleridir. Cehennem olayı baştan sona bir şiddettir. Allah, bu dünyada beklentilerine cevap vermeyip, onun sınırsızca bahşettiği nimetlere, ihsana ve ikrama nankörlük ve istiğna ile cevap verenleri ahirette sınırsız ve sonsuz bir işgenceyle cezalandıracağını anlatır.

Tehdit olarak cehennem
Kuran’da anlatıldığına göre cehennemin azap şekli yakmadır. Yani işkencedir. Bunu nasıl anlamak ve yorumlamak gerekir? Bazı kelamcıların Allah’ın cehennemi bir tehdit olarak insanlara anlattığı yönünde yorumları bulunmaktadır. “İşte Kuran'ı, Arapça okunmak üzere indirdik, onda tehditleri türlü türlü açıkladık ki belki sakınırlar yahut onlara ibret verir.” (Taha 113) Ayrıca başka bir ayette önceki kavimlerin helakı anlatıldıktan sonra şöyle denir: “Onlar yeyüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bakmadılar mı? Allah, onları yerle bir etmiştir. İnkâr edenlere de bu akıbetin benzerleri vardır.” (Muhammet 10)

Kuran’da kıyametten de tehdit olarak bahsedildiği görülmektedir. “Onlar kıyametin kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey beklemiyorlar. Muhakkak onun alametleri gelmiştir (ama öğüt almıyorlar). Kıyamet gelip çatınca ögüt almaları kendilerine ne fayda verecek?” (Muhammet 18) Gerek Araplara, önceki kavimlerin başlarına geleceklerin kendi başlarına geleceği tehdidinden, gerek kıyamet alametleri anlatılırken şartlarının oluştuğu tehdidinden yola çıkarak, bazı kelamcılar, cehennnemi de 7.yüzyıl insanının işkence ve ceza algısına dayalı olarak yapılmış tehditler olarak değerlendirmişlerdir. Ve şöyle bir ilke geliştirmişlerdir: “Allah vaadinden dönmez ama vaidinden dönebilir.” Allah, vaad etmiş olduğu cennet nimetlerinden asla vazgeçmez. Her ne vaad etmişse onu yerine getirir. Fakat tehdit olarak savurduklarından vazgeçebilir. O yüzyıldaki Arap mantığına göre ki o dönemde işgence normal bir ceza tarzıydı, Tanrı insanları içinde bulundukları inattan vazgeçirmek için onları tehdit etmiş olabilir. Ancak “Cehennem tehdittir” denildiğinde insanların ahirette ceza görmeyeceği anlamı çıkartılmamalıdır. Bu olsa olsa insanların yakma tarzında bir işkence ile değil de, başka türlü bir cezayla cezalandırılabilecekleri anlamına gelebilir.

Hz. Muhammet döneminde şiddet
Hz. Muhammet’in İslam’ın mesajını anlatmaya başladığı dönemde şiddete asla başvurmadığını bilinmektedir. Bu dönemde Tanrı’nın asli görüşünü 10 sene boyunca sürdürdüğü, ısrarla şiddete başvurmaktan kaçındığı görülmektedir. Allah İslam dininin barış ortamında yayılmasını istiyordu. Müslümanlar, Mekke’de yaşanılan zorluklar neticesinde önce Habeşistan’a sonra da Medine’ye göç ettiler. Fakat ne zaman ki Müşrikler, Müslümanları kesinlikle yok etme kararı aldılar, o zaman Tanrı asli görüşünden vazgeçti. İlk defa olarak Medine döneminde “Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir.” (Hac 39) diye ayet indi ve şiddete izin verildi. Burada şunu da çok iyi bilmek gerekir ki, Müslümanlarla Müşrikler arasındaki düşmanlığı yaratan Müslümanlar değildi. Müşrikler Müslümanları takip edip Medine’de de rahat bırakmayınca Müslümanların savaşmalarına izin verildi ve Bedir Savaşı gerçekleşti.
Bedir Savaşı’yla artık Tanrı’nın savaşmaya karar verdiğini çok net bir şekilde görüyoruz. Enfal Suresi adeta bu savaşın savaş raporudur. Sureyi dikkatli okuduğumuzda Allah’ın bizzat savaşı murat ettiğini ve stratejisini yapıp uyguladığını görüyoruz. Müslümanlar sadece kervanı vurmak istiyorlardı. Allah buna müsade etmedi, onlarla karşılaşacaksınız ve savaşacaksınız, denildi. Bu savaşın amacı 12 yıl boyunca sürekli savunma pozisyonunda kalmış Müslümanların özgüven ve cesaretlerinin artırılması ve Müşriklerin gözünün korkutulmasıdır. Bu amaçla Tanrı burada bizzat devreye girmiştir. Bu savaş başarısı sonrasında da Müslümanlar Medine’de kendilerini koruyabilir hale gelmişlerdir.

Merhamet değil adalet peygamberi
Merhamet erdemi Kuran’da bir defa geçer. Merhamet ve sevgi İsa Peygamberimizin karakteridir. Hz. Muhammet ise adalet peygamberidir. Kişisel hayatına baktığımızda bunu görmekteyiz. Buna örnek olarak Peygamberimizin Medine Sözleşmesi’nden sonraki tutumunu verebiliriz. Peygamberimiz Medine’ye geldiği zaman oradaki Yahudi kabileleriyle anlaşmalar yapmıştı. Ancak Yahudiler Müşriklerle işbirliği yaparak anlaşmaları bozdular ve ihanet ettiler. Medine Sözleşmesi ciddi bir sözleşmeydi ve Müslümanlar sonuna kadar sözleşmeye sadık kalmışlardı. Sözleşmeyi bozmalarından sonra Peygamberimiz iki kabileyi Medine’den sürdü üçüncüsünü de infaz etti. Çocuklar hariç olmak üzere bazı kaynaklara göre 300 bazı kaynaklara göre 900 kişiyi ortadan kaldırttı. Tarihi kaynaklarda mevcut olan bu vaka bazı son dönem Müslümanları tarafından utanılacak bir şey olarak görülüp yok kabul edilmektedir. Oysa bu olay dönemin koşulları gereği olması gerektiği gibi olmuştur ve Peygamberimizin adalet peygamberi karakteriyle çelişmemektedir.

Antropolojik açıdan Arap kültüründe şiddet
Birçok antropoloğun savunduğuna göre Arapların tabiatında çölün yaratmış olduğu bir huşunet, sertlik bulunmaktadır. Kuran’daki şiddet olayını dürüstçe anlamak istiyorsak Arapların şiddete teşni olma tabiatlarının göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Son derece zor ekonomik koşullar ve çölün yaşam şartları insanların tabiatlarına sirayet etmiştir. Bunun en güzel örneği ticar savaşlarıdır. Cahiliye dönemindeki bu savaşlar neredeyse yılın tamamını kaplıyordu ve yılın 4 ayı haram ay kabul edilip savaşsız geçmesi buna çözüm olarak bulunmuştu. Bu 4 ayı Kuran’da kabul etmiştir ancak Kuran’dan anladığımız kadarıyla Araplar bu 4 aya da riayet etmeyi başaramamışlar ve sürekli değiştirmişlerdir. Arapların bu şiddet halini -Kuran’da da geçiyor diye- İslam dinine bağlamak doğru değildir. Olayı coğrafyasını ve zeminini dikkate alarak değerlendirmek gerekmektedir. Bu zemini hesaba katmadan Peygamberimizi zırhlı peygamber diye eleştiriyorlar ve sanki şiddet dinin bir parçasıymış gibi addediyorlar. Oysa Allah’ın asli görüşünün şiddete baş vurmamak olduğunu Kuran’da çok net bir şekilde görüyoruz ve bu hareketin lideri olarak Hz. Muhammet’in de buna uygun davrandığını rahatça söyleyebiliriz. Ama değil mi ki Arap yarımadasından böyle bir savaş ortamı var bu dolayısıyla bir biçimde Kuran’a da yansımıştır.



Cihad kavramı
Kuran’da cihad ayetleri geçtiğinde ”Fisebilillah” kavramı kullanılır. Fisebilillah uğrunda ölenler şehadet mertebesine ulaşırlar ve cennet nimetiyle ödüllendirilirler. Bu 3 kavram Kuran’da birlikte anılır. Ancak hangi durum fisebilillah kabul edilir ve bu uğurda ölenler şehit olup cennete girerler? Bu kavramlar yoruma açık kavramlardır ve Hz. Muhammet’in ölümünden itibaren istismar edilmişlerdir. Beni Saide’de başlayan ihtilaf zaman içerisinde 2 halifenin öldürülmesi, cennetle müjdelenen sahabenin birbirine düşman olması, Cemel ve Sıffın Savaşları, Hz. Hasan ve Hüseyin’in öldürülmesi, binlerce Müslüman kadına yine Müslümanların tecavüz etmesi ve en sonunda Kabe’nin yerle bir edilmesi. İlk 100 yılda yaşanan bütün bu olaylar bu kavramların istismar edilmesinin sonucudur. Sünnilik yüz yıl süren bu iç savaşı dürüstçe ele alıp faillerini yargılamayı denememiştir. Kimin haklı kimin haksız olduğu araştırılmayıp iç savaşın failleri tespit edilmemiş ve hatta durumun içtihat farkından kaynaklandığı söylenerek üstü örtülmüştür. Kimi alimler suçu Abdullah İbni Sebe adlı bir Yahudi’ye atma yoluna giderken kimi alimler de bunu kadere bağlamıştır. Olayın, Allah’ın takdiri denilerek kadere bağlanması ise en büyük yanlıştır. Allah’ın, dinini barışla zafere ulaştıracağı yerde yüzyıllık savaş çıkararak kendi eliyle batırması gibi bir inanış Allah’a iftira atmaktır.

Arap siyasal aklı: Kabile, ganimet, akide
Muhammet Abid El Cabiri modern dönemde Arap antropolojisi üzerine ciddi analizler yapmış bir bilim adamıdır. Arap Siyasal Aklı ismiyle Türkçeye tercüme edilen kitabında özetle Arapların 3 saikle hareket ettiklerini tespit etmiştir. Cabiri’nin İbni Haldun’a dayandırarak yaptığı analizde ortaya çıkan unsurlar kabile, ganimet ve akidedir. Erken dönemde ortaya çıkan olayları anlamak için Arapların bu 3 özelliğini göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Kabilecilik Arapların sahip olduğu ve Hz. Muhammet’ten sonra tekrardan ortaya çıkan baskın bir özelliktir. Ganimet yapma tutkusu ise çöl şartlarında edindikleri bir diğer önemli unsurdur. Akide ise iman ve ahlak saiki demektir. Örneğin Hz. Ali tam bir akide saikiyle hareket eden bir Arap’tır. Cabiri, Arapların söyledikleri sözleri analiz ederek hangi savaşta ganimet peşinde koştuklarını, hangi savaşta kabilecilik asabiyetiyle hareket ettiklerini ortaya koymuştur. Hz. Ebubekir’in halife seçilmesinden itibarin Kureyş kabile ırkçılığının devrede olduğu görülmektedir. Dolayısıyla erken dönem iç savaşta ciddi bir Arap etkisi olduğu ortadadır. İslam’ın bulunduğu coğrafyadan çıkıp kısa sürede Mağrib’e hatta Endülüs’e ulaşmasında, doğuda bir sürü fetihlerin yapılmasında, kabilecilik ve ganimet tutkusu çok ciddi düzeydedir. İslam tarihi boyunca Arapların bu özellikleri dikkate alınmayıp yapılan fetihler sadece akide özelliğiyle izah edilmiştir. Oysa dürüst bir şekilde değerlendirildiğinde diğer unsurların çok daha baskın olduğu görülecektir.

Fetih ve tebliğ kavramları
Kapı açmak anlamına gelen Fetih kavramı Kuran’da Hudeybiye Barış Antlaşması için kullanılmıştır. Fetih kavramı kullanılarak insanların ülkelerini işgal etmek Kuran’dan çıkarılacak bir anlam değildir, bu Arapların kendilerinin gerçekleştirdiği bir tasarruftur. Erken dönemde Araplar ülkeleri Darülharp ve Darülislam olmak üzere ikiye ayırmışlardır. Darülharp kendisiyle sürekli savaş halinde olunan, işgal edilmeye aday ülke demektir. İslam’ın yayılmasında dinin Müslüman olmayanlara taşınması motifi kadar diğer saiklerin de rol aldığını görebiliriz. Peki, Müslümanlar Hz. Muhammet’in ölümünden sonra bu şekilde davranmayıp, tıpkı İsa Peygamberimiz ve Havarilerin yaptığı gibi şiddete başvurmadan, Kuran’ın muhtevasını bilen insanlar yetiştirip dünyanın değişik yerlerine gönderselerdi ne olurdu? Bunu yapmaya engel neydi? Ahmet Yesevi’nin müritleri Anadolu’ya böyle girmişlerdi. Malezya’ya, Endonezya’ya böyle ulaşılmıştır. Tebliğ barış ortamında yapılacak bir şeydir. Oysa erken dönemden itibaren İslam tarihinde yaşananlar tam tersi bir durum olduğunu göstermektedir.

Ortadoğu’daki iki aşamalı baskı
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’da seküler yapılar kurulmuştur. Ya tek parti, ya askeri ya da kabile diktatörlükleri oluşmuştur. Bu devletler Birinci Dünya Savaşı’nın galiplerinin kontrolünde olan ve yöneticilerinin sürekli olarak galip devletlerle işbirliği halinde olduğu devletlerdir. İsrail’in İngilizler tarafından getirilip Ortadoğu’ya yerleştirilmesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da İsrail’in güvenliğinin Amerika tarafından üstlenilmesi, daha sonra petrolün etkisiyle sanayileşmiş emperyalist ülkelerin Ortadoğu ve İslam ülkeleri üzerinde ciddi bir baskı kurmaya başlaması, bu baskının giderek fiili işgallere dönüşmesiyle birlikte bölgede asimetrik bir savaşın başladığını görüyoruz. İsrail’in işgalinden sonra Filistin Kurtuluş Örgütü, Sovyetler Birliği ve Sosyalist rejimin çökmesinden sonra direnişin Sosyalizm ve Marksizm’den İslam’a transfer edilmesi ve Hamas’ın ortaya çıkması, Afganistan’ın işgal edilmesi ve Afgan direnişinin başlaması, Irak’ın işgali ve El Kaide’nin ortaya çıkması, giderek Batı’nın Kuzey Afrika’daki baskısının da artmasıyla birlikte İslamcıların iktidara gelmelerinin engellenmeleri sonucundan bölgede şöyle bir durum ortaya çıkmıştır. İlk olarak iç rejimlerin totaliter olması ve halkı ciddi düzeyde baskı altında tutmaları, ikinci aşamada Amerika, İngiltere ve Avrupa’nın bölge üzerindeki baskıları terör örgütü denen örgütlerin oluşmasına neden olmuştur. Cezayir’deki iç savaştan Hamas’a, Taliban’dan El Kaide’ye, IŞİD’den Boko Haram’a kadar bütün bu oluşumların sebebi bölgedeki bu iki katlı baskıdır. Bu baskı, bu coğrafyadaki çocukları zıvanadan çıkararak, delirterek adeta birer bombaya dönüştürmüştür. İntihar eylemlerinin altında bölgedeki savaşın, güç dengelerinin asimetrik oluşu yatmaktadır. Baskıyı yapanlar son derece konvansiyonel silahlar kullanıyorlar. Temiz, hijyenik silahlarla, son derece üstün teknolojiyle savaşı sürdürüyorlar. Şiddete maruz kalanların konvansiyonel bir savaş yürütecek güçleri olmadığından ellerinde sadece vücutları kalıyor. Vücutlarını bomba yapıp patlatıyorlar. Sivil insanların içinde vücudunu patlatarak sivil kayıpların ortaya çıkmasına sebebiyet verilmesi barbarlıktır. İslami açıdan asla kabul edilebilir bir durum değildir. Ama burada dürüst olarak şunu görmemiz gerekir ki, bu barbarlığı doğuran küresel barbarlardır.

Fisebilillah, şehadet ve cennet motiflerinin günümüzdeki kullanımı
Günümüzde Ortadoğu’da 50’ye yakın örgüt bulunmaktadır. Bu örgütler kolayca fisebilillah, şehadet ve cennet motiflerini kullanarak kendileriyle özdeşleştirme yapabiliyor ve 1400 yıl önceki şiddeti buraya taşıyabiliyorlar. Bunu yaparken durumu kolayca istismar ederek kendilerini Bedir’deki, Uhud’daki, Hendek’teki durumla aynı durumda görüp Kuran ve hadislerden kendilerine mesnet bulabilmekte ve cihadı yerine getirmeliyiz diyerek şiddete başvurabilmekteler. Şu andaki rejimlerin veya süper güçlerin bu kitleler üzerinde yarattığı baskı ile, Hz. Muhammet’in Medine’de Müşrikler tarafından tazyik altında bulunduğu durum arasındaki benzerlik ve farklılıkların ciddi düzeyde analiz edilmesi ve aynı şekilde şiddete başvurmanın meşruiyeti nedir diye sorgulanması gerekmektedir. Ama bütünüyle bu olayı kopararak bizimle hiç alakası yoktur demek kolaycılıktır.

SÜNNİLİĞİN 7 YANLIŞI-

1. Sünniliğin siyasi bir pratik olarak sorunlu doğuşu
Ana hatlarıyla bakıldığında Kuran’da ortaya konulmuş bir siyasi ufkun olduğu görülmektedir. Bunun en temel ilkesini adalet oluşturmaktadır. Kuran adalete dayalı bir toplumsal yapının kurulmasını hedeflemiştir. “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (Nisa 58) ayetiyle emanetlerin, yani toplumsal sorumluluk gerektiren kamu işlerinin ehil kişileri verilmesi istenmiştir. Ehil kelimesi burada hem dürüstlük hem de uzmanlık anlamında kullanılmıştır. En önemlisi işlerin çözüm sürecinin şura yöntemiyle yürütülmesi tavsiye edilmiştir. Cahiliye döneminde Arapların başvurdukları siyasi bir kurum olan yaşlılar meclisi sistemi Kuran’da biraz daha genişletilerek alınacak kararlarda mümkün olan oranda toplumun tüm kesimlerinin katılımının sağlanması hedeflenmiştir. Bir anlamda demokrasiye benzeyen bir sorun çözme tekniği Kuran’da Müslümanlara tavsiye edilmiştir. Bu temel ilkelerin Hz. Muhammet’in ölümünden sonra ne kadar pratiğe döküldüğüne bakıldığında ciddi bir kırılmanın olduğu görülmektedir. İslam’ın altın çağı denilen 4 halife döneminde dahi bu siyasi ufuktan ciddi bir kayma gerçekleşmiştir. Önceden Mümin kardeşliği üst kimlik haline getirilmişken, kabilecilik ortadan kaldırılmışken Hz. Muhammet’in ölümüyle birlikte Kureyşli kimliği yeniden ön plana getirilmiştir. 4 halifenin kendileri dahil, siyasal iş üstlenecek kişilerin birinci derecede Kureyşliler arasından seçilmesi bunun en önemli göstergesidir. Burada tarihi bir determinizme kayılarak, o dönemde Kureyş’in karizmasının yüksek olduğu, aksi durumda Arapların başka bir güce boyun eğmeyeceği savunulmaktadır. Böylesine kabileciliği mazur gösteren bir savunmaya gidilmesi İslam’ın yeni bir değer getirmiş olmasıyla örtüşmemektedir. O halde neden Allah kabileciliği ortadan kaldırmak için 23 yıl boyunca kavga verdi? Kuran’ın çabasını görmezden gelip hemen tekrar cahiliye dönemine dönülmesini haklı çıkaran bir savunma kabul edilebilir değildir. Beni Saide’de yapılan tartışmalara bakıldığında Ensar’ın da yönetime talip olduğu ve en sonunda hiç olmazsa “Emirler sizden olsun, vezirler bizden olsun.” diyerek bir uzlaşmaya varmak istedikleri görülmektedir. Ancak siyasi erkin kabile karizmasına geri dönmesi İslam’ın ortaya koyduğu siyasi anlayıştan ilk sapmadır. Bir diğer sapma “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir.” hadisinden yola çıkılarak siyaset, saltanat ve daha sonra saltanatın gelişmesiyle siyasi sülalelerin yeryüzünde Allah’ın gölgesi haline getirilmesidir. Oysa Allah’ın yeryüzünde gölgesi olmayı hak eden şey adalet ve hukuktur. Kuran buna ciddiyetle vurgu yapmaktadır. Ancak Hz. Muhammet’in ölümünden sonra Müslümanlar ciddi düzeyde bir hukuk kurumu ortaya çıkarmayı başaramamıştır. Hz. Osman döneminde cesaret alan Ümeyyeoğulları, bir anlamda gasp ederek, karşı devrim yaparak yönetimi kendi tekellerine almışlardır. Muaviye’nin baş kaldırması ve Hz. Ali’yi yenmesiyle birlikte siyasi erk önceden kabilenin tümüne aitken artık alt bir klanına tapulanmıştır. Daha sonra Emeviler ve Abbasiler arasındaki mücadele kabilecilik anlayışının bir sonucudur. Ümeyyeoğuları ve Haşimiler kavgası bu kez imparatorluklar düzeyinde devam etmiştir. Sünniliğin ilk yanlışı siyasal anlamda Kuran’ın ortaya koymuş olduğu hedeflerden uzaklaşma ve siyasal ilkelerden sapmadır.

2. Kuran’ın kadim kabul edilmesi
İkinci hata erken dönemde ortaya atılan Kuran’ın mahluk olup olmadığı tartışmasıydı. Bu tartışma daha geç dönemde entelektüel bir düzeyde politik irade işin içine katılmadan yapılsaydı çok daha farklı olabilirdi. Abbasiler döneminde Mutezile’ye sempati duyan halifeler Kuran’ın mahluk olduğu tezini kabul ettiler ve mahluk değildir diyenlere karşı baskı uyguladılar. Daha sonra Mütevekkil ihtilal yapıp Sünnilik iktidara gelince tam tersi bir mihne olayı yaratıldı. Abbasilerin orta döneminde bütün selatin camilerde bir hutbe okutulmuş ve kim bundan sonra Kuran’ın mahluk olduğunu söylerse kanı helaldir, denilmiştir. Dolayısıyla devletin resmi ideolojisi 850’den itibaren Kuran’ın mahluk olmadığı, kadim olduğu yönündedir. Şu anda Sünniliğin Kuran hakkındaki teorisi de bu görüşe dayanmaktadır. Sünniliğin yapmış olduğu ikinci en büyük hata Kuran’ın kadim olduğu tezinin tarihte Sünni siyasal iktidarlar tarafından kitlelere devletin resmi ideolojisi olarak dayatılmasıdır. Çünkü eğer kitap kadim olursa kelamın içindeki bütün manalar da kadim olmuş oluyor, manalar kadim olunca o manaların delalet ettiği insanlar ve nesneler de kadim olmuş oluyor. Böylece kadimlerin sayısı alabildiğine artıyor ve bunun doğurabileceği bir sürü teolojik problem ortaya çıkıyor.

3. Kaynakların mumyalaştırılması
Sünniliğin üçüncü en büyük hatası fıkıh usulünde kabul edilen kaynaklar ile ilgilidir. Sünni teoloji Şafi’nin Er Risale adlı kitabında ortaya koyduğu Edille-i Erbaa denilen, kitap, sünnet, icma ve kıyastan oluşan 4 kaynak üzerine kuruludur. Kuran, sünnet ve aklın pozisyonunu teolojik olarak temellendirdiği kitabında Şafi’nin ortaya attığı bu fikir Sünniliğin zamanla temel usulü olmuştur. Şafi’nin Arap olması ve Abbasilerden itibaren İslam dünyasındaki hegemonyanın Araplarda oluşuyla birlikte Sünnilik Arap mantığına göre teşekkül eden bu usulle tarihi yolculuğuna devam etmiştir. Şafi bu usulü koyarken kaynakları mutlaklaştırmış, mumyalaştırmış ve kutsallaştırmıştır. Kuran ve sünneti neredeyse Allah kadar sabit, mutlak ve değişmez olarak vaaz etmiştir. “Hakikat Allah’ın ve resulünün söylediğidir, geriye kalan her şey şeytanın vesvesesidir.” diyerek insan aklıyla ortaya konulan her türlü görüşü şeytani olarak yorumlamıştır. Oysa İslam tarihinde kaynaklar konusunda Hz. Ömer, Ebu Hanife, Mutezile gibi alimlerin ortaya koyduğu farklı yorumlar bulunmaktaydı. Örneğin Ebu Hanife bir içtihat yaptığı sırada kendisine getirilen sahih bir hadis için, “Bu Medine’nin o günkü koşullarında Hz. Muhammet’in söylediği bir sözdür, bugünkü koşullarda geçerli değildir.” diyebilmiştir. Hz. Ömer İbn-i Abbas’ı Basra’ya vali gönderirken ona “Gittiğin zaman orada halkı arı vızıltısı gibi Kuran okurken bulacaksın, gidip orada hadis rivayet ederek insanları Kuran’dan uzaklaştırma.” demiştir. Kaldı ki Hz. Ömer, Kuran ayetlerine de son derece dinamik ve illete bağlı olarak bakabilen biridir. Ehl-i Rey (akıl yürütmeye dayalı metodu savunanlar) denilen başlangıçta en az Ehl-i Hadis (hadise dayalı metodu kabul edenler) kadar dine yorum getiren, insan aklını, vicdanını ve cesaretini dini hayatın tanzim edilmesinde işe katan kişiler ve görüşler maalesef 850’den itibaren yavaş yavaş elimine olmuştur. Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadisi bugünkü çağdaş politika deyiminde özgürlük ve güvenlik paradoksu olarak düşünecek olursak ya da bir arabanın sağlıklı gidebilmesi için gerekli olan fren ve gaz sistemi olarak düşünecek olursak, Ehl-i Hadis güvenlik ve fren sistemiyse Ehl-i Rey de özgürlük ve gaz sistemidir. Bunların birlikte gitmesi İslam toplumunu daha iyi bir yere getirebilirdi.

4. Allah, tabiat ve insan tasavvuru
Dördüncü büyük hata Eşari’nin ortaya koyduğu ve Sünniliğe yerleşen Allah, tabiat ve insan tasavvurudur. Daha önce Mutezile’nin geliştirdiği -bazı küçük hatalar içermekle birlikte- hem Allah’ın, hem tabiatın, hem de insanın hakkını bir anlamda kendilerine teslim eden bir görüş vardı. Mutezile’ye göre Tanrı’nın bir yaratımı olarak tabiat kendi içinde bir otonomisi ve nedenselliği olan bir yapıydı. İnsan da Tanrı’nın bir mahlukuydu ama en azıdan cüzzi iradesiyle birlikte Tanrı karşısında özgürce eylemler ortaya koyabiliyordu. Eşari’ye göre ise Tanrı karşısında ne insanın ne de tabiatın zerre kadar kıymeti, gücü ve iradesi yoktu. Eşari Tanrı’nın büyüklüğünü tenzih etme psikolojisiyle ortaya koyarken, Mutezile Tanrı’nın yüceliğini kendi karşısında hem insanın ve tabiatın kendi başına hareket edebildikleri mantığına dayandırıyordu. Mutezili bakışa göre Tanrı büyüktür, çünkü Tanrı dışında Tanrı’nın yarattıkları da büyüktür. Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinde şöyle bir aforizması vardır. “Eğer Tanrılar olsaydı bize yaratacak ne kalırdı.” Eşari mantığa göre Nietzsche haklı olarak Tanrıları inkar ediyor. Ben Mutezili bir mantıkla şöyle diyorum. “Kendisi gibi yaratıcılar yaratan Tanrı’yı teşbih ederim.” Tanrı’nın mükemmelliği kendisi gibi yaratıcılar yaratmasındadır, hiçbir şey yaratamayan ebleh bir varlık yaratmasında değildir. Eşariliğin doğa anlayışına göre doğada hiçbir nedensellik yoktur. İnsan da kendi cüzzi iradesiyle eylem ortaya koymaz. Sünni toplumun kaderciliği büyük ölçüde buradan gelmektedir. Erken dönemde nedenselliğe inandıkları için botanikçi, fizikçi ve astronomlar çıkmıştı. Daha sonra gelişen kadercilik inancı insanlarda merak duygusunun zayıflamasına ve böylece bilimden uzaklaşmalarına neden olmuştur.

5. Tasavvufun doğuşu
Sünniliğin beşinci yanlışı tasavvufun meşrulaştırılması olmuştur. Tasavvufa getirilecek en önemli eleştiri dil ve mantığın devre dışı bırakılarak sezginin, yani ilhamın bilgi kaynağı haline getirilmesi olacaktır. İkinci olarak zühd ve riyazetin salih amel yerine etik değer haline getirilmesidir. Bu da Kurani değildir. Dünya ile mesafeyi artırma, içgüdülerin sökülmesi, “Ölmeden önce ölünüz.” diyerek nefsin öldürülmesi talebi Kuran’ın talebi değildir. Bu, tasavvufla erdem haline getirilmiştir. Selçuklu’nun yükseliş döneminde bu tip öğütler ahilikte olduğu gibi pozitif sonuçlar göstermiştir. Osmanlı’nın ilerleyen dönemlerinde ise tarikatların Osmanlı’nın iktisadi hayatının çöküşünde önemli bir rolü olduğu görülmektedir. Tasavvufun ortaya çıkmasının sorumluluğu kelam ve fıkıhtadır. Düşünce, duygu ve davranış dinin 3 boyutunu oluştururlar. Bunlardan birisi olmazsa olmaz. Erken döneme bakıldığında kelam düşünceye, fıkıh  insanın dış davranışlarına ağırlık vermiştir. Kelam ve fıkıhın duygu boyutunu ihmal etmelerinin sonucunda tasavvuf sorunlu bir şekilde ortaya çıkmıştır. Yani, iki sakat doğum bir tane düşük doğuma sebep olmuştur. Dolayısıyla Sünni düşünce parçalıdır ve eksiktir, bunlardan bir tanesini merkeze almanın bir anlamı yoktur.

6. İman amel ilişkisine bakış
Altıncı hata iman-amel ilişkisi bağlamında ortaya çıkmıştır. Hariciler amelle imanı bütün olarak kabul edip ameli olmayanı kafir sayarak öldürmüşlerdi. Daha sonra Mürcie’nin savunduğu imanla amelin ayrı şeyler olduğu ve imanı olduğu müddetçe kişinin mümin sayılacağı anlayışı doğdu. Mürcie’nin imanla ameli birbirinden ayırması doğruydu ancak onların da hatası imanı sadece tasdik olarak görmeleri, duygu boyutunu dışarıda bırakmaları oldu. Oysa iman sadece tasdikten ibaret değildir, içinde duygusal değerleri de taşır ve bunlar zamanla artar ve eksilirler. Yani iman artan, eksilen bir şeydir. İman ve amel birbirinden ayrı şeyler olmakla birlikte aralarında zorunlu bir bağ vardır, birinin varlığı diğerinin oluşumunu yaratır. İman, itikadımızın içindeki inandığımız şeye karşı beslediğimiz sevgi, saygı, korku, umut gibi duygulardır. İtikadı bir küp olarak düşünürsek iman o küpün içindeki sudur. Küpün içinde ne varsa dışarıya o sızar. İçimizdeki duygusal boyutu görürsek o zaman kendimizi teşhis edebiliriz. Küpümüzün ne kadar dolu olduğunu ölçebiliriz. Sahabe bunu bildiği için zaman zaman birbirlerini iman etmeye davet ederdi.

7. Sünniliğin dinin kendisi olarak kabul edilmesi
Sünniliğin yedinci yanlışı bütün bu hataları göremeyip, bunları bizatihi dinin kendisi saymasıdır. Bunların teori olduğunu ve bunlara farklı tarzda iman edenlerin olabileceğini görememesidir. Oysa bu, bir teori geliştirmektir ya da başka bir teori benimsemektir. Sünniliğin en büyük cehaleti teori olduğunun bilincine varmayıp kendinin dinin kendisi sanmasıdır. Bu sadece Sünnilere, Müslümanlara ya da Türklere has bir durum değildir. Hangi dinde ya da düşüncede olursa olsun bütün dogmatiklerin kaderi budur. Kuran’ın mesajına karşın Müşrikler, “Biz atalarımızı bir gelenek üzere bulduk ve onların yolunda giden doğru kişileriz.” demişlerdi. Şu anda Sünni mantığı da tıpkı 1400 sene önceki bu mantıkla aynıdır. Bu görüş Kuran’a göre doğru değildir. Bir insan kitlesinin bir görüş üzere icma etmiş olması onun mutlak doğru olduğu anlamına gelmez. Bunun için Kuran diyor ki, “Akıllarını kullanmayanların üzerine Allah pislik yağdırır.” (Yunus 100) Nasıl itikad edilmesi gerektiğini de açık bir şekilde ifade ediyor. Hakkında bilgin olmayan bir şeyin peşinden gitme, gidersen aklın, kulağın, gözlerin ahirette bundan sorumlu tutulacaktır. Çünkü bile bile bilgi aktarımını iptal ettin, kendini aptallaştırdın. Dogmatikler içinde olan insanlar tarih tarafından aptallaştırılmış olan insanlardır.


BİTTİ