24 Kasım 2016 Perşembe

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDA (AMGT) GEÇEN YILLARIM (II)




-Anlaşılan o ki, etin helalliğinden ziyade, ekonomisi önemliydi-


Avusturya’dayım

Asım Bey uzun boylu, kızıl sakallı ve oldukça babayiğit bir adam, güven veren bir duruşu var. Çok nazik, gurur ve kibirden uzak, tam hizmet adamı. Boşnak’mış. ‘Bavullarınızı alayım hocam…’ Alışmadığım bir şey bavullarımı başkasına taşıtmak, hele kendimden yaşlı birisine… ‘Hayır olmaz! dedim. Dedim demesine de sadece demiş oldum. Asım Bey çoktan bavulları bagaja koydu bile.  Eski püskü bir araba. Avrupa’da yaşayacaksın böyle bir arabaya bineceksin... Fakirlikten midir yoksa dünya malına değer vermemekten midir? Bekleyip göreceğim…

Bir süre otobanda gittikten sonra köy yoluna saptık. Asım Bey oldukça hızlı şoför. Altındaki arabaya baktığı yok, yükleniyor gaza. Kıvrıla kıvrıla gidiyoruz yılan gibi köy yollarından. Tek şerit gidiş tek şerit geliş, yollar oldukça düzgün, çukurlar falan yok, yağ gibi kayıp gidiyoruz. Başta gerildim ama bir süre sonra gerginliğim geçti, alıştım bu tarz araba kullanan birisiyle yolculuk yapmaya, bıraktım kendimi Asım Bey’in yönetimine  

Hoş sohbet birisi Asım Bey. Sorularını nezaket çerçevesinde soruyor. Soruların maksatlı sorulduğunu anlamak için uzman olmak gerekmiyor. Belli ki beni yakından tanımak istiyor. Denizliliyim, Dokuz Eylül Üniversitesi İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü mezunuyum. Öğretmenlikten istifa ederek buraya geldim. Anladım ki bu açıklama yeterli olmadı, detay isteniyor. İmam Hatip Lisesi’ndeki faaliyetlerimden bahsettim. Milli Türk Talebe Birliği’nde(MTTB) geçen yıllarımı anlattım, MTTB’nin Denizli şubesinde başkan olduğumun özellikle altını çizdim. 1980 Darbesi’ne nasıl geldi Türkiye onu anlattım. Darbelerin Türkiye’yi getirdiği yerden söz ettim. Daha sonra kurulan Denizli Akıncılar Derneği’ndeki faaliyetlerimden bahsetmeden olmazdı. İlgi ile dinliyordu, zaman zaman sözlerimi kesse de daha ziyade dinlemeyi tercih etti. Aldığı cevaplardan memnun olmuştu. O gece Asım Bey’in evinde misafir oldum.

Ertesi gün kahvaltıdan hemen sonra yola koyulduk, hedef Viyana. Önce AMGT Avusturya Bölgesi yönetim kurulu üyeleriyle tanıştım. Berlin’e gidebilmem için Avusturya’da oturumumun ve işimin olması gerekiyormuş. Din hizmetlerinde çalışacağıma göre Avusturya Diyanet işleri Başkanlığı tarafından tayinimin yapılması mecburiyeti varmış. Bunun için de sınavdan geçmem gerekiyormuş. Tanışma faslından sonra Avusturya Diyanet İşleri Başkanı Abdurrahim Zai’nin makamına gittik. Afganistanlıymış. “İki dirhem bir çekirdek” derler ya, işte bu deyim sanki Abdurrahim Zai için söylenmiş. Oldukça şık giyimli bir adam, uzun boylu, vücut ölçüleri kusursuz. Ancak bir kusuru var çok konuşuyor, ama boş konuşuyor. O makamın adamı olmadığı her halinden belli.

Beni mülakata tâbi tuttu. Kur’an’dan bir bölüm okudum ve arkasından küçük bir konuşma yaptım, Kur’an okumam ve hitabetim test edildi böylece. Asım Bey sonuçtan oldukça memnun görünüyordu. Tirol Eyaleti’nin başkenti İnnsbruck şehrindeki Sultan Ahmet Camii’ne tayinim yapıldı. Dağların eteğinde bir şehirmiş. Aynı zamanda kayak merkeziymiş. Şehri Tuna Nehri ikiye ayırıyormuş. Asım Bey öyle dedi.
Benim görev yerim Berlin İslami İlimler Okulu. Mehmet Ali Cengizgil Hoca davet etmişti Berlin’e. Asım Bey de bu durumu biliyordu. Berlin’e gidiş ‘Uzun bir prosedür’ den sonra  ancak mümkün olacak senin anlayacağın.’ dedi Asım Bey. Bundan dolayı süreç devam ederken bir yerde görev yapman daha uygun olacaktır. Teşekkür edip ayrıldık Abdurrahim Zai’nin huzurundan.

Günlerden Cuma. Asım Bey, ‘Cuma namazını sen kıldıracaksın.’ dedi. Viyana Ayasofya Camii’nde ilk Cuma namazı. Daha akşam gelmişim Avusturya’ya, yol yorgunluğum var, cemaati tanımam etmem, hazırlığım yok. Hayır demek de olmaz, ‘Tamam.’ dedim. Tamam dedim de ne anlatacağım cemaate.  Bir imtihan da Asım Bey ve ekibi tarafından yapılacaktı anlaşılan. Bir nevi görücüye çıkmak da diyebiliriz buna. Cemaat kalabalık, cami tıklım tıklım dolu. Biraz heyecanlandım. Cübbe ve sarık verdiler, giydim ve çıktım kürsüye. Konum Milli Görüş ve Milli Görüşçü olmak. “Niçin Milli Görüşçü olmak lazım geliyordu, Milli Görüşçü olup da ne olacaktı?” Heyecanlı bir konuşma oldu. Pür dikkat dinledi cemaat. Konuşma esnasında başlarıyla onaylayanlar bile vardı. Namazda Hüseynî makamı tercih ettim ve dua…
Namazdan sonra cemaat hoş geldiniz diyebilmek için sıraya girdi. “Hoş geldiniz, nerelisiniz, hangi camide görev yapacaksınız…?” sorgulama faslı başladı, uzunca bir fasıldı bu. Birkaç da hemşerim vardı, oldukça mutlu görünüyorlardı.

Cemaatin teveccühü Asım Bey’i oldukça memnun etmişti. Kanı ısınmıştı bana. Konuşmalarından, tavırlarından anlaşılıyordu. Görev yerim olan Tirol’a hemen gitmem gerekmiyordu. Cami yetkilileriyle gerekli görüşmeyi yapacaktı. Avusturya’daki diğer teşkilatları birlikte dolaşmalıydık. Bölge toplantısı da vardı önümüzdeki günlerde. Toplantıdan sonra Tirol/İnnsbruck’ tan gelenlerle görev mahallime gidebilirdim. Eğer istersem Avusturya’da da kalabilirdim. Tayinimi Viyana’ya aldırabilirdi. Bölgede çalışmanın avantajları daha fazlaydı. Avusturya’da kaldığım bu süreç içinde düşünmek için çok zamanım olacaktı. Kararını vermişti Asım Bey. Hoşuma gitmedi değil bu teklif. Hayırlısı bakalım…

Cemiyetleri dolaşıyoruz

Başladık tek tek cemiyetleri dolaşmaya. Birbirine yakın cami yok Avusturya’da. Mesafeler fazla. Günde en fazla iki cami gezebiliyorduk. Camiler çok küçük, cami demek için şahit lazım. Bodrum katında olan cami olduğu gibi, birinci ikinci katlarda olan camiler var. Fabrika kalıntısından camiye çevrilmiş müstakil camiler de var. Hepsi kiralık. Camilerin içinde çay ocağı var, bakkal dükkânı var, et bile satıyorlar. Alışmadığım bir manzara. İmkânsızlıklar imkâna çevrilmiş. Camiler ibadet ihtiyacını karşıladığı gibi aynı zamanda alışveriş merkezri. Camiler birbirine mesafeli ama ulaşım kolay. Altınızdaki arabanız da sağlamsa hiç sorun yok. Asım Bey’in arabasıyla bile bu camiler dolaşılabiliyorsa sorun kendiliğinden rafa kalkıyor zaten. Türklerin oturdukları evler de küçük küçük. Misafir ağırlamak şöyle dursun, aileler kendileri evde rahat değiller. Hele Viyana’daki evler oturulacak gibi değil. Hayal kırıklığı başladı bende. O hayalimdeki Avrupa’yı arıyordu gözlerim...

Ancak doğal güzelliği açısından harika bir ülke Avusturya. Her taraf bembeyaz, gelinlik giymiş kız gibi. Avusturya’da kış çetin geçermiş. Evden işe işten eve gidiyor insanlar, bir de camiye. Hareket kabiliyetleri oldukça sınırlı. Necmettin Kaya, Hüseyin İpek, Ekrem Kaya, Dursun Ali Ayyıldız, Şükrü Kaya, Halil Karlık Avusturya’da görev yapan hocalardanmış. Asım Bey söyledi.  Bunlardan bir kısmı benim üniversiteden arkadaşım. İki seneden beri Avusturya’dalarmış. Bu isimleri duyunca sevindim. Belki karşılaşır hasret gideririz diye düşündüm. Asım Bey’le gezip dolaşıyorum ama, aynı zamanda tanıdık bir sima da arıyorum. Birkaç hafta oldu geleli Avusturya’ya, geldiğim günden beri dolaşıyorum. Dolaşıyorum dolaşmasına da, memleket özlemi, aile özlemi çoktan başladı bile.

Arkadaşlarla zaman zaman bir araya geldiğimiz oldu. Avusturya’dan şikâyetçiydiler, maaşlar azmış, şartlar zormuş, cemaat ise oldukça azmış. Almanya’ya geçmek istiyorlar. Ben onlara göre şanslıydım, daha Türkiye’den gelirken yerim belliydi.

Aylar sonra Berlin’e geldiğimde çok kısa sürede  AMGT Berlin Bölgesi Teşkilatlanma ve Eğitim Başkanlığı’na getirildim. O sıralarda hoca sıkıntısı had safhadaydı. Almanya, Türkiye’den getirilen hocalara oturum vermiyordu. Muzaffer Şahin’le birlikte yaptığımız çalışmalarla, oradaki arkadaşlarımdan Necmettin Kaya, Hüseyin İpek, Ekrem Kaya ve Şükrü Kaya’yı Berlin’e getirdik.
Hele Necmettin Kaya (Hidayet Kaya) ve hanımını Berlin’e getirirken Çekoslovakya’da çektiğimiz sıkıntılar anlatmakla bitecek cinsten değildir. O zaman doğu bloku içindeydi Çekoslovakya. Yazımın ilerleyen bölümlerinde yeri geldikçe o sıkıntıları anlatacağım.

Bölge toplantısı

Herzogenburg’ta bölge toplantısındayız. Cami derneklerinin yönetim kurulları ve hoca efendiler katılmıştı toplantıya. İrşad başkanı Mustafa Arslan, oturumu açtı. Ramazan ayı yaklaştığı için gündem maddeleri “Zekât, Fitre ve Hilâl” meselesinden ibaret. Konuşulacak olanlar konuşuldu. Hilâl konusu hararetli hararetli tartışıldı. Hilâl’e göre oruç tutmak ve bayram yapmak isteyenler olduğu gibi, böyle bir uygulamanın bazı cemiyetlerde sıkıntılar doğurabileceğini söyleyenler de vardı. 

Milli Görüş’ün ilk Almanya kafilesi

Ben konuşulanları sonuna kadar dinledim, gerekli notlarımı aldım. Böyle bir toplantıya ilk defa katılıyordum, ancak konuya yabancı değildim. Toplantının sonunda Asım Bey beni tanıttı ve konu ile ilgili görüşlerimi almak istediğini söyledi. Başımdan geçen bir olayı anlatarak söze başladım: “1978 yılında A.M.G.T’nin ilk ramazan kafilesiyle Almanya’ya  gelmiştim. Kafile başkanımız Mehmet Ali Cengizgil Hoca efendiydi. Karayoluyla gelmiştik Münih’e, kafilede  45 kişiydik. Bulgaristan, Yugoslavya, Avusturya ve Almanya. Dağıtım Rüştü Banaz tarafından Münih’te Freimann Camii’nde yapıldı. Witten’e tayin edildim. Dortmund’un yanında bir kasabaymış. Beni götürmek için gelenler bekliyorlarmış. Üç kişiler. Yolda anlattılar; Cami yeni açılmış, ben ilk hocasıymışım. Her görüşten insan varmış cemaat içinde. İnsanları ürkütmemek gerekiyormuş. Konuşmalarımda dikkatli olmam lazımmış. Uzun uzun sohbet ettik Wittenlilerle. Hepsi iyi niyetli insanlar. Dinlerini öğrenmek istiyorlar, bunun için de ceplerinden para harcıyorlar. Tebrik ettim onları ve endişelenmemeleri gerektiğini söyledim.
Witten’e geldik dediler. Küçük bir kasaba. Caminin içinde küçük bir oda hazırlamışlar benim için. Bir ay süreyle orada kalacağım. Söylenildiği gibi, cemaat değişik dünya görüşüne sahip olan insanlardan oluşuyor. Rıza Karatoprak ve Eşref Altınok’u, Abdullah Bayram’ı, Rüştü Kılıç ve kardeşi Ziya Kılıç’ı, pehlivan abimizi orada tanıdım. Güzel insanlardı onlar. Ramazan ayı program açısından oldukça yoğun geçti, gündüzleri çocukları ve yaşlıları okutuyordum, akşamları da vaaz ve teravih namazı. Bazen de sahura kadar sohbet ettiğimiz oluyordu.

Bir gün Genel Merkez’den haber geldi. Kamen’de Süleymancıların hocalarıyla, Milli Görüş’ün hocaları açık oturum yapacaklarmış. Konu: “Vaktin girmediği yerde yatsı namazı kılınır mı kılınmaz mı?” Süleymancılar adına toplantıya katılacak olan Hüseyin Kumaş gelmemiş. Yerine vekil tayin etmiş.  Vekil olarak gelen hocayı, Milli Görüş Teşkilatları Genel başkan yardımcısı Hasan Damar muhatap kabul etmedi. Aldı mikrofonu eline, esti, gürledi. Hakaretler yağdırdı Hüseyin Kumaş’a. Korkaklar falan…

Süleymancı cemaati de tabiatıyla yapılan hakaretleri kaldıramadı. Onlar da başladılar Hasan Damar’a hakaret etmeye. Cemaat birbirine girdi. Sandalyeler havada uçuşuyordu. Salonun camları kırıldı. Sanki meydan muharebesi, ortalık toz duman. Hemen sahneye fırladım ve mikrofonu kaptım. Salondaki kaosu yatıştırmak için Kur’an okumaya başladım. Kimse tınlamadı, kavgaya devam edildi. Ben de Kur’an okumaya devam ettim. Birdenbire üzerime birisi atladı ve onunla birlikte yere yığıldık, korktum, çok korktum, ne olup bittiğini anlayamadım, kalkmak istedim kalkamadım. Meğer Pehlivan amcaymış üzerime atlayan. Birisi beni bıçaklamak istemiş, Pehlivan amca onu görmüş, üzerime atlaması ondanmış. Siper olmuş bana. Ben alttayım, tanımadığım birileri kolumdan tuttu ve beni oradan uzaklaştırdı. Pehlivan amca kaldı orada, bıçak darbesiyle yaralanmış, hemen hastaneye kaldırmışlar. Birkaç gün hastanede kaldı. Kimin bıçakladığı belli olmadı. O vefakârlığı hiç unutamam.
Bu arada Hasan Damar arabasına atlamış ve oradan kaçmış. Ortalığı karıştırmak için birilerinden emir mi almıştı, yoksa olacak olanlardan korktuğu için mi kaçmıştı? Onu öğrenemedik. Ancak bir lider cemaatini orada bırakarak kaçmamalıydı… ve devam ettim Witten hatıralarımı anlatmaya:

Hilâl

Günler günleri kovaladı derken bayram geldi çattı. Milli Görüş’e mensup olan kişiler her fırsatta hilâl konusunu gündeme getiriyorlardı. Teravih namazından sonra bazen sahura kadar hilâli tartışıyorduk. O kadar önemli bir hale getiriliyordu ki hilâl, oruç ve orucun sağladığı faydalar, çocukların eğitimi gibi konular sohbet konusu bile edilmiyordu. İftar sofralarında devamlı hilâl muhabbeti. Bayrama iki gün kaldı takvim hesabıyla. Kantinde sohbet ediyoruz, konu yine hilâl. Bayram namazını ne zaman kılacağız…?
Cemaatten birisi “Hocam, telefonda Hasan Damar var, seninle görüşmek istiyor” dedi. Aldım ahizeyi elime ‘Buyurun efendim ben Rüştü Kam, caminin hocasıyım.’ Selam sabah bile etmeden;
-‘Hoca, hilâl göründü yarın bayram namazını kıldıracaksın!.’ Diye kaba bir şekilde emirler yağdırmaya başladı.
-‘Efendim cemaat bu konuda hazır değil. Biz namazı bir gün te’hir edelim ve ertesi gün kılalım, cemaatin de isteği bu yöndedir.’, dedim. Kendisini tanımam etmem. Sadece duyarım ismini.
-‘Ulan çorbacı! (Bu kelimeyi hocaları aşağılamak için devamlı kullanırmış) Ben Hasan Damar, sana ne diyorsam onu yapacaksın, itiraz istemem. Kıldıracaksın diyorsam kıldıracaksın! ‘
-O zaman gel sen kıldır, ben kıldırmıyorum!’, dedim ve telefonu kapattım. Bu kavga cemaatin önünde cereyan etti. Benim Hasan Damar’la konuşacaklarıma şahit olmak için cemaat etrafımı sarmıştı. Teravih namazı sohbetinde bana yapılan bu saygısızlığı işledim. Ve ‘Ben yarın bu camide bayram namazı kıldırmayacağım, kılmak isteyenler varsa başka camilere gitsinler.’ dedim.
Ve takvimdeki bildirilen tarihi esas alarak ertesi gün kıldırdım Bayram namazını. Cemaatin çok az bir kısmı bayram namazı kılmak için Dortmund’a gittiler. Diğerleri bana tabi oldular.

Bayramdan sonra değerlendirme toplantısı yapmak için bizleri Köln’e çağırdılar. Yönetimden iki kişi ile birlikte gittik. Bütün hocalar oradaydı. Genel başkan Dr. Zeynel Abidin (Mekânı cennet olsun) bir konuşma yaptı. Hocalardan memnuniyetini dile getirdi. Bereketli bir Ramazan ayı geçirildiğinin altını çizdi. Görev layıkıyla yerine getirilmişti. Çok nazik bir adam, kelimeleri seçerek konuşuyor ve oldukça saygılı, tam bir beyefendi…

Daha sonra Hasan Damar kürsüye geldi. Başını yukarı kaldırdı, ağzını kocaman açarak başladı bağıra bağıra konuşmaya; hocalara nasihat etti(!), cihattan, davadan ve dava adamlığından bahsetti, sonra da Türkiye’ye döndüğümüzde neleri nasıl yapacağımızı anlattı bize. Fevkalade kaba ve itici bir konuşmaydı. Kendini beğenmişin biriydi adam. Sonrasında her hoca kısa kısa bir ayın değerlendirmesini yaptı.
Ben Rüştü kam, görev yerim Witten deyince kıyametler koptu, başladı Hasan Damar tekrar bağırmaya: “Sen benim emrimi yerine getirmedin, saygısızlık yaptın, komutanı dinlemedin, biz harp ediyoruz, sen daha ne yaptığının farkında değilsin…” Hakaret derecesine varan çirkin sözler sarf etti ve benim alacağım paranın kesilmesi için benimle gelenlere emir buyurdu. Ben de; ‘Ben buraya para için gelmedim, o parayı sen al, sana daha çok lazımdır!’ dedim.’ ve salonu terk ettim. Demek ki hocaların içinde sadece ben denileni yapmamışım.
Arkadaşlarım da beni takip ettiler ve olup bitenleri konuşa konuşa Witten’e geldik. Bir gün sonra Dr. Zeynel Abidin telefonla beni aradı, olanlardan çok rahatsız olduğunu söyledi ve özür diledi. Yapılanların yanlış olduğunu anlatarak gönlümü almaya çalıştı. O gerçekten büyük bir insandı. (ben şahitlik ediyorum ki; Allah ondan razıdır)

Bütün bu olaylara şahit olan Witten cemaati Hasan Damar’ın buyruğuna itibar ve vermeleri gerekenden paradan daha fazlasını el çantama koymuşlar. Çantamı uçakta açınca oldukça duygulanmıştım.”

Başımdan geçen bu olayı anlattım, sekiz sene sonra Avusturya’da ki Milli Görüş Bölge toplantısında yöneticilere ve hocalar. Sonra da, takvime göre oruca başlamanın ve takvime göre bayram namazı kılmanın daha uygun olacağını söyledim. ‘Ramazan ayında kaşıkla toplanılan cemaati, bayramdan sonra kepçe kepçe dağıtmayalım.’ dedim. En azından Türkiye’den gelen Müslümanlar arasında birlik ve beraberliğin sağlanması için bu şekildeki uygulamanın daha doğru olacağını söyledim. ‘Farz olan, bir ay boyunca oruç tutmaktır. Oruca başlama ve bitiş zamanı bir şekilde tespit edilir ve süreç başlar. Oruç tamamdır. Orucun başlangıcının ve sonunun tespitini yapmak ve bayram namazı kılmak sünnettir. Kavga etmek, kalp kırmak ise haramdır, sünnet bir ibadeti yerine getireceğiz diye haram işlemenin anlamı yoktur…’  gibi açıklamalarda bulundum.  Tezimi destekleyen örnekler de verdim. Uzunca bir konuşma oldu. Destekçilerim de vardı karşı çıkanlar da.

Bölge İrşad başkanı Mustafa Arslan hiç haz etmedi benim konuşmamdan, sesini yükseltti ve daha dün geldiğimden bahisle T.C.’nin yörüngesinden çıkamadığımı söyledi. Genel Merkez’den talimatı almıştı, uygulatacaktı. Öyle de oldu. Toplantının sonunda başkanlara ve hocalara, Hasan Damar gibi emir buyurdu: “Hilâli esas alarak oruç tutulacaktır o kadar, bu Genel Merkez’in emridir.” Vesselam…
Witten macerasından sonra, o güne kadar aradan sekiz sene geçmişti ve hilâl konusu hâlâ halledilememişti. Anladığım kadarıyla bu tartışmalar dini olmaktan çok, siyasi idi. Farklılık yaratmak. Farklı olmak…

Helal et

Asım Bey konuşmamı çok beğenmiş, tebrik etti. Ancak yapabileceği fazla bir şeyin olmadığını da söyledi. “Bir teşkilata bağlıysak onun kurallarına uymamız gerekir” dedi. Haklıydı.
Ertesi gün hayvan kesmeye giderken sohbet konumuz hilâl idi. Orucu takvime göre mi tutacağız, yoksa hilâli gözleyerek mi? Yirminci asırda Müslümanların uğraştığı konular bunlar… Varın gerisini siz anlayın.

Daracık yollar, inişli-çıkışlı, dere-tepe düz gidiyoruz. Manzara oldukça güzel, sadece seyretmek bile dinlendiriyor insanı. Yokuş tırmanıyoruz, ama hep tırmanıyoruz, sonunda dağın zirvesine ulaştık. Zirvede küçücük bir mezbaha var. Asım Bey önce danayı seçti ve sonra da kesti, parçaladı ve mavi poşetlere doldurdu, üzerlerine cemiyetlerin ismini yazdı ve arabaya yükledi. Hepsini tek başına kendisi yaptı. Bölge başkanı değil de hizmetkâr sanki…

Geri dönüş yolculuğu başladı. Çıkış kadar iniş de keyifliydi. Ancak Asım Bey’in hızı kesilmişti, arabanın yüklü olması bu konuda etken olmalı. Etin cemiyetlere dağıtımını da kendisi yaptı. Sıkıntılı ve sağlıksız bir iş yapıyordu. Onaylamam mümkün değildi.

Sordum O’na-
“Neden bu sıkıntıyı çekiyorsun başkanım, hem yaptığın bu iş hijyenik değil?”
-“Cemaate helal et yedirmek istiyorum” dedi.
-“Eti haram kılan nedir?” dedim,
-“Besmele ile kesilmemesidir.” dedi.
Hilâl bitirdik ve bu sefer de helal et konusunu konuşmaya başladık. Yol boyunca, etin helal olması için besmele ile kesilme şartının olmadığını,  Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etinin murdar olduğunu anlattım.  Sorularla araya girerek kafasındaki şüpheleri gidermeye çalışıyordu.  Art niyeti yoktu, öğrenmek istiyordu, değişik bir fikirle karşılaştığı belliydi. Dikkatle dinledi. Eve geldiğimizde de devam ettik helal et konusuna. Gece geç vakte kadar konuştuk. Kur’an ayetlerini gösterdim O’na. Ayet numaralarını özenle yazdı.

Bir zaman sonra Asım Başkan, sadece hocaların katıldığı bir toplantı düzenledi Viyana’da. Konu “Helal et.” Hocalarla tartıştık. Oldukça hararetli bir tartışma oldu. Sadece bir toplantıyla anlayışları değiştirmek ne mümkün. Bana karşı çıkanlar olduğu gibi beni destekleyenler de oldu. Sonunda, eski anlayışın devamına karar verildi. Teşkilat disiplini baskın geldi. Hilâl konusu gibi, et konusunda da anlayış değişmedi. Anlaşılan o ki, etin helalliğinden ziyade, ekonomisi önemliydi. Cemiyetler parayı etten kazanıyorlardı. Her caminin kasasına et parası giriyordu. Bu paradan hocaların maaşı, kira ve diğer giderler ödeniyordu. Bu kaynaktan vazgeçilemezdi…Hilal tartışması da farklılık yaratıyordu…Biz farklıyız ve bizim dediğimiz tek doğrudur…  

Devam edecek

23 Kasım 2016 Çarşamba

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDA(AMGT) GEÇEN YILLARIM (I)



-Gurbet o kadar acı ki ne varsa içimde/ Hepsi bana yabancı, hepsi başka biçimde-

Rüştü Kam
Ha-ber.com

Gurbete Yolculuk

Çiğli Havaalanı’ndayım. İçim sızlıyor. Sevdiklerim arkada kaldı, yalnızım. Eşim ve çocuklarımdan ayrılmak çok zor. Ayağım geriye geriye gidiyor. Üç günlük bu fani dünyada sevdiklerimden ayrı yaşamak da neyin nesidir böyle.  Zülfikar’ım daha 9 yaşında. Hureyre’m ise 4, Gidip gelmemek, gelip de görmemek var. Dilini, dinini bilmediğim kültürüne coğrafyasına yabancı olduğum bir ülkeye gidiyorum. Avusturya’ya.

Pencere kenarında oturuyorum. Uçak pamuk balyaları gibi öbek öbek olmuş o bembeyaz bulutların üzerinden kuşlar gibi süzülüyor, sanki uçak gitmiyor, olduğu yerde duruyor gibi. Her taraf pamuk köpüğü gibi bembeyaz. Hayallere daldım. Çocukluğumu hatırladım birden. Bir dağ köyünde doğmuşum. Çam ağaçlarının hışırtısı, Ağustos böceklerinin cır cır sesleri ninnim oldu. Keçi çobanlığı yaptım. Çocukluğumu yaşayamadım, mutlu geçen bir günüm olmadı, babamın bana oğlum dediğini hiç duymadım. Anamın güler yüzü ve yaslandığım göğsü ısıttı hep beni. Çok ağladım, çok az güldüm.

Ayağımda çarık sırtımda aba, o dağ senin bu dağ benim koştum durdum keçilerin ardından. İlkokul yıllarım arkadaşlarımla buluşabildiğim güzel yıllardı; Ekrem Çetinkaya ile başladım alfabeyi sökmeye. Hiç evlenmemiş, nereli olduğunu da öğrenemedik. Yaz kış köyümüzden ayrılmazdı. Neşeli bir öğretmendi, şişmanca, giyimine dikkat eden birisiydi. Daha sonraki yıllarımda İsmail Devşir öğretmenim oldu. 80 kişi bir sınıfta okuyorduk. Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar bütün sınıflar aynı odada ders yapıyorduk. Kışın o kocaman sınıf bir tek odun sobasıyla ısınıyordu. Tenekeden yapılmış bir soba… Teneffüslerde herkes sobanın etrafına toparlanırdı ısınmak için…

Tedrisat tam gündü. Öğle yemeğini okulda yerdik. Eve gidip gelmek mümkün değildi. En az 30 dakika gidiş 30 dakika geliş. Daha uzak yerlerden gelenler de vardı. Annem çantama bir şeyler koyardı. Okulda süt tozundan yapılmış süt de veriyorlardı. O bir bardak süt, içimizi ısıtıyordu. Sonradan öğrendiğime göre Marshall yardımı olarak geliyormuş bu süt tozları Türkiye’ye. Amerikan yardımıymış... Yemekten sonra voleybol oynardık. Bazıları futbol bazıları da yakar top. Kızlar da sobe.

Bir de baktım ki beş yıl geçivermiş.  İlkokuldan sonra Kur’an okumak için Suçatı Köyü’ne götürdü babam. Böylece gurbete ilk adımımı atmış oldum. Ömer Arısoy Hoca’nın talebesiydim. İşinin ehli ve fedakâr bir hocaydı. Üzerimde emeği çoktur. Aslında evden uzaklaştığıma çok sevinmiştim. Fatma teyzemin yanında kalacaktım. Ancak anamın hasretine nasıl dayanacaktım, burnumda tütüyordu. Yaya yürüyüşüyle 4 saatlik bir mesafe var aramızda. Geceleri anamın kucağında uyumaya alıştığım için, ilk günlerim çok zor geçti. Sesimi kimse duymasın diye yatağa girince gizli gizli ağlıyordum. Yine de teyzem anlıyordu ağladığımı, teselli ediyordu beni, bazen kucağına alıp okşuyordu. Canım teyzem…

2 senem geçti Suçatı Köyü’nde. Üçüncü sene babam beni Çameli’de başka bir Kur’an Kursu’na verdi. İhtisaslaşmak için gittim oraya. Arapça öğrenecek ve hafızlık yapacaktım. Artık eve hafta sonlarında bile gidemiyordum. Eve ulaşmak için yaklaşık 6 saat yürümem gerekiyordu. Zaman zaman köylerin içinden de geçiyordum ama beni korkutan o geçit vermez dağlardı. Karda kışta tek başıma aşamazdım dağları, bu mümkün değildi. Rahmetli ağabeyim ortaokulda okuyordu ve beraberce aynı evde kalıyorduk, yalnızlık çekmiyordum. Sütkardeşim Saliha ve Mehmet Genç de bizimle beraber kalıyorlardı, Ölüce Durmuş’unun evinde. Karı koca onlar da bizi evlatları gibi severlerdi.

Ben zaman zaman Merkez Camii’nde müezzinlik yapıyordum. Cemaat beni çok severdi. İnsanlar tarafından sevilmek, takdir edilmek ne kadar da güzel bir duyguymuş meğer. Mutluydum. Müftü Mustafa Aksoy’un dikkatini de çekmeyi başarmışım bu arada. Bir Cuma günü beni aldı Müftülüğe götürdü, çay içirdi, hal hatır sordu, ailemi, maddi durumumuzu, babamın ne iş yaptığını, kaç kardeş olduğumuzu tek tek sordu bana. Sorularını cevaplandırdım. Sohbetin sonunda babamla görüşmek istediğini söyledi. İlçede her hafta Cuma günü Pazar kuruluyordu ve babam ihtiyaç görmek için bu pazara geliyordu. Hemen sonraki pazar babama müftünün kendisiyle görüşmek istediğini söyledim. Önce biraz tedirgin oldu ve sonra gidelim bakalım ne istermiş Müftü Efendi öğrenelim dedi. Döndüğünde sevinçli miydi yoksa tedirgin miydi tam olarak anlayamadım.
Denizli’ye İmam hatip Lisesi açılmış,  Müftü babama orada okumamı önermiş. Babam önce itiraz etmiş, Ben Denizli’de çocuk okutamam, imkânım yok.’ demiş. Sonunda ikna olmuş.
Kurs hocası, Hasan Çiftçi’ye  durumu anlatmış, iznini istemiş. Ancak Hasan Çiftçi’yi  ikna etmek mümkün olmadığı gibi, kovmaktan beter etmiş babamı. Çünkü onlar Süleymancı tarikatına mensuplarmış ve İmam Hatip’e karşıymışlar. Babam da daha fazla ısrarcı olamamış. Hasan hocayla aralarında geçen konuşmayı Müftü Mustafa Aksoy’a olduğu gibi anlatmış. Ve babam köye döndü.

Müftü Mustafa Aksoy bir gün kursa geldi ve bana yarın Denizli’ye gideceğiz, kimseye söylemeden erkenden müftülüğe gel dedi. Geldiğimde babam da oradaydı. Otobüse bindik ve doğru Denizli’ye. İmam Hatip Lisesi’ne kaydım yaptırıldı. Babam hep düşünceli düşünceli duruyordu. Sevinememişti bu olup bitenlere sanki. Ben nedenini anlayamıyordum, soramıyordum da.
Biraz şehirde dolaştıktan sonra Çameli’ye döndük. Artık Kur’an Kursuna uğramadan doğru köye geçtik. Annem ve babamla vedalaştım. Babam Çamelin’e kadar geldi ve beni oradan uğurladı. Denizli’de bir odalı evde Refik Amcamla birlikte kalacaktım. Amcam Sümerbank iplik fabrikasında işçi olarak çalışıyordu. Çocuklarını getirmemişti.

Bir süre sonra 4 kişi bir odada kalmaya başladık, Müzeyyen Teyze’nin evinde. Ben mahalledeki Zeybek Camii’nde müezzinlik yapmaya başladım. Bu sefer de camiyi yaptıran Osman Zeybek’in dikkatini çekmişim. Birkaç ay sonra sabah namazından sonra beni evine kahvaltıya götürdü. Ailesiyle tanıştırdı. Mütedeyyin bir Müslümandı. Allah rahmet eylesin, yattığı yer nur olsun…

Kale Tavas’ın Muslugüme Köyü’nden gelmiş Denizli’ye. O da ailem hakkında bilgi aldı benden. Birkaç ay sonra da caminin müezzinliğine tayin etti beni. 50 lira da maaşa bağladı. 1.5 odalı da bir ev verdi. Odalar iç içeydi. Maddi açıdan rahatlamıştım. Evim de vardı. Tek sıkıntım anamı görememekti.

7 sene göz açıp kapayıncaya kadar geçiverdi ve İmam Hatip Lisesi bitti.  Üniversiteyi okumak için önce Kayseri’ye sonra da İzmir’e gittim. Dört senem de İzmir’de geçti. Mezun oldum. Sonra 6 sene Denizli Lisesi’nde öğretmenlik yaptım. Artık gurbet bitti, bundan sonra çocuklarımla beraber yaşayacağım derken, bir baktım ki tekrar yol göründü ve ben şimdi Avusturya’ya gidiyorum. Oralarda nelerle karşılaşacağım onlar belli değil.

15 yaşından beri gurbette yaşayan ben, bu sefer ilk defa gurbeti kaldıramayacağımdan korkuyorum. Önceleri sadece anamı özlerken, şimdi eşim ve çocuklarım da bu listeye eklendi. Gözyaşlarım dizlerimi dövüyor. “Gurbet o kadar acı ki ne varsa içimde/ Hepsi bana yabancı, hepsi başka biçimde / Ne bir arzum ne emelim, yaralanmış bir elim / Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde” şarkısının nağmelerini mırıldanıyorum...
Uçağın tekerleri piste vurunca uyandım hayalimdeki rüyadan. Avusturya’ya gelmişiz. Elindeki kağıtta Rüştü Kam yazan birisi var. Elimi kaldırdım ve yanına gittim. “Ben Asım Batur. A.M.G.T. Avusturya Bölge Başkanıyım, hoş geldiniz…” Ben Rüştü Kam, Berlin’de  Din Hizmetleri görevi yapmak için çağrıldım, hoş bulduk… Kucaklaştık, tokalaştık ve o albenisi olmayan arabasına binerek evine doğru yola koyulduk…

Devam edecek