23 Nisan 2017 Pazar

İçim Acıyor



Rüştü Kam 22 Nisan 2017

3 hafta içinde sevdiğim insanlardan ikisini kaybettim. Biri canım babam Ahmet Ferit Kam, ikincisi can dostum Ahmet Yumuşak. Ben babamdan 13 yaşında ayrıldım. Tahsil hayatımın başlangıcıdır 13 yaşı. Bugün 65 yaşındayım. Bu yaşıma kadar babamla senede bir kez görüşürdük yaz tatillerinde, o da sadece bir ay. Arada geçen aylarım babasız geçti. Ama varlığını hep hissettim onun. Babam yanımda olmasa da o kendimi güvende hissettiğin bir sığınakmış meğer. 22 Mart sabahı saat 10.05 te kardeşim Sinan „babam kalp krizi geçirmiş ve hastaneye kaldırılmış, gelsen iyi olur“ deyince içime bir acı saplandı. Onu kaybedeceğimizi anlamıştım. Hıçkırıklarımı kimse duymasın diye attım kedimi dernekten dışarıya, hıçkıra hıçkıra ağladım, ağladım ve ağladım, hıçkırıkların o içime saplanan acının biraz da olsa hafiflettiğini hissettim. İnsanların içinde olduğumda ağlayamıyordum, sanki ağlamak ayıpmış gibi geliyordu, kendimi kasıyordum.

Ruhunu teslim etmeden ulaşamadım babama, cenazesinin defnine ancak ulaşabildim. 8 ay önce helalliğini almıştım. „Gurbet o kadar acı ki ne varsa içinde„ diyor ya şair. Evet gurbet çok acıymış, içinde acı varmış, hasretin acısı varmış, kavuşamamanın, kavuşuşsan da helalleşememenin acısı varmış.

Babam Cumhuriyetle aynı yaştaydı(1923). Canım babam nur içinde yatasın. Seni seviyorum babam. Keşke bunu senin yüzüne karşı söyleyebilseydim. Eminim demişimdir ama hiç hatırlamıyorum. Böyle bir anımın olmasını çok isterdim. Onun da bana canım oğlum dediğini hatırlamıyorum,  keşke hatırlayabilseydim. O Anadolu erkeğiydi, sevgisini belli etmezdi,  sert mizaçlı birisiydi, buna rağmen altın gibi bir de yüreği vardı onu biliyorum. İmamlık görevinden emekli olunca köye yerleşti. Bir defasında 2 sene görüşemedik onunla, üçüncü sene gittiğimde bana sarıldı, sarıldı, sarıldı sırtımı okşadı, alnımdan öptü ve arkasını dönüp gitti, biliyorum o ağlıyordu: Çünkü o bir babaydı.

Babam hayatını davasına adayan, davasına pazarlıksız inanmış birisiydi. Türkiye sevdalısıydı o. Mevcut düzenin Türk insanını mutlu etmediğini söylerdi hep. Bir araya geldiğimizde hal hatır sorma faslından hemen sonra sözü sisteme getirirdi, adaletsiz yönetime getirirdi. Bu sistemin değişmesi lazımdır diye başlardı anlatmaya. O adil bir yönetim isterdi, insan haklarına saygılı bir sistemdi istediği onun.

Babam, “Risale-i Nur“ talebesiydi. Hocası Hüsrev Altınbaşak’ın yolundan hiç ayrılmadı. Yazıcı Nurcular derlerdi onlara. “Risale-i Nur Talebesinin en ehemmiyetli vazifesi onu yazmak ve yazdırmaktır ve yayılmasına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran Risale-i Nur Talebesi unvanını alır” derdi. O, bütün külliyatı kendi el yazsıyla yazmış çalışkan bir talebeydi.

Risale-i Nur’u yazmak mânevî bir cihaddı onun için, şehitlik mertebesi kazandıracak bir cihad. „Bu devirde kurtulmak şehit sevabı kazanmakla mümkündür.  Karanlık bir gecede, karanlık bir ormanın içerisinde bir kibrit başı kadar ışık bir insana ne kadar lazımsa, yazarak sarf edilen mürekkepler de Ahirette o nispette yazana fayda verecek.” Derdi.

Hocası Hüsrev Efendi onlara, Risaleleri okuyup yazarak iman hakikatleriyle bilfiil meşgul olmanın mânevî kirlerden arınmaya vesile olacağını söylermiş ve şöyle bir misalle bu tezini açıklarmış:
“Nasıl ki sanayide çalışan bir tamirci çırağı ne kadar istemese de mesaisi müddetinde kirlenmekten kurtulamaz. Ancak akşam eve döndüğünde tulumunu çıkartır, temizlik yapar, kirlerinden arınır. Bunun gibi siz de günahlardan uzak kalacağım deseniz de kalamazsınız. Lâkin akşam evinize geldiğinizde abdest alıp kalemi elinize alır Kur’ân hattıyla Risale-i Nurlar’ı yazarsanız aynen o tamirci çırağı gibi gün boyu kazandığınız mânevî kirlerinizden arınırsınız, tertemiz olursunuz.”

Babam hocası Hüsrev Altınbaşak’ın Fethullah Gülen’e hain dediğini de anlatırdı bize her sohbetinde. Bu sözünü biz daha çocukken söylerdi, 70 li yıllarda. Yaptığı her sohbette de “o haindir” sözünü mutlaka tekrar ederdi. Ve bizlere ondan uzak durmamızı ısrarla tembih ederdi. Biz o zamanlar babama abartıyorsun derdik ve söylediklerine o kadar da itibar etmezdik, bize çok kızardı. Hocası Hüsrev Efendinin Fethullah Gülen hakkında söylediği söz aynen şöyle: "Siz o zatı nurcu zannediyorsunuz. Bu asla doğru değildir. O Risale-i Nurları kullanarak kendine has bir cemaat teşkil etmeye çalışıyor. Bunu anlamıyorlar, fakat bir gün anlayacaklar. O zaman çok geç olacak. O cephemizde Müslümanları ifsada memur bir haindir." Ve sesini yükselterek devam edermiş anlatmaya:
"Evet, o bir haindir. Bizim yazı öğreten dershanelerimizi her öğrendiğinde şikâyet etmiş ve hafta geçmeden o dershanemiz basılmıştır. O devletin memurudur. Fakat hırsı icabı bir gün bu devleti de satmaya kalkacaktır."

Benim babam böyle bir davaya inandı ve ömrünün sonuna kadar davasını savundu. Davasından taviz vermedi, davası için hapislerde yattı, o hapishaneye Medrese-i Yusufiye derdi ve hapis yatmaktan mutlu olurdu, orada, dışarda bulamadığı öğrencileri vardı onun. Babam için ömrünü davasına adadı demek daha doğru olacaktır.

Evet canım babam biz seni toprağa verdik, yeni hayatına dostlarınla birlikte el sallayarak seni uğurladık. Ancak canım babam ben yine gurbete dönüyorum, seneye geldiğimde seni, beni bekliyor olarak bulamayacağım, senin sohbetlerini dinleyemeyeceğim ve şimdiden seni özlemeye başladım, sana hep dua edeceğim, babam sen nur içinde yatasın…

İki hafta sonra da sevgili dostum Ahmet Yumuşak’ın vefat haberiyle sarsıldık. Türk Eğitim Derneği’nin organize ettiği Ege ve Akdeniz “Kültür Gezisi” ndeydik. Bu gezi Ahmet Yumuşak’ın teklifiyle organize edilmişti,  gezinin yapılmasını çok istiyordu.  Geziye iki hafta kala açık kalp ameliyatı olması gerektiği doktoru tarafından kendisine söylenince yıkılmıştı. O eski şen-şakrak Ahmet gitmiş yerine sesiz sakin sorduğun zaman cevap veren bir Ahmet gelmişti. Bir taraftan geziye bizimle gelemeyeceğine, öbür taraftan da ameliyat olacağına üzülüyordu, endişeliydi. Ve onu Berlin’de bırakarak 8 Nisan günü bizler geziye İzmir’den başladık. 15 Nisanda Kemer’de acı haberini aldık Ahmet’in. Otobüsün içi bir anda buz gibi oldu. Evet, Ahmet Yumuşak da yeni ve ebedi yolculuğuna çıkmıştı.

2005 yılında Selahattin Tosunoğlu tanıştırdı bizi onunla. Sonraki yıllarda Türk Eğitim Derneği’nin çatısı altında yıllarca birlikte çalıştık. Türk Eğitim Derneği’nin üçüncü başkanıydı. Ben onun bu süre içinde yüzünü ekşittiğini hiç görmedim, verilen göreve hayır, ben yapamam işim var dediğini de işitmedim. Her zaman şık giyinirdi, siz onu elinde çantasıyla ilk gördüğünüzde üst düzey bir devlet görevlisi sanırdınız. Oldukça da yakışıklıydı. Cuma okumalarını aksatmamak için özel gayret sarf ederdi, eşi Samiye hanımla birlikte gelirlerdi okuma günlerine. Koltuklarının altında Kur’an, tıpkı liseli öğrenciler gibi. İçeri girerler, selamlarını verirlerdi. Esprili bir insandı Ahmet.  Dernek işleri münasebetiyle her gün istisnasız ya ben onu arardım ya da o beni. Mocca Dergisi’nde tercüme işlerini de yapardı. Biz onu çok sevmiştik hem de çok. O vatanına âşık, bayrağına ve Milletine âşık bir insandı, cömertti.
İnanasım gelmiyor öldüğüne, olmaz, olamaz diyorum, bu kadar yakın, bu kadar sevdiğim bir dostu kaybetmek içimi acıtıyor. İsyan değil bu, sevgi. Kaybedilen bir dostun ve bir canın ardından yazmak ne kadar da zormuş meğer. Tanıdığım en iyi iki insan, biri babam, öbürü can dostum, en mütevazı kişi...
İkisi de pozitif enerji dolu, hayata ve insana bakışları gözleri gibi sıcacık ve derin, canlarım benim.
Kelimelerin anlatmakta yetersiz kaldığı bu acıyı yaşamak ne kadar da zormuş meğer. Kalemim daha fazla yazmama isyan ediyor, yüreğim de ise daha fazla yazacak güç yok.

Canım babam 96 yaşında yeni ve ebedi olan bir yaşama adımını attı, hadi diyelim ki ecel onu tam zamanında aldı götürdü; Ahmedim senin 55 yaşında bizi terk edişine ne demeli…, biliyorum ki, bu hafta Cuma günü sen koltuğunun altında Kur’an ile girmeyeceksin, Türk Eğitim Derneğinin kapısından içeri girip de, selâmün aleyküm arkadaşlar demeyeceksin…Biz nasıl katlanacağız senin yoluğuna be Ahmet…

Sevgili dostlar, 3 hafta içinde can dostlarım, sevgililerim yeni bir hayat için bu limandan demir aldı; bu ayrılıklar içimi acıtıyor…