21 Eylül 2017 Perşembe

KERBELA FACİASI...MUHARREM AYI

Kerbela faciasına ağlamak, bir meşrebin veya mezhebin, senenin belirli zamanında merâsim olarak icra ettiği bir aslışkanlıktan ibaret değildir. İnsanın özündeki hakikate reva görülen bu zulme, tüm insanlık âlemi ağlamalıdır. Zira Kerbela, insanlığın ortak bir vâkıasıdır. Hz.Hüseyn’e, onun evlâdına ve ashâbına ağlayıp mâtemlerini tutmak, olmuş bitmiş bir hâdisenin sürekli gündeme getirilmesi de değildir. Hüseyin insanlığın canı ve cânânıdır. Hüseyin ve Hüseynîlerin başına gelenler, kendi mânâsına doğru yolculuk eden herkesin canını yakar, gözünden yaş getirir.
1 Muharrem terkediş günüdür. Sevgilileri, sahip olunan maddi varlıkları terkediş günüdür. Peygamber ve dostlarının dünyalıkları sevgililerini annelerini ve babalarını terkederek Tevhid inancının peşine takılıp, neden ve niçin sorularını sormadan, arkalarına bile bakmadan yeni bir başlangıç için Mekke'den kaçıp gittikleri gündür 1 Muharrem. Herşeye la =hayır , sadece Allah'a evet, ilahlar yoktur, sadece tek bir İlah vardır anlayışının şuurunun kalplere yerleştiği gündür 1 Muharrem. 1 Muharrem kıyamdır, zulme başkaldırıdır. 400 km. çöl sıcağında aç susuz, neler ile karşılaşılacağı bilinmeyen bir yere doğru yol alınan gündür 1 Muharrem. Oralarda nerede kalacağız, yolda ne yiyip ne içeceğiz? gibi soruların sorulmadığı Tevekkülün doruğa ulaştığı gündür 1 Muharrem. Bu gün kutlanmalıdır. Zalimlere başkaldırı günü olarak kutlanmalıdır. Hicret buyruğunun muhatabı olan o mübarek insanlara selam olsun... Haydi biz de bir karar alalım bugün ve bütün ağırlıklarımızı arkada bırakalım ve Tevhide hicret edelim, tıpkı Peygamber ve Sahabelerinin yaptığı gibi. Hicretiniz kutlu olsun.

KURBANLAR NEDEN TÜRKİYE’DE DEĞİLDE AFRİKA ÜLKELERİNDE KESİLİR HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ?

 Bir Kurban Bayramı’nı daha geride bıraktık. Bayram süresince büyüklerimizi ziyaret ettik, bizleri ziyarete gelenler oldu. Telefonlarla e-Maillerle uzaktaki yakınlarımıza ulaşmaya çalıştık. Birbirimize ikramlarda bulunduk, güzel giysilerimizi giyerek bayramın farklı olduğunu çocuklarımıza anlatmaya çalıştık. Camilerimiz doldu taştı, değişik etkinlikler yapıldı, kucaklaştık, hediyeleştik, sevinçlerimizi paylaştık. Almanya’da yaşayan Müslümanlardan bazıları kurbanlarını Berlin’de kestirdiler. Kurban paylarından Alman dostlarımıza da verdik. Değişik etkinlikler düzenleyerek kurban paylarımızdan diğer insanların da istifade etmesini sağladık. Allah kabul etsin. 
 
Kurbanlarını Berlin’in/ Almanya’nın dışında kestirmeyi tercih edenler de oldu. Değişik yardım kuruluşları ve dini cemaatler bu konuda öncülük yaptılar. Allah değişik organizasyonlara kurbanlarını verenlerin kurbanlarını da kabul etsin... Bu organizasyonlar kurbanlarını daha ziyade Afrika ülkelerinde kestiklerini söylediler. Bunu niçin böyle yapıyorsunuz diye sorduğumuzda aldığımız cevap; „ hayatlarında hiç et yemeyen insanlara bir lokma et götürdük” şeklinde oldu. Söylediklerini destekleyici resimler de gösterdiler. Kurban bayramına daha 3 ay varken bazı dini cemaatler camilerinin ilan panolarına Afrikalı insanların bu perişan hallerini gösteren resimlerini astılar. Ajitasyon. 
 
 Kurbanlar neden Almanya’da, Türkiye’de değil de Afrika ülkelerinde kesilir? Bu sene kurban kesme konusunda organize olan dini cemaatlerin ve diğer organizasyonların aldıkları kurban bedeli 20 Euro ile 100 Euro arasında değişti. Kurban kesmek isteyenlere bu fiyatlar cazip geldi, çünkü daha az para ile kurban keserek Cenneti garantilemek karlı bir alış-veriştir diye düşünüldü. Oysa kurban Türkiye’de ve Almanya’da kesilecek olursa 150-200 Euro arası bir para gerekecektir. 20 Euro’ya Cennet’i garantilemek varken 200 Euro vermek karlı bir alış-veriş değildir. Müslümanın böyle düşünmesine sebep olanlar din baronlarıdır. Kürsüdeki hocalardan bazıları da o baronların temsilcileridir. Yapılan işin anlamı din istismarıdır, insanları Allah ile kandırmaktır. İbadetler kişilerin yaşadığı ikamet ettiği yerlerdeki şartlar göz önünde bulundurularak yapılır. Almanya'da bir Müslüman kurban kesecekse buradaki kurbanlıkların fiyatını esas almalıdır. Berlin’de kurbanlık fiyatı 150-200 Euro civarındadır. Kurban kesecek olan kişiden bu para alınmalıdır. Gidilen yerde o miktar kaç kurban ediyorsa o kadar kurban kesilmelidir. Gidilen yerde daha ucuza kurbanlık buluyoruz diye Almanya’daki kurbanlık fiyatının altında para toplamak sahtekarlıktır, din istismarıdır, Allah ile kandırmaktır. 
 
 Dini cemaatler ve yardım kuruluşları, Almanya'da ve Türkiye'de niçin kurban kesmiyorlar? sorusunun cevabını bulmak o kadar da zor değilmiş. Özellikle Türkiye’nin Güneydoğu’su, Doğusu, diğer bazı bölgeleri ve de Mülteciler, o bir lokma ete muhtaçlarken, Türkiye’nin kurban kesmek için tercih edilmeyişi manidardır. Türkiye’de 4 Milyon Mülteci vardır, evleri, işleri, aşları yoktur bunların, vatanları da yoktur. Böyle bir fiili durum varken ortada, kurban kesmek için Afrika’nın seçiliyor oluşu manidar değil midir? Dini cemaatlerden birisi sosyal medyada kendi teşkilatlarında toplanan kurban paraları ile 100’den fazla ülkede 410 gözlemci nezaretinde kurban kesildiğini yazmış. Yaklaşık 30 seneden beri Berlin Mevlâna Camii’nin inşaatı devam ederken bu 18 Milyon Euro’nun neden Almanya'nın dışına çıkarıldığını anlamak zordur. Türkiye'de 4 Milyon Suriyeli Mülteci ve 40 yıldan beri devam eden terör belasından mustarip binlerce insanımız varken, şehit aileleri varken, bu 18 Milyon Türkiye'deki o insanlara niçin gitmiyor, onlara bir lokma et lazım değil mi? Bu soruya yardım kuruluşlarının ve dini cemaatlerin ne cevap vereceklerini merak ediyorum. Afrika’daki insanlar senenin 364 gününde bir lokma et yemeden yaşayabiliyorlarsa, 365. gün onlara bir lokma et yedirmenin mantığı nedir? Bu sorunun cevabını da merak ediyorum. 
 
40 seneden beri Filistin'e, Afganistan'a, Irak'a, Çeçenistan'a bir lokma et yedirmek için gidildiğini biliyoruz, hâlâ da gidiliyor; o bir lokma eti yiyerek o ülkeler bağımsızlıklarını mı kazandılar, işgal edilmekten mi kurtuldular? Aşağılanmaktan mı kurtuldular, dünya çapında ilim adamları yetiştirecek eğitim kurumları mı kurdular? 
 
55 seneden beri içinde yaşadığımız Almanlar bize neden güvenmiyorlar, hiç düşündünüz mü? İşte bu yaptıklarımız yüzünden, güvenilmez insanlar olduğumuz için. Müslümanız deriz; yalan söyleriz, ticaretimiz hilelidir, sözümüzde durmayız, ilişkilerimizde insani duyarlılık yoktur, zina yaparız, içki içeriz, kumar oynarız, oturduğumuz sokaklar pislik içindedir, yüksek sesle konuşarak insanları rahatsız ederiz, insanları yargılarız. Biraz düşünsek, özeleştiri yapsak sanırım sorunlarımız kendiliğinden çözülecektir. 
 
Bu dine yazık oluyor, gerçekten yazık oluyor, gerçek Mü’minlere yazık oluyor, Dünya`ya rezil oluyoruz. “Adil Olun, İyilik Yapın, Yakınlarınıza Verin” Allah ve O’nun Peygamberi sadakalarınızı en yakınınıza verin diye ısrar ederken, yakınları bırakıp uzakları tercih etmek doğ değildir. Bu anlayış Allah ile inatlaşmaktır. 
 
Buyruklar şöyledir: “Ey Muhammed! Sana nereye infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayır olarak verdiğiniz nafaka, ana baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Hayır olarak daha ne yaparsanız herhalde Allah onu bilir.” (Bakara, 215) 
 
“Ya Resul Allah! Kime iyilik ve ihsanda bulunayım?” deyince, Resülullah (asm): “Annene, sonra annene, sonra annene, sonra babana ve sonra da sırasıyla yakınlarına” buyurdu. (Ebu Davud, Nesai, Tirmizi) 
“Selam vermekle de olsa akrabalarınıza iyiliğiniz dokunsun.” (Taberânî, Beyhâkî) 
“Annene, babana, kız ve erkek kardeşlerine iyi muamele et onlardan sonra sırasıyla en yakınlara iyilikte bulun.” (Nesâî, Ahmet bin Hanbel) 
“Sevabını Allah’tan umarak insanın nefsine ve ehline harcadığı şeye karşılık, Allah muhakkak ona mükâfat verir. Önce geçimine baktığın kimseye harcayıp işe başla. Eğer fazla (mal) varsa sırasıyla en yakına ve ondan sonraki yakına ver. Eğer daha (artan mal) olursa, dilediğine ver.” (Edebü’l-Müfred) 

13 Eylül 2017 Çarşamba

KURUMLAŞALIM, SU ÜZERİNE YAZI YAZMAYALIM 2017

Kurban bayramı günlerindeyiz. Müslümanlar ibadet sevinciyle coşuyorlar, seviyorlar ve seviliyorlar, sevinçlerini kurban keserek dostlarıyla, komşularıyla, sevdikleriyle paylaşıyorlar. Hayırlarımızı yaparken, sadakalarımızı verirken, kurbanlarımızı pay ederken önceliği Berlin’e vermemiz gerekir, bu tercih çok önemlidir. 
 
Yüce Allah „Sadakayı önce en yakınındakine vereceksin, sonra deniz dalgası gibi yayılacaksın “der. Ayetin işaret ettiği yöne doğru bakmamız gerekir, bu bakış görev aşkıyla yapılan bir bakış olacaktır. Böyle yapmazsak, Allah Alman komşularınıza niçin yardım elinizi uzatmadınız, niçin onların geleceğine yatırım yapmadınız? Hatta Alman komşunuz Hans’la, Rose ile İslam’ın güzelliklerini niçin paylaşmadınız? diye hesap soracaktır. Berlin’de kurumlaşalım, su üzerine yazı yazmayalım. Sadece Afrika’daki, Ortadoğu’daki, Asya’daki insanlara bir lokma et yedirmek için organize olacağımıza, uğraş vereceğimize; biraz da bulunduğumuz ülkelerdeki çocuklarımıza, insanımıza hizmet etmek için, yardım etmek için „kurbanlarımızı paylaşmak“ için organize olalım. Zekatlarımızla, sadakalarımızla, kurbanlarımızla öncelikle bulunduğumuz bölgelerde aktif hale gelelim. Özel okullar, üniversiteler, hastaneler, kültür merkezleri açalım. Hatta bu kurumlarımıza Afrika ülkelerinden çocuklar getirelim, bu okullarda onları da okutalım, onların bu okullarda okumalarına bu hastanelerde tedavi olmalarına yine sadakalarımızdan pay ayırarak yardımcı olalım. Sonra da onları ülkelerine gönderelim. Böylelikle hem kendi çocuğumuz için hem de o insanların çocukları için daha hayırlı yatırımlar yapmış oluruz. Bu işi önceden yapmış olsaydık; şimdi Berlin’de ve o ülkelerde aktif görev içinde olan, Berlin’in ve o ülkelerin rengini değiştirecek binlerce uzman kendi alanında hizmet ediyor olurdu. Yardımlarımızı yaparken, kurbanlarımızı değerlendirirken biraz da konuya bu tarafından bakmamız gerekir… 
 
55 seneden beri Berlin’de yaşayan Müslümanlar kaç tane milyonluk kurumun altına imza attılar? Kaç tane kültür merkezi açtılar? Kaçtane özel okulları vardır? Cevaplanması gereken sorular bunlardır. Almanlar, Müslümanlarla birlikte yaşamanın avantajlarını görmelidirler. Müslümanların yardımlaşma gayretlerini, fedakârlıklarını görmelidirler. Müslümanın elinden ve dilinden insanlara zarar gelmediğini görmelidirler. Hatta Müslüman eli, ihtiyaç sahibi olan herkese din, dil, ırk ayırımı yapmadan ulaşır anlayışı, Almanlar arasında yaygın hale gelmelidir. Bu anlayış kendiliğinden oluşmaz, gelişmez. Gayret etmek lazımdır, irade ortaya koymak lazımdır, eyleme geçmek lazımdır. Almanlar komşularımız, medya üzerinden kendisine tanıtılan Müslümanla, aralarında yaşayan Müslümanlar arasında bir farkın olduğunu işte o zaman fark edecektir. O zaman yabancılara önyargı ile bakan siyasiler, bürokratlar veya Sarrazin gibi insanlar Müslümanları çıkarları için malzeme olarak kullanamayacaklardır. 
 
 55 yıldan beri aynı coğrafyada yaşayan aynı havayı teneffüs eden, aynı sokakta oturan, aynı okula giden Müslüman, birlikte yaşadığı Almanın, Müslümanlarla ilgili düşünce dünyasını değiştirememişse sorun biraz da Müslümanlarda aranmalıdır. Müslüman, dünyanın neresinde olursa olsun ayağına çivi batan bir insanın acısını içinde hissetmesi gereken kişidir. Müslüman Arakan’daki, Suriye’deki veya dünyanın başka bir yerindeki insanlara yapılan yardıma karşı olamaz, bu mümkün değildir. Müslümanın eli oralara mutlaka uzanmalıdır. Ancak kendi çocuğumuzun elini bırakarak o elleri tutmaya çalışmayalım, tutamayız. Tutsak bile içine düştüğü çukurdan onu çıkaramayız. Her Müslüman öncelikle kendinden, kendi çocuğundan, bölgesinde yaşayan kendi insanından sorumludur. Kendi çocuklarımız bugün kuyudadır. Kendisine uzanacak bir el beklemektedir, hatta babasının- annesinin elini beklemektedir. 
 
Anneler –babalar öncelikle bizi bekleyen o eli tutalım. Her iki eli birden tutabiliyorsak tutalım, o daha anlamlı olacaktır. Biraz düşünelim, öz eleştiri yapalım; yıllardan beri Afrika ülkelerine gönderdiğimiz kurbanlar, sadakalar, zekâtlarlar, bağışlar kontrol dışı olduğu için, darbe olarak, kurşun olarak birgün geri dönebiliyor. 
 
15 Temmuz kalkışmasını ve şehit edilen 250 kişiyi unutmamak gerekir. İslâm hoşgörü dinidir, barış dinidir. Kim İslâm’ın barış mesajına gölge düşürmek isterse bilsin ki o, Müslümanlardan değildir. İslâm öldürmek için değil, yaşatmak için gelmiştir. Bilakis huzuru tesis etmek için gelmiştir. Teröre asla prim vermez. Adı ne olursa olsun, dini ne olursa olsun, kılık kıyafeti nasıl olursa olsun, tüm terör örgütlerini ve o örgütlere yardım ve yataklık edenleri, ister özel, isterse tüzel kişilik olsun hepsini şiddetle lanetliyorum. 
 
Budist rahipler, Arakan’da Müslümanlara karşı yeniden katliam başlattı. Çoluk çocuk demeden, yaşlı-kadın demeden Müslüman olan herkesi acımasızca katlediyorlar. Çocuklar araba lastiklerinin içine konularak diri diri yakılıyorlar, kadınlara tecavüz ediliyor, boğazları kesilerek hunharca katlediliyorlar. Dünya bu katliamı konulu filim gibi seyrediyor. Arakanlı diri diri yakılırken, 10 milyon Suriyeli evlerini yurtlarını ölüm pahasına terkederken, lastik botlarda ölümlerden ölüm beğenirlerken; dünya neden sessiz kalıyor dersiniz? 
Birleşmiş milletler nerededir?
Nerededir dünyanın her bölgesine demokrasi ihraç eden Amerika? 
İslâm ülkeleri nerededir? 
Nerededir her fırsatta demokrasiden insan haklarından bahseden demoktrasi havarisi Batılılar? 
 
Ben bugün, umutsuzluğa varan bezginliğimden utanıyorum. Savaşı, zulmü, haksızlığı engellemek, bir nebze de olsa azaltmak için çırpınmakla geçen bir ömrün sonunda, büyük bir boşluk var, hiçlik var, yenilgi duygusu var içimde. Bu duygu kahrediyor beni. Ve ben bütün bu olup bitenlere rağmen, buruk da olsa bu bayramı dostlarımla birlikte yaşamak için gayret sarfediyorum. 
 Bayramınız mübarek olsun.

3 Eylül 2017 Pazar

ANA- BABA KAVGASINA SON VERİLSİN !

“Eğin dedikleri küçük bir şehir /Ana ben yetimem çekemem kahır/ Yediğim içtiğim ağu ile zehir/ Dön gel ağam dön gel paşam Eğinli misin/ Sılaya dönmeye yeminli misin/ Eğin viran olmuş baykuşlar öter / Diken olan yerde güller mi biter / Benim bu derdime derman mı yeter / Ya ben ağlamayım kimler ağlasın /Şu garip gönlümü kimler eğlesin.” Oğlum Zülfikar’ın CD çalara verdiği komutla Yavuz Bingöl başladı okumaya: “Dön gel ağam dön gel paşam Eğinli misin/ Sılaya dönmeye yeminli misin..” 
 
Buram buram Anadolu kokusu bir anda dolduruverdi arabanın içini. İster istemez burkuldu gönlümüz, gözyaşlarımız çoktan terk etmiş bile göz pınarlarımızı. Ne zaman otoyolda bir türkü dinlesem bir hoş olurum. Sanki sılaya gidiyorum gibi kıpır kıpır olur yüreğim. Sene 12 ay. Bizler 11 ay sıla özlemiyle yanar tutuşuruz, iki kişi bir araya gelince ilk sorulan soru; bu sene izin var mı? olur. Ananı özlersin, babanı özlersin, çocukluk arkadaşlarını özlersin, çocukken top koşturduğun sokakları özlersin… Ama sadece özlersin. Her sene gidemezsin sılaya. İstediğin halde gidemezsin. Ekonomik gücünüz yetmez her sene sılaya gitmeye. Sen de her fırsatta sıla türküleri dinleyerek içindeki sıla ateşini söndürmeye çalışırsın. “Dön gel ağam dön gel paşam Eğinli misin/ Sılaya dönmeye yeminli misin. 
 
Bu bir Erzincan Türküsüdür. Eğin’in ismini değiştirip Kemaliye yapmışlar, yanlış yapmışlar. Türkülere bile konu olan şehrin ismini neden değiştirirler anlamam… Eşim ve oğlum Zülfikar ile birlikteyiz “Eğin” türküsünü dinliyoruz. Türkü bitiyor ve biz CD çaların başka bir türkü çalmasına müsaade etmiyoruz. Uzun süren bir sessizlik hâkim oluyor içeriye. Bir zaman sonra eşim sessizliği bozuyor. Su ister misiniz? Birer şişe su hepimize iyi geldi, açıldık. Oldukça yoğun geçen bir haftayı geride bırakarak çıkmıştık yola. Türkiye özleminin dile geldiği ziyaretler yapmıştık devlet büyüklerimizle Berlin’de. Ziyaret süresince ev sahipleriyle Türkiye ile Türkiye kökenli insanların dertleriyle dertlenmiştik. Ne yapacağız, nasıl yapacağız? sorularının cevabını aramıştık hep birlikte. Önce Büyükelçimiz Sayın Ali Kemal Aydın Bey’e hoş geldin ziyaretinde bulunduk. Türk Eğitim Derneği Yönetim Kurulu Üyelerinden bazı arkadaşlarımızla yaptık bu ziyareti. Sohbete nasıl başlayacağımızı, nereden başlayacağımızı bilemedik. Alacağımız tepkileri hesapladık. Çaylar söylendi, masa zaten önceden donatılmış, çok cömert davranılmış masa hazırlanırken. Tanışma faslı, arada bir laf atmalar derken sohbet ilerledi ve konuşulan kelimeler aynı kaba düşmeye başladı, hep birlikte rahatladık ve yüzlerimiz güldü. 
 
Derdimiz aynı, elimizde avucumuzda ne varsa döktük ortaya. Çözümler üzerinde ayrıştığımız yerler var. Ancak bu ayrışmalar çözüme mani değil, çözüme giden yollar da biliniyor, sadece araç-gereç ve yolluk sıkıntısı var. Baktık ki, biz bu yolu birlikte yürüyebiliriz. Geç kalınmış olması mazeret edilmemeli, kısa sürede yola çıkılırsa aradaki mesafe kapatılabilir dedik. En önemlisi bu büyük yürüyüşe çıkmak için irade ortaya koymak, biz de o iradeyi koyduk ortaya. Büyükelçimizin bizim yaptığımız yol hazırlıklarını yerinde görmek ve incelemek için -vakit bulursa- derneğimize kadar gelmek istemesi konuşulanlara verilen önemi gösteriyordu. Ben ve arkadaşlarım, yol arkadaşımızı sevdik ve aynı yolda dört sene birlikte yürümeye karar verdik. Vatan birdir bölünmez, bayrak kutsaldır çiğnenmez ve çiğnetilmez, geleneklerimizden, örflerimizden, adetlerimizden vazgeçilmez... Sayın Büyükelçimiz Berlin’e hoş geldiniz. Hemen ertesi gün sayın başkonsolosumuz M. Mustafa Çelik Beyefendi’ye de hoş geldin ziyaretinde bulunduk. Aynı duyguları Mustafa Bey’le de paylaştık. Onun derdinin de bizim derdimizle aynı olduğuna şahit olduk. Teşhis tamam, tedavi için neler lazımdır onun derdine düştük: “Dernekler arasında daha sıcak ilişkiler kurulmalıdır, Türkçenin, Türk Kültürü’nün yok olmaması gerekir.” Birlikte yapılabileceğimiz çalışmaların altını özenle çizdi Mustafa Bey. Bizi de sabırla dinledi. “9. Berlin Kurban Bayramı Şenliği ”ne gelmeye çalışacağını, gelemez ise mutlaka temsilen bir arkadaşını görevlendireceğini söylemeyi de ihmal etmedi. Teşekkür ederek ayrıldık mekândan. Mutlu ayrıldık. Başkonsolosumuzu da sevdik. Sayın başkonsolosumuz Berlin’e hoş geldiniz. 
 
Gurbette, sıla üzerine bu kadar yoğun bir programdan hemen sonra yola çıkılırsa ve çıkılan bu yol da sılaya çıkmıyorsa, hüzün çöküyor üstünüze. Otoyol çekilmez oluyor; çünkü sizi sılaya götürmüyor o yol. İçimiz, içilen bir şişe sudan sonra serinledi. Ve bir zaman sonra, Grup Abdal, CD çalarda yerini aldı. “Ervah-ı ezelde levh-i kalemden/Bu benim bahtımı kara yazmışlar/ Bilirim güldürmez devr-i âlemden/ Bir günümü yüz bin zârâ yazmışlar/Dünyayı sevenler veli değildir/ Canı terk edenler deli değildir/ İnsanoğlu gamdan hâli değildir/ Her birini bir efkâra yazmışlar/ Nedir bu sevdanın nihayetinde/ Yâdlar gezer yârin vilayetinde / Herkes diyârında muhabbetinde / Bilmem bizi ne civâra yazmışlar /Olaydım dünyada ikbali yâver/ El etsem sevdiğim acep kim ne der / Bilmem tecelli mi yoksa ki kader / Beni bir vefâsız yâre yazmışlar / Yazanlar Leyla’yı Mecnun kitabın / Sümmani'yi bir kenara yazmışlar.” Grup Abdal devam etti çalıp çığırmaya, müdahil olmadık, bildiği gibi yürüdü kendi yolundan. 
 
Frankfurt’a vardığımızda akrep üçün yelkovan 12’ nin üzerinde duruyordu. Oğlum Hureyre ve kızım Dilruba Frankfurt’ta yaşıyorlar. Etiyopya (Habeşistan) dan geldiler. Onlara hoş geldiniz demek için çıkmıştık yola. Arabanın direksiyonunu bir türlü sılaya döndüremeyişimiz ondandı. Gerçekten hoş gelmişler. Habeşistan’ı anlattılar bize. Habeşistan’daki insanların durumundan, onların acınacak hallerinden bahsettiler. İnsan hakları savunucularının oralara fazla uğramadığından söz ettiler. 1.500 sene evvel Hz. Muhammed’in arkadaşları Mekkeli Müşriklerin zulmünden kaçarak, Habeş Kralı Necaşi’ye sığınmışlardı. Sisteminin adı “…demokratik cumhuriyet” değildi, krallıkla yönetiliyordu ülke, orada insan haklarına sahip çıkan bir kral vardı. Kral Necaşi. Ülkesinin kapılarını sonuna kadar Müslümanlara açan Necaşi. 14 sene kaldı Müslümanlar Habeşistan’da. Mekkeli Müşriklerin zulmünden kaçan sadece onlar değildi. Peygamberleri Hz. Muhammed ve arkadaşları da terk ettiler yurtlarını onlardan sonra. Onlar Medine’ye yerleşmişlerdi. Hudeybiye barışından sonra gerçekleşen Mekke’nin fethi özlemlerin giderilmesine vesile oldu. 14 sene sonra hep birlikte Medine’de buluştular. O acılı günler artık geride kaldı. Aslında onlar orada ev- bark, çoluk- çocuk sahibi olmuşlardı. Ancak bu sahip olunanlar, onların sıla özlemlerini bitirememişti. Bizimki gibi. 
 
Biz Almanyalı Türkiyeliler onlar gibi değildik. Kaçarak gelmedik buralara; kendi devletimiz gönderdi bizleri. Karnımızı doyuramadığı için gönderdi. Alın terimizi Almanya’da döktük, imar ettik Almanya’yı, en ağır işlerde çalıştık, belimiz Almanya’da büküldü; ama karnımız doydu. Karnımız doydu doymasına da yine aç kalırız korkusuyla bir türlü dönemedik Sıla’ya. ‘Yeter artık dönün vatanınıza…’ diye bir davet de almadık devlet yetkililerinden. Aradan geçen 55 yıl sonra geriye dönmemiz daha da imkânsız hale geldi. 
 
Çocuklarımız gözlerini dünyaya Almanya’da açtılar, eğitimlerini burada tamamladılar. Avrupa’nın her bir şehrine kök saldık. İki tane vatanımız oldu. Anavatan ve Babavatan. Şimdilerde Anamız ile babamız kavga ediyorlar, onların bu kavgası bize zarar veriyor. Bizler ne anamızdan ve ne de babamızdan vazgeçebiliriz. Böyle bir tercihe zorlamayın bizleri. Bizlere zarar verecek tartışmalar da yapmayın. Varsa meseleniz oturun bir köşeye sessizce çözün kendi aranızda. Ama lütfen bizleri kavganıza malzeme yapmayın, sizlerin bu kavgası; içimizi acıtıyor! 
 
Sıla özlemi çeken insanların canı her gün biraz daha fazla yanar, içi acır. Sılada işi-işyeri vardır, karnı doymaktadır, yaşam standardını da bir seviyeye çıkarmıştır ama buna rağmen o “Ah vatanım” der. “Dön gel ağam dön gel paşam Eğinli misin/ Sılaya dönmeye yeminli misin…” 
 
 Rüştü Kam

KURUMLAŞALIM, SU ÜZERİNE YAZI YAZMAYALIM

 Kurban bayramı günlerindeyiz. Müslümanlar ibadet sevinciyle coşuyorlar, seviyorlar ve seviliyorlar, sevinçlerini kurban keserek dostlarıyla, komşularıyla, sevdikleriyle paylaşıyorlar. Hayırlarımızı yaparken, sadakalarımızı verirken, kurbanlarımızı pay ederken önceliği Berlin’e vermemiz gerekir, bu tercih çok önemlidir. Yüce Allah „Sadakayı önce en yakınındakine vereceksin, sonra deniz dalgası gibi yayılacaksın “der. Ayetin işaret ettiği yöne doğru bakmamız gerekir, bu bakış görev aşkıyla yapılan bir bakış olacaktır. Böyle yapmazsak, Allah Alman komşularınıza niçin yardım elinizi uzatmadınız, niçin onların geleceğine yatırım yapmadınız? Hatta Alman komşunuz Hans’la, Rose ile İslam’ın güzelliklerini niçin paylaşmadınız? diye hesap soracaktır. Berlin’de kurumlaşalım, su üzerine yazı yazmayalım. 
 
Sadece Afrika’daki, Ortadoğu’daki, Asya’daki insanlara bir lokma et yedirmek için organize olacağımıza, uğraş vereceğimize; biraz da bulunduğumuz ülkelerdeki çocuklarımıza, insanımıza hizmet etmek için, yardım etmek için „kurbanlarımızı paylaşmak“ için organize olalım. Zekatlarımızla, sadakalarımızla, kurbanlarımızla öncelikle bulunduğumuz bölgelerde aktif hale gelelim. Özel okullar, üniversiteler, hastaneler, kültür merkezleri açalım. Hatta bu kurumlarımıza Afrika ülkelerinden çocuklar getirelim, bu okullarda onları da okutalım, onların bu okullarda okumalarına bu hastanelerde tedavi olmalarına yine sadakalarımızdan pay ayırarak yardımcı olalım. Sonra da onları ülkelerine gönderelim. Böylelikle hem kendi çocuğumuz için hem de o insanların çocukları için daha hayırlı yatırımlar yapmış oluruz. Bu işi önceden yapmış olsaydık; şimdi Berlin’de ve o ülkelerde aktif görev içinde olan, Berlin’in ve o ülkelerin rengini değiştirecek binlerce uzman kendi alanında hizmet ediyor olurdu. Yardımlarımızı yaparken, kurbanlarımızı değerlendirirken biraz da konuya bu tarafından bakmamız gerekir… 
 
55 seneden beri Berlin’de yaşayan Müslümanlar kaç tane milyonluk kurumun altına imza attılar? Kaç tane kültür merkezi açtılar? Kaçtane özel okulları vardır? Cevaplanması gereken sorular bunlardır. Almanlar, Müslümanlarla birlikte yaşamanın avantajlarını görmelidirler. Müslümanların yardımlaşma gayretlerini, fedakârlıklarını görmelidirler. Müslümanın elinden ve dilinden insanlara zarar gelmediğini görmelidirler. Hatta Müslüman eli, ihtiyaç sahibi olan herkese din, dil, ırk ayırımı yapmadan ulaşır anlayışı, Almanlar arasında yaygın hale gelmelidir. Bu anlayış kendiliğinden oluşmaz, gelişmez. Gayret etmek lazımdır, irade ortaya koymak lazımdır, eyleme geçmek lazımdır. Almanlar komşularımız, medya üzerinden kendisine tanıtılan Müslümanla, aralarında yaşayan Müslümanlar arasında bir farkın olduğunu işte o zaman fark edecektir. O zaman yabancılara önyargı ile bakan siyasiler, bürokratlar veya Sarrazin gibi insanlar Müslümanları çıkarları için malzeme olarak kullanamayacaklardır. 
 
 55 yıldan beri aynı coğrafyada yaşayan aynı havayı teneffüs eden, aynı sokakta oturan, aynı okula giden Müslüman, birlikte yaşadığı Almanın, Müslümanlarla ilgili düşünce dünyasını değiştirememişse sorun biraz da Müslümanlarda aranmalıdır. Müslüman, dünyanın neresinde olursa olsun ayağına çivi batan bir insanın acısını içinde hissetmesi gereken kişidir. Müslüman Arakan’daki, Suriye’deki veya dünyanın başka bir yerindeki insanlara yapılan yardıma karşı olamaz, bu mümkün değildir. Müslümanın eli oralara mutlaka uzanmalıdır. Ancak kendi çocuğumuzun elini bırakarak o elleri tutmaya çalışmayalım, tutamayız. Tutsak bile içine düştüğü çukurdan onu çıkaramayız. Her Müslüman öncelikle kendinden, kendi çocuğundan, bölgesinde yaşayan kendi insanından sorumludur. Kendi çocuklarımız bugün kuyudadır. Kendisine uzanacak bir el beklemektedir, hatta babasının- annesinin elini beklemektedir. Anneler –babalar öncelikle bizi bekleyen o eli tutalım. Her iki eli birden tutabiliyorsak tutalım, o daha anlamlı olacaktır. 
 
Biraz düşünelim, öz eleştiri yapalım; yıllardan beri Afrika ülkelerine gönderdiğimiz kurbanlar, sadakalar, zekâtlarlar, bağışlar kontrol dışı olduğu için, darbe olarak, kurşun olarak birgün geri dönebiliyor. 15 Temmuz kalkışmasını ve şehit edilen 250 kişiyi unutmamak gerekir. İslâm hoşgörü dinidir, barış dinidir. Kim İslâm’ın barış mesajına gölge düşürmek isterse bilsin ki o, Müslümanlardan değildir. İslâm öldürmek için değil, yaşatmak için gelmiştir. Bilakis huzuru tesis etmek için gelmiştir. Teröre asla prim vermez. Adı ne olursa olsun, dini ne olursa olsun, kılık kıyafeti nasıl olursa olsun, tüm terör örgütlerini ve o örgütlere yardım ve yataklık edenleri, ister özel, isterse tüzel kişilik olsun hepsini şiddetle lanetliyorum. 
 
Budist rahipler, Arakan’da Müslümanlara karşı yeniden katliam başlattı. Çoluk çocuk demeden, yaşlı-kadın demeden Müslüman olan herkesi acımasızca katlediyorlar. Çocuklar araba lastiklerinin içine konularak diri diri yakılıyorlar, kadınlara tecavüz ediliyor, boğazları kesilerek hunharca katlediliyorlar. Dünya bu katliamı konulu filim gibi seyrediyor. Arakanlı diri diri yakılırken, 10 milyon Suriyeli evlerini yurtlarını ölüm pahasına terkederken, lastik botlarda ölümlerden ölüm beğenirlerken; dünya neden sessiz kalıyor dersiniz? Birleşmiş milletler nerededir? Nerededir dünyanın her bölgesine demokrasi ihraç eden Amerika? İslâm ülkeleri nerededir? Nerededir her fırsatta demokrasiden insan haklarından bahseden demoktrasi havarisi Batılılar? 
 
Ben bugün, umutsuzluğa varan bezginliğimden utanıyorum. Savaşı, zulmü, haksızlığı engellemek, bir nebze de olsa azaltmak için çırpınmakla geçen bir ömrün sonunda, büyük bir boşluk var, hiçlik var, yenilgi duygusu var içimde. Bu duygu kahrediyor beni. Ve ben bütün bu olup bitenlere rağmen, buruk da olsa bu bayramı dostlarımla birlikte yaşamak için gayret sarfediyorum. Bayramınız mübarek olsun. Rüştü Kam