31 Ocak 2018 Çarşamba

Türk'ün Evladı Unutma!



1925 yılında doğdu Aliya… Genç yaşında önderlere yaraşır çilelerle başladı hayatı. 24 yaşında medrese-i yusufiyye ile tanıştı. “İslamcılık” suçlamasıyla tam 5 sene hüküm giydi. Hz. Yusuf gibi zindanda yeşerdi. Mısır’a sultan olabilmek için kuyu ve zindan imtihanına uğrayan Hz.Yusuf misali, Bosna’ya zindandan bir lider yetişti.
İki mahkumiyet arasında iki üniversite okudu Aliya. Hem hukuk, hem ziraat fakültelerini bitirdi. Bir dava yüklenmek bedel ister, kaldı ki yüklendiğiniz eşi, benzeri, şeriki olmayan tek ilâh, tek Rabb’ın davası ise bu bedel ağır olduğu kadar da lezzetlidir. Bunların bilincinde olarak çıkmıştı yola Aliya. Genç yaşta mahkum edilmek korkutmadı gözünü, ceza aldığı adı birilerine göre “İslamcılık” olan hakikat davasından vazgeçmedi. 1970 yılında yayınlanan “İslam Manifestosu” adlı eseriyle davasının ardında duruşunu tescilletti. Elbette bu kitap ona tekrar soruşturmaların yolunu açıyordu, bir de bunun üstüne “Mladi Müslümani”(Genç Müslümanlar) adlı örgütü tekrar diriltme suçlaması eklenince, bilge krala yine mahkumiyet göründü. 1980 yılında “Doğu ve Batı Arasında İslâm” adlı kitabını piyasaya sunarken, 1990 yılında davasındaki sebatını, kararlılığını göstermek istercesine ve düşmanlarıyla dalga geçercesine “İslâm Manifestosu”nu tekrar bastırdı.

1990 yılında “Demokratik Hareket Partisi – Stranka Demokratske Akcije” SDA’yı kurdular. Oybirliği ile ilk başkanı seçilen Aliya, ölünceye dek genel başkan olarak kaldı.

Bilge Kral Aliya İzzet Begoviç, Balkan tarihinin son zamanlarına iz bırakmış büyük bir şahsiyet, unutulmaz bir liderdir.  Bilge Kral’dan Türklere mektup var. Okuyalım:

“Merhaba Efendim,
Ben Aliya.
Aliya izzetbegoviç.
Bosna-Hersek'in cumhurbaşkanıyım.
Sizi Devlet-i Aliyye'nin en güzel şehirlerinden birinden, Bosna Sarayı'ndan, sizin daha sık kullandığınız haliyle Saraybosna'dan selamlıyorum.
Bu kısacık sohbetimizde, parçası olduğumuz Avrupa'dan, Avrupa'nın ve Batı'nın aslında ne olduğuna dair bazı tecrübelerimden bahsetmek istiyorum.
Belki bilirsiniz, benim dedem Devlet-i Aliyye'nin ordusunda askerlik yapmıştı, Üsküdar'da. Orada tanıştığı bir Türk kızıyla, ninem Sıdıka ile evlenmiş. Babam Mustafa Bey, bu evlilikten doğmuş. Biz ailece 1927'ye kadar Bosanski Samac şehrinde yaşadık. Bu şehir Sultan Abdülaziz zamanında Müslümanlara tahsis edilmiş, Semendire'den gelen Boşnaklar tarafından kurulmuş. Ben iki yaşındayken Saraybosna'ya taşınmışız. Çocukluğum ve öğrenciliğim Saraybosna'da geçti. Bu dönemde Yugoslavya'da Kara Corceviç hanedanı hüküm sürüyordu. Bu hanedan, 19.yüzyılda Devlet-i Aliyye'ye isyan eden Sırp Kara Corceviç'in kurduğu hanedandı.

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Corceviçier planlı bir şekilde Müslüman halkı yok etmeye yönelik politikalar uyguladı. Yapılan toprak reformuyla bize ait 10 milyon dönüm toprağa el koydular. Birçok zengin aile, bir gecede her şeylerini kaybetti, Müslümanlar varlıklı uyandıkları günün akşamina fakir bir halk olarak girdi.
Bosna'da üç halk yaşıyordu: Müslümanlar, Sırplar, Hırvatlar. Aslında onlar bizi Müslüman diye ayırmıyorlardı, bize Türk diyorlardı. Sırpların gözünde 1389 Kosova Savaşı'nda burayı fetheden Türkler bizdik yani Boşnaklar. (Siz de sorguladınız mı bilmiyorum ama ben 28 Haziran 1389 ile 28 Haziran 1914 arasında küçük de olsa kurnaz bir bağ olduğunu düşünmüşümdür. Hatırlarsınız, 28 Haziran 1914 günü, Saraybosna'da bir Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip'in ateşlediği kurşun, Birinci Dünya Savaşı'nı başlatmıştı. Bu savaşın en önemli amacı ise Devlet-i Aliyye'yi çökertmek ve sömürgecilere karşı direnen son kaleyi tarumar etmekti. Bunu başardılar da.)

Boşnaklara sorarsınız, tarihi hafızamızda üç tarihin çok önemli olduğunu söylerler. Birisi bu 1918. ikincisi Devlet-i Aliyye'nin Bosna topraklarından çekilmeye başladığı, Avusturya-Macaristan'ın yavaş yavaş hüküm sürdüğü 1878. Son olarak da artık Türk hâkimiyetinin tamamen son bulduğu ve Sultan Abdülhamid'in resimlerinin duvarlardan indirilip Avusturya-Macaristan imparatorunun resimlerinin asıldığı 1908. Babam o günleri gözü dolarak anlatırdı hep. Çünkü 1908'den sonra biz Boşnaklar çok büyük sıkıntılar yaşadık.

İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Sırplar ve Hırvatlar, ülkemizi ikiye ayırmaya karar verdiler. Hangi şehirde kimin daha fazla nüfusu varsa, o şehir o devletin olacaktı. Sırp ise Sırbistan'ın, Hırvat ise Hırvatistan'ın… Türklerin yoğun olduğu bölgelerde Türkler hiç hesaba katılmadan sayım yapılacak-tı. Tuhaf olan ise Bosna'da en fazla nüfusa sahip milletin Türkler olmasıydı. Ikinci ayrışmayı Soğuk Savaş'ın sona er-mesi ve Yugoslavya'nın dağılmasıyla yaşadık. Bu yüzyılın bizce en hazin, en zalim, en yoksul vakitleri, 1992 ile 1995 arasına âdeta sıkıştırılmış o felaket günlerdi. Hele insan onurunun tamamen ortadan kalktığı, vicdanın yok olduğu, insanlığın, evet insanlığın kaybolduğu Temmuz 1995…

Efendim,
Boşnak kime deniliyor? Sırplara ve onları himaye eden Avrupalılara sorarsanız, Avrupa'ya İslam'i yaymaya çalışan Türklere deniyor. Peki, Türklere sorsanız nasıl bir cevap alacaksınız? Çoğu, Boşnaklara Müslüman olmuş Slav bir ırk diye tanımlıyor. Benim için ırk zaten önemli değil. Hele 1992-1995 arasında yaşadıklarımızdan sonra Boşnak isminin anlamı çok değişti. Ben size Boşnak'ı “Kültürünü, dinini, kimliğini sömürmeye çalışan güçlere karşı canı pahasına direnen millet” diye tanımlasam ne dersiniz, bilmiyorum. Benim gözümde, Türkiye'den bize destek olmak için gelen savaşçı la da Boşnak'tır. Bosna ismini duyduğu an, kalbinin bir köşesinde küçük bir sızı hisseden başka milletlerin insanları da…
Dedelerimizin seksen yıl önce Çanakkale'de ve Yemen'de korumaya çalıştıkları şey neyse bizim Saraybosna'da ayakta tutmaya çalıştığımız şey oydu. Dünyayı sömürgeleştirmek isteyen, bunun için bazen dini, bazen dili bazen ırkı, bazen mezhebi kullanan işgalcilere karşı  insanlığı, kardeşliği bir arada yaşama idealini korumak için direndik. Bu idealin adı Bosna'ydı. Boğazı sıkıldı, kurşuna dizildi, aç bırakıldı, tecavüz edildi, yalnızlaştırıldı ve ölüme terk edildi.

o günü hiç unutmuyorum:
Yugoslavya'nın artık dağılacağı belli olmuştu. Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlıklarını ilan ettiler, Avrupalı devletler onları hemen tanıdıklarını açıkladılar. Biz, Boşnakların, Hırvatların ve Sırpların birlikte barışla yaşayacakları bir devleti savunuyorduk. Ama Sırplar bizim gibi düşünmüyorlardı. Yugoslavya'nın hiç parçalanmadan, tamamıyla Sırp hâkimiyeti altında Büyük Sırbistan adıyla devam etmesini planladılar. Kimliğimizi yok edeceklerdi, bizi insan olarak bile görmeyeceklerdi. Yugoslavya ordusunun bütün silahlarına, Yugoslavya istihbaratının bütün araçlarına el koydular. Bosna-Hersek olarak bağımsizlığımızı ilan etmeye kalktığımızda Avrupa bizden referandum istedi. Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatların katıldığı referandumda % 64,4 bağımsızlık yönünde oy kullanıldı. Biz haklıydık ama o gün Sırp askerleri topraklarımızı, devletimizi işgal etmeye başladı.

Silahımız yoktu. Tankımız, roketatarlarımız, uçaklarımız, bombalama da… Hepsine onlar el koymuştu. Birleşmiş Milletler'e başvurduk. Avrupa'dan ve Amerika'dan adaleti, hakkı, hukuku, yıllardır savundukları demokrasiyi, hürriyet hakkını, kendi koydukları ve var olduğunu savundukları ilkelere sahip çıkmalarını talep ettik. Yardım dilenmedik, para ve silah da… Sadece ama sadece silahsız ve korunmasa halkı koruyacak bazı tedbirler talep ettik. Çünkü Birleşmiş Milletler bunun için kurulmuştu; barışı, demokrasiyi korumak, soykırımlara engel olmak. Toplandılar, bir karar açıkladılar. “Savaşın üstüne savaş eklemek istemiyoruz.” dediler. Silah satışına ambargo koydular.

Bu ne demekti? Bütün Sırplar silahlıydı ama artık ambargo sebebiyle, direnmeye başlayan Boşnaklara silah satışı yasaklanmıştı. Avrupa ve Amerika, Müslümanları, Türkleri yani sizin deyişinizle biz Boşnaklara elimiz kolumuz bağlı hâlde düşmanımızın önüne sürdü.
1200 gün boyunca gece ve gündüz cehennemi yaşadık.
1200 gün boyunca Avrupa'dan, Amerika'dan sesimizi duymalarını bekledik.
Her gün bizi kandırdılar, her gün bizi aldattılar.

Çare bulmak ümidiyle gittiğimiz her toplantının aslında düşmanımıza daha fazla zemin hazırlama çalışması olduğunu fark edince Avrupa'nın ne demek olduğunu anlamıştım
Onlar için biz yoktuk. Avrupa'nın ortasında bir halk, sadece Müslüman olduğu için, hakkını-hukukunu demokrasiyle aradığı için katillerin önüne elleri bağlı halde terk edildi. Ben hatkımı bir savaşın yaklaştığına dair ikaz ettim ama itiraf etmeliyim ki bir savaşın içinde olduğumuzu söylerken bile 20. yüzyılda bir millete soykırım uygulanacağını, hele bunun Avrupa'nın gözünün önünde ve hemen yanında, onların göz yummasıyla yaşanacağını hiç ama hiç düşünmemiştim. (Soykırım elbette soykırımdır. Mesela neredeyse aynı tarihlerde Afrika'da yaşanan ve bir milyon kişinin ölümüyle sonuçlanan Ruanda Soykırımı için Fransa Devlet Başkanı François Mitterand'ın “Oralarda yaşanan şeylerin ciddiye alınmasını gerekli görmüyorum.” dediğini duymuştum. Orası Afrika'ydr Yıllarca Fransızlar ve Ingilizlerin sömürdükleri topraklar. Ben de Fransızların, Ingilizlerin oralara bu kadar umursamaz baktıklarını biliyordum. Biz Avrupa'da olduğumuz için en azından bir sorumluluk hissedeceklerini düşündüm. Yanılmışım.)

Peki, neler oldu Bosna'da?
Bosna, dört bir tarafından Sırp askerleri tarafından kuşatıldı. Boşnaklar, tarihte eşine az rastlanır bir direniş sergilediler. Kendi tüfeğimizi yapmaya çalıştık, kendi silahlarımızı üretmeye uğraştık. Şofbenden bombalar, soba borularından roketatarlar yaptık. Ama hiç tankımız olmadı mesela. Savaşı yaşamayan kişiye onu anlatmak çok zordur. Anlayamazsınız. Dört tarafı dağlarla çevrili bir şehre, her taraftan ateş edildiğini düşünün. Hareket eden her şeyi vurma emri veren bir zihniyet düşünün. Çocuk, kadın, bebek, yaşlı ayırmayan bir yöntem düşünün. Ağır silahlardan 700 bin merminin yağdığı bir şehrin ne hale gelebileceğini hayal etmeye çalışın. Milyonlarca boş kovan… Elinizdeki insani malzemenin tükendiğini… Şehirde gıda bitti, temiz su şebekeleri yok edildi. Elektriğimiz ve gazımız yoktu. Odun ve kömürümüz de… Şehre giriş ve çıkış da yapılamıyordu. Bir kuşatmaydı bu. Çocuklarımız, bebeklerimiz, yaşlıları açlıktan, bakımsızlıktan öldüler. Birleşmiş Milletler, yardım gönderiyoruz diye bize otuz yıl öncesine ait konserveleri, pirinç paketlerini gönderdiler. Bu konserveleri sokağa koyduğumuzda, kapağını henüz açmadan köpekler bile onların kokusunu alıp hemen kaçıyorlardı.

Savaşı yöneten bir lider olarak aldığım en acı haberler, kadınlarımıza ve kızlarımıza yönelik tecavüzlerdi. Maalesef Bosna'nın her tarafından, Mostar'dan, Srebrenitsa'dan bu tür haberler alıyorduk. Bu, Sırp askerlere verilmiş kati bir emirdi. Sırp entelektüellerin teorisini yazdığı etnik temizliğin bir parçası olarak Sırp yöneticiler tarafından kurgulanmış iğrenç bir plandı. Bir gün Brçko'da üç bin kardeşimizin boğazlanıp nehre atıldığını öğrendik, başka bir gün toplu soykırım Kosaraz'da devam etti, peşinden Prijedor'da… Ve sonra bütün Bosna'da…
Biz Sırplara düşman değildik. Onların yöneticilerinin bize ve ortak yaşama idealine karşı çıkmalarına direniyorduk. Yani Sırp devletinin takip ettiği işgal politikasına… Ama düşmanımız yani Sırplar, doğrudan bizim milletimize düşmandı. Savaşta bile olsak, inançlı birer Müslüman olarak Kitab ne emrediyorsa ona göre davranmak zorundaydık. Öyle de davrandık. Bunu, insanlık ve İslamlık onuruyla ve gururla söyleyebilirim. Sırplar, şehitlerimizi gömdüğümüz mezarlarımıza bile tahammül edemediler, hepsini tarumar ettiler. Sadece mezarlarımızı değil, tarih? eserlerimizi de… Yüzyılların kıymeti Mostar'daki köprümüz, Saraybosna'daki NAHIT Kütüphanemiz ki bu kütüphane Avrupa mimari tarzına göre inşa edilmişti. Yıktılar, yaktılar. Yıkılan 1300 camimizi saymaya gerek var mı bilmiyorum.

200 bin insanımızın öldüğünü, binlerce kadınımıza ve çocuğumuza tecavüz edildiğini, insanlarımızın açlıktan kırıldığını ve yüz binlerce vatandaşımızın yurtlarından kaçmak zorunda kaldığını gördükleri halde Fransa, İngiltere, Rusya gibi büyük devletler ne yaptı dersiniz? Onlardan sadece Saraybosna'ya uygulanan ambargoyu kaldırmalarını istediğimiz zaman, Güvenlik Konseyi toplandı ve talebimiz işte bu modern ve demokrat devletler (!) tarafından reddedildi. Ben hem onların, hem Sırpların bana karşı işlediği suçları affedebilirim, askerlerime karşı işledikleri suçları da… Ama söyleyin, hangi sabır, hangi vicdan, hangi inanç onların kadınlarımıza ve kızlarımıza yaptıklarını affettirebilir? Asla affetmeyeceğim.
Bütün bu anlattıklarımdan sonra Batı'nın ve Avrupa'nın Bosna'da yaşanan soykırıma müdahale etmediğini söylemiyorum. yanlış anlaşılmasın. Onlar, bu soykırıma doğrudan ve ‘ok etkili bir şekilde müdahale ettiler: Sırplara yapabilecekleri her türlü yardımı perde arkasında yaptılar, Boşnakları elleri kolları bağlı bıraktılar ve sonunda zeminini hazırladıkları Müslüman kıyımını oturdukları yerden seyrettiler.

Saraybosna'yı, Mostar'ı gezerken göreceksiniz ki bizim şehirlerimizde park yoktur. Bütün parklarımız şehitlerimizin istirahatgâhı. Boşnakların en mahir olduğu işlerden biri de mezar taşıdır. Bu sözün ne anlama geldiğini şehirlerimizin dört bir köşesinde karşınıza çıkacak şehitliklerimizde göreceksiniz. Dünya Bosna'yı o mucizeyi ve onurlu direnişiyle hatırlasın istesem de bizim yüreğimizde sakladığımız ama yine de yüzümüze yansıyan şey “acı"dır. Lütfen bu söz sebebiyle bize acımanız gerektiğini düşünmeyin hatta sakın bize acımayın. Çünkü bahsettiğim bu acı ancak bir Boşnak'ın anlayabileceği ve hakkıyla yaşayabileceği bir histir. Biz acınacak bir millet değiliz aksine bastığımız her adımda gururla yürüyoruz.
Size Bosna hakkında anlatmak istediğim son şey çoğunuzun üstünkörü bildiği, bazı detaylarına vakıf olmadığı Srebrenitsa Olayı hakkında… Bir insanın hayatında karşılaşabileceği en aşağılayıcı, en zalim, en adi günlerin yaşandığı katliam… inanın, o gün Srebrenitsa'da bulunan binlerce Boşnak kardeşimize Allah'ın Kitab'da bize anlattığı cehennemi tarif etseniz, onlar o cehenneme sığınmak için ne yapmaları gerekiyorsa mutlaka yaparlardı. Ama buna bile fırsatları olmadı.

Srebrenitsa, Sırbistan sınırına yakın olan bir şehrimizdi. Birleşmiş Milletler savaş devam ederken burayı Güvenli Bölge ilan etti ve Hollandalı bir asker? birliği şehrin beş kilometre yakınına, Potocari'deki kampa yerleştirdi. Şimdi dinleyeceklerinizi lütfen yüzlerce yıl önce yaşanıp bitmiş bir hadise olarak dinlemeyin. Henüz yirmi yıl önce yaşanmış ve etkileri hâlâ devam eden çok taze bir dramdır bu.

Güvenli Bölge ilan edilen bir yerde "Avrupa'nın ilkeleri” gereği insanlar silahsızlandırılır. Boşnak kardeşlerimiz de Avrupa'ya güvenerek ve artık NATO, BM gibi kurumların ko-ruması altına girdiklerini düşünerek silahlarını teslim ettiler. Fakat 1995'in Temmuz'unda Sırplar, Radko Mladiç komutasında Srebrenitsa'yı abluka altına aldılar. Dağlardan sivil insanlara tanklarla, toplarla saldırmaya başladılar. Çevre kasaba ve köylerdeki vatandaşlarımız, büyük bir korkuyla güvenli yer bildikleri Srebrenitsa'ya sığındı. Şehrin nüfusu bir anda katbekat arttı. Artık bırakın evleri, sokaklarda bile yatacak yer, yiyecek gıda kalmamıştı. Mladiç, bir insanın asla yapamayacağı bir planla silahsız ve korunmasız bu insanların üzerine ateş kustu. Binlerce Boşnak, canını kurtarmak üzere Potocari'deki BM kampına sığındı. Şehir boşaltılmış, yirmi bine yakın masum sivil halk, kampın etrafına kaçmıştı. Gücü yetenler ise ormanlara dalıp Tuzla tarafına doğru koşmaya ve kurtulmaya çalıştı.

Mladiç, askerleriyle birlikte Srebrenitsa'ya girdiğinde yakılmış evler, yıkılmış camiler ve okullarla karşılaştı. Sokaklarda tek bir insan bile yoktu. Büyük bir keyifle gezindiği caddelerde “Nihayet Türklerden intikamımızı alıyoruz, artık onları Avrupa'dan tamamen koymanın zamanı geldi.” diye konuşuyor, askerlerini tebrik ediyordu.
Bugün Almanya'ya gitseniz, sokaklarda karşılaştığınız herhangi bir Alman vatandaşının yüzüne baksanız, Yahudi soykırımı sırasında yaşanan insanlık dışı olayları bu insanların yaptığına inanır mısınız? Ben inanamıyorum. Tıpkı sokakta karşılaştığım bir Sırp'ın o gün Srebrenitsa'da yaşananlar’ yapacağına inanamadığım gibi. Fakat yaptılar. Maalesef yaptılar.
Miadiç, askerleriyle Potocari'deki kampa geldi. Kampa sığınan bütün sivillerin kendisine teslim edilmesini istedi. O gün, orada bulunmalarının tek sebebi, silahsız ve korunmasız hâlde kendilerine yalvaran halkı korumak olan birliğin komutanı, hiçbir direnç göstermeden bu isteği kabul etti. Şimdi gözlerinizi kapatın ve erkek, kadın, çocuk, yaşlı yirmi bin kişinin aynı anda “Bizi teslim etmeyin, öldürecekler.” diye yalvardığını düşünün. Nasıl hüzünlü ve uğultulu bir ses, değil mi? Mahşer yeri denilen bu olsa gerek. Bu sesi umursamamak için ne kadar zalim olmanız gerekir, bir fikriniz var mı? Sizin yoksa da tarihin bir fikri var: BM Bosna Barış Gücü Komutanı, Fransız General Bernard Janvier veya Hollanda Askeri Birliği Komutanı General Tom Karremans olmanız yeterli!
Bombardıman altındaki Güvenli Bölge'yi korumak için bir tek adım bile atmayan bu beyler, yirmi bin masum sivili o gün Radko Mladiç'e teslim ettiler. NATO'ya bağlı uçakların, karargâhtan havalandığını ama Italya üzerindeyken yeni bir emirle geri döndüğünü artık hepimiz biliyoruz.

Peki, o gün orada neler oldu?
Size söylemiştim, bize yapılan her şeyi affedebiliriz ama kadınlarımıza ve çocuklarımıza yapılanlar’ asla affetmeyeceğiz.
Dokuz yaşında henüz ergenliğe girmemiş bir erkek çocuğunu düşünün. Yanında annesi var. Sırp askerler, çocuğun kafasına silah dayıyorlar ve ondan çırılçıplak soydukları kadına yani annesine tecavüz etmesini istiyorlar. Sonunda askerlerin istediğini yapamayınca kafasına yediği tek kur-şunla ölüyor. Bu sırada Hollandalı Barış Gücü askerleri kulaklarına takılı kulaklıkla müzik dinliyorlar.

Bir kadın, kucağında beş yaşında kız çocuğu. İki asker, kızı annesinin kucağından indirmeden kadının ellerini ve bacaklarını iki yana açıp üçüncü bir askerin tecavüzüne yardım ediyor. Bu sırada Birleşmiş Milletler komutanı, askerlerin önderi Mladiç'le aynı masada bira içiyor.
Bir bebek. Kampın etrafındaki binlerce insan gibi ağlıyor. Sesi, askerleri rahatsız etmiş. Annesine “Kes şunun sesini!” diye bağırıyorlar. Kadın bebeğin’ sarıp sarmalıyor, susturmaya çalışıyor ama başaramıyor. Asker “Sen susturamazsan ben sustururum.” deyip elindeki çakıyla bebeğin dilini kesip yere atıyor.

Türk'ün evladı…
Unutma.
Ben Aliya,
Boşnakların içinde herhangi biriyim. O gün bütün Avrupa bizi yapayalnız bıraktı. Üç gün içinde sekiz bin vatandaşımızı katlettiler ve toplu mezarlara gömdüler. Binlerce kadınımıza tecavüz ettiler. Binlerce çocuğumuzu yetim bıraktılar. Henüz mezarların’ bulamadığımız kaç kardeşimiz daha var, bilmiyoruz. önce, hepsini sıraya dizip tek tek öldürmeye başlamışlar. Elinize kazma kürek verildiğini, bir çukur kazdırıldığını, sonra kafanıza bir kurşun sıkıldığını düşünün. Biraz zaman geçince işin çok uzun süreceğini anlıyorlar. Bu kez yirmili, otuzlu, kırklı gruplar hâlinde daha büyük çukurlar kazdırıyorlar. Vatandaşlarımızı bu kuyuların içine atıp üstlerine kurşun yağdırıyorlar. Bu kez de çok fazla mermi harcandığını anlayıp başka bir yola başvuruyorlar. Çukurlara doldurulan kardeşlerimizin üstüne bomba atıp onları paramparça ediyorlar. Onların mezarını biz bulmadık. Kelebekler buldu. Mavi kelebekler. Sadece toplu mezarların olduğu yerde biten bir çeşit bitkiyle beslendikleri için bazı bölgelere kümelendiklerini anladık. Nerede mavi kelebek gördüysek orayı kazdık. Binlerce şehidimizi çıkarıp Potocari'deki şehitliğe defnettik.

Biz “Bosna'da kendi devletimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Biz “Bosna'da sadece bizim dinimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Biz “Bosna'da sadece bizim kimliğimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Bizim Bosna'da savunduğumuz şey, Batı'nın tüm dünyaya göğsünü gererek anlattığı Helsinki Nihai Senedi'ydi, Paris Şartı'ydı, demokrasi ve hürriyet ilkeleriydi. İki yüz bin canımızı kaybettiğimizde, binlerce kadınımız karınlarında kocalarını öldüren askerlerin be-bekleriyle terk edildiğinde, yirmi dokuz günlük bebeklerimiz öldürülüp toprağa düştüğünde Avrupa'nın anlattığı şeylerin koca bir yalan olduğunu anladık. Amerikan Başkanı George Bush'a toplama kamplarını, tecavüzleri, ambargoyu delilleriyle gösterdiğimde verdiği tepki dünyanın nasıl yönetildiğini öğretti bana. Petrol için Irak'a bir gecede savaş açan ama buna demokrasi kılıfı uyduran, yıllarca Afganistan'da, Pakistan'da, Afrika'da, Filistin'de, Hindistan'da askeri operasyon yapan Amerikan başkanı, anlattıklarım’ dinledikten sonra tek bir cümle söyledi bana: “Bosna bizim meselemiz olamaz, o, Avrupa'nın bir iç meselesi.”

Ben Aliya,
Aliya izzetbegoviç.
Unutma, Türk'ün evladı!
Sömürgeciler, bütün ilkeleri kendi menfaatleri için koyuyorlar ve kendi çıkarlarını korumak için denklem kuruyorlar. Onların demokrasi dedikleri, hürriyet dedikleri, aidiyet dedikleri, barış ve hoşgörü dedikleri ilkeler, Saraybosna'da, Srebrenitsa'da, Mostar'da toprağın altına gömüldü. Hem de çok acı hatıralarla… Biz, kendi çocuklarımız en azından tebessüm edebilsinler diye yaşadıklarımızı yeni nesillere anlatmıyoruz, anlatmayacağız.
Ama sen bizim yaşadıklarımızi sakın unutma!

Onlar askerleriyle, basın ve medyasıyla, kurumlarıyla çok güçlüler. Onların güçlerinden değil, ikiyüzlü olmalarından kork.
Biz, senin kardeşin olduğumuz için öldürüldük, boğazlandık, tecavüze uğradık.
Senin hafızana sahip olduğumuz için toplu mezarlara gömüldük, yok edildik.
Türk'ün Evladı,
Bizim korumaya çalıştığımız sancak, Yemen'de, Çanakkale'de, Filistin'de, Kırım'da, Açe'de, Türkistan'da korunmak istenen sancaktı. O, ne bir dinin, ne bir ırkın, ne bir dilin, ne bir mezhebin sancağıydı. insanlığın, tek başına insan olmanın temsiliydi.
Sömürgecilerin karşısında sakın yere düşme. Biz, Çanakkale'den sonra direnişi devam ettiren nesiliz. Sen, direnişin değil, dirilişin nesli olacaksın. Korumak için değil, düzen kurmak için çalışacaksın. Sen varsan biz olacağız. Sen ayaktaysan biz yaşayacağız.

Ama unutma!
Sömürgeciler, seni tamamen Asya'ya sürmek için planlarını adım adım işletecekler. Bir gün sıra sana da gelecek. Seni yok etmek için bin yıldır hazırlananlar, bir gün bile durmadan çalışıyorlar.
Sen Türk'sün. Bir ırk, bir din, bir mezhep değilsin, olamazsın.
Batı, Haçlı Seferlerini düzenlerken Araplara Arap demiyordu, Türk diyordu. Çanakkale'de Kürtleri boğazlarken onlara Kürt demiyordu, Türk diyordu. Ne zaman ki onların çıkarı için yeni devletlere ihtiyaç duydu, Arap'a Arap demeye başladı. Seni ondan, onu senden ayırdı. Bugün de Kürt'ü senden, seni Kürt'ten ayırmak için gece ve gündüz çalışıyor. Türk'ün Evladı,
Biz Boşnak'ız ama Türk'üz de. Sen de kalbimde taşıdığım acıyı taşıdığın kadar Boşnak'sın. Utanacak tarihimiz, saklayacak hafızamız yok. Sırp'a karşı sorumlu olduğumuz için değil, yasayla zorunlu kılındığı için değil, kimimiz dinimiz, kimimiz milletimiz, kimimiz Kitabımız, kimimiz ahlakımız sebebiyle vicdan sahibi olduk. Birileri öyle istediği için değil, vicdan bunu tarif ettiği için hiçbir milletin diline, dinine, mezhebine karışmadık. Mezarlarıni çiğnemedik, ibadethanelerini yıkmadık, kadınlarına tecavüz etmedik, bebeklerini boğazIamadık.
Sen var olmak zorundasın.
Bu yüzden bir ve beraber olmak zorundasın.
Sömürgecilerin tezgâhlyla saflara ayrışmamalısın.
Türk'ün Evladı,
Bizi,
onların bize yaptıklarını,
ve sorumluluğunu
sakın unutma!”
(Selman Kayabaşı / Karar Odası (209-223))

20 Ocak 2018 Cumartesi

SELÇUKLU VE OSMANLI BAŞKENTLERİ (VII) -EDİRNE -




- Ey güzelim Edirne! Sen ne de güzel ve de vefalı bir şehirmişsin, seni bizden bizi de senden ayıran o vefasızlara, nankörlere  kıymet bilmezlere yazıklar olsun...-


Çanakkale’den ayrılıyoruz, rehberimiz Ali Bey’le vedalaştık. Yüzler asık. Çanakkale’nin hüznü çöktü içimize. Yorum bile yapacak halimiz kalmadı. Sadece otobüsün tekerlerinin sesini duyuyoruz. Sanki o da bizim hüznümüze katılmış, tonlarca yükün altında inleye inleye  çaresiz yol alıyor.

Edirne’deyiz 
Otelimiz butik otel, mükemmel. Karnımız zil çalıyor, otele yerleşir yerleşmez doğru ciğerciye koştuk. Edirne’ye gelmeden önce sorduk soruşturduk, Edirne’de ne yiyelim diye, sorulanlar aynı cevabı verdiler;
„Ciğer.“
“Peki ciğer nerede yenir?”
“Ciğerci Bahri” de. 
Personel, patron dahil tek sıra halinde kapıda karşıladılar bizleri. ‘Hoş geldiniz, hoşgeldiniz...’Fazla resmiyet de sıkıcı oluyor... “Oş geldiniz beya” diye yüksek sesle Trakya usulü bir gönderme yaptım ortaya...Cevap gecikmedi; “Oşgeldin beya karaçopar...” işte o kadar. Resmiyet yerini samimiyete bırakıverdi. Cevap işletme sahibinden gelmiş...Kuru-yağız denilen tiplerden, uzun boylu,  muhabbeti bol, neşeli bir kişilik... Ciğer müthiş.
Patrona soruyoruz, ‘Edirne ciğerini farklı kılan nedir?’
‘Asıl fark ciğerin kendisidir. Ciğer Edirne yöresinde yetişen danalardan elde edilir. Tabii ki karaciğer Bir süre dinlendirilen karaciğerin zarı soyulur, sinir ve damarlardan, kandan arındırılır. Sonra yaprak şeklinde incecik doğranır. Yöreye ait buğday ununa batırılır ve yine yöreye ait ayçiçek yağıyla kızartılır.  Tavada kızartılır, kızartma süresi 3-4 dakika kadardır.  
Sonra Edirne mahsulü olan özel kurutulmuş ve kızartılmış kırmızı biberle birlikte ince doğranmış soğan, tuz, sumak, maydanoz ve Karaağaç mahsulü kurutulmuş kırmızı biberler ile birlikte servis edilir.’
Muhabbet güzel, “Türk Kahvesi ikramı” ayrı bir lezzet. Su ve yanında lokum ile ikram ediliyor,  derken ipin ucunu kaçırmışız, zaman oldukça ilerlemiş. İşletmeden memnun olarak ayrılıyoruz, birlikte fotoğraf çekiliyoruz, kucaklaşıyoruz ve helalleşiyoruz.  Güle güle beya.” İstikamet Selimiye Camii.

Edirne ve Selimiye Camii
Edirne rehberimiz İsmail Bey de işinin ehli birisi, insan olarak da mükemmel. İstanbul rehberimiz Nisa Hanım’ı da burada zikretmem gerekiyor. Tur sorumlusu Emin kardeşimin hakkını yememek lazım, her şehir için ayrı bir rehber bulmuş, her  biri diğerinden mükemmel. Gezimiz “Kültür Gezisi” olduğu için rehberlerin birikimli olması gerekiyor. Yüzeysel bir anlatım yerine detaylarda gizli olan önemli bilgiler ufkumuzu açıyor. Rehberlerimiz kuru bir tarihi malumattan daha ziyade, detaylarda saklı olan o önemli bilgileri bizlere aktararak, ‘Hmmm...’ dememize vesile oluyorlar.
Ve Edirne rehberimiz İsmail Bey...:

“Edirne 1361 yılında I.Murat tarafından fethedilmiş ve İstanbul’un fethine kadar 92 yıl boyunca Osmanlı Devleti’nin başkenti olmuştur. Fatih Sultan Mehmed ’in doğduğu (29 Mart 1432)  şehirdir Edirne. Sultan I.Mehmed, Yıldırım Bayezid de Edirne’de doğmuşlardır. İstanbul’un Fethi hazırlıkları ve planları Edirne Sarayı’nda yapılmıştır.

17. yy.’da İstanbul; Londra, Paris ve Roma’dan sonra Avrupa’nın en büyük beşinci şehriymiş. Edirne, 1453'te İstanbul'un başkent olmasından sonra önemini kısmen yitirse de, padişahların gözde yerlerinden biri olmaya devam etmiş. Mimari yenilikler Osmanlı’ya, bu kentin yapılarıyla gelmiş; hat ve süsleme sanatının en güzel örnekleri burada verilmiş, Edirne medreseleri yoğun tartışmalara tanık olmuş, tıp tarihine geçen ilk uygulamalar burada başlamış.

İmparatorluğun önemli bir şehri olan Edirne, kültürel mirasımızın en yoğun olduğu bir kenttir. İmparatorluk Edirne’nin üzerine basarak yükselmiştir desek abartılı olmaz. Bu özelliğini hâlâ görebiliyorsunuz. Camileri, çarşıları, köprüleri, sinagogları, kiliseleri, tarihi evleri ve  özellikle de içinde bulunduğunuz bu Muhteşem Selimiye Camii. Ayrıca  Eski Camii ve Beyazid Kulliyesi ile insanı büyüleyen müstesna bir şehirdir Edirne. Maalesef bu mükemmel şehir Türk milletinin hafızasında yer etmemiştir veya ettirilmemiştir. Osmanlı sultanlarına meme vermiş, onları beslemiş-büyütmüş, kimlik kazandırmış bu doğurgan şehir, Türk milletinin asil evlatlarına şehirlerden bir şehirmiş gibi öğretilmiş. Edirne’ye sırf bu vefasızlık yüzünden, “kayıp şehir” demek daha doğru olacaktır.

Selimiye Camii
Selimiye camii 16. Yüzyıla damgasına vuran bir Mimar sinan şaheseridir. Mimar Sinan 80 yaşındadır. Selimiye için, “Ustalık eserim“ demiştir. Selimiye, Osmanlı-Türk mimarlık tarihinin olduğu kadar, dünya mimarlık tarihinin de başyapıtları arasında olan bir eserdir. 1569-1575 yılları arasında II. Selim’in emriyle yaptırılmıştır. Çoook uzaklardan “Hey ! ben buradayım” diye size el sallayan Selimiye Camii, tarifi mümkün olmayan bir güzelliktedir.
Cami; kesme taştan yapılmıştır, toplam 2475 metrekarelik bir alanı kaplamaktadır, iç bölümü 1620 metrekare, kubbenin yerden yüksekliği 43.28, çapı ise 31.30 metredir. Kubbe, 6 metre genişliğindeki kemerlerle birbirine bağlanan 8 büyük ayağa oturur, 4 minaresi vardır. Minarelerin çapı 3.80, yüksekliği 70,89 m.dir. Her minarenin üçer şerefesi vardır. Giriş yönündeki her şerefeye ayrı ayrı yollardan çıkılır, çıkanlar birbirlerini görmezler. Diğer ikisine ise tek yolla çıkılır.
Cami, inşaatında kullanılan; taş, mermer, çini gibi malzemelerin yanında;  ahşap ve sedef gibi süsleme özellikleriyle de ön plana çıkar.  Mihrap ve mimberinde kullanılan mermer işçiliği harikuladedir.  Gördüğünüz gibi caminin ortasında müezzin mahfili vardır ve  12 mermer sütuna oturur. Altın varaklı edirnekâri kalem işçiliğiyle gözlerinizi kamaştırır. Caminin çini süslemelerinin ise, Osmanlı ve dünya sanatında ayrı bir yeri vardır. Çiniler, İznik’te yapılmıştır. Selimiye Camii ve Külliyesi, UNESCO Dünya Miras listesine dahil edilmiştir.

Arasta Çarşısı
Osmanlı İmparatorluğu’nun 19.yüzyıla kadar olan döneminde Edirne, çarşı ve hanlar bakımından, en gelişmiş ve en zengin şehirlerden biri olmuştur. Selimiye Arasta Çarşısı bunlardan biridir. Arasta, “aynı cins malı satan esnafın bulunduğu çarşı” demektir. Bu çarşıyı III. Murat, Selimiye Camii’ne gelir sağlamak için yaptırtmıştır. Mimarı Davut Ağa’dır. Çarşı; 73 kemerli ve boyu 225 metredir, içinde 124 dükkân vardır ve  4 kapıyla hizmete açılır.
Evliya Çelebi, buranın ‘Kavaflar Çarşısı’ olduğunu yazar. Çarşının ortasındaki kubbe “Dua Kubbesi’’ olarak bilinir. Her sabah dükkan sahipleri bu kubbenin altında toplanarak, hakkaniyete uygun bir hassasiyetle alış-veriş yapacaklarına dair, dua ederlermiş. Bu dua yemin anlamına gelirmiş.
Tarihi Arasta Çarşısı, Selimiye Camii’nin hemen altında bulunmaktadır. Merdivenlerden inerken  kendinizi zaman tünelinde yolculuk yapıyormuş gibi hissedersiniz. Sonra bir anda arastanın ışıl ışıl dükkanları çıkar karşınıza. Çarşıda iki şey sizi satın alınmak için beklemektedir; aynalı süpürge ve badem ezmesi.”

Akşam ve Yatsı namazlarımızı   cem ederek cemaatle kıldık Selimiye Camii’nde. Namazdan sonra yanımızda bir pîrifânî beliriverdi. Hoş-beşten sonra başladı konuşmaya. Caminin eski müezzini imiş, emekli olmuş, ancak cami ile alakasını hiç kesmemiş. Sabah akşam buralarda ziyaretçilere camiyi anlatmakla meşgul olurmuş.  Attı elini kulağına ve başladı kaside okumaya, ama ne okudu, hepimizi mestetti. Dayanamadım ve bir ilahi de ben patlattım, müezzinin beklemediği bir şey olmalı ki, bir an tereddüt etti, herhalde bu da nereden çıktı dedi,  baktı ben devam ediyorum, dayanamadı ve bana eşlik etmeye başladı, mükemmel bir düet...  Aman allah’ım o ne aküstik öyle. Müezzinin emekli olduktan sonra oradan ayrılmamasının sebebi bu aküstik olmalı. Bu arada etrafımızda bir halka oluşmuş, huşu içinde bizleri dinliyorlar ve sonunda da müthiş bir alkış. Camide alkış mı olurmuş demeyin, oldu işte. Günün yorgunluğunu bir çırpıda atıverdik üzerimizden.  “Bu duygu dolu havayı kaybetmeden, istirahate çekilelim” dedi rehberimiz İsmail, “Eyvallah” dedik ve sabah buluşmak üzere  vedalaştık. Çanakkale ve Edirne, aynı günde buram buram tarih kokan iki önemli mekân, bugün oldukça fazla duygusal anlar yaşadık, gittik gittik geldik. Yorgunluğumuzu aslında Selimiye Cammii’nde bıraktık ama, yine de tuttuk otelin yolunu.

Sultan II.Bayezid Külliyesi
Kahvaltıdan sonra, geç kalan olmadı. Hüseyin ve Fatma burada da ceza kesemediler. Herhalde herkes Edirne’yi görmek için sabırsızlanıyor olmalı. Zamanında çıktık yola.. Önce Bayezid Külliyesi. 15. yy.'da kurulan Bayezid Külliyesi’nin içinde bir şifahane varmış. Bedava sağlık hizmeti verirmiş. Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar bu hizmetine devam etmiş. Her türlü hasta burada tedavi edilirmiş.  Akıl hastaları da tedavi edilirmiş. Cerrahi müdahaleler de yapılırmış. Hatta, Amerika’daki John Hopkins Hastanesi kurulurken bu kompleks incelenmiş ve model alınmış.
Ama sonradan bu külliye unutulmuş. Çok değil, bundan sadece 20 yıl öncesine kadar, Sultan II.Bayezid Külliyesi, tarihe damgasını vuran bu emsalsiz eser, maalesef koyun ağılı olarak kullanılıyormuş. 20 yıl önce Trakya Üniversitesi Sultan II.Bayezid Külliyesi’ne sahip çıkmış da orayı Sağlık Müzesi haline dönüştürmüş. Bu müze, bir Osmanlı Darüşşifa’sını günümüzde gerçek anlamda yaşatan tek müzeymiş. Bu özelliğiyle geçmişteki Selçuklu ve Osmanlı darüşşifalarının, tıp tarihimizdeki önemine ışık tutmaktaymış.

Müzenin açılışının 11. Yılında (23.04.2008) medrese bölümü ''Tıp Medresesi'' adı ile yeni bir bölüme daha kavuşturulmuş, böylece Tıp Medresesi Sağlık Müzesi'ni daha önemli bir noktaya taşımış. Bu çalışma ile 15.yüzyıldaki tıp medresesi ve ders ortamı işte şu gördüğünüz mankenlerle canlandırılmış ve böylece dönemin hekimlik eğitiminin bilinmeyen yönleri vurgulanmış. Burası, Osmanlı'da darüşşifa uygulamasının, hikâyesini, tasarımını, kullanılışını ve işletmesini tüm dünyaya kanıtlamış bir müzeymiş. Rehberimiz anlattı bütün bunları ve devam etti anlatmaya. Oldukça heyacanlıydı, belliki o da hazmedemiyordu olanları.

Tarihçesi
“Sultan II. Bayezid Külliyesi'nin temeli 1484 yılında bizzat Sultan II.Bayezid tarafından atılmıştır, dönemin ekonomik ve insan gücüyle 4 yıl gibi kısa sürede bitirilerek 1488 yılında hizmete açılmıştır. Çok kubbeli grafiksel yapısı ile dikkat çeken bu binalar topluluğunun mimarı, mimar Hayrettin'dir.
Sultan II. Bayezid Külliyesi; döneminin en önemli, sağlık, sosyal, eğitim ve dini kurumlarından biridir. Külliye; hastane, tıp medresesi, cami, misafirhane, imaret, hamam ve köprü gibi çok sayıda birimden oluşur. Çok amaçlı düşünülen bu kompleks aynı zamanda dönemin sosyal devlet anlayışını da yansıtır.
Külliyenin; şifahanesinde hastalara bakılmış, medresesinde öğrenciler yetiştirilmiş, camisinde ibadet edilmiş, tâbhanesinde misafirler ağırlanmış, aşhanesinde ise fakir fukara doyurulmuştur.

Bu Darüşşifa; az personelle çok hizmet vermeyi amaçlayan merkezi bir hastane olması ve bu alandaki ihtiyaçlarının ayrıntılı bir şekilde düşünülerek planlanmış olması açısından dünyada bir ilktir, benzerleri batıda ancak 200 yıl sonra yapılmaya başlanmıştır.
Bu hastanede, musikinin ve su sesinin huzur verici tınıları, taş duvarlarda yankılanarak şifaya dönüşür. Burada, İbni Sina'dan Farabi'ye; Selçuklulardan Osmanlılara uzanan köklü bir müzik terapi anlayışı, fiziksel ve ruhsal hastalıkların tedavisinde başarı ile uygulanmıştır.
Evliya Çelebi'nin "Orada öyle bir darüşşifa vardır ki; dil ile tarif edilmez, kalem ile yazılmaz" diyerek tanımladığı bu hastane, 400 yıl boyunca aralıksız olarak hastalara şifa dağıtmıştır.

Uzun yıllar dertlilere deva olan bu şifa yurdu, daha sonraki yıllarda, sadece akıl ve ruh hastalarının tedavi edildiği bir merkeze dönüşmüştür.
Bu hastanenin en büyük özelliği tedavide bir yöntem olarak; dönemin hekimlik bilgilerinin yanında musiki, su sesi ve güzel kokuların kullanılmış olmasıdır.

Her hastaya farklı makam
Bu Şifahane’de, 10 kişiden oluşan hânende ve sâzende topluluğu, haftanın üç günü sahnede yerini alır, her hastalığa göre farklı farklı makamlar çalıp söylerlermiş.
Örneğin, havale(epilepsi) ve felç rahatsızlıklarında; Rast, sinirli kişilere; Irak, baş ağrısı için; Rehavi, kalp hastalıkları için; Zirgule, zihni açıp zekâyı arttırmak için ise; İsfahan makamı çalınırmış.

Külliyenin medresesi
Külliyenin medresesi, döneminin en önemli tıp okullarından birisidir ve amacı hastaneye hekim yetiştirmektir. Medrese, önem rütbesi açısından Osmanlı’nın önemli medreseleri arasında yer alır. Müderris adı verilen hocası, yardımcısı ve kütüphane görevlisi vardır. Hocasına günde 60, öğrencilerine ise 2 akçe ödenirmiş.
Bu bölümlerdeki uygulama günümüzün eğitim ve uygulama hastanelerini andırır. Tıp Medresesi'nde eğitim gören öğrenciler aynı zamanda Darüşşifa’da usta çırak ilişkisi ile eğitimlerini tamamlarlarmış.
Evliya Çelebi, medrese için; "Külliyenin içinde Medresetü'l- Etibba ve odalarında talebeler vardır ki, her biri daima Eflatun, Sokrates, Filibos, Aristoteles, Galen, Pisagor gibi alimlerden söz eden olgun tabiplerdir, her biri bir fenne yönelip, hekimlik ilminde kıymetli kitaplara değer vererek, âdemoğullarının derdine deva bulmaya çalışırlar." diye yazar.

Bu medresede okutulan ve birçoğu Sultan II.Bayezid tarafından bizzat bağışlanan tıp kitapları günümüze kadar ulaşmıştır. Dönemin hekimliğini anlatan 37 adet kitap şu an Selimiye El Yazması Eserler Kütüphanesi'nde koruma altındadır.”

Harap olmuş mekanlar
Ben harap olmuş bu tarihi mekanları görünce duygulanıyorum, hem de çok duygulanıyorum, bazen ağladığım bile oluyor. Bayezid Külliyesi’ni ve o şifahaneyi görünce yine duygulandım ve Ali ulvi Kurucu’nun şiirini Rast makamında ilahi olarak o tarihi mekanda söyleyiverdim. Arkadaşlarım köşelere birer birer oturdular ve huşu içinde beni dinlediler, onlar da duygulanmış olmalı. Kızım Dilruba beni belki ilk defa böylesine duygu seline kapılmış olarak görüyor olmalı ki, sesimi kayıt altına almış. Osmanlı ve Selçuklular döneminde musiki ile tedavi konulu bir tez de hazırlamıştı üniversitede, belki de tezine uygun bir mekanda Rast makamında bir  ilahinin okunması onu etkilemiştir, kim bilir. Şiirin sözleri şöyle:

Doğmazdı kalbe iman, inmezdi arza Kur’an,
Meçhul olurdu esmâ, Levlâke yâ Muhammed! Levlâke

Mâtem tutardı gökler, gülmezdi hiç melekler,
Mahzûndur arş-i alâ, levlâke yâ Muhammed! Levlâke

Fesaddeknâke ya hayra’l berâ  yâ Rasulallah
Alâ mâ ci’tena Hakkan ileyna yâ Rasulallah
Zelamna nefsena kunna zalumen fi kitabillah
Semi’na kavlehu inna aredna yâ Resulallah
Fesaddeknake ya hayra’l berâ yâ ya Rasulallah
Alâ mâ ci’tena Hakkan ileynâ yâ Rasulallah

Saray-ı Cedid-i Âmire
Edirne Saray içi ya da Yeni Saray diye anılan bölgedeyiz. Kulağımız rehberimizde: “Edirne fethedildikten sonra ilk saray Sultan I.Murat tarafından 1365 yılında Kavak Meydanı denilen bu alanda yaptırılmış. Ancak daha sonra II.Murat tarafından Tunca Adası’nı da içine alan bu bölgede (Fatih Sultan Mehmet‘in sonradan genişlettiği) Saray-ı Cedid-i Amire adı verilen saray inşa edilmiş. İstanbul’un fethinden önce Padişahlar bu sarayda yaşarlarmış. Daha sonra İstanbul’a taşınan başkentte yeni bir saray inşa edilmiş ama Edirne’de ki bu saray önemini korumaya devam etmiş. Padişahlar sefere çıkarken, ya da avlanmak için Edirne’ye geldiklerinde bu sarayı kullanırlarmış.
Saray ‘93 harbi diye anılan Osmanlı-Rus Savaşı sırasında cephane deposu olarak kullanılmış, Rusların bölgeye yaklaşması üzerine de cephaneler ele geçirilmesin diye saray Vali Cemil Paşa ve Müşir Ahmet Eyüp Paşa‘nın kararıyla havaya uçurulmuş. Saraydaki değerli eşyalar da başta İngiltere olmak üzere çeşitli ülkelerin devlet başkanlarına gönderilmiş.”

Cephanelik olarak kullanılacak başka yer mi yoktu? Bu nasıl bir aymazlıktır. Tarihi miraslarımız maalesef bu şekilde peşkeş çekilmiş. Yurt dışında müzeleri gezerken gördüğüm eserlerimize bakıp iç geçirmişliğim çok olmuştur. Kültür gezilerinin zararlı bir tarafı vardır, burada olduğu gibi, yapılan ihanetleri gördükçe içiniz cız eder, duygulanırsınız, sinir siteminiz bozulur. Bu sarayın hikayesini dinleyince yine bir hoş oldum. O ilk saraydan, Osmanlı’nın temellerinin atıldığı, İstanbul’un Fethi’nin planlandığı o muhteşem saraydan geriye bir kaç duvar kalıntısı ve “ben bütün bunlara rağmen hâlâ ayaktayım” diyerek yıldızlara ulaşmaya çalışan “Adalet Kasrı” kalmış. Zaruret mi yoksa ihanet mi? Ben tam olarak anlayamadım. Varın kararı siz verin.

Adalet Kasrı
Saray kalıntılarından geriye kalan yere, Mimar Sinan’ın şaheseri Adalet Kasrı‘na geliyoruz. Adalet Kasrı 1562 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış. Selçuklu mimari tarzında inşa edilmiş, Bakanlar Kurulu (Divan-ı Hümayun) ve Yargıtay olarak kullanılmış.
Divan’ın toplandığı salonun ortasında edirnekâri işlemeli mermer bir havuz, köşede kafes ve arkasında padişahın tahtı varmış. Kasr’ın önünde iki tane taş var. Bunlardan sağdakine, seng-i arz deniyor, bu taş halkın, değerlendirilmek üzere, dilekçelerini üzerine bıraktığı taşmış, soldakine ise seng-i ibret taşı deniyormuş;  bu taşın üzerinde ölüm cezasına çarptırılanların kelleleri sergilenirmiş. İnsanın içi ürperiyor bu taşı görünce. İster istemez başınızı yokluyorsunuz yerinde mi değil mi diye.

KırkpınarEr Meydanı
Biraz ilerde ise KırkpınarEr Meydanı” var. Meydana doğru yürürken yolda bizleri davullar ve zurnalar karşılıyor sanki. Kendimi güreş alanına doğru ilerleyen bir pehlivan olarak hissetmeye başlıyorum. Meydanın hemen önünde girişte baş pehlivanların heykelleri var. Eh işte bunları da heykel diye dikmişler oraya. Öyle albenisi olmayan cinsten heykeller bunlar. Dikilmiş olması için dikilmişler, pehlivanlara hakaret gibiler. O heykelleri görünce “Kırkpınar Er Meydanı” gözümüzde  küçülüverdi. Dikilmese belki daha iyi olacakmış.

İçeriye giriyoruz, stadyum şeklinde olan alanda biraz dolaşıp fotoğraf çekiyoruz, çekiliyoruz. Buraya gelip de güreşmemek olmaz. Hemen oracıkta Hüseyin’le bir de güreş tutuyoruz. “Allah, Allah İllallah, erler çıktı meydane, biri birinden merdane...” cazgırın bu seyirciyi heyacanlandıran haykırışıyla birlikte tozu dumana katıyoruz...

Geleneksel Kırkpınar güreşleri 1361 yılında Kırkpınar Çayırı’nda başlamış.1924 yılında Edirne Saray içi’ne alınmış, Kırkpınar başpehlivanı aynı zamanda Türkiye başpehlivanı ünvanını alırmış.  Rehberimizin anlattığı bu.

Davullar ve zurnalar eşliğinde girdiğimiz alandan yine aynı şekilde coşku ile çıkıyoruz. Kulağımızda Kırkpınar ezgileri ile yolumuza devam ediyoruz…
Allah,Allah İllallah,
Erler çıktı meydane,
Biri birinden merdane
Biri ak, biri kara
Mevla’m her birine kuvvet vere
Bu meydan er meydanıdır
Nice koç yiğitler
Bu meydandan geçti
Acı tatlı suyun içti, göçtü
Atlar gibi tepişin
Aslanlar gibi kapışın
Ya Muhammet, ya Ali
Pehlivanlar piri, Hz. Hamza Veli
Dellal çıksın aradan
Hepinize kuvvet versin Yaradan

Kırkpınar yağlı güreşleri
Kırkpınar yağlı güreşleri ile ilgili bir çok söylenti vardır. Bunlardan en yaygın olanı şöyledir; Rumeli’nin fethi sırasında Orhan Gazi’nin kardeşi Süleyman Paşa 40 askeriyle Domuzhisarı Kalesi ile birlikte birkaç kaleyi de ele geçirir. Bu birlik geri dönerken, bu gün Yunanistan sınırları içerisinde kalan Samona’ daki molalarında güreş tutuşurlar, ancak yenişemezler. Daha sonra bu iki güreşçi bir Hıdırellez gününde (6 Mayıs) yeniden güreşe tutuşurlar. Güreş sabah erkenden başlayıp gece yarısına kadar sürer, bu sefer yine yenişemezler ve çatlayarak ölürler ve orada bulunan bir incir ağacının altına defnedilirler. Yıllar sonra arkadaşları aynı yere gelirler ve arkadaşlarının gömülü oldukları o yerde  şırıl şırıl pınarların aktığını görürler ve bu yerin adını “Kırkpınar” olarak değiştirirler. Böylece Kırkpınar Yağlı Güreş geleneği başlarmış olur.

Bir başka rivayet de şöyledir:  Türkler Edirne'yi almadan yüz yıl önce Rumeli'ye Sarı Saltuk geçmiştir. Yağlı güreş geleneği onun zamanında başlamıştır. Türkler Sultan I.Murat döneminde bu geleneğe sahip çıkmış ve  Edirne’yi feth edince emir vermiş ve kırk yiğit akıncı anısına bir güreş düzenlenmiştir. Böylece bu güreşler, “Kırkpınar Güreşleri” adıyla tarihe geçer. Bundan sonra her yıl Hıdırellez günü Kırkpınar Güreşleri yapılması gelenek haline gelir.

Kırkpınar Güreşleri’nin yükünü Kırkpınar ağası kaldırır. Ağa; pehlivanları çağıran, yarışmaları düzenleyen, gelen konukları ağırlayan, yemek ve yatacak yerlerini temin eden, örf ve adetlere uygun olarak güreşlerin yapılmasını sağlayan, ödüller veren ve güvenliği sağlayan alan yetkilisidir.

Kırkpınar Güreşleri’nin yapıldığı çayır, sarayın hasbahçesiymiş. Bu çayır, yılda 3 gün kullanılırmış, diğer günler otopark olarak hizmet verirmiş. Sarayın tam ortasından da otoyol geçermiş.
Dünyada başka örneği yoktur herhalde bu saygısızlığın. Kazı ekibi bu saygısızlığa son vermek istemiş aslında; “Kırkpınar Güreşleri başka bir yerde yapılsın, stadı da yıkalım ve sarayın bahçesi meydana çıksın” diye müracaatlar yapılmış, ama hâlâ bir sonuç alınamamış (2016 Nisan).

Dar’ül- Hadis Camii
1435 yılında II. Murat tarafından Tunca nehri kıyısında yaptırılmıştır... Caminin yanındaki türbelerde II. Murat'ın oğulları ile III. Mustafa ve III. Ahmet'in çocuklarının kabirleri var.
Rivayet odur ki; Sultan Murad rüyasında Peygamber Efendimiz’i (s.) görmüş. Hz. Peygamber kendisinden Edirne’de bir Hadis Okulu ve bir cami inşa etmesini istemiş. Sultan Murad da bu emri yerine getirmek için inşaat hazırlıklarına başlanılmasını ferman buyurmuş ve temele ilk taşı da kendi elleri ile koymuş.
Bu rivayetten yola çıkan halk, Edirne’ye ikinci Kâbe demeye başlamış. Hem Dâr’ul- Hadis Camii’nin, hem de Selimiye Camii’nin Peygamber Efendimiz (s) ‘in işareti ile yapılmış olmasından kaynaklanırmış bu isimlendirme.  Ne yazık ki, bu önemli eserden de bugün sadece cami ayakta kalabilmiş, iki de şehzade türbesi.
İznik ve Bursa’da kurulan medreselerden sonra, Edirne Dâr’ul Hadis’i, Osmanlı’nın kurduğu, yüksek seviyeli medrese olarak karşımıza çıkmaktadır.

Gezimizin adı Selçuklu ve Osmanlı Başkentleri. Buraya gelinceye kadar, Kayseri’yi, Konya’yı ve Bursa’yı gördük. Buradan da İstanbul’a geçeceğiz. Osmanlı'ya başkentlik yapmış şehirleri ve Osmanlı’nın ünlü mimarlarının eserlerini görünce tarihimizle ne kadar da övünsek azdır diyoruz. Ve ilave ediyoruz; tarihimizi bize öğretmeyenler, hatta bizlere yalan söyleyen tarihi, gerçekmiş gibi  öğretenler utansın, diyoruz.   

Edirne Büyük Sinagogu

Edirne, Osmanlı’nın ikinci payitahtı olmasının verdiği kudret ve kucaklayıcılıkla, tarih boyunca farklı dinlere mensup halkların, asırlarca hoşgörü ile yaşadığı bir kent olmayı başarmış. Edirne’de Müslümanlar gibi, Hristiyanlar, Museviler ve Bahailer de kendi dini, sosyal ve iktisadi ihtiyaçlarına dair yapılar vücuda getirmişler, bu yapıların bir kısmı günümüze kadar ulaşmayı başarmış. Avrupa’nın en büyük, dünyanın ise üçüncü büyük sinagogu olan Edirne Büyük Sinagogu da bu yapılardan birisiymiş. O zamanlar Edirne’de 14 tane sinagog varmış.
1905 yılında Edirne’de büyük bir yangın çıkmış. Bu yangında camilerin yandığı gibi sinagoglar da yanmış. 20 bine yakın Yahudi nüfus ibadethanesiz kalmış. Sultan II. Abdülhamid 6 Ocak 1906 tarihinde bugün hâlâ ayakta duran bu gördüğünüz Büyük Sinagog’u (Kadoş ha Gadol)  yaptırmış. Bugün, Yahudilerin en fazla yaşadığı şehir olan Edirne’de hiç Yahudi yoktur.

Rehberimiz İsmail anlatmaya devam ediyor:’ Sinagog Nisan 1909’da, Pesah Bayramı arefesinde ibadete açılmış. Pesah, Hamursuz Bayramı demektir. Yahudi bayramıdır. İsrailoğulları’nın Mısır esaretinden kurtuluşunu anmak için kutlanır. Baharın gelişiyle aynı zamana denk düşen Pesah, tabiattaki tomurcuklanmalar gibi tüm dünyaya, zulüm altında ezilen toplumlara özgürlük yolunda bir umut mesajı iletmektedir. Bayramın adının tam olarak nereden geldiği üzerine tartışmalar olmasına rağmen genelde inanılan hikaye; Firavun İsrailliler’i özgür bıraktığında, İsrailliler,
ekmeklerinin hamurunun mayalanmasını dahi beklemeden hemen Mısır’ı terketmişler. Sonra da bu günü „Hamursuz Bayramı“ adı altında kutlamaya başlamışlar. Bundan dolayı, bayram boyunca ekmekler mayalanmazmış. Dolayısıyla bu gün, “ Mayasız ekmek yeme Festivali” olarak da adlandırılırmış. Bayram 7 gün boyunca devam edermiş.

Sinagog’un açılışında Anoten duası yapılmış. Anoten Duası, 15 yy.’dan itibaren (1492) İspanya’dan kaçan Sefarad Yahudileri’ne kapılarını açan Osmanlı Devleti’ne şükran duygusunu ifade etmek için yapılırmış. Dua, Osmanlı devlet erkanının Tanrı tarafından güçlü olması, ülkeyi sıhhatli idare etmesi, Tanrı’nın onların yollarını açması ve güç vermesi, onları koruması için okunan bir dua imiş. Edirne Büyük Sinagogu, günümüzde şehirde yeterli cemaati bulunmadığı için İstanbul gibi büyük şehirlerden gelenlerce özel günlerde ibadet için kullanılmaktaymış. 

Edirne Eski Cami (Ulu Camii)
Eski cami, Ulu cami, Karanfilli cami… Hangi isimle anarsanız anın; bu içinde bulunduğunuz cami Edirne’nin en kıymetli selatin camilerinden biridir. 1403 tarihinde Süleyman Çelebi tarafından yapılmaya başlanmıştır, Yıldırım Bayezid’in oğulları arasındaki taht kavgaları yüzünden 1414 senesinde, Çelebi Mehmet tarafından ancak tamamlanacaktır.
Eski Cami’nin  mimarı Konyalı Hacı Alâeddin’dir. Bir külliye camii olarak inşa edilmiş. Ne yazık ki, külliyenin camii, sebili ve bedesteni dışında diğer bölümleri günümüze kadar ulaşamamıştır.
Cami, kendisinden sonra büyük ve yeni camiler yapıldığı, aynı zamanda şehrin en eski ulu camisi olduğu için Eski Cami adıyla anılır. Evliya Çelebi, caminin halk arasında Karanfilli Cami diye de anıldığını kaydetmiş. Sebep olarak da namaz vakitlerinde cemaat saflar  arasına karanfiller koyarlarmış ve cami misler gibi kokarmış.
Eski Cami’nin biri merkezi olmak üzere 9 kubbesi vardır. Camiye 4 ayrı kapıdan girilir. Minarelerden biri tek, ötekisi 2 şerefelidir.  Bu şerefelere iki ayrı merdivenden çıkılır ve çıkanlar birbirini görmezler. Son cemaat yeri beş bölümlü ve ortadaki bölümün üzerinde bir kubbe yer alır.

Eski Cami’nin Hat Yazıları
Edirne’deki selatin camilerine dair bir tekerlemeden bahsedilir: “Selimiye’nin yapısı, Üç Şerefeli’nin kapısı, Eski Cami’nin yazısı…”
Gerçekten de, dışardan bakınca bir özelliği yokmuş gibi gördüğünüz caminin son cemaat yerine vardığınız andan itibaren ruhunuzu kuşatan hat örnekleriyle cami sizi kendine çekecektir, büyülenirsiniz.  İşte şu duvara bakın; gördüğünüz gibi bu duvarda büyük harflerle Allah, diğerinde Muhammed lafzı yazılı. Kubbeyi tutan sütunlarda ve caminin diğer duvarlarındaki büyük hat örneklerine bakın, ne kadar da büyüleyici değil mi?
Ve yine o “vav” harfi. Bursa’da sırlarını öğrendiğimiz o vav. Bunun haricinde, caminin içinde hüsn-ü hat sanatıyla yazılmış birbirinden güzel Esma-ü Hüsnalar, Aşere-i Mübeşşere’den ve Hulefa-i Raşidin’den isimler, sureler ve hadislerden örnekler yer almaktadır. Edirne’ye sadece Eski Cami’deki bu sanat cümbüşünü seyretmek için bile gelmeye değer. Keşke Yıldırım kardeşler saltanat için birbirlerine düşmeselerdi de bu güzelliğe kan bulaştırmasalardı…

Eski Cami’nin Diğer Özellikleri
Hat örnekleri kadar, Eski Cami’yi çekim merkezi haline getiren başka özellikleri de var. Caminin ortasına doğru konumlandırılmış müezzinler mahfili var. Edirnekâri ( Edirne işi ) bezemelerle süslenmiş. Müezzini, Mahfilin üzerine ulaştıran döner merdivenin sonunda, müezzinlerin piri Bilal-i Habeşi’nin adı yazılıdır.
Ak mermerden oyma minbere, “Âmene’r-rasulü” nakşedilmiş. Evliya Çelebi bu minberden bahsederken “Gayet sanatlı !” demeyi tercih etmiş. Bu minbere, bayram ve cuma namazlarında hatip kılıç kuşanarak çıkarmış. Hatibin hutbeye çıkarken kılıç kuşanması, Osmanlı’da bir gelenektir. Hatip minberde bu kılıca yaslanarak hutbe verirmiş.
Bakın arkadaşlar, şurada, minber ile mihrap arasında bir  taş parçası görüyorsunuz. Halk arasında bu taşa “Kâbe taşı” denir. Anlatılanlara göre Kabe’nin Yemen yönüne bakan köşesinden düşen bir taş parçasıymış bu taş. Kâbe imamının gördüğü bir rüya üzerine Edirne’ye, hediye olarak gönderilmiş. Ve Sultan II. Murad da kendi elleriyle, Rükn-i Yemani’den gelen bu taş parçasını buraya yerleştirmiş. Hatta çoğu kişi bu taşın Hacer’ül Esved’in bir parçası olduğuna inanır ve o na saygı gösterir.
Mihrap, görüldüğü gibi, mukarnaslarla süslenmiş. Mihrabın üzerindeki kubbede İhlas suresi ile birlikte bir hadis-i şerif yer alıyor. Enes bin Malik’ten rivayet edildiğine göre Resulullah şöyle buyurmuş: “Kim sabah namazını cemaatle kılar, güneş doğana kadar Allah’ı zikreder ve sonra iki rekat namaz kılarsa, o kimseye hac ve umre sevabı vardır.” Bu hadisteki mananın peşinde koşan cemaat sabah namazından sonra güneş doğana kadar dağılmaz, zikirle meşgul olur, kuşluk namazını da kılıp öyle dağılırlarmış.
Eski Cami’de, padişahların namazlarını eda ettikleri yer olan bir de hünkar mahfili bulunuyor.  Kadınlar mahfili de var, ahşaptan yapılmışlar. Ayrıca, iki tane de vaaz kürsüsü bulunuyor işte şurada. Rivayete göre; II. Murad döneminde İslâm büyüklerinden Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri bu camide bir dönem vaaz vermiş. Onun Edirne’den ayrılışından sonra bu kürsüye çıkmak isteyen vaizlerin dilleri tutulmuş, konuşamamışlar, bundan dolayı bir vaaz kürsüsü daha yaptırılmış.”

Balkan Savaşı Şehitliği
Edirne‘yi gezmeye devam ediyoruz. Yolumuzun üzerine Balkan Savaşı Şehitliği çıkıyor. Burası Balkan savaşları sırasında bölgeyi ele geçiren Bulgarların Türk esirleri aç ve susuz bırakıp 20.000 kişinin ölmesine neden olduğu meydanmış. Günlerce aç kalan esirler ağaç kabukları yiyerek hayatta kalmaya çalışmışlar, ancak kolera, dizanteri gibi bulaşıcı hastalıklara karşı başlangıçta hiç bir önlem alınmadığından esirlerin çoğu ölmüş. Ölüler meydanda olduğu gibi bırakılmış, defnedilmemiş günlerce. Bulaşıcı hastalıkların yayılmasıyla resmen bir kıyım yaşanmış bu meydanda. Bu şehitlik onların anısına yapılmış.
Yüz yıl önce, 1913 yılında yaşanan bu acı olaylar, bugün hâlâ acısını hissettiriyor. Bu topraklarda,  bu ata yadigarı güzelim şehirde, yaşanan o acıları  bilerek dolaşmak insanı kahrediyor. Bu topraklar vatan olarak elimizde kalmış, kalmasına kalmış da nasıl kalmış, düşünmek lazım, hem de çok düşünmek lazım, ibret almak lazım.  
O esirlerin ölmemiş olanları  komutanlarıyla birlikte çeşitli işkencelere maruz bırakılmış, daha sonra da Meriç Nehri’ne atılarak, ateşe atılarak su kuyularına atılarak feci şekilde öldürülmüşler.
300.000 kadar şehit vermişiz Edirne’de. Bir Çanakkale’de, burada varmış meğer. Rehberimiz İsmail bey bunları anlatırken gözyaşımız sel oldu aktı Edirne sokaklarında.
Heyhat ki heyhat, ben bu bilgileri 63 yaşımda öğreniyorum. Tarih kitaplarımızda neden bu caniliklerden bahsedilmez. Edirne‘yi öğrenmek için 100 yıl sonra  Edirne’ye kadar gelmemiz mi gerekiyordu?

Savaş her zaman geride çok acı hatıralar bırakmıştır. Bugün bilhassa Ortadoğu’da ve diğer İslâm ülkelerinde buna benzer acılar hâlâ yaşanmaktadır. Durup düşünmemiz gerekiyor. 100 sene önce yaşadığımız acıların aynısını tekrar yaşamamak için durup düşünmemiz gerekiyor. Kim yapıyor, ne yapıyor, niçin yapıyor, kime yapıyor? diye durup düşünmemiz gerekiyor, ibret almamız gerekiyor, sonra da sorgulamamız gerekiyor. Acı ve ıstırap dolu duygularla, Edirne Şehitliği’nden ayrılırken, şehitlerine sahip çıkmayan Edirnelileri şiddetle kınayarak iniyoruz şehre doğru. Bu şehitliğin hali nedir böyle? Yapılmasaymış daha iyiymiş. Şehitlerine ve tarihi eserlerine sahip çıkamayan Edirneliler, ben ne diyeyim şimdi size, siz söyleyin…

Edirne’ye hayran kaldık
Tarihi eserler açısından oldukça etkileyici bir şehir Edirne, hayran kaldık. İtirafta bulunmam gerekiyor: En az 20 sefer içinden geçtim Edirne’nin, ciğerini yedim, köftesini yedim, otelinde kaldım, peynirini aldım. Bana da yazıklar olsun ki; ben de Edirne’yi ihmal etmişim. Hayıflandım, hem de ne hayıflanma. Edirne’yi bize neden tanıtmadılar, Edirne tarihini neden okutmadılar bize? Bu soruya, Türkiye’nin hangi değerini,  hangi kültürünü tanıttılar da Edirne’yi tanıtacaklar? şeklinde arkası arkasına sorulan sorularla cevap verebiliyoruz. Kendi ülkesine yabancı olan nesil yetiştirmek, herhalde sadece Türkiye’ye mahsus olsa gerektir.
Ben 1951 doğumluyum, Türk Eğitim Derneği’nin üyeleriyle birlikte, 2009 yılından itibaren, kendi imkanlarımızla ülkemizi tanımak için düştük yollara. Ülkemizi tanıdıkça vatanımıza olan hayranlığımız artıyor ve aynı zamanda devlet yetkililerine olan kinimiz de artıyor. Bu milletin asil evlatlarının, ülkelerini tanımaları için, ille de yurt dışına çıkmaları mı gerekiyor? Öğrenci gezileri düzenleyerek veya devlet destekli kültür gezileri düzenleyerek ülkemizin değerleri yeni nesle tanıtılamaz mı?  Eğer ihmal değilse, düpedüz hainliktir bu.

Edirne, sen mükemmel bir şehirsin 92 yıl Osmanlı’ya başkentlik yapmışsın. Ancak, senin örtüp-sarmaladığın, göğsünü verip emzirdiğin, karnını doyurduğun çocukların, maalesef senin kıymetini bilmiyorlar...

Bekle bizi İstanbul
Kendi değerlerine sahip çıkmayan, vefasız Edirnelilerin yaşadığı bu vefalı şehirden ayrılıyoruz.  Yönümüzü ve yüzümüzü çevirdik İstanbul’a. Kaptanımız Sezgin sürdü CD yi CD çalara. „Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar...“
Önce türkünün acıklı hikayesi: Edirne/Malkara’da 18 yaşlarında Zeynep isimli güzelmi güzel  bir kız varmış. Köyde bir gün düğün kurulmuş. Köy ağasının düğünüymüş bu düğün. Uzaklardan gelenler de olmuş. Güreşler tutulmuş, at yarışları yapılmış. Uzaklardan düğüne gelen bir delikanlı(Ali)nın gözüne takılmış o güzeller güzeli Zeynep.  Ali gönlünü kaptırıvermiş Zeynep’e. Sormuş soruşturmuş Zeynep’i. Köyüne döner dönmez hemen babasını istemeye göndermiş.  
Göndermiş göndermesine de alamamışlar kızı. Köy çok uzaklarda imiş.  ‘6 günlük yola kız vermem ben!’ demiş Zeynep’in babası. Zeynep de ‘İstemem’ demiş, ‘Hayır!’ demiş.  Ali kızın peşini bırakmamış, bir , iki, üç derken nihayet Zeynep’i almış babasından. İstemeye istemeye Zeynep de ‘Evet’ demiş. Keşke evet demeseymiş, olmuş bir kere ve Zeynep Ali’nin köyü’ne gelin gitmiş.
Ali zeynep’ten hevesini alınca, ihmal etmeye başlamış Zeynep’i. Bir defa bile olsa Zeynep’i alıp ailesine götürmemiş. Aradan 7 yıl geçmiş.  Ailesinden ayrı olmaya alışık olmayan Zeynep yataklara düşmüş. İçindeki hasret büyüdükçe büyümüş, hasretini türkülere dökmeye başlamış Zeynep.
Zeynep’in perişan halini gören köylüler nihayet haber salmışlar Zeynep’in annesine-babasına. Annesi ve babası gelmişler ama, çok geç kalmışlar, Zeynep ölüm döşeğindedir.  Doya doya sarılamaz bile annesine ve babasına. Yattığı yerden nasihat gibi bir türkü mırıldanarak ruhunu teslim eder. Bu duruma çok üzülen köylüler ve halkımız o türküyü dilden dile günümüze kadar aktarıp getirmişlerdir. Türkü, günümüzde kına gecelerinin vazgeçilmezi olmuştur.

Yüksek yüksek tepeler ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler
Uçanda kuşlara malum olsun
Ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı
Ben köyümü özledim

Babamım bir atı olsa binse de gelse
Annemin yelkeni olsa açsa da gelse
Kardeşlerim yollarımı bilse de gelse
Uçanda kuşlara malum olsun
Ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı
Ben köyümü özledim

Ey güzelim Edirne! Sen ne de güzel ve de vefâlı bir şehirmişsin, o kadar sıkıntıya-işkenceye, kıyıma rağmen bizler için, temelinde yükselen Osmanlı’dan az da olsa hatıralar saklayabilmişsin, minnettârız sana. Ancak, seni bizden bizi de senden ayıran o vefasız Edirnelilere, hainlere, kıymet bilmez nankörlere yazıklar olsun...

Devam edecek