25 Şubat 2018 Pazar

SELÇUKLU VE OSMANLI BAŞKENTLERİ (VIII) –İSTANBUL (II)-




- Ecdadımızın mezar taşlarındaki yazıları bile okuyamaz hale gelmişiz. Bizleri geçmişimizden koparan bir dönemin yöneticileri olan o insanlara ne diyelim,’İyi yapmışsınız aferin.’ mi diyelim, ne diyelim siz söyleyin...-

Pierre Loti (Louis Marie Julien Viaud) Kahvesi
Eyüp Sultan Camii'nin hemen yanından teleferiğe bindik. Mezarlıkların üzerinden adeta uçarak geçtik ve ulaştık Piyer Loti Tepesi’ne. Tarihi Piyer Loti Kahvesi birkaç yüz yıllık geçmişe sahipmiş. 19. yüzyılın sonlarına kadar Rabia Kadın Kıraathanesi olarak bilinen bu kahve, Fransız yazar Pierre Loti burayı mekân tutmaya başladıktan sonra Piyer Loti Kahvesi olarak anılmaya başlanmış. Pierre Loti, 1850-1923 yılları arasında yaşamış ünlü bir Fransız yazar ve oryantalist. Deniz subayı. Türkiye'ye ilk kez 1876 yılında gelmiş ve bir yıl kalmış. Eyüp sırtlarındaki bu tarihi kahveyi de o yıllarda keşfetmiş. Pierre Loti'yi oraya çeken Haliç'in büyüsünden ziyade, Aziyade ismindeki evli bir Osmanlı hanımıymış. Pierre Loti ile Aziyade arasında bu kahvede ölüm onları alıp götürünceye kadar devam edecek olan aşkın ilk adımları atılmış. İşte o gün bugündür kahvenin adı Piyer Loti olarak anılmış.
Ahmet Yumuşak ile aynı masayı paylaşıyoruz. Eşlerimizle birlikte Haliçe karşı çaylarımızı yudumluyoruz.  Bir yandan Haliç'i seyrediyor, diğer yandan da o ortamın küf kokan havasını solumaya çalışıyoruz. Muhteşem bir manzara. Ben Loti ve Aziyade’nin aşkına saygı duyuyorum…Bu tepeden İstanbul’u seyredenler, ya aşık olurlar, ya da kitap okurlar veya yazarlar...
Piyer Loti Tepesi’nden inerken, teleferik yerine yürümeyi tercih ediyoruz. Eyüp Mezarlığı’nda medfun olan tarihe not düşmüş nice vatan sevdalıları varmış. Onlara uğramadan, onlarla sohbet etmeden ve onlar için dua etmeden oradan çekip gitmek olmazdı. Necip Fazıl Kısakürek (şair ve yazar), Hacı Arif Bey (musikişinas), Zekai Dede Efendi (bestekâr), Ömer Ferit Kam (yazar), Mareşal Fevzi Çakmak (asker), İsmail Hakkı Uzunçarşılı (tarihçi yazar), Peyami Safa (yazar), Ömer Nasuhi Bilmen (âlim), Ahmet Kabaklı (yazar), Adil Erdem Bayazıt (yazar, şair, milletvekili)...Bu mezarlar vatanımızın tapu senetleridir. Allah hepsine rahmet eylesin. Özellikle Üstadımız necip Fazıl Kısakürek’e, Sakarya’nın ayağa kalkmak üzere olduğu müjdesini verdik...Üstad bizleri görünce heyacanlandı ve şiirinden bir bölüm okudu:
Sakarya, sâf çocuğu, mâsum Anadolu’nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşıyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! ..

Abdest alacağız
Caminin tuvaleti biraz uzakta, yanında bir de mezbaha var. Adak kurbanlarının kesimi bu  mezbahanede yapılıyormuş. Kokudan geçilmiyor, mezbaha ile tuvalet kokusu birleşince olan oluyor işte... Burnumuzun direği sızlıyor. Tuvalette, tuvalet kâğıdı da yok. Elli kuruş verirseniz bir tek peçete veriyorlar onu da elinizi silmek için, bir tek peçete 50 kuruş, ne demek lazım bu işe... Tuvalet kâğıdı neden yok burada? Diye sordum  tuvaletin sorumlusuna, aldığım cevap ilginçti: "Su var ya, ne yapacaksın tuvalet kâğıdını?!.”

Eyüp Sultan Camii
“Ebu Eyyûb El-Ensarî, Eyüp Sultan olarak anılır. Mekke'den Medine'ye göç ettiği zaman Peygamberimiz’i evinde misafir eden sahabe olduğu bilinir. 80 yaşlarında geldiği (668-669) İstanbul kuşatması sırasında şehit düştüğü anlatılır. Vasiyeti üzerine, İstanbul surlarının dibine gömüldüğü rivayet edilir. Fetih’ten sonra Akşemseddin, keşif yoluyla mezarını bulmuş.  Mezarın bulunduğu yere adına bir türbe, bir de cami yaptırılmış. Eyup Sultan aynı zamanda, Cülûs törenlerinin yapıldığı yerdir. Padişahların kılıç kuşandığı, taç giydiği yer."
Öğle namazını Eyup Sultan Camii’nde kıldık. Namazdan sonra türbe ve kabir ziyaretinde bulunduk. Özellikle Eyup Sultan Haziresi’nde bulunan mezarlar var hedefimizde.

Cülûs Yolu
“Eyüp Sultan Camii'nin müştemilatı içerisinde Eyüp Sultan Türbesi, Bitişiğinde Cülûs Yolu, İmaret(Aşevi), Binektaşı, Tefekkür Bahçesi ve Mihrişah Valide Sultan Sıbyan Mektebi var. Cülûs Yolu, Fatih Sultan Mehmet'ten Vahdettin'e kadar Osmanlı Padişahlarının tahta çıktıklarında kılıç kuşanıp ata bindikleri, Cülûs törenlerinin yapıldığı, padişahın hükümranlığını sembolize eden tarihi bir yoldur. Geleneğe göre Sultan, kayık ile Eyüp'e gelir, vezirler ve devlet adamları yolun başında kendisini selamlarmış, o da binek taşının üzerinden atına binerek Eyüp Sultan Hazretlerini ziyaret edermiş. Şeyhülislam orada Sultan’ın beline dört halifeye ait kılıçlardan birini kuşatır ve Allah'ın yardımıyla din ve devlet düşmanları üzerine muzaffer olması için dua edermiş. Törenden sonra Sultan yeniden ata biner yolda toplanan ahaliye Cülûs bahşişi dağıtarak Topkapı Sarayı’na geri dönermiş. Bu üzerinde durduğum taş, bir döneme damgasını vurmuş Osmanlı Padişahlarının iktidara ilk adımı attıkları Cülûs Yolu'nda sultanların ata bindikleri tarihi "Binektaşı" dır.”
Binek taşı’nın üzerinde, yanında o taşın kimliğiyle ilgili bir açıklama göremedik. Rehberiniz olmadan oraya giderseniz o taşın orada niçin durduğunu anlayamazsınız. 600 sene 3 kıtada adaletle  hükmeden o koca imparatorluğun başında bulunan padişahın, padişah olunca ata bindiği o taş orada öylece duruyor. O şehrin belediye başkanı yok mudur, o belediyenin kültür müdürü yok mudur?

Mezar taşları ve anlamları
“Mezar taşları, ölülerin yer üstündeki temsilcileridir. Bir yandan bizlere ölümün varlığını hatırlatmak, ölümün yokluk olmadığını göstermek; bir yandan da bizden dua talep etmek amacıyla dikilmiştir. Onlar bize, dünyanın geçiciliğini, asıl yurdun buralar olmadığını fısıldamaktadır...
İşte şurada gördüğünüz gibi, mezar taşlarının bazılarında yatay taş üstüne çanak şeklinde bir oyuk vardır. Maksat, yağmurdan sonra orada biriken sudan içen kuş ve kedi gibi hayvanlar vesilesiyle sevap ve rahmet elde edebilmektir.
Ayrıca, erkeklere ait taşlarda mesleğini bildiren başlıklar vardır işte şurada görüyorsunuz, böylece orada yatan zatın mesleği ve tarikatı anlaşılabilmektedir. Genel olarak erkek mezar taşları; sarıklı, kavuklu, başlıklı ve fesli olarak dört grupta toplanır. En ilginç mezar örneklerinin sahibi kaptan-ı deryalardır. Kırık gemi direği, kişinin artık hayatta olmadığının göstergesidir. Bu taşlar, bir kaptanın, âdeta ahiret gemisine binip ebedi istirahat yerine doğru seferini temsil eder.

Kadın Mezar taşlarında daha çok kadın zerâfetini yansıtan çiçek ve meyve motifleri bulunmaktadır.
Kur’an’da çeşitli vesilelerle nar, üzüm, hurma gibi meyve isimleri zikredilir (6 En’am 99). Mezar taşlarına bu meyveler de işlenir, meyveler sembolik bir duadır: ‘‘Biz cennet meyvelerini vefat eden kişinin taşına kazıyoruz, ‘Allah’ım Sen de ona asıllarını ikram et’ demektir.  Servi Ağacı, düzgün ve uzun duruşu ile Allah kelimesinin ilk harfi olan Elif’e benzetildiği için, Allah’ın birliğini sembolize etmektedir. Servinin en üst dalının eğri durması Allah’ın karşısında boynu bükük kalmayı, âcizliği ve sabrı ifade eder.

Bazı mezar taşlarına da gördüğünüz gibi kandiller işlenmiştir, böylece orada yatan kişinin kabrinin aydınlatılması temenni edilmiştir. Nur suresinin 35. ayetinde şöyle denilir: ‘‘Allah, göklerin ve yerin Nur’udur. O’nun nurunun örneği, içinde ışık bulunan bir kandile benzer.’’

Osmanlı mezarlıkları ve mezar taşları dün olduğu gibi bugün de herkesin ilgisini çekmektedir. Çünkü bu mezarlıklar, endamlı servileri, rengârenk çiçekleri ve sanat şâheseri taşlarıyla insana huzur veren mekânlardır. Eski mezarlıklarda ölümün, insana ürperti veren soğuk yüzü görülmez. Osmanlı Medeniyeti buraları birer “mânevi istirahat bahçesine” çevirmiştir. Mezar taşı kitâbeleri yapıları itibariyle de sanat ve estetiğin konusu olmuşlardır. Çok ince taş işçiliği, çeşitlilik arz eden başlıkları, taşıdıkları edebî ifadeler ve yazı sanatının çok güzel örneklerini taşımaları onları önemli kılmıştır. Ayrıca kişi ile ilgili en doğru bilgiler mezar taşlarından elde edilmiştir.
Osmanlı medeniyetinde, mezarlıklar şehir dışına, hayatın dışına çıkarılmamış, devamlı göz önünde olan yerlere yapılmıştır. Hayatta olan insanların, her gün beraber oldukları, akrabaları, dostları, eşleri, çocukları orada metfundur. Onların önünden geçerken hayır dua ile andıkları bu mezar sakinleri, onlara hayatın fâniliğini, geçiciliğini hatırlatarak, kalıcı güzelliklere yönelmelerini sağlayacaktır.”

Tarihi eserlere karşı ne kadar da ilgisiz kalmışız. Burada kocaman bir tarih yatıyor. Mezar taşları konuşuyor, bizler onların sesini duyamıyoruz. Herkesin gözü önünde duran bu tarihi eser statüsünde olan bu mezarlık ne kadar da bakımsız. Ecdadımızın mezar taşlarındaki yazılarını bile okuyamaz hale gelmişiz. Bizleri geçmişimizden koparan bir dönemin yöneticileri olan o insanlara ne diyelim,’İyi yapmışsınız aferin.’ mi diyelim, ne diyelim siz söyleyin...
Bir de Eyüp Sultan’a kadar gelip türbe ziyareti yapıp, camide onlarca rekat namaz kılıp, oradaki taşlara demirlere elini yüzünü sürüp günahlarından azaltma yaptığına inanarak geriye dönenler var. Caminin hemen arkasına gidip de o mezar taşlarına bakmıyorlar bile, orası onların ilgilerini bile çekmiyor...Oraya kadar gidip Fatiha bile okumuyorlar...Al birini vur ötekine. Neremizden tutsak elimizde kalıyor...

Rehberimiz Nisa Uğurluel
Nisa hanım, daha yeni evlenmiş. Mesleğine aşık olduğu herhalinden belli. Bizlere İstanbul’u anlatmak için yırtınıyor. Bazılarımız İstanbul ile yeni tanıştığımız için maalesef rehberi dinlemekten ziyade fotoğraf çekmeyi tercih ediyoruz. Morali bozuluyor ama ses çıkarmıyor Nisa Hanım. Kendisini can kulağıyla dinleyenlere anlatıyor, saygılı bir bayan...Zorla güzellik olmuyor. Rehber anlatacaklarını anlattıktan sonra aslında 5 dakika resim çekme zamanı da veriyor. Sorumlu arkadaşlarımız da her eserin önüne geldiğimizde hatırlatıyorlar, “arkadaşlar toplanalım” diyorlar, “resim çekmek için zaman ayrılacaktır” diyorlar,’ önce bu eser hakkında bilgi alalım sonra verilen süre içinde resim çekebilirsiniz’ diyorlar.
Toplu geziler iyidir-güzeldir ama iyi olmayan tarafları da vardır. Bazıları alır başını gider...Genel olarak, birlikte hareket etmek gibi ahlâki alışkanlığımız yok maalesef. Bazı insanlar huzuru bozarlar, düzeni bozarlar, bir de kalkarlar sorumlulara kafa tutarlar...Yapacak fazla birşey yok, yemeğin tuzu biberi gibi düşünmek gerekiyor bu olayları...

Miniatürk
Önce Miniatürk. Miniatürk`te Türkiye`nin dört bir yanından seçilen tarih, kültür ve sanat eserlerinin minyatürleri sergileniyor. Antik Çağ`dan Bizans`a, Selçuklu`dan Osmanlı`ya 3.000 yıllık tarih ve kültür mirasımız buraya, Haliç kıyısına taşınmış. Miniatürk; Anadolu, İstanbul ve diğer Osmanlı coğrafyasından getirilen eserlerin sergilendiği bölümlerden oluşuyor. Fevkalade etkileyici. Kendi ortamlarında sergileniyor eserler. En etkileyici olanı, Kurtuluş Savaşı'nın canlandırıldığı kısım. Balkan Savaşları, Çanakkale Savaşı ve hemen arkasından Kurtuluş Savaşı. İmkânsızlıklar içerisinde yapılan savaşlar bunlar, top yok, tüfek yok, araba yok, mermi yok, ayağa giyilecek ayakkabı yok. Kazmalarla, küreklerle, sopalarla korunuyor; vatan, namus, bayrak ve millet. Sonuçta yedi düvele karşı zafer kazanılıyor, imkânsız başarılıyor. Etkilenmemek mümkün değil.

Mısır Çarşısı
“Mısır Çarşısı, Eminönü'nde Yeni Cami'nin hemen yanında. İstanbul'un en eski kapalı çarşılarından.  Çarşı, 1660 yılında Turhan Sultan tarafından yaptırılmıştır. Mimarı Kazım Ağa'dır. Turhan Sultan Rus asıllıdır. 12 yaşlarında iken Kırım Tatarları’nın eline esir düşmüş ve İstanbul’a getirilerek saraya verilmiştir. Sultan Dördüncü Mehmed’in annesidir. Devlet işlerinde etkili olmuştur. 1597’de Sultan Üçüncü Mehmed’in annesi Safiye Sultan’ın emriyle yapımına başlanan Yeni Cami onun parasıyla tamamlanmıştır. Türbesi bu caminin avlusundadır. Mısır Çarşısı da caminin müştemilatındandır. Aktarlarıyla meşhur olan bu çarşıda eskiden olduğu gibi, halen; bitkisel ilaçlar, baharatlar, çiçek tohumları, bitki kökleri ve kabukları gibi ilaçların yanı sıra; kuruyemiş, şarküteri ürünleri, değişik gıda maddeleri de satılmaktadır. Burada ne ararsanız bulursunuz. Alış-veriş için 2 saat zamanınız vardır. İşi biten Yeni Cami’nin önüne gelsin. Ama zamanında gelsin.”

Hep  beraber girdik çarşıya. Çarşıda gezmek-dolaşmak, alış-veriş yapmak oldukça zor, ana-baba günü.. ‘İğne atsan yere düşmez’ dedikleri söz, tam da burası için söylenmiş sanki. Yürümüyorsunuz, adeta sürükleniyorsunuz. Adım atmadan yürümek nasıl olurmuş, onu  burada yaşıyorsunuz. Alışveriş edilmese bile mutlaka bu kalabalığa girilmesi gerekiyor. Biz de bir şey alamadık zaten. Bazı arkadaşlar mesir macunu almışlar, bazıları da Mehmet Emin Efendi kahvesi...Kahvesi oldukça meşhurmuş. Ben de oğlum Zülfikar için aldım. Kahveyi çok sever, tiryaki denilebilir ve kendisi pişirir. Bu kalabalıktan kaybolmadan çıkabilirsek kendimizi şanslı hissedeceğiz. 2009 senesinde bu çarşıda Beyhan’ı  kaybetmiştik. Herkesi almıştı bir telaş, nasıl bulacağız, nereyi arayacağız, kime soracağız Beyhan’ı? Soru üstüne soru... Cevabı olmayan sorulardı bunlar. Zaman uzadıkça telaşlanıyoruz, tansiyonumuz yükseliyor, bir oraya yükleniyoruz bir buraya yükleniyoruz derken; Raşit ve Hüseyin kalabalığın içinden el sallıyorlardı, tamam bulduk Beyhan’ı.  Nasıl rahatlamış, nasıl sevinmiştik. Beyhan, alış-veriş yapmak için dükkâna girmiş, annesine babasına haber vermeyi de unutmuş, çocuk işte... Aynı şey yine başımıza gelecek diye de korkmadık değil. Bu defa da Erol’un oğlu Metin kaybolabilirdi...

Kapalıçarşı
“Kapalıçarşı, İstanbul’un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafından 1460 yılında inşa ettirilmiştir ve Fatih tarafından vakfedilmiştir. İstanbul’un en eski ticâret merkezidir. Târihteki adı Çarşu-yı Kebîr( Büyük Çarşı) dir. 30.700 m2’lik bir sahaya kurulmuştur. Üzeri kubbelerle örtülüdür, içinde iki tane cami vardır. Nûr-u Osmaniye ve Bâyezid Câmileri. Çarşının 60 tane sokağı ve 3600 dükkanı vardır. Çarşıya dört taraftan giriş yapılabilir.
Kapalı Çarşı’nın Bâyezid istikametindeki kapısının üstünde, “El-kâsib-u Habîbullah”(Helalinden kazanan Allah’ın sevgili kuludur.) kitabesi ve Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tuğrası, Nûruosmâniye Câmii istikametindeki kapısının üstünde de Osmanlı Devleti’nin arması mevcûddur.
Kapalı Çarşı, hem tarihsel dokusu hem de geçmişin izlerine ışık tutan sanatsal öğeleriyle önemini korumayı başarmıştır. Kapalı Çarşı, pazar hariç, her gün açıktır. Çarşı ne ararsanız bulabileceğiniz bir alışveriş merkezidir.
Nuruosmaniye Camii Kapalıçarşı'nın Cağaloğlu ve Çemberlitaş'a açılan kapısının önünde yer alır. Sultan I. Mahmud'un emriyle inşasına başlanmış, III. Osman tarafından 1755 yılında tamamlanmıştır. İsmini 3. Osman’dan almıştır. Mimarı Mustafa Ağa ve yardımcısı Simon Kalfa'dır. (Mimar Simeon). Nuruosmaniye, Klâsik Dönem'in izlerinin azaldığı, Avrupa mimarisinin etkilerinin görüldüğü bir yapıdır. Barok üslûbunun ilk örneği olan bu karakteristik caminin iç avlusu, klâsik plân esasından bütünüyle ayrılmıştır. Yarım daire şeklinde 12 sütun üzerine oturan 14 kubbesi bulunmaktadır. Caminin iç kısmı kare plân üzerine yapılmıştır ve mihrabı çıkıntılıdır. Eteği 32 pencere ile çevrili yüksek kubbe, duvarlar üzerine oturan kemerler tarafından taşınmaktadır. Cami, beş sıra halinde 174 pencere tarafından aydınlatılmaktadır. Pencereler alçıdan ve Barok stilindedir. İç bezemelerinde en göze çarpan unsur kubbesinde ve duvarlarındaki hatlardır. İki şerefeli iki minaresi vardır. Kurşun yerine taş alemler ilk kez bu minarelerde kullanılmıştır. Caminin iç avlusunda şadırvan yoktur. İki kapılı geniş dış avlusu, Kapalıçarşı ile Cağaloğlu ve Çemberlitaş arasında geçiş yolu olarak kullanılmaktadır. Nuruosmaniye Külliyesi, dar bir alana sahip olmasına rağmen; kütüphane, medrese, imaret, çeşme, sebil, dükkanlar gibi müştemilâtı ustaca kuşatmıştır. Caminin ana giriş kapısının üzerinde müezzin mahfili, yanlarda mahfiller, mihrabın solunda ise padişahın at üstünde camiye girişine yol veren rampalı Hünkâr mahfili bulunmaktadır. Bir çok odadan müteşekkildir ve altın yaldızla bezenmiştir.  Mükemmel bir akustik sistemi olan caminin dengesini kontrol etmek için mihrabın iki yanına döner terazi sütûnlar yapılmıştır. Caminin türbesinde, Şehsuvar Sultan ve şehzadeler medfundur.
Nuruosmaniye Camii, üç boyutlu taş bezemeleriyle dünya mimarisinde bile eşi olmayan, özgün bir Barok şaheseridir. Ancak, Barok üslûbunun ilk örneği olan bu yapı, İstanbul'un mimarî açıdan bozulmasının müsebbibi olarak da gösterilmektedir. Bu görüşe göre, yapıda uygulanan üslûbun etkileriyle 19. asır başından itibaren İstanbul'un yüksek kültür değerleri, mimarisi ve şehir özellikleri tahribata uğramıştır. İstanbul'un her yerinde dantel gibi işlenmiş Mimar Sinan eserleri göz önüne getirildiğinde, bu görüşe hak vermemek elde değil.“

Bilhassa bayanlar için dinlenme açısından iyi geldi Nuruosmaniye Camii. Alışveriş etmek o kadar kolay olmuyor. Burada bize Hale kızımız da eşlik etti.  Denizlilidir. Boğaz İçi Üniversitesinde okuyor. Berlin’de tanışmıştık kendisiyle. Ben ekibi Kapalı Çarşı’da Nuruosmaniye Camii’nin yanında bırakarak İstiklal Caddesi’ne gittim. Zülfikar’ın siparişi vardı. Çağaloğlu’nda, Sahaflar Çarşısı’nda bulamadım. “Ancak istiklal Caddesi’nde bulunur.” dediler. İstiklal Caddesi’nde de yürümek oldukça zor. Ya ağır ağır gideceksin, halk seni sürükleyecek ya da aralardan sağ sol yaparak hızlı hızlı gitmeye çalışacaksın. Ben ikinciyi terci ettim. Ne kadar başarılı oldum o tartışılır. Ama albüme ulaştım ve satın aldım: Tanburi Cemil Bey’in Külliyatı.

Sultan Ahmet Camii
“1609-1617 yılları arasında Osmanlı Padişahı I. Ahmed tarafından, Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa'ya yaptırılmıştır. Cami mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ve büyük kubbesinin içi de yine mavi ağırlıklı kalem işleri ile süslendiği için Avrupalılarca "Mavi Cami” (Blue Mosque) olarak adlandırılır.
Sultanahmet Camii, külliyesiyle birlikte, İstanbul’daki en büyük eserlerden biridir. Bu külliye, cami, medreseler, hünkar kasrı, arasta, dükkânlar, hamam, çeşme, sebiller, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethane ve kiralık odalardan oluşmaktadır. Bu yapıların bir kısmı günümüze kadar maalesef ulaşamamıştır.
Camide, 20.000'i aşkın İznik çinisi kullanılmıştır. Bu çinilerin süslemelerinde sarı ve mavi tonlardaki geleneksel bitki motifleri vardır. Caminin ibadethane bölümü 64 x 72 metre boyutlarındadır. 43 metre yüksekliğindeki merkezi kubbesinin çapı 23,5 metredir. Caminin içi 200'den fazla renkli cam ile aydınlatılmıştır. Yazıları Diyarbakırlı Seyyid Kasım Gubarî tarafından yazılmıştır. Türkiye'nin altı minareli ilk camiidir.  Avlu neredeyse caminin kendisi kadar geniştir ve kesintisiz bir kemeraltıyla çevrilmiştir. Her iki tarafında abdesthaneler vardır. Ortada altıgen fıskiye vardır.
Avizelere devekuşu yumurtaları yerleştirilmiştir. Bu yumurtalar örümcek ağlarının oluşumunu engeller. Her yarı kubbe 14 pencereye, merkez kubbe ise 4'ü kör olmak üzere 28 pencereye sahiptir. Renkli camlar Venedik Senioren’in hediyedir.

Caminin mihrabı ince işçilikle oyulmuş ve yontulmuş mermerden yapılmıştır. Bitişik duvarlar seramik çinilerle kaplanmıştır. Mihrabın sağında zevkle işlenmiş minber bulunur. Cami en kalabalık halinde dahi olsa herkesin imamı duyabileceği şekilde tasarlanmıştır.
Sultan mahfili, bir platform, iki küçük dinlenme odası ve sundurmadan oluşur, buradan padişahın locasına geçilir. Hünkar Mahfili 10 adet mermer sütunla desteklenmiştir.
Caminin içindeki birçok lamba zamanında altın ve diğer değerli taşlarla ya da kristal cam kaselerle kaplıydı. Bu dekorların hepsi maalesef ya kaldırıldı ya da yağmalandı.

Minareler
Sultanahmet camii Türkiye'de 6 minaresi olan 4 camiden ilkidir. Minarelerin sayısı ortaya çıkınca Sultan Ahmet  küstahlıkla suçlanmıştır. Çünkü, sadece  Kâbe'de de 6 minare bulunmaktadır. Sultan bu problemi Kâbe’ye yedinci minareyi yaptırarak çözer.

Galata Kulesi (İsa Kulesi)

Osmanlılar için burası tıpkı Romalılar döneminde olduğu gibi dış mahalledir. İstanbul’un, kadılıkla yönetilen 4 bölgesinden (Sur içi, Eyüp, Üsküdar ve Galata kadılıkları) birisiydir Galata. Yani ayrı bir kadısı vardır. 1453’teki fetihten sonra Cenevizliler, buradaki iskan ve ticaret haklarını korudular. Genç Fatih, İstanbul’un fethinden sonra bölgeyi kendisine teslim eden Cenevizlilerin ve Venediklilerin ne kadar fayda sağlayacaklarını iyi biliyordu.
Galata Kulesi, tahminlere göre ilk olarak 507 yılında Romalılar tarafından yapılmışsa da bugünkü şeklini 1348 yılında Cenevizler vermiştir. Yüksekliği yaklaşık 70 metre, çapı ise aşağı yukarı 10 metredir. Ağırlığının ise 10 bin ton olduğu tahmin edilmektedir.
1.Anastasius tarafından yaptırılan kuleye Cenevizler, büyükçe bir Katolik haçı yerleştirdiler. Osmanlılardan önce İsa Kulesi olarak anılan kulenin tepesindeki haç, Fatih Sultan Mehmet Han tarafından indirtilmiştir.
İstanbul’un fethinden sonra Galata Kulesi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde farklı amaçlarla kullanıldı. Kule, 1509 yılında meydana gelen İstanbulluların “Küçük Kıyamet” olarak adlandırdıkları depremde ciddi zararlar gördü. O devrin önemli mimarlarından Hayrettin tarafından onarıldı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde hapishaneye çevrildi. Kasımpaşa tersanesinde çalışan mahkumlar burada tutuldular bir süre. 1500’lerin sonlarına doğru ise Takıyüddin Efendi tarafından buraya bir rasathane kuruldu. Fakat Sultan 3. Murat daha sonra, ahalinin “meleklerin eteklerinin altına bakılıyor” serzenişi nedeniyle “yıldızlarla uğraşmakta hayır yoktur” diyerek burayı kapattı.
18.yy’ın ilk çeyreğinde Galata Kulesi, bitmek tükenmek bilmeyen İstanbul yangınlarına karşı gözetleme kulesi olarak kullanılmaya başlandı.  Kaderin bir cilvesi aynı yüzyılın sonlarında kulenin kendisi de yandı. Aradan yarım asır geçmeden tekrar yanan Galata Kulesi’ne 3.Selim ve 2.Mahmut dönemlerinde cumbalar eklendi. 1875 yılında İstanbul’da meydana gelen bir fırtınada çatısının uçtuğunu da biliyoruz. Cumhuriyet döneminde bir restorasyon daha geçiren Galata Kulesi, bugün restoran ve seyir terası olarak hizmet vermektedir.

Galata Kulesi ve Kız Kulesi birbirlerine aşıktırlar
Ama aradaki amansız boğaz nedeniyle kavuşmaları da imkansızdır. Günden güne özlemleri daha artmaktadır. Derken günlerden bir gün, Hezarfen Ahmet Çelebi tırmanır kuleye, Avrupa’dan Anadolu yakasına uçmak üzere. Galata Kulesi’nin ısrarlarına dayanmayarak, kulenin yüzyıllardır biriktirdiği mektupları da yanına alarak kanatlanır ve onları Salacak sahiline yaklaşırken Kız Kulesi’ne bırakır. Rüzgarla savrulan mektuplar, dalgaların da yardımıyla Kız Kulesi’ne ulaşır. Aşkının karşılıksız olmadığını anlayan Kız Kulesi, mektuplardan sonra daha güzelleşir. Bu sayede Galata Kulesi de sevgisinin tek taraflı olmadığını anlar. İkilinin birbirlerine karşı hissettikleri bu duygular, onların karşılıklı olarak yüzyıllara meydan okumalarını sağlar…

Sultanahmet Çeşmesi

Topkapı Sarayı’nın, ilk kapısı Bab-ı Hümayun’un önündeki küçük meydanda Sultan Üçüncü Ahmed Han tarafından yaptırılmıştır. Çeşme, üçüncü Ahmed’in emriyle mimarbaşı, Kayserili Mehmed Ağa tarafından 1728-1729 yıllarında yapılmıştır. Türk-Osmanlı sanatının şaheserlerinden biridir. Yapı genel hatlarıyla kare bir plana sahiptir. Karenin her yüzünde birer çeşme bulunmaktadır. Karenin bir kenarı 10 metre olduğundan, çeşme 100 metrekarelik bir alanı kaplar. Yüksekliği saçak hizasına kadar 7, 50 m, çatı tepesine kadar 11 metredir.

Lale Devri’nin en meşhur abidelerinden olan çeşme, bağımsız yapı karakterinin bütün özelliklerini taşır. Bu devrin ünlü divan şairi Seyyid Vehbi’nin 28 beyitten meydana gelen ünlü kasidesinin, çeşmenin mermerlerinin üzerine işlenmesi ayrı bir sanat hazinesidir. Talik hatla büyük bir ustalıkla mermere işlenen bu kasidenin beyitleri, Sultanahmed Camii’ne bakan yüzünden başlayarak yazılmıştır. Çeşme aynaları üzerindeki kırmızı çerçeveli ve yeşil zeminli levhalar üzerine beşer, sebiller, üzerineyse üçer beyit nakşedilmiştir. Çeşmenin Sultanahmed Camii’ne bakan ön yüzündeki beyit, padişahın kendi hattıyla yazılmıştır.

Tarihi Sultan Ahmed’in cari zeban-ı luleden. (Aç besmeleyle iç suyu Han Ahmed’e eyle dua)
İtalyan edebiyatçı “Edmonde Amicis” bu eserle ilgili olarak“ İnsan elinin oyup işlemediği yer kalmamıştır. Zerafet, sabır ve servetin harikasıdır. Hiç şüphesiz billur bir fanus altında korunmaya değer. Bu eşsiz koca pırlanta ilk günü kimbilir nasıl parlıyordu. Onu bir defa görmek, hayalinin ölünceye kadar hafızadan silinmemesi için yeterlidir...” demektedir.

Alman çeşmesi
Sultanahmet meydanında bulunan çeşme, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in ikinci İstanbul ziyareti anısına yapılmıştır. Alman İmparatorunun doğum gününde açılışı yapılmıştır. Samimi bir dostluğun nişanesi olarak Alman İmparatoru Kaiser II.Wilhelm’in 1898 yılında Sultan II.Abdülhamid’e bir hediyesidir. Bizans döneminin önemli alanlarından olan hipodrom meydanına yerleştirilmiş olan çeşme farklı mimari yapısı ile göz doldurmaktadır. Yapının mimarı Max Spitta’dır. Mimar Almanya’da çalışmış, orada tamamlanan eser parçalar halinde İstanbul’a getirtilerek burada birleştirilmiştir. Neo-Bizanten üslubunda olan çeşme, oldukça süslüdür. İçte altın mozaikler, mermerin dokusu, değerli taşlar ile çeşme bir yapı harikasıdır. Kubbelidir. Bu kubbeyi taşıyan kemerlerin üzerinde Mehmed İzzet Efendi’ye ait sülüs hattı ile yazılmış bir manzum bulunur. Su haznesinin ortasına ise tunç levha yerleştirilmiştir. Çeşme sekizgen planlıdır. Sekiz sütun üzerine oturan kubbe sekiz kemer ile taşınmaktadır. Alman Türk mimarisinin özelliklerini bir arada barındıran yapı oldukça önemlidir. Yapıda 4 tane madalyon bulunur. Bunlardan birincisinde II.Abdülhamid’i simgeleyen tuğrasıda bulunurken diğer üç madalyonda Alman Kralını simgeleyen W harfi yazmaktadır. Yapının muslukları tunç oymadır. Kubbesi bakır kaplı ve bu kubbenin iç kısmı altın mozaikler ile bezenmiştir. Oldukça gösterişli olan yapı İstanbul’un tarihi eserleri arasında yerini almıştır.
Çeşme, dönemin İstanbul halkı tarafından “Kanlı Çınar” veya “Vakvak Ağacı” olarak adlandırılan büyük bir çınar ağacının yakınına inşa edilmiştir. Bu ağaca Kanlı Çınar denilmesinin sebebi ağacın Osmanlı tarihindeki bir çok kanlı olaya şahit olmasıdır. Çınarın ismi ilk olarak 1648 senesinde Sultan İbrahim’i tahttan indirmek üzere çıkan yeniçeri isyanında geçer. İsyancı yeniçeriler Sadrazam Ahmed Paşa’yı öldürdükten sonra cesedini bu ağacın dibine atmışlardır. Olaydan kar sağlamaya çalışan yeniçeri kılıklı kurnaz bir isyancı ise “insan yağı mafsal ağrılarına iyi gelür” diyerek paşanın cesedini parçalar halinde İstanbul halkına satmıştır. Paşanın cesedinden geri kalan parçalar ancak akşam vakti gömülebilmiştir. Bu olaydan sonra Ahmed Paşa “hezarpare” (bin bir parça) lakabıyla anılmaya başlanacaktır. 
Ağacın, “Vakvak Ağacı” adını kazanması ise 1655 yılında Sultan IV. Mehmed döneminde paranın tağşiş edilmesi (değerinin düşürülmesi) ve Girit seferinden dönen bir kısım yeniçerinin maaşlarını alamamaları üzerine çıkan bir isyan vesilesiyle olmuştur. İsyan eden yeniçeriler ve öfkeli halk sarayın önünde toplanıp henüz 15 yaşındaki IV. Mehmed’i bir ayak divanı düzenlemeye mecbur bırakmışlardı. İsyancıları Alay Köşkü’nde kabul eden padişah, isteklerinin ne olduğunu sorduğunda el kaldırarak söz alan Mehmet Ağa, kendilerinin padişaha bağlı olduklarını ancak bir takım saray görevlilerinin kellelerini istediklerini söylemiş ve kellesini istedikleri devlet adamlarının isimlerini bir kağıda yazarak padişaha sunmuşlardı. IV. Mehmet isyancıları taleplerinden vazgeçirmeye çalışmışsa da başarılı olamamıştır. Bunun üzerine, padişahın emri ile aralarında Kızlarağası Behram Ağa, Kapuağası Ahmet ve İbrahim Ağaların da bulunduğu yaklaşık otuz kişinin cesedi isyancılara teslim edilmiştir. İsyancılar teslim aldıkları cesetleri hemen orada paramparça etmiş, kellelerini ise At Meydanı’na getirerek Kanlı Çınar’ın dallarına asmışlardır.
Vaka-i Vakvakiye olarak anılan bu olayın ardından, kellelerin günlerce asılı kaldığı ağaç, İstanbul halkı tarafından cehennemde olduğuna inanılan ve meyvesi insan kellesi olan Vakvak Ağacı’na benzetildiği için Vakvak Ağacı (Şecere-i Vakvak) olarak anılmaya başlandı. Ağacın şahit olduğu kanlı olaylar bununla da bitmedi.
1826 yılında yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla neticelenen son yeniçeri isyanında öldürülen yeniçerilerin cesetleri yine bu ağaca asılmıştır. Kanlı Çınar veya diğer adıyla “Vakvak Ağacı” cumhuriyet dönemine kadar yaşamış ancak günümüze kadar gelememiştir. Bugün Alman Çeşmesi’nin yanında gördüğümüz çınar ağacı muhtemelen Almanların yaptığı çevre düzenlemesinde dikilmiş olup söz konusu “Vakvak Ağacı” değildir.

Yerebatan Sarnıcı
532 yılında İmparator Justinianus tarafından inşa ettirilen Yerebatan Sarnıcı uzunluğu 140 m. genişliği 70 m. dikdörtgen biçimde bir alanı kapsayan dev bir yapıdır. 52 basamaklı taş bir merdivenle inilen bu sarnıcın içerisinde her biri 9 m. yüksekliğinde 336 sütun bulunmaktadır. Birbirine 4.80 metre aralıklarla dikilen bu sütunlar, her sırada 28 tane 12 sıra meydana getirirler. Suyun içerisinde yükselen bu sütunlar uçsuz bucaksız bir ormanı hatırlatmakta ve ziyaretçiyi sarnıca girer girmez etkilemektedir. Sarnıcın tuğladan örülmüş, 4.80 m. kalınlığındaki duvarları ve tuğla döşeli zemini Horasan harcından kalın bir tabakayla sıvanarak su geçmez hale getirilmiştir. Toplam 9.800 m2 bir alanı bulunan bu sarnıç yaklaşık 100.000 ton su depolama kapasitesine sahiptir.
İnşasında 7.000 kölenin çalıştığı sarnıcın suyu imparator Valens tarafından (368) 19 km. Mesafede Belgrat ormanlarındaki Eğrikapı su taksim merkezinden getirilmiştir. Sarnıçtaki sütunların, köşeli veya yivli biçimde olan birkaç tanesi hariç büyük çoğunluğu silindir biçimindedir. Bu sütunlar içerisinde üzeri oyma ve kabartma halinde Tavus Gözü, Sarkık Dal, Gözyaşı şekillerinin tekrarıyla süslenmiş olanı özellikle dikkati çeker.
Bir söylentiye göre, üzerindeki şekillerin gözyaşına benzemesinin nedeni Büyük Bazilika’nın inşasında ölen yüzlerce köleyi anlatırmış…Sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sütunun altında kaide olarak kullanılan iki Medusa başı Roma Çağı heykel sanatının şaheser örneklerindendir. Sarnıcı ziyarete gelenlerin hayretler içerisinde seyrettikleri IV.yy. ait bu başların hangi yapıdan alınarak buraya getirildiği konusunda kesin bir bilgi olmamakla birlikte Genç Roma Çağı'na ait antik bir yapıdan sökülerek buraya getirildiği sanılmaktadır.
Medusa'yla ilgili mitolojiye dayandırılan birçok söylenti bu yapıyı daha da gizemli kılar. Bir söylentiye göre Medusa Yunan Mitolojisinde yeraltı dünyasının dişi canavarı olan üç Gorgonadan biridir. Bu üç kız kardeşten yalnızca Yılan Başlı Medusa olumludur. Ve kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahiptir. O dönemde büyük yapıları ve özel yerleri kötülüklerden korumak amacıyla Gorgona kafalarının resim ve heykellerinin konulduğu, Medusa’nın da bu düşünceyle buraya konulduğu sanılmaktadır.
Heykeltraş ışığın yansıma pozisyonlarına göre Medusa'yı normal, ters ve yan olmak üzere üç ayrı pozisyonda yapmıştır. Normal pozisyonda çalışılmış olan Medusa başı Didim'den getirilmiştir.
Yerebatan Sarnıcı, İstanbul'un Osmanlılar tarafından 1453 yılında fethinden sonra, bir müddet daha kullanılmış ve padişahların oturduğu Topkapı Sarayı'nın bahçelerine buradan su verilmiştir. Durgun su yerine çeşme suyunu yani akan suyu tercih eden Osmanlılar'ın şehirde kendi su tesislerini kurduktan sonra bu sarnıcı kullanmamışlardır. 1544-1550 yıllarında Bizans kalıntılarını araştırmak üzere İstanbul'a gelen Hollandalı gezgin P. Gyllius tarafından yeniden keşfedilmiştir.

Sarnıcı gezerken gezi platformu üzerinde kendinizi su üzerinde yürür gibi hissedebilirsiniz. Sarnıç içerisinde yer alan balıklar ise renkleri ile gelenleri büyüler. Sarnıca girdiğiniz an, ilk basamaktan itibaren tarihin gizemine kapıldığınızı hissederek daha emin adımlarla gezmeye devam edebilirsiniz.
Sütunların dizilişleri, başarılı şekilde yapılan aydınlatma sistemi sayesinde büyüleyici bir atmosfer yaratıyor.

Süleymaniye Camii
Süleymaniye Camii 1551-1558 yılları arasında Kaununi Sultan Süleymanın isteği üzerine İstanbul Eminönü Semtinin Süleymaniye bölgesinde Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir.
Mimar Sinan’ın 85 yaşında yaptığı bu eseri kalfalık eseri olarak bilinmektedir.
Süleymaniye Camii’nin çevresinde Kütüphane, hamam, medrese, imaret, dükkanlar ve hazire bulunmaktadır. Süleymaniye Camii ile birlikte her biri Süleymaniye Külliyesinin birer parçasıdır.
Süleymaniye Camii Osmanlı dönemi Mimarisinin en önemli eserlerinden ve örneklerinden biridir. Yüzyıllardır istanbulda yüz üzerinden deprem olmasına rağmen Süleymaniye Camii’nin üzerinde tek bir çatlak yoktur. Kubbesi 53m. yüksekliğinde ve 27.5m çapındadır. Bu büyük kubbe tıpkı Ayasofya’da olduğu üzere yarım kubbe ile dayanıklaştırılmıştır.
Camiinin avlusunun 4 köşe noktasında minareler mevcuttur. Minarelerin boyutları birbirinden farklıdır. Avlunun kuzey bölümünde bulunan minareler ikişer şerefeli ve 56 m. boyutunda inşa edilmiştir, bu iki minare son cemaatin giriş cephesi duvarının köşesindedir. Diğer iki minare ise camiye birişik olarak inşa edilmiştir. Üçer şerefeli olup yükseklikleri 76 metredir. Caminin ana kubbe kasnağında Mimar Sinanın hesaplarına göre en iyi aydınlatmayı sağlamak üzere 32 adet pencere açılmıştır.
Mimar Sinanın üstünde Mimarlık yeteneği ve zekası sayesinde düşünmüş olduğu bir bölüm ise Camii içindeki yağ lambalarından çıkan isleri bir bölgeye toplayacak hava akımını hesaplayarak, Caminin ana giriş kapısının üzerinde bir odaya toplamıştır. Bu isler Caminin içerisini çevreleyen Tezyinat İşlemeler için mürekkep yapımında kullanılmıştır.
Camii avlusunun çevresinde toplamda 28 revak bulunmaktadır. Dikdörtken bir şema üzerinde kurulan bu avlunun tam ortasında caminin şadırvanı bulunmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman ile eşi Hürrem Sultan da burada yatmaktadır.

Süleymaniye Camii’nin özellikleri
Rivayete göre Kanuni Sultan Süleyman günün birinde mimarbaşı Mimar Sinan’ı huzuruna çağırarak bir cami yaptırmak istediğini ve onu bu işle görevlendirdiğini söyler. Ne var ki Kanuni, caminin nereye yapılacağı yer konusunda kararsızdır ve istiareye yatar. Rüyasında Hz. Muhammed’i görür ve Hz. Muhammed Kanuni’yi boş bir arsaya götürerek caminin oraya yapılmasını ister, camiyi tarif eder.
Ertesi sabah Mimar Sinan’ı tekrar huzuruna çağıran Kanuni, onu rüyasında kendisine gösterilen boş arsaya götürerek caminin oraya yapılmasını buyurur.  Mimar Sinan aldığı buyruk üzerine yapacağı caminin planını Kanuni’ye anlatmaya başlar ki, Kanuni hayretler içerisinde kalmıştır. Zira Mimar Sinan’ın tarif ettiği cami, Kanuni’ye peygamberin anlattığı caminin birebir aynısıdır. Kanuni’nin, “Mimarbaşı, sanki önceden caminin planlarını hazırlamışsın gibi anlatıyorsun” sözüne Sinan’ın yanıtı şöyle olur: “Evet Sultanım, Efendimiz size tarif ederken ben de arkanızdaydım…

Süleymaniye Camii’nin 4 minaresi bulunuyor. Bunun nedeni Kanuni Sultan Süleyman’ın, İstanbul’un fethinden sonraki 4. Osmanlı Padişahı olması.
Camiye yakın olan iki minarede üçer, uzak olan ikisinde ise ikişer şerefe yapılmış. Minarelerde bulunan toplam 10 şerefe, Kanuni Sultan Süleyman’ın, Osmanlı İmparatorluğu’nun 10. Padişahı olmasını temsil ediyor. Caminin, büyük kubbesini (Kubbe Çapı (D): ø26.5m , Kubbe Yüksekliği (h)=53 m) 4 adet sütün taşıyor. Bu sütunlar farklı farklı yerlerden buraya taşınmış. Birisi, Lübnan, Bekaa Vadisi’nde bulunan Baalbek Tapınağı’ndan, bir diğeri Mısır’ın İskenderiye şehrinden, diğerleri; Topkapı Sarayı ve Vefa semtinden getirilmiş.

Süleymaniye Camii’nin en önemli bir özelliği de akustiği. Büyük Usta Mimar Sinan caminin akustiğinin mükemmel olması ve seslerin caminin her köşesinden duyulması için çok uğraşmış. Bunun için kubbenin etrafına ve caminin çeşitli noktalarına içi boş küpler yerleştirmiş.
Mimar Sinan’ın, camide yaptığı akustik çalışmaları ile ilgili ilginç bir hikaye de anlatılır. Mimar Sinan, bu konuya çok vakit harcar ve inşaat beklenenden uzun sürer. Mimar Sinan’ı çekemeyen bazı çevreler, Kanuni Sultan Süleyman’a, Mimar Sinan’ın keyfine baktığını ve hatta caminin içinde nargile tüttürdüğü söylerler. Buna çok sinirlenen ve küplere binen Padişah, hemen camiye gider. Mimar Sinan’ı nargile içerken görür ve hemen bir açıklama ister. Mimar Sinan nargilenin içinde tütün bulunmadığı, yalnızca suyun fokurdama sesinin, camide nasıl duyulduğu anlamak için yaptığı akustik bir çalışma olduğunu açıklar.
Camii’nin iç mekanı estetik açıdan, oldukça ferah ve sade olarak tasarlanmış olmasına rağmen, ihtişamlı bir havası da vardır.
Camii’nin içinde hat sanatının en güzel örnekleri sergileniyor. Bu eserler o dönemin en iyi ustalarından olan Ahmet Karahisari ve en az onun kadar başarılı çalışmalar sergileyen yetenekli öğrencisi Hasan Çelebi tarafından yapılmıştır. Kubbede Nur Suresi’ni görüyoruz. Surenin aşağıdan okunacak şekilde büyük harflerle yazılması, yazının güzel sanatsal değerinden ve inceliğinden bir şey kaybettirmemiştir. Cami’de kullanılan çiniler, İznik’ten getirilmiş. Cami’nin camlarında kullanılan vitray desenleri, dönemin en ünlü vitray ustası Sarhoş İbrahim tarafından yapılmış.

Süleymaniye Camii ilk yapıldığında iç mekan aydınlatması 250 kandille sağlanırmış. Bu kandillerden çıkan dumanı ve isi düşünün, normalde, her geçen gün ortamı kirletmesi gerekir. Büyük Usta Mimar Sinan, müthiş mimari zekası ile bu isleri bir noktada toplamayı başarmış ve bundan mürekkep elde ederek kullanılmasını sağlamış. İs odasında elde edilen, mürekkep ile önemli fermanlar yazılırmış. Çünkü, isten elde edilen mürekkep, normal mürekkebe göre daha dayanıklıymış.
Büyük Usta Mimar Sinan, bu büyüklükte bir caminin örümcek ağlarından korunması için çok doğal bir yöntem kullanmış ve Süleymaniye Camii’nin çeşitli yerlerine yüzlerce devekuşu yumurtası koydurmuş. Devekuşu yumurtasını sevmeyen örümcekler, böcekler ve hatta akrepler camiden uzaklaşırmış.

Süleymaniye Camii  temeli atıldıktan sonra, Mimar Sinan 1 sene ara veriyor. Sadece temel 3 senede tamamlanıyor. İstanbul’da tarih boyunca bir çok büyük deprem olduğundan, Mimar Sinan temelin 1 sene bekletilerek tam olarak oturmasını istemiş.
Cami inşaatının durdurulduğunu duyan İran Şahı, Osmanlı İmparatorluğu’nun camiyi yaptırırken finansal olarak sıkıntıya düştüğünü düşünmüş ve Kanuni Sultan Süleyman’a hitaben ” Süleymaniye Camii’ni bitirmeye gücünüz kalmamış ve inşaatı yarıda bırakmışsınız. Elçimizle birlikte size bir sandık dolusu para ve mücevherat gönderiyoruz. Bu hayırlı işte bizim de katkımız bulunsun.” diye bir mektup göndermiş. Kanuni Sultan Süleyman, buna müthiş sinirlenmiş. Sandığı Mimarbaşı’sı, Büyük Usta Mimar Sinan’a vererek, tamamının caminin temelinde kullanılmasını istemiş. Mimar Sinan bu değerli taşları, Süleymaniye Camii’nin minarelerinden birinde kullanmış.
Bu minare bugün Cevher Minaresi olarak biliniyor. 3 şerefeli olan minarelerden, doğuda olan minare."

Devam edecek