27 Haziran 2018 Çarşamba

24 HAZİRAN SEÇİMLERİNDEN SONRA



‘Patates, soğan, oralet’ derken bir seçim daha geride kaldı (Pazar 24 Haziran 2018).  Türkiye’nin kaderinin oylandığı bir seçimdi bu.  100 yıl önce  Çanakkale’ye gelenler, Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’yi işgal etmeye çalışanlar  ve onların işbirlikçileri topyekün tekrar bir araya geldiler ve yeniden bir hamle daha yaptılar. 100 yıl sonra yeniden Çanakkale’yi geçmeyi denediler, yeniden Anadolu’yu işgal etmek istediler. Modern toplarıyla- tüfekleriyle ve içerden-dışardan tedarik ettikleri yeni müttefikleriyle birlikte yaptılar bu hamleyi.  Türk Milleti bu işgalcileri tanıdı ve onlara yine geçit vermedi.

Kuklacılar, içerden-dışardan tedarik ettikleri terör örgütleri mensuplarıyla  Türkiye’yi hemen yutuvereceklerini sandılar. Hem içerden hem de dışardan kuşatılmış bir Türkiye onlara fazla direnemezdi, böyle düşündüler. 15 Temmuz’un, Afrin’in, Fırat Kalkanı’nın ve Kandil’in  rövanşını da böylece almış olacaklardı.  Çanakkale’ye geldiklerinde de sabah kahvelerini  Boğaz’da içecek olan bu vampirler yine yanıldılar. O gün boğazlarına dizilen kahve daneleri  bu gün de dizildi. 

Bu millet feraset sahibidir, bu millet vefalıdır; cefa çeker, sıkıntı çeker, ölür-öldürülür ama vatanı için kanının son damlasına kadar savaşır, mücadele eder, ancak vatanını asla satmaz, bayrağına ihanet etmez. 100 sene sonra Türkiye yine ayağa kalktı ve “dünya beşten büyüktür” dedi. Dik durdu, zalime karşı direndi, mazlumun yanında durdu ve onun hakkını korudu. “Ben kendi silahımı kendim yapacağım, kendi otomabilimi kendim yapacağım, bölgemde söz sahibi olacağım, şahsiyetli bir dış polkitika izleyeceğim ve yeniden Büyük Türkiye olacağım.” Dedi... 

Bundan sonrasında Türkiye’nin önü açıktır. 24 Haziran itibariyle karşılarında çok daha güçlü bir Türkiye olacaktır. 16 seneden beri halkıyla birlikte haraket eden, halkının inancına saygı gösteren, halkıyla birlikte  ağlayan ve gülen, tasada ve sevinçte halkıyla birtlikte haraket eden  bir yönetim var Türkiye’de.  Ne gam...

24 Haziran “Cumhur İttifakı” için miladtır. Türkiye demokratik sistemini değiştirmiştir. Çıkar çevrelerinin manipüle edemeyecekleri, provoke edemeyecekleri bir sisteme geçildi. Rakipleriyle dişe diş mücadeleyi göze alamayanlar hep çamura yatmışlardır. Bu millet “Güneş Motel” uygulamasını unutmadı. Bu uygulama 24 Haziran seçimlerinden önce İYİ Parti için de kullanılınca millet hafızasını tazeledi ve CHP ye dersini verdi.  Oyun aynı oyun, oyuncuları farklı. 

“Millet İttifakı” için de bir milad olabilir bu seçim...Bütün fraksiyonlar, eteklerindeki taşları dökerek; sadece Erdoğan’ı devirmek için kurdukları bu ittifakı Türkiye’de asgari müştereklerde yapabilecekleri şeylerin ittifakına dönüştürürlerse ki;- halk böyle bir ittifakı bekliyor- o zaman onlar için de bir milad olacaktır bu seçim. Özlenen, istenen Türkiye fotoğrafı budur. 

24 Haziran 2018 Pazar

2017 de Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu


- Farklılıklarımızdan ziyade ortak yanlarımızı öne çıkarmamızın gerektiği bir dönemden geçiyoruz-
Bu sene ilk defa başkonsoluslukla büyükelçilik Cumhuriyet Bayramı’nı birlikte kutladılar. Mantıklı bir uygulama. Aynı şehirde devletin iki kurumunun ayrı ayrı kutlama yapmaları uygun düşmüyordu. Halkımız bu uygulamayı hem masraf hem de zaman israfı açısından uygun görmüyordu.
Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında önceki yıllarda maksadını aşan konuşmalar yapılırdı. Sanki Türk Milleti’nin önceden bir devleti yokmuşta 1923 te ilk defa bir devlet kurmuşlar gibi nutuklar atılırdı. Türk Milleti’nin geçmişinden bahsedilirken, karanlık bir tablo çizilirdi. Konuşmacılar; gericilik, yobazlık, hainlik gibi kavramları kullanalarak atalarını linç etmekten zevk alırlardı.
Dünyada geçmişini yerin dibine batırmak için uğraşan, atalarının değerlerini ayaklar altına alan, tarihi şahsiyetlerini ve o dönemde olup biten olayları manipüle ederek yabancı milletlere anlatmaktan zevk alan başka bir millet olmasa gerektir.
Köklerini inkar eden, kendilerini yepyeni bir devletin mensupları gibi gösteren dışa bağımlı bir hastalıklı zihniyet oluşmuştu. Köle ruhlu bu insanlar hastalıklı beyinleriyle geçmişlerine kin kusarlardı. Padişahlarını hain ilan edecek, onlara Kızıl Sultan diyecek kadar tarih bilgisinden ve de şuurundan yoksun hain monşerlerdi bunlar. O kadar ki; Ramazan’da, Cuma günü ve de Cuma saatinde Cumhuriyet resepsiyonu vermekte sakınca bile görmüyorlardı. Bu yaptıkları hainliğin adına da ilericilik diyorlardı, cumhuriyetçilik diyorlardı, laiklik diyorlardı, demokratlık diyorlardı, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak diyorlardı. Cumhuru olmayan cumhuriyetçiler, halkı olmayan demokratlardı bunlar. Kendi halkına, kendi halkının inancına, geleneklerine, kültürüne, sanatına yabancı monşerlerdi bunlar...
2017 de Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu
30 Ekim 2017 Pazartesi günü Cumhuriyet resepsiyonuna davet edildim. Kalabalık bir davetli vardı. Sivil Toplum Kuruluşları’nın temsilcileri, Yabancı Misyon Şefleri, Dini Liderler hepsi oradaydı. Büyükelçi Ali Kemal Aydın misafirlerine hoşgeldiniz diyerek konuşmasına başladı. Türkiye’de çıkarları olan ülkelerden ve o ülkelerin Türkiye üzerinde oynadıkları oyunlardan bahsetti. Sahip olduğumuz değerlerin çok kıymetli olduğundan ve o değerlerden asla vazgeçilmeyeceğinden bahsetti. Türkçenin ve Türk Kültürü’nün altını çizdi, ikili ilişkilerdeki olumsuzlukların burada yaşayan insanlara yansıtılmaması gerektiğinden bahsetti. İnsani yardım konusunda dünyanın neresinde olursa olsun zulme uğrayan birisi varsa Türkiye’nin oraya koşarak gittiğinden, şahsiyetli dış politikadan, insan haklarından, din, dil, ırk ayırımı yapılmadan hak sahibine verilmesi gereken insan haklarından bahsetti, farklılıklarımıza rağmen birlik ve beraberlik içinde olmamızdan bahsetti daha neler neler... Kompleksleri olmayan özgüven sahibi bir Büyükelçi böyle olur, benim ülkem işte böyle temsil edilir dedim. Rahatladım ve gururlandım. O konuşmanın tamamını sizlerle paylaşmak istedim:
“Değerli Misafirlerimiz, Sevgili Vatandaşlarımız;

Cumhuriyetimizin kuruluşunun 94. yıldönümü resepsiyonumuza hoşgeldiniz.
Millet olarak ciddi sınavlardan başarıyla geçtiğimiz, haklı mücadeleleri kazanmakta olduğumuz bu dönemde, Cumhuriyetimizin kuruluşunu her zamankinden daha büyük bir coşku ve sevinçle kutlamayı hak ediyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana, milli egemenliğine ve siyasi, ekonomik ve askeri bağımsızlığına halel getirecek hiçbir müdahaleye izin vermemiştir, bundan sonra da vermeyecektir. Türk milletine ve onun bağımsızlığına ve özgürlüğüne karşı kurulan tuzaklar hep hüsranla sonlanmıştır.
15 Temmuz’da anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye kalkan FETÖ terör örgütünün darbe girişimi de aynı akıbete uğramıştır. Türk halkı, hür iradesini yok saymaya kalkışan zorbalara karşı, canı pahasına da olsa demokrasiye güçlü bir şekilde sahip çıkmış, hak ve hukukunu korumuştur. Bu noktada, hain darbe girişimi sırasında hayatını kaybeden aziz şehitlerimizi bir daha rahmetle anıyor, yiğit gazilerimizi buradan selamlıyorum.
Aynı anda birden fazla terör örgütüne karşı mücadele etmekte olduğumuz bu kritik dönemde, ülkemizin güvenliği her şeyin önünde gelmektedir. Dostlarımızdan beklentimiz bu önemli süreçte bizimle olmaları, dayanışma sergilemeleri ve gerekli anlayışı göstermeleridir. Bu alanda asgari bir işbirliği tesis edilmeden ilişkilerde ilerleme sağlamayı beklemek gerçekçi değildir.
Siyasi, ekonomik, ticari ve en önemlisi insani bakımlardan en yoğun ilişkiler içinde olduğumuz Almanya ile münasebetlerimizde zor bir dönemden geçtiğimiz ortadadır. Son zamanlarda yaşadığımız bunca sorun ve görüş ayrılıklarına rağmen, geçmişi 300 yıla yaklaşan geleneksel dostluk bağlarımızın olduğu Almanya’yla ilişkilerimizin önümüzdeki dönemde karşılıklı adımlarla yeniden normalleşme sürecine girmesi hepimizin ortak temennisidir.
Tabiatıyla üç buçuk milyonluk Almanya Türk toplumu ikili ilişkilerimizi özel ve biricik kılan en önemli unsurlardan biridir. Bugün, yani 30 Ekim, aynı zamanda Türk işçilerinin Almanya’ya gelişini başlatan Türkiye-Almanya İşgücü Anlaşması’nın 56. yıldönümüdür. Bugün burada bulunan bu ilk kuşağın fedakar temsilcisi büyüklerimizi Büyükelçiliğimizde görmekten ve kendilerini ağırlamaktan da ayrıca memnuniyet duyduğumu belirtmek istiyorum.
Sadece çalışma ve iş hayatında değil; siyasette, kültürde, sporda, sağlık ve eğitim sektörlerinde ve medya gibi daha bir çok alanda Almanya’nın sosyal hayatına zenginlik katıyorsunuz. Bu başarılarınızın daimi olmasını ve iki toplum arasındaki birleştirici konumunuzu güçlendirerek sürdürmenizi diliyorum.
Ancak bu noktada, Almanya’daki toplumumuzun son yıllarda giderek artan bir şekilde yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve İslam karşıtlığına maruz kaldığını da üzülerek belirtmek durumundayım. Bu mağduriyet, fiili ve fiziki saldırıların ötesinde, ülkemiz ve toplumumuz aleyhinde yaratılan yanlış algı ve menfi atmosfer nedeniyle günlük hayatta ve kamusal alanda dışlayıcı ve ayrımcı davranışlar şeklinde de vücut bulmaktadır. Bu olumsuz gelişmeler buradaki toplumumuzu gönülden yaralamakta ve haklı endişelere yol açmaktadır.
İnsanlarımız arasında, özellikle de genç nesilde dışlanmışlık ve ötekileştirilmişlik duygusunun giderek yer ettiğini gözlemliyoruz.
Maalesef, üzülerek görüyoruz ki, ikili ilişkilerimizdeki gerginliklerin faturası da buradaki toplumumuzdan çıkarılmak istenmektedir. Bunun son örneğini, Berlin’deki bazı belediyelerin Türkçe dersleri için ücret talep etmelerinde görüyoruz. Bu haksız talebe karşı dernek ve kuruluşlarıyla Türk toplumu gerekli tepkiyi ortaya koymaktadır. Bu yanlıştan bir an önce dönülmesini bekliyoruz.
Son zamanlarda giderek güçlenmekte olan yabancı düşmanı ve İslam karşıtı aşırı sağ görüşlü akımlarla mücadele edilmesini ve bunlara karşı gerekli bütün önlemlerin alınmasını acil olarak bekliyoruz.
Türk ekonomisi, yükselen sanayisi, genişleyen ticareti ve artan yatırımları ile büyümeye, istihdam yaratmaya devam etmektedir. Yapılan tüm olumsuz yayınlara ve kampanyalara rağmen Türkiye’yi ziyaret eden turist sayısında geçen yıla göre önemli bir artış sağlanmıştır.
Bu yılın ilk iki çeyreğinde yüzde beşin üzerine büyüyerek Avrupa’nın en hızlı gelişen ekonomisine sahip olan Türkiye, yabancı yatırımcılar için güvenli ve kazançlı konumunu sürdürmektedir. Ulaştırma ve enerji alanları başta olmak üzere çeşitli sektörlerde devasa yatırım projeleri hızla ilerlemektedir. Özetle, ekonomimiz, bazı çevrelerin çizmeye çalıştığı kara tablonun tam aksine güçlü ve sapasağlam ayaktadır.
Türkiye’nin istikrarı Avrupa’nın istikrarı demektir. Son mülteci krizinde olduğu gibi Türkiye uluslararası camianın ortak sorumluluğunun önemli kısmını taşımaya devam edecektir. Bizim kültürümüzde ekmeğimizi komşumuzla, misafirimizle paylaşmak vardır.
Ülkemizdeki 3 milyonu aşkın mülteciye de bu gözle bakıp, onları toplum olarak kucakladık. Ekmeğimizi paylaştık. Bir milyona yakın Suriyeli çocuğa eğitim verebilmek için kısıtlı imkanlarımızı zorladık. Kimseden de takdir beklemedik.
Türkiye, insani yardımlar alanında günümüzde milli gelire oranla dünyanın bir numaralı donörü haline gelmişse, Myanmar’dan Yemen’e, Somali’den Filistin’e dünyanın dört bir tarafına elini uzatabilen, muhtaçların yardımına koşan bir ülke olmuşsa, bu son yıllarda izlenen insani dış politikaların sonucudur. Bu yaklaşımımızın savaştan kaçan insanlara kapıyı kapatma payesi üzerinden seçim kazanan bazı Avrupalı siyasetçilere örnek teşkil etmesini ümit ediyorum.
Farklılıklarımızdan ziyade ortak yanlarımızı öne çıkarmamızın gerektiği bir dönemden geçiyoruz. Sizlerin burada ortak asgari paydalarda birlikte hareket etmeniz, hak ve menfaatlerinizin korunması açısından hayati önemdedir...
Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun!”

14 Haziran 2018 Perşembe

İFTAR SOFRALARI 2018


Allah’ın rızasına uygun olan oruç nasıl tutulmalıdır yerine, ne kadar süre aç ve susuz kalınmalıdır, tartışması yapılırken haberimiz bile olmadan Ramazan ayı çoktan bitmiş. Bir ay boyunca oruç tutuldu. Orucun nasıl tutulması gerektiğiyle ilgilenenler bu aydan kazançlı çıkanlardır. Onlar sadece kendilerini haram olan şeylerden değil, helâl olan şeylerden de uzak tutanlardır. Onlar, Ramazan ayından önceki 11 ayın içinde yaptıklarıyla yüzleştiler, öz eleştiri yaptılar. Böylece istenilen ahlâkî olgunluğa ulaşmış oldular. Gelecek 11 ayın kendileriyle ilgili vukuatsız geçmesi için de irade ortaya koydular ve Allah’tan yardım talebinde bulundular. Ne mutlu o erdemli Müslümanlara. Allah orucunuzu kabul eylesin.

Orucun nasıl tutulması gerektiğiyle ilgilenmeyip de oruç tutmayı aç kalmak, susuz kalmak olarak düşünenler bu aydan iflas etmiş olarak çıkanlardır. Allah’ın gözüne girmek için yaptıkları küfürler, tekfirler ve kırdıkları kalpler nedeniyle Ramazan’ın bereketi onların ellerinin altından kayıp gitti. Belki kazanç olarak kilolarının azalmış olmasını söyleyebiliriz. Ama onlar, fakir-fukaraya inat Ramazan ayında mükellef iftar sofraları hazırlayıp da sadece karınlarını şişirmişlerse kilo da verememişlerdir, bu durumda külliyen zarar ederek, tam bir müflis olarak Ramazan’a veda etmişlerdir.

Durumdan vazife çıkaran bu gafiller; teravih namazlarındaki, cematin 2-3 saf olmasını iftar ile imsak arasının çok kısa olmasına bağlamaktadırlar. Çalışanlar için yatsı namazının saati uygun değilmiş. Sorduğumda, cami derneklerinin etkili ve yetkili kişileri böyle söylediler. Hem kel hem fodullar.

Söyledikleri doğru elbet, ama uygulamaları yanlış. Yanlıştan dönmek için de erdemli olmak lazımdır. 21:30’da iftar oluyor, bazı cemaatlere göre 21:50’de iftar oluyor. 22:30’da yatsı namazı kılınıyor. Teravihle beraber yatsı namazı 23:30’da bitiyor. Eve gelinceye kadar saat 24:00 oluyor. Yatıp uyumak için zaman yok, çünkü bazı cemaatler 01:30’da, bazı cemaatler 03:30’da imsak yapıyorlar. Almanya’da işe başlama saati 07:00 olduğundan yolun uzunluğuna ve kısalığına göre kişinin sabah 05:00’de evden çıkması gerekiyor. Ne yapsın bu Müslüman şimdi. Ya oruç tutmayacak ya da Ramazanın bereketinden istifade edebilmek için şartlar zor da olsa oruç tutarak kendisine işkence edecek. Bir yol daha var; Ramazan boyunca oruç tutmak için yalan söyleyerek cürüm işleyecek ve doktordan rapor alacak, yatarak oruç tutacak. Durum böyle olunca camiler haliyle boş olur.

Allah böyle bir ibadeti insanların sırtına yüklemez, “Yüklemem” demiştir ve yüklememiştir. O merhametlidir, zalim değildir. Mekke ve Medine’dekilere daha şefkatli olup onların 12-13 saat oruç tutmalarını uygun görürken; gündüzleri 19-22 saate kadar uzanan yerlerdeki insalara zulmetmez. O’nun çifte standardı yoktur. “Ben sizin kaldıramayacağınız yükü sırtınıza yüklemem.” “Sizin için zorluk değil, kolaylıklar dilerim.” diyen bir Rab’dir O. Sorun Rab’bimizin buyruklarında değildir. O buyrukları göz ardı ederek, çarpıtarak; Allah’ın gözüne girmek için mazoşistleşen Müslümanlardadır.
Ne kadar çok eziyet çekilirse sevabın o kadar çok olacağına inanıyorlar bunlar. Ahlâkî olgunluk umurlarında bile değildir bu mazoşistlerin. Sohbetlerinde “Ben orucu çok rahat tutuyorum, acıkmıyorum ve susamıyorum.” diye dayanıklılıklarıyla övünürler bu mazoşistler. Konu ile ilgili fetvaları verenler de klimalı odalarda oturan, güneşle teması olmayan, masa başındaki sadistlerdir. Empati yapmazlar.

Ben bu Ramazan’da yalan söylemeyi bıraktım, ticaretimde bundan sonra hile yapmayacağım, kalp kırmayacağım, yetim malı yemeyeceğim, insanlığın barışı için ne gerekiyorsa onu yapacağım, küfür etmeyeceğim, insanları tekfir de etmeyeceğim, diye söz veren duyarlı Müslümanlardan değildir bunlar. Ama biz yine de bu sorumsuz sorumlulara dua ederiz; Allah sizleri ıslah etsin...

Her sene olduğu gibi bu sene de iftar sofraları kuruldu. Bazı Müslüman kuruluşlar imaj için iftar sofralarında insanları buluştururlarken bazı kuruluşlar da amacına uygun iftar sofraları düzenlediler kendi mekânlarında. Avrupa Türk İşverenler Ağı (NETU) imaj için iftar yemeği verenlerdendi. NETU daha çiçeği burnunda bir dernek. İdealleri var, geleceğin inşasında söz sahibi olmak istiyorlar. Güzel işler yapıyorlar. Bazı eksikliklerine rağmen organizasyon iyiydi. Gençler seferber olmuş misafirlerine özenle hizmet ediyorlardı. Başkan Veli Karakaya anlam yüklü bir konuşma yaptı, özetle şunları söyledi: “Mübarek Ramazan ayı farkındalıktır, farkındalık sorumluluğu, sorumluluk da fiiliyatı getirir. Bizler önce alemlerin Rabbine, sonra şahsımıza, son olarak da yaşadığımız topluma olan sorumluluğumuzun farkındayız. Misafir işçi olarak geldiğimiz Avrupa’da, yabancı işçi, sonra yabancı kökenli işçi olarak bu günlere geldik ve işveren olduk. Bu toprakları kendimize vatan edindik. Zenginliğimizi paylaşarak adeta etle tırnak olduk. Yeri geldi siyasetçi olduk, memur olduk, Alman Milli takımına sporcu olduk ama ötekileştirilmekten kurtulamadık. 100 bin işverenle 500 bin kişiye istihdam sağlayan ve Almanya ekonomisine yıllık 15 milyar Euro’luk ciro yaparak katkı sağlamamıza, toplumsal barışa olan katkımıza rağmen ne yazık ki ırkçılığın, İslâmofobinin ve yabancı düşmanlığının bir türlü önüne geçilemedi.”

İftar sofraları organize etme konusunda bilhassa camilerimiz daha da bonkör davrandılar, 30 gün iftar verdiler. Fakir-fukara bu sofraların davetsiz misafiriydi. Yıl içerisinde sık sık görüşemediğimiz dostlarımızla iftar sofralarında bir araya geldik. Uzun uzun sohbetler ettik, adresler alındı, adresler verildi.

Almanya’nın değişik şehirlerinden sadece iftar sofrasına davet edildiği için Berlin’e gelen STK temsilcileri bile vardı bu sofralarda. T.C. Büyükelçiliğinin iftar sofrasında karşılaştık onlarla. Kançılaryada gerçekleştirilen iftar programında Sefir Ali Kemal Aydın şunları söyledi: ”Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından Londra'da kabul edilen Almanya Milli Takımı futbolcuları Mesut Özil ve İlkay Gündoğan hakkında Alman basınının düzenlediği linç kampanyası, Türk toplumunu incitmiştir. Yaşananları hep birlikte ibretle izledik. Günlerce bu konu işlendi. Ülkemiz, Sayın Cumhurbaşkanımız ve buradaki Türk toplumu etrafında yersiz, ön yargılı ve yaralayıcı bir tartışma iklimi yaratıldı. Bu dışlayıcı yaklaşım uyum çabalarına katkı sağlamamaktadır. Sürekli sadakat sorgulamasının yapılması yanlıştır ve toplumsal uzlaşının geliştirilmesine de hizmet etmemektedir. Almanya'nın kalkınmasına emek ve alın teriyle katkıda bulunan Türkler, dinleri ve kültürleriyle Almanya'ya aittir.“

Sefir Ali Kemal Aydın Beyefendiye bu vesile ile bir teklifte bulunmak isterim: Uzaktan yakından davetliniz olarak gelen bu insanlara iftardan 2 saat öncesinden aynı salonda kültür değerlerimizin anlatıldığı, Türkiye’nin tanıtıldığı, Türk ve İslâm tarihinden örneklerin uzmanları tarafından sunulduğu programlar düzenlense de bu insanlar sadece midelerini doyurmasalar, beyinlerini de doyurarak evlerine dönseler nasıl olur?

Türk Eğitim Derneğinin verdiği iftar sofrasında; T.C. Berlin Başkonsolosu Sayın Mustafa Çelik ile Eğitim Müşaviri Sayın Cemal Yıldız ve YTB temsilcisi Sayın Mustafa Arslan vardı. İftardan önce Hristiyan Menonit Papaz Hristiyanlıkta orucun mânâ ve ehemmiyetini anlattı. Udî Burak Eres Türk Sanat Musikisi’nin eşsiz eserlerinden bir demet sundu. Sonra eğitim konuşuldu. Ana dil Türkçe’nin önemine vurgu yapıldı, velilere biraz daha gayretli davranmaları için tavsiyelerde bulunuldu. Vatandaş devletiyle buluşunca ve de kucaklaşınca vaktin nasıl akıp geçtiğini fark etmek mümkün olmuyor. Sohbet 24:00’e kadar devam etti. Ne vatandaş devletinden ne de devleti vatandaşından ayrılabildi. Vatandaş Başkonsolos Mustaf Çelik Beyefendiyi çok sevdi.

İftar sofralarında benimle karşılaşanlar, hemen sözü İlahiyatçılar Derneğinin çıkardığı imsakiyeye getirdiler. Ben de tekrar tekrar anlattım. İlahiyatçılar Derneğinin üyeleri olarak bizler, 6 seneden beri Medine’nin oruç süresini esas alarak oruçlarımızı tutuyoruz. 3 yıldır bastırdığımız imsakiyelerle bu uygulamadan başka Müslümanların da istifade etmesine vesile olduk. İnternet ortamında da paylaşıldığı için dünyanın değişik yerlerinden geri dönüşler aldık. Bu dönüşlerden oldukça memnun kaldık. Geçen 2 seneye nispetle bu sene daha fazla geri dönüş aldık. Bazı Müslümanlar memnuniyetlerini bildirirken bazı Müslümanlar da bizlere küfürler ettiler, hem de Ramazan ayında ve de Allah rızası için... Konu ile ilgili broşürler de dağıttık. Broşürler Almanya’nın değişik şehirlerine ve Türkiye’de bazı şehirlere ulaştırıldı.

Din Hizmetleri Ateşesi Sayın Ahmet Fuat Çandır ile bu sene iki, geçen sene de bir kez iftar sofrasında sohbet etme fırsatım oldu. Çandır nazik bir insan, yüzünden tebessümü eksik olmuyor. Söz hemen gündüzleri uzun olan yerlerdeki oruca geliyor haliyle. Ateşe Çandır, “Sizin imsakiyeniz yanlıştır, çünkü burada güneş doğuyor ve batıyor, insanları kandırmayın.” şeklindeki bildik sözleriyle sohbete devam ediyor. Diyanet İşleri Başkanlığının konu ile ilgili verdiği fetva için de, “O fetva kutuplar ile ilgilidir, Almanya ile ilgili değildir, sen fetvayı yanlış anlıyorsun.” deyip noktayı koymaya çalışıyor her seferinde.

Ben de cevaben; “Sayın Ataşe’m, güneşin doğuşu ve batışının oruçla ilgili olduğunu söylüyorsunuz. Orucun başlangıcının ve bitişinin güneşle alakası yoktur. Oruç ayeti Medine’de inmiştir. Medine, ortalama 12 saat gecesi ve 12 saat gündüzü olan bir yerdir. Yaz-kış kıyamete kadar bu böyle olacaktır. İlgili ayet ‘fecirden sonra beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar’ yenilip içileceğini ve sonra da ‘gece karanlığına kadar’ da beklenip iftar edileceğini söylemektedir. İplik benzetmesi ile, çıplak gözle varlıkların birbirinden farkedilebileceği zaman anlatılıyor, o zamana kadar yenilip–içilecektir, çıplak gözle varlıkların birbirinden fark edilemeyeceği zamana gelindiğinde de iftar edilecektir.
Allah bu ayetlerde astronomik bir ifade kullanarak imsak işaretini tanımlamıyor, örfi bir tanım yaparak iftar zamanının işaretini belirliyor. Ve dönemin Arap toplumu bu tanımı anladığı için de orucunu rahat rahat tutabiliyor. Sahurda geç kalmışlarsa “Perdeyi çekin.” deyip yemeye devama ediyorlar. Güçlerinin üstünde bir yükü sırtlanmıyorlar. Gün boyu da işlerine güçlerine gidiyorlar. Öğle uykusu ile işe ara veriyorlar (siesta) ve sonra tekrar işe gidiyorlar. Biz diyoruz ki; Allah’ın verdiği işaretler, işe başlama ve işten dönme zamanının işaretleridir. 1.400 sene önceki Arap anlayışından bahsediyoruz. Orta Çağ’daki Arap’tan. Bugüne gelip de astronomik ölçümleri esas alarak hesap yapmanın anlamı yoktur. Din kolaylık dinidir, zorluk dini değildir. Aç kalan Müslümana ‘domuz eti’ni yemesi için, susuz kalan Müslümana da ‘şarap’ içmesi için izin veren Allah, Müslümana 19 saat, 22 saat oruç tutturmaz. İbadetler bir çoğrafyada yaşayan Müslümana avantaj sağlarken öbür coğrafyada yaşayan Müslümana dezavantaj sağlamamalıdır. Zekat gibi. Allah zekatın nerelere verileceğini ve nasıl toplanması gerektiğini ayetinde beyan etmiştir, ancak miktarını belirlememiştir. Zekat miktarı ayrı coğrafyalarda yaşayan Müslümanlar için şartlara göre belirlenecektir. Ve zekatın zenginler tarafından verileceğine dair de bir hüküm yoktur. Biraz varlıklı olan Müslüman, kendisinden biraz fakir olana zekat verecektir. Aynen bunun gibi; oruç ayetinin indiği coğrafya esas alınarak orucun süresi belirlenecek ve Medine’ye uymayan diğer coğrafi bölgelere aynen monte edilecektir. Belirleme yapılırken işe başlama saati esas alınacak ve oradan sürenin ulaştığı yere kadar gidilerek iftar edilecektir. Çeşitli astronomik hesaplarla Müslümanın ibadeti çekilmez hale getirilmemelidir.” desem de olmuyor, velhâsıl, Din Hizmetleri Ataşesi Sayın Çandır ile bu konuda anlaşmak mümkün görünmüyor. Üzerindeki resmi elbiseyi çıkardığı bir gün belki tekrar oturup konuşmak nasip olur.

Bu vesileyle, Diyanet İşleri Eski Başkanı Prof. Dr. Süleyman Ateş’in fetvasını ve yine Diyanet İşleri Eski Başkanı Ali Bardakoğlu zamanında Din İşleri Yüksek Kurulunun verdiği fetvaları tekrar hatırlatmak isterim:

“Kur’ân-ı Kerîm’de oruç tutulması emredilen gün, normal namaz vakitlerinin olduğu bölgelere mahsustur. Yüce Allah, normal bölgelere göre hükmünü bildirmiş, normal şartların dışında kalan konuları, Müslümanların içtihatlarına bırakmıştır. Böyle uzun yerlerde ve özellikle kutup bölgelerinde oruç, ya Kur’ân’ın indiği kent olan Mekke saatine veya o bölgeye en yakın olan normal vakitlerin cereyan ettiği ülkeye kıyasen tutulur. Kutup bölgelerinde namazlar da belirlenecek saatlerde kılınır.”(S.A.)

“Normal vakitlerin oluşmadığı dönemlerde namaz ve oruç vakitleri hususunda takdir yöntemine başvurulması kaçınılmazdır. Bazı hadislerde de ifade edildiği gibi vakitlerin oluşmadığı yerlerde ‘takdir yöntemi’ ile ibadet edilmesinde dinen bir sakınca yoktur.“(DİYK)

Sayın Ataşe’m, gücün ne kadar yeter onu tam olarak bilemem ama; Allah aşkına, etmeyin eylemeyin, yazın bu sıcağında klimalı odalarda oturarak, arazideki, tarladaki, ocak başındaki, inşaattaki, fabrikadaki Müslümanlara, Allah’ın gözüne gireceğiz diye 19-22 saat oruç tutturmayın. Sizin fetvalarınız yüzünden oruç tutmaktan vazgeçen insanlar tanıyorum ben. Yazıktır, günahtır.
Almanya’da yaz aylarında gündüzler uzundur. Bu ve benzeri coğrafyalarda orucun süresi ortalama 14 saat olmalıdır. Allah, 14 saat oruç tutan Müslümanları, niçin 14 saat oruç tuttun diye azarlarken, 22 saat tutanlara, aferin işte böyle olacak, diye madalye takmaz. Ancak her ikisine de; Ramazan ayı bittiği halde; “Niçin, hâlâ ahlakî zaafların var, niçin bu ayda ahlâkî olgunluğa ulaşmadın?” diye hesap soracaktır. Unutulmamalıdır.
Selam ve dua ile

6 Haziran 2018 Çarşamba

Sonia Cihangir’in Sunumuyla; Türk Eğitim Derneği’nin 12. Semineri; (I) İSLÂM’DA KADIN


Türk Eğitim Derneği her sene organize ettiği seminerlerin 12.sini Dr. Sonia Cihangir’in sunumuyla gerçekleştirdi. Katılımcıların yüksek olduğu seminer Türk Eğitim Derneği’nin salonunda yapıldı ve  3 gün sürdü. “İslâm’da Kadın, Kur’an İslâm’ın Tek Kaynağıdır, İslâm Âlemi Niçin Perişandır.” Konularının işlendiği seminerleri  bay-bayan katılımcılar ilgi ile izledi. Soru ve cevaplarla detaylandırılan  ve 3 gün süren seminerlerin özetini sizlerle paylaşmak istedim. 

İSLÂM’DA KADIN

“İlimle uğraşan akademisyenler olarak, bize gelen sorulara fetva verirken Kur’an metnine bakarak vermediğimizi farkettim. Şu imam şöyle demiş ya da bu mezhebe göre böyledir, demek kolayımıza geliyor galiba. Fetvaların %80’i böyledir. Bunu fark ettiğimde, benim için bir devrim oldu. Kur’an’ı okumaya ve soruların cevabını orada aramaya başladım ve ilk kitabımı yazdım. Özgür Dinin Esiri: Kadın
Yozlaşan dinlerin hepsinde, ister Yahudilik olsun, ister Hristiyanlık olsun, ister Zerdüştlük olsun kadını aşağılama vardır. Bir din bozulmak isteniyorsa kadını aşağılayarak işe başlanır. Bunu da dinciler yapar. Yani din satan insanlar yapar, dindarlar değil.
Tartışmalı birkaç konudan örnek vermek istiyorum. İnsan fıtratına, aklına, vicdanına aykırı olan ama dinde olduğu söylenen konulardan bazılarına değinmek istiyorum.

Evlatlık edinilen çocukla evlenilebilmesi
Bu konu insan fıtratına ve aklına terstir. Yıllarca baba bildiği insanın kendisine namahrem olması mümkün değildir. Bazı ilim adamlarının, onlarla evlenebilineceği sonucuna vardıkları bir ayet var, yanlış çevirilmiş bir ayet bu. Aslında ayet diyor ki, “Evlatlık edindiğiniz kızlar sizin evinizdeki kadınlar gibidir.“ Yani evlad edinerek evde büyüttüğünüz kız çocuğukardeş, hala, teyze gibidir.

Kadınların evlilik yaşı
Kur’an’da belağat yaşı ve reşitlik yaşı vardır. Belağat cinsel anlamda bir ergenlik yaşına gelmektir. Her baliğ reşit olmaz. Reşit olmak için kendi hak ve görevlerini iyi bilir bir durumda olması gerekir. Reşitlik yaşı evlilik yaşı olarak açık bir şekilde belirtilmiştir. Reşit olmak kişinin kendi hakkını savunabilecek yaşta olması demektir. Evlenmenin amacı sadece cinsellik değildir. Evlilik olabilmesi için çocukları eğitebilecek, ona anne baba olabilecek belli birikimin olması gerekir. Nisa Suresi 6. ayette yetimlere hakkını verin, diye bahseder. Ayet onlara, “Yetimleri nikah çağına gelinceye kadar deneyin ve onlarda bir reşitlik gördüğünüz zaman kendilerine mallarını verin” der. Dolayısıyla ayet evlenme yaşı olarak reşitlik yaşını şart koşmaktadır. Büluğ yaşını değil.

Kur’an’da çok eşlilik
Kur’an’da çok eşlilik yoktur, ancak Kur’an çok eşlilik konusunu işler. Aynı şekilde Kur’an köleliğe de sıcak bakmaz, ancak kölelik konusunu işler. Çünkü bu konular toplumun konusudur. Tarihi bir gerçek olarak Kur’an’a yansımıştır. Nisa Suresi 3. ayette, ”Yetimler hakkında haksızlık yapmaktan korkarsanız, temiz ve yararlı bulduğunuz kadınları (yetimlerin annelerini) ilişer,üçer, dörder; eğer adil davranamamaktan lorkarsanız birer birer evlendirin veya sözleşme altına alın. İşte bu, böbürlenmemeniz için daha uygundur.” der.
Nisa Suresi’nin 129’uncu ayetinde de Allah; ”Kadınlar arasında adaleti sağlamaya gayret etsenizde asla güç yetiremezsiniz. Bu nedenle, tamamıyla birisine meylederek, diğerini mualakta bırakmayın. Eğert ıslah edip sakınırsanız, şüphesiz Allah Gafur/bağışlayandır, Rahîm /bol merhametlidir.” diyerek çok evliliği yasaklamıştır.

Kadınların dövülmesi
Nisa Suresi’nin 34. ayeti kadınları dövün diye çevirilmiştir. Dövülecek kadın “nüşuza” uymamalarından endişe edilen kadınlardır. Klasik çevirilerde “Önce öğüt verin, sonra yataklarınızı ayırın, sonra da dövün“ diye yazar. Aslında ayette dövün diye tercüme edilen bölüm “uzaklaştırın“ dîye çevirilmeliydi. Sıralamaya bakılırsa üçüncü sırada gelen cezanın daha ağır olması gerekir. Yatakları ayırmak zaten büyük bir psikolojik baskıdır. Ayrıca devamındaki ayetlerde Kur’an topluma görev veriyor sorunu çözmek için. Ayet, ailelerinden birer hakem getirilmesini istiyor. Buradan da kadının evden uzaklaştırıldığını anlıyoruz. Evden uzaklaşmış ki toplum bundan haberdar. Yoksa “dövün ya da hafifçe dövün“ olsa toplum bunu nereden bilecek? Sonra dövme işi had/ceza uygulamasıdır, daha suç oluşmadan  ihtimaller üzerine ceza mı verilir. Ceza uygulamasını da kamu otoritesi yapar, şahıslar değil.
Bütün dinler toplumu reforme etmek için gelmiştir. Oysa o toplum kadını zaten dövüyordu, Kur’an’da kadını dövün derse, burada Kur’an’ın devrimciliği nerede kalır?
Ayetin doğru çevirisi şöyle olmalıdır: “Allah’ın her birine farklı özellikler vermesinden ve mallarından nafa verdiklerinden erkekler kadınların gözeticileridir. Evlilik için salihat/uygun kadınlar, aile düzenine uyan ve ve Allah’ın koruduğu mahremiyeti koruyanlardır. (Bu yasalara nuşuz yapmaları/ uymaları konusunda endişe ederseniz, onlara nasihatte bulunun, sonra (kâr etmezse) yataklarınızı ayırın(o da olmadıysa) kendilerini uzaklaştırın. Size itaat ederlerse onlara karşı başka yol aramayın. Şüphesiz, Allah Aliy/yücedir, Kebîr büyüktür.”

Boşanma
Kuran, evlilliği devam ettirmek istemeyen kadına boşama hakkı verir. Mehir alacağı kocasına “Ben seninle şimdiye kadar yaşadım, mehirin şu kadarını istemiyorum ya da hepsini istemiyorum“ demesini isteyerek, boşanma hakkını kullanmasını ister. Boşanma ile ilgili hukuku düzenleyen ayetler; Bakara Suresi’nin 227-241. , Talak Suresi’nin1-8 ve de Nisa Suresi’nin 35. Ayetleridir. Bu ayetleri birlikte düşünmek gerekir.
Erkeğe de üç aşamalı boşama işlemi gerçekleştirdikten sonra ona da boşama hakkı verir. Yani, erkeğin bir seferinde, üç kere boş ol demesiyle boşanma gerçekleşmez. 3 değil 300 bin kere de söylese yine Kur’an bu söyleme onay vermez. Allah diyor ki, sen “boş ol boş ol” diye boşanmayı diline doladın, ya bir daha boşanmayı diline dolama ya da sonucuna katlan. Fasılalarla 3 kere boşadığın o kadınla, artık bir başkasıyla evlenmeden evlenemezsin. Nisa Suresi 35. ayeti göz ardı ederek boşanma işi zaten gerçekleşmez. Bu ayette örfe göre boşanmanın gerçekleşmesi istenir. Köyün veya mahallenin ileri gelenleri boşanma işinde yetkilidirler. Günümüzde bu yetki mahkemelerindir. 

İSLÂM’IN TEK KAYNAĞI KUR’ANDIR

Allah’ın katında tek bir din vardır. Bütün peygamberlerin getirdiği din aynıdır. Bu dinin adı İslâm’dır. İslâm 3 kavram üzerine bina edilmiştir; Tevhid, nübüvvet ve mead.
Tevhid; tek bir Allah’a inanmaktır. Nübüvvet; dinin peygamberler aracılığıyla insanlara iletilmesidir. Mead; ahiretin varlığına iman etmektir. “Dinler arası diyalog” söylemi yanlıştır çünkü Yahidilik ve Hristiyanlık din değildir, İslâm’ın mezhepleridir. Kur’an tek kaynaktır, denilince peygamber devre dışı bırakılmış olmaz. Allah bize peygamberler aracılığıyla tek bir dinin şeriatlerini sunmuştur. Helalleri ve haramları koyma yetkisi Allah’ındır. Mesela “Erkekler altın takması haramdır.” hükmünü Kur’an’a bakmadan veremeyiz. Kur’an’da  böyle bir hüküm olmadığı halde haram olduğunu söylersek kendimize hüküm koyma yetkisi vermiş oluruz. Bu da şirk olur.

Kur’an’dan başka bütün kaynaklar beşeridir
Allah bizden indirdiği kitaba göre yaşamamızı ve ondan sorumlu olacağımızı söylüyorsa onun metninin kıyamete kadar korunmuş olması gerekir. Korumadığı metinden bizi Allah hesaba çekemez. Bizim itiraz etme hakkımız doğar o zaman. Yani kaynağın mutlaka Allah tarafından korunmuş olması lazımdır. Allah tek bir cümlede 5 defa vurgu yaparak diyor ki, bu zikri indiren varya O biziz, koruyucusu da biziz. Diğer bütün kaynaklar ise beşeridir. İster nebi olsun, ister sahabe olsun beşerdir. Diğer kaynakların korunmuşluğunu savunamayız. Peygamber bize bir şey demişse biz onu yapmamazlık etmeyiz. Burada problem yok. Sorun bize gelen metnin  tahrip olup olmadığıdır. Hadisler Allah tarafından korunmuş değildir.  
Çıkar grupları insanlara amaçları doğrultusunda bir şey yaptırmak istediklerinde çıkarlarıyla ilgili Kur’an’dan delil bulamadıkları için peygamberin konuyla ilgili bir hadisi olduğunu söyleyerek insanları manüpele ettiler. Hala devam bu gelenek devam etmektedir. Dinler böyle yapılarak yozlaştırılmıştır. Oysa İslam tarihinde hadis yazmanın yasaklandığı dönemler vardır. Bu yasak peygamber tarafından konulmuştur. Dört halife döneminde de bu yasak devam etmiştir. Bu konuda peygamber şöyle demiştir “Bizden önceki ümmetler Allah’ın indirdiği kitabı değiştirdiler, başka şeyler ilave ettiler. Bundan dolayı benden duyduğunuz bir şeyi sakın yazmayın.“  

Din yozlaştırılmıştır
Kur’an tek kaynaktır, ifadesi Kur’an dışında başka bir kitap okunulmayacağı anlamına gelmez. Her okunmalıdır hatta. Ancak şeriatın kaynağı olarak Kur’an’dan başka kitap yoktur. Kur’an’a rağmen beşerin yazdığı ile hüküm verilerek bir şeye helal ya da haram denilmesi tehvid ilkesiyle çelişir.Allah bu kitaptan sorulacaksınız, diyor. Hadisten ya da tarihi bilgilerden sorulacaksınız, demiyor. Kur’an peygambere açıkça“Sen helali haram, haramı helal yapamazsın, Kur’an’a ilaveler de yapamazsın, Kur’an’dan eksiltmeler de yapamazsın,  eğer yaparsan; seni şahdamarından yakalar yere çalarım“ diyor.

Tüm zamanlarda peygamberin iki düşmanı vardır
Birincisi peygamberi yalanlayanlardır. Bunlar Peygamberi açıkça inkar ederler, ikincisi münafıklardır. En tehlikesi ikincisidir, münafıklar. Müslümanların yanında biz de sizinleyiz derler. Müşriklerin veya kafirlerin yanında da biz sizdeniz derler. Allah bunlarla ilgili olarak Münafikun Suresi’ni indirmiştir.

Tarihimizde asrı saadet diye bir şey yoktur
Asr-ı saadet diye bir kavram vardır. Saadet asrı demektir; böyle bir asır yoktur. Peygamber zamanında bile münafıklar varsa, bu saadet asrı ne zaman olmuştur. Peygamberden sonra 3 tane iç savaş yaşandı, onbinlerce Müslüman birbirini öldürdü. Saadet nerededir?  Suçlarını örtmek için, gelecekteki Müslümanlara şirin görünmek için, kendilerini aklamak için uydurdular asr-ı saadet kavramını.
Kur’an’da siretle ilgili gereken bilgiler vardır, o bilgiler bize yeter, daha fazlası  bizi ilgilendirmez. Regaib gecesi diye bir gece vardır, Kur’ân’da olmayan bir gecedir bu. Sözde Peygamber anne rahmine düşmüştür bu gecede. Bize ne hangi gece annesinin rahmine düştü. Böyle ahlaksız bir bilgi olabilir mi, ne kadar utanç vericidir. Bir de bu gece kutlanır. Kur’an diyor ki, “Sen büyük ahlak üzeresin.“ Benim peygamberim böyle bir Peygamberdir. Bu peygamberi de Kur’an zaten bana anlatıyor. Bu Peygamber bana yeter. Fazlası gerekmez.

Peygamber ya müjdeleyici ya da uyarıcıdır
Allah peygamberlerini insanlara müjdeci olsun ve uyarsın diye göndermiştir. Biz de dini anlatırken böyle yapmalıyız. Devamlı müjdeleyici olmak insanları atalete sevk eder. Devamlı korkutucu olmak da insanların dinden uzaklaşmasına sebep olabilir. “Dinde zorlama yoktur“ ayeti aynı zamanda “Dinde içinize sinmeyen bir şey yoktur” demektir. Eğer insanları zorlarsak belki bazı şeyleri yaptırabiliriz ama o zaman da o kişinin münafık olmasına sebep olabiliriz. Yanlıştır.

Bu din Allah’ın fıtrat dinidir
İslâm dini fıtrata uygundur. Biz Kur’an’ın ruhunu kavramak zorundayız. Ruhu vardır Kur’an’ın. Kur’an’a sorulur, Kur’an sorgulanmaz. Önce sorgulamak ve iman etmek gerekir, iman ettikten sonra da artık sorgulamayı bırakıp sormaya başlamak gerekir. Bu ruhu yakalamak için samimi olmak lazımdır. Kur’an’ın muhatabı ben değilim demek yanlıştır. Akıllı ve mümeyyizlik vasfına sahip her kişi Kur’an’ın muhatabıdır. Kur’an’ı ilk muhatabı nasıl onu doğru anlamışsa, bir muhatap olarak bizler de doğru anlarız. Kendi lisanımızda yazılan meallerden onu anlamaya çalışmak gerekir. Anlayamadığımız yerler olursa o zaman da bir bilene sormalıyız.  

Hamd kavramı
“Alemlerin rabbi Allah’a hamd olsun.” Bu ayet Allah’a övgü için değildir. Yoksa Allah sürekli onu övmemizi istiyor anlamı çıkar Kur’an’dan. Hamd, hakkıyla değerlendirmek demektir. Namaz kılarken amaç Allah’tan destek almaktır. Biz Allah’a hamd ettiğimizde Allah’ı hakkıyla değerlendirmiş oluyoruz, Allah’ı hakkıyla değerlendirdiğimizde de zaten onu övmüş oluruz. Hamd kavramı geçen bütün ayetlere bu anlamı koyun bakın Kur’an’ın anlamı nasıl değişiyor.

Tesbih kavramı
Tesbih, Allah yücedir demektir. Subhan, düzen sahibi demektir. “Yer ve gökte ne varsa Allah’a tesbih eder.“ deyince anlamsız olur. “Yer ve gökte ne varsa Allah’ın koyduğu düzen içinde ilerliyor.“ demektir. Allah bize, “Allah’ı tesbih edin” derken Allah’ın koyduğu düzende ilerleyin, diyor. Allah, “Sabah, akşam tesbih et” derken, “Kendini Allah’ın koyduğu düzene uyup uymadığın konusunda sabah-akşam analiz et” diyor. Yoksa belli sayıda tesbih çekilerek Allah tesbih edilmiş olunmaz. Belli sayıda tesbih çekilmesi gibi ritüeller Müslümanlara Yahudilik‘ten geçmiştir ve anlamsızdır.

Salat kavramı
Salat bugüne kadar bütün meallerde ve tefsirlerde namaz olarak algılandı. Oysa salatın destek olma, yardım etme, Allah’ın koyduğu yasalara uyma gibi anlamları da vardır. Tevbe Suresi’nin 5. ayeti “Hürmetli aylar çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse yollarını serbest bırakın.” diye çeviriliyor. Bu çeviri yanlıştır. Öldürün dedikten sonra namaz kılarsa salıverin denilmez. Söz konusu kişi zaten müşrik neden namaz kılsın. Hem kıldığında zorla kılacağı için münafık olmuş olur. Oysa “...Onları yakalayıp hapsedin ve bütün gözetleme yerlerine oturun. Tevbe eder, dini yasaları gözetir ve zekat verirlerse, yollarını serbest bırakın...” şeklinde çevrilmelidir.  Katele kelimesinin değişik anlamları vardır; Her öldürmek ‘katele’dir, ama her ‘katele’ öldürmek demek değildir. Salatı da burada namaz olarak çevirirsek yine olmaz. Maun Suresinde de yanlış çeviri var. “Dini yalanlayanı gördün mü” diye çeviriliyor. Maun suresini o ayeti; “Din ile aldatanları görmüyor musun” diye çevrilmelidir ki, anlam kazansın.  Devamında da zaten vay onların haline deniliyor, bağlamından da çevirinin yanlış olduğunu anlıyoruz.

Kur’an’dan sorulacağız
Biz Kur’an’dan sorulacağız. Bu sorulma, Kur’an’ın hangi ayeti nerede şeklinde olmayacak. Kur’an’daki ilkelere göre yaşanıp yaşanmadığı sorulacaktır. Buyruk şöyle; “Dürüst olacaksın, adaletli olacaksın, ahlaklı olacaksın…“
Allah sizden zorluk çekmenizi istemez diye geçen ayetlerin hepsi özellikle zorlaştırılmıştır. Örneğin abdest ayeti; abdestin nasıl alınacağı ayette açıkça anlatılmaktadır. İlmihal kitaplarında ise abdest konusunda, ağza su 3 sefer mi verilecek, buruna kaç kez su çekilecek, azalar kaçar kez yıkanacak, ayak meshedilmeyecek mutlaka yıkanacak vb birçok detay yer almaktadır. Oysa Allah sadece ellerinizi ve yüzünüzü yıkayın, kollarınızı yıkayın, başınızı ve ayaklarınızı mesh edin, diyor. Allah’a din öğretmenin anlamı yoktur. Kur’an dışı kaynaklara başvurularak din bozulmuş, insanlara sıkıntı verir bir hale getirilmiştir. Helal, haram, caizdir ve mübah gibi konularda tek kaynak Kur’an kabul edilse bu çıkmaz sokaklara girilmeyecektir.

Hac
Hac; alanındaki uzmanların bir araya gelerek, dünyadaki problemleri çözmeye yönelik eylemde bulunacakları bir ibadettir. Hac ibadetinde aksiyon olmalıdır. Bir araya gelindiğinde doğaya zarar verilmeyecektir, insanlar  birbirlerini  yemeyeceklerdir, kavga etmeyeceklerdir... Dokunulmazlık yasasıdır bunlar. Etleri konserve yapıp Somali’ye göndermek değildir Hac. Somali’nin ihtiyacı olan teknolojiyi, bilgiyi, imkanları onlara sağlamak için karar almaktır. Hac dünya Müslümanlarının sorunlarının tespit edildiği toplantı anlamına gelir. Orada durum tespitleri yapılacaktır, istişareler yapılacaktır, ihtiyaçlar belirlenecektir. Sonra da sorunlar birer birer çözülecektir. İnsanlara balık vermekten ziyade, balık tutmayı öğretmektir.
1. Hac, Müslümanlar için değil bütün insanlar içindir.
2. Hac, sadece Zilhiccede yapılmaz haram aylar diye geçen diğer aylarda da yapılır.
3. İhram elbise giymek demek değildir. Haram kılınan bölgeye girildiğinde, dünyadan soyutlanmaktır.
4. Doğaya zarar vermemektir. Yeşile, ağaca zarar vermemektir.
5. Hac‘da gerçekleri öğrenmek için insanlar bir araya gelecek ve sorunlara çözüm aranacaktır. Hac günahlardan kurtulmak için yapılmaz, o mekanlar günah çöplüğü değildir.
6. Vukufu Arafat; Arafat’ta durmak değildir, vakfetmektir, orayı algılamaktır.
7. Şeytan taşlama uydurma bir şeydir. Hac ile uzaktan yakından alakası yoktur.
8. Hacca zenginler gidecek anlayışı yanlıştır. Hacca yol bulabilen her insan gider. Amaç bellidir.

İSLÂM ALEMİ NİÇİN PERİŞANDIR

Müslümanların içinde bulunduğu durum, kâfirlerin güçlü olmasından değil Müslümanların iman eksikliğinden kaynaklanmaktadır.
“İslâm dini barış dinidir, akıl dinidir.” deniliyor; eğer böyleyse neden İslâm alemindeki sorunlar bitmiyor, hatta çoğalıyor? Sorun İslâm’da mıdır, Müslümanlarda mı? Durup düşünmek lazımdır. Burada bir eksiklik var.
Şu cümle son zamanlarda sık sık söylenir oldu. “Her Müslüman terörist değildir ama her teröristin arkasında bir Müslüman vardır.” Ne kadar rahatsız edici bir tespit. Ben sorunun temelinde yatan asıl nedenin, inanç eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Müslümanlar emredildiği gibi Allah’a inammıyorlar, Allah’a inandık demekle Allah’a inanmış olunmaz, O’nun buyruklarını yerine getirmekle Allah’a inanılmış olunur. Dünyanın bir tarafında Müslümanlar zulüm altında inlerken öbür tarafındakiler, seyrediyorlar, durumdan rahatsız olmuyorlar, onların yardımına koşmuyorlar. Hep birlikte sımsıkı Allah’ın ipine sarılsalar sorunu temelinden çözebilirler. 2 milyara yakın Müslümanın birlikteliğinden herkes korkacaktır. Paramparça, yamalı bohça gibi bir Müslümandan kim korkar.  

Neden sorunlar bitmiyor?
Bu sorunun cevabını bir televizyon programında söyledim. Hatta çok ilgi uyandıracağını düşündüm, ama düşündüğüm gibi olmadı. Sorunlu olanlar Müslümanlar. Tamahkarlıkları sorunların çoğalmasına vesile oluyor. Müslümanlar yardımı Allah’tan beklemiyorlar, güç sahiplerinden bekliyorlar. Müslümanlar gayelerini unutmuşlar, araçlar gaye haline gelmiş. Malı mülkü, saltanatı çok seviyorlar. Sonra da burunları  p…kurtulmuyor. Müslümanların içinde bulundukları durumdan kurtulmaları sağlıklı düşünmelerine ve dünyaya olan bağımlılıklarından kurtulmalarına bağlıdır. Dost kim düşman kim farketmelerine bağlıdır. Birlik ve beraberlik duygularının gelişmlerine bağlıdır. Kur’an bu konuda şöyle diyor:
‘De ki: "Yalnız Odur sizi tepenizden ve ayaklarınızın altından azapla kuşatma kudretinde olan; sizi birbirine muhalif topluluklar haline getirip birbirinizin üzerine salan". Bak, iyice anlasınlar diye, mesajları nasıl her yönüyle açıklıyoruz!
Oysa senin hitap ettiğin toplum, bütün bunların hakikat olduğu ortadayken, yine de bunları yalanlıyor. (O zaman) de ki, "Ben sizin davranışınızdan sorumlu değilim."
(Allahtan gelen) her haber belli bir süreç içinde gerçekleşir: ve siz zaman içinde (hakikati) anlayacaksınız". (Enam Suresi 65-67)

Kur’an’ı yalanlamak
Kur’an’ı yalanlamak demek, sadece Kur’an’daki söylenenler yalandır demekle olmaz. Kur’an’ı yalanlamak demek, Kur’an’ın söylediği bir şeyin söylenildiği gibi olmadığını söylemekle de olur. Allah diyor ki, peygamber Müslümanlardan şikayet edecek. “Benim kavmim Kur’an’ı mehcur (terkedilmiş) bıraktı diyecek.” (Furkan Suresi 30)
Bu şikayet, Müslümanların Kur’an’ı bırakıp Kur’an dışında başka kaynaklar arayarak Kur’an’a rağmen Müslüman olmaya çalışmalarındandır.
Müslümanlar Allah’ın yarattığı ayetleri ihmal ettiler, sadece indirdiği ayetlerle meşgul oldular. Batı tam tersini yaptı. Onlar Allah’ın indirdiği ayetleri ihmal etti, yarattığı ayetleri dikkate aldı. Müslüman ikisini de birlikte dikkate alarak arayı açabilirdi.

Kur’anı yalın gözle okumalıyız
Müslümanlar saplantı içindedirler. Kur’an’ı; kafalarındaki görüşü onaylatmak için okuyorlar, Kur’an yarışmaları yapmak için okuyorlar, ölülerin günahları affolsun diye okuyorlar ve cımbızlıyorlar Kur’an‘ı. Bugün gerçekten İslâm kireçlenmiştir, bu kireçlenmeden kurtulmak için kireç çözücü kullanmak lazımdır. Bu kireçlenme, İslâm Âlemi’ni felç etmiştir. Bu inmenin asıl sebebi Müslümanların Kur’an’ı terkedilmiş olarak bırakmalarıdır.  Düşman icad etmenin, kabahatı dış güçlerde aramanın anlamı yoktur.
Müslümanlar problemlerini bizzat kendileri çözmelidirler. Bugün Müslümanların problemlerini Avrupalılar(!), Amerikalılar(!) çözüyor. Emperyalistler(!) çözüyor.

Teferruatlarda boğuluyoruz
Bir sorun varsa ona çözüm bulmak için sorunu önce Kur’an hastanesine yatırmamız gerekir. Oysa Müslümanlar tam tersini yapıyorar. Önce hadislerde sorunun çözümü aranıyor, hadisler Kur’an’ın üstüne koyuluyor, hadisten sonra icmaya bakılıyor, sonra başka kaynaklara başvuruluyor. Kur’an en altta kalıyor.
Oysa Allah şöyle buyuruyor: “Bu kitabın muttakiler için hidayet olmasında kuşku yoktur.” (Bakara 2) Muttaki sakınan demektir. Önyargılardan arınan demektir. Birlik ve beraberlik için gayret sarfeden demektir. Müslümanlar arasındaki bağın kuvvetlenmesi için gereken fedakarlığı yapan demektir. Mal ile ve can ile Allah yolunda mücadele eden demektir.

Erdemlilere hidayet kitabıdır Kur’an
Allah; ”Kullarım beni sorarlarsa söyle onlara, ben onlara şah damarlarından daha yakınım.” diyor. Bu damar boynumuzdaki damar değildir. Allah’ın kula, kulun Allah’a olan yakınlığı demektir. Allah bizimle şah damarımız arasına birşey sıkıştırılmasını istemiyor, küçücük olsa sıkışan o şey sizi öldürür diyor. Parmağınız kesilse ölmezsiniz, ama şah damarınıza bir şey olursa anında ölürsünüz. Yakınlık bu demektir. Başı dik tutan, sağa sola döndüren boyundur. Şah damar boyundadır.
Bize, boynunuzu sağa sola çevirip durmayın, başınızı dik tutun, araya İslâm düşmanlarını sokmayın deniliyor, kardeşlerinizle mesafenizi sıklaştırın, yoksa ölürsünüz deniliyor... Bizler özellikle olmayan araya, aracıları sokmaya çalışıyoruz.

Şefaat çok sıkıntılı bir kavramdır
Şefaat; Ahiret’te Peygamberin dünyada iken kendisine salavat getiren birisi için secdeye kapanmasıdır, deniyor. Bu anlayışa göre, Allah da o kişiye acıyacak, Peygamber secdeye kapandığı için onu affedecek, diye inanılıyor. Böylece Peygamber Allah’tan daha merhametli hale getiriliyor. Peygamberin secdeye kapanmasına acıyan Allah suçluyu affediyor. Aslında affeden Allah değildir, Peygamberdir. Böyle bir inanca sahip Müslümanda Tevhid yok demektir. Tevhid’in olmadığı yerde düzen bozulur. Düzen bozuksa da Allah’ın yardımı oraya ulaşmaz. Müslümanların içinde bulunduğu sıkıntının sebeplerinden biri de şefaat anlayışındaki bu yanlışlıktır. Doğru şefaat, Allah’ın kişi hakkındaki kararını Peygamberin o kişiye bildirmesidir.

İman konusunda eksiklerimiz var
Allah’a iman etmek sadece Allah vardır demek değildir. Allah’a güvenmektir. Güvenmek için Allah’ı tanımak gerekir. İnsan ancak tanıdığına güvenebilir.
Bizim problemimiz beşer eliyle çıkarılan problemlerdir. Hayatımıza kendi gözümüzle değil, başkalarının gözüyle bakıyoruz. Doğruyu biliyoruz ama söylemiyoruz. Oysa, doğruları söylersek ilerleme kaydedilir, “Ben bu işi yaparsam ne derler” dersen ilerleyemezsin. Aslında doğruları biliyor Müslümanlar, evet doğrudur ama söyleyemeyiz, yapamayız diyorlar, yanlışlardan vazgeçilmesinin fitne olacağını söylüyorlar. Kendi yaptıkları fitnenin farkında değiller.
“Allah’tan geldik Allah’a döneceğiz” ayeti sadece Allah tarafından yaratıldık ve yine Allah tarafından öldürüleceğiz, anlamında değildir. “Allah’tan geldik Allah’a döneceğiz” bir sirkülasyondur. Allah’ın yasalarına uygun hareket etmek demektir. Bu bir harekettir, yani bizim hareketimizdir. Allah’a karşı dürüst olmalıyız. Bir tarafta teslimiyet gösterirken, öbür tarafta hiç ölmeyecekmişiz gibi davranmak doğru değildir.
Allah’a güvenmenin ilk basamağı Allah’ı tanımaktır. Allah’ı kavrayamayız belki tam anlamıyla ama O’nu tanıyabiliriz. Allah kendisini Kur’an’da tanıtıyor. Allah’ı gerçekten tanırsak, bizim davranışımız da değişecektir.

Sloganlarla, dualarla çözülmez sorunlar
Ankebut Suresi’nin 45. ayeti, klasik çevirilirde, “Sana vahyedilen bu İlahi Kelam’ı insanlara ilet, namazında dikkatli ol, çünkü namaz her türlü kötülüklerden alıkoyar. Allah yaptıklarınızı bilir.” diye çevrilir. Bu çeviri eksiktir. Tam çeviri şöyle olmalıdır; “Kitaptan sana vahyolunanı okuyup anlat, dînî yasaları ayakta tut, şüphesiz dini sürdürmek, insanı hayasızlık ve kötülükten alıkoyar.” Allah her şeyi her an görüyor diye düşünülmesi ve bu anlayışla hayatın dizayn edilmesi, Müslümanların günlük yaşamında daha etkili olur. Müslümanların hata payını azaltır. Yapılanları, Allah’ın yaptıklarımızı gördüğü bilinciyle yapmak caydırıcı olur. Hayatımızın her alanında, yaptığımız her eylemde bu anlayışa göre hareket etmeliyiz.
Oysa Müslümanlar debelenip duruyor, debelendikleri yerleri de çökertiyorlar, zararı da kendilerine dokunuyor bu debelenmenin.

Sorunun çözümünü Kur’an veriyor
1. Allah tesbih edilecek.
Yani, Allah’ın koyduğu düzene uyum sağlanacak, her an bu düzene ne kadar uyum sağlanılıyor sorgulanacak. Tesbihin anlamı budur. Tesbih çekerek Cennet’e girilmez, başarı da elde edilmez. Ancak Allah’ın koyduğu düzene uyum sağlanırsa Cennet’e girilir.

2. Allah’ın yarattığı ayetlere saygılı olunacak.
Allah nimet verdiyse bunun karşılığını isteyecektir. Mesela, hidayete ermek nimettir, Allah verdiği bu nimetin karşılığını isteyecektir. Nimetin karşılığı ödenirse ancak saygı gerçekleşir. Saygının olduğu yerde yardımlaşma gerçekleşir. Allah’ın eli saygının olduğu yerde kullarının üzerindedir.

Kalbin mühürlenmesi
Kalbin mühürlenmesi demek, görülmesi gereken gerçeklerin görülememesi demektir. Allah’ın verdiği nimetlere karşı nankörlüğün ve buyruklarına karşı gelmenin cezasıdır kalbin mühürlenmesi. Gerçekleri sadece inanç sahibi olmayanlar görmezden gelmezler. Müslüman olanlar da gerçekleri görmezden gelebilirler. Gerçekleri görmeyen/göremeyen Müslümanlar sıkıntı verirler, bugün çekilen sıkıntılar gerçekleri göremeyen Müslümanlar yüzündendir. Bunlar kalpleri mühürlenen Müslümanlardır.  Bunlar Müslüman kâfirlerdir, kalpleri mühürlenmiştir onların. Tıpkı gerçekleri kabul etmeyen kâfirler gibi.  

Kur’an çığırtkan Müslüman istemiyor
İslâm aleminin içinde bulunduğu durumun asıl sebebi, Müslüman kâfirlerin çoğunlukta olmasıdır. Müslümanlar, Müslüman oldukları zaman Allah’ın yardımı onlarla olacak ve Müslümanlar bugünkü durumdan kurtulacaklardır. “Kahrolsun İslâm düşmanları, kahrolsun emperyalistler” gibi sloganlar atarak düşman kahrolmaz. Dua eylemle birlikte yapılır, sözlü dua geçerli olmaz, Allah sadece sözlü duaya itibar da etmez. İtibar etmediğini bugün zaten görüyoruz. Ellerine bayrakları ve değişik sloganlar yazılı dövizleri alarak sokağa çıkıp, bağırıp çağıran Müslüman tipi dünyanın heryerinde var. Ancak kahrolan düşmanı nedense  göremiyoruz. Bu uygulamanın  adı kolaycılıktır. Kur’an çığırtkan Müslüman istemiyor, akıllı, ne dediğini ve ne yaptığını bilen, müttaki/duruşu belli olan Müslüman istiyor.
Allah, “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, bölünüp parçalanmayın” derken, bu çağırıyı kulak ardı eden Müslümanlara yardım etmez. Ne zaman Müslümanlar O ipe hep birlikte sarılırlar, işte o zaman Allah, Müslümanların duasını kabul eder ve yardım elini uzatır ve işte o zaman Müslümanlar, içinde bulundukları bu durumdan kurtulacaktır.”