3 Ocak 2019 Perşembe

Toplumsal normlardan kopuş ve kökene dönüş, öznenin beklenti ufku ve nebevi vizyon (I)

Türk Eğitim Derneği’nin 2018-2019 çalışma yılında seminerler ve konferanslar düzenliyor. Konunun uzmanı ilim adamları tarafından verilen bu seminerler 3 gün devam ediyor. Bu yıln dördüncü semineri Prof.Dr. Şaban Ali Düzgün tarafından verildi. Bu seminerden çıkardığımız özeti sizlerle paylaşmak istedim.

Rüştü Kam


Çağımızda insanların büyük bir kısmı kök değerlerden uzaklaşmış ve toplumsal kodları değişmiştir. Bu uzaklaşma toplumsal çatışmayı meydana getirmiştir. Dinler de aynı şekilde kendi kökünde kopartılarak (Kur’an) hayattan çekilip alınmıştır, yozlaştırılmıştır. Ve bu din bugün mensubunu kurtaramamaktadır. Bu seminerlerde insanın ve dinin kökenlerine dönüş yöntemlerini ele alacağız:

Ümmi: Kökene Dönüş
Ümmi; ana, kök demektir, köken demektir.
Köken kelimesinin Kur’ani bir karşılığı vardır. Ümm, anne demektir. Ümmi, annesinden doğduğu gibi saf olan anlamına gelir. Aynı zamanda ümmi, herhangi bir sistematik eğitim almamış kimse anlamına da gelir. Hz. Peygamberin içinden çıktığı Arap toplumuna da ümmi diyor Kur’an ve ümmiyi ataları uyarılmamış, yani peygamber gönderilmemiş toplum olarak tanımlıyor (Yâ-Sîn 36/11; Bakara 2/78). Ümmî toplumun bir ferdi olduğu için Hz. Peygamber de ümmi olarak tanımlanıyor Kur’an’da. Ümmi demek bir tür fabrika ayarlarına dönüş demektir. Bu ‘fıtrat’ ayarıdır. Ümmî aynı zamanda, bütün hayırlara, esenliklere kaynaklık eden ‘ana’ demektir. Aynı kökten, ümmühâtu’l-fezâil ifadesi vardır ahlakta: Adalet, şecaat, iffet ve hikmet’ten oluşan. Bunlar diğer bütün erdemlerin anası sayılmıştır.

Halaka, fe-hedâ
İlham ya da sezgi; herhangi bir öğreten olmadan, kişinin doğuştan getirdiği, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırma yetisidir. Bu yeti doğuştan verilmiştir insana. Allah insanı yarattı (halaka), ama kendi haline bırakmadı, içine ‘hedâ’yı yerleştirdi. (A’la 87/2, 3) Hidayet dediğimiz şey işte budur: insanın içindeki iç ışık. Allah deniz kaplumbağalarını yarattı, denize gidecek ‘heda’yı da onların içlerine koydu; koymasaydı bulundukları yerde hareketsiz kalır ölürlerdi. Allah bir bebek yarattı, eğer o bebeğin içine anneyi emme güdüsünü koymasaydı o bebek ölürdü, bu hidayettir.
Bir adamın Müslüman olmasına hidayete erdi anlamı verilmiştir. Bu, hidayet kelimesine verilen ikinci anlamdır, sonradan verilmiştir. Hidayet kelimesinin ilk anlamı doğal iç ışıktır. Bir insanın önünü görmesini sağlayacak ışıktır bu. Aynen bir cep telefonuna entegre kameranın takılması gibi. Allah insanı yaratıyor ve önünü görecek yetenekleri de içerisine koyuyor. Ve bu hidayet onun hayatta kendi başının çaresine bakacak onurlu bir insan olarak yaşamını sürdürmesini sağlıyor.
Kur’anda kerem ve kerim kelimeleri o kadar sık kullanılır ki. Kerim ve kerem; hayatta kalmak, hayatı en iyi şekilde götürecek bir gayreti, bir sebatı içinde barındırmak demektir. Bir insanın hayatta kalma (buna sebat, metanet diyoruz) ve hayatı en iyi şekilde götürme gayreti insanın fıtratında vardır. Spinoza’nın conatus kavramı buna çok yakındır.

Keremnâ beni adem
Kur’an’da: “Ve keremnâ benî âdem/Biz insanoğlunu onurlu kıldık.””(İsra 17/70) buyuruluyor. Dolayısıyla biz kerameti; “bütün insanlara verilmiş onur” olarak alıyoruz. Ayrıcalık yoktur, herkese verilmiştir. Çünkü Allah kerimdir, cömerttir. Hayatta kalma bir tür vericilikle özdeşleştiriliyor. Farsçada buna diğergamlık deniyor, yani başkasını düşünen, hemhâl olan, demektir. Vericilik bir tür ilahi sıfattır. Allah insanları yaratıyor, hidayet ediyor, her şeyi veriyor ve karşılığında sadece “söz/misak” alıyor: Doğuştan kendisine bahşedilen bu onuru yaşamı boyunca koruma sözü. ‘İnsan onurlu, şahsiyetli, izzetinefis sahibi’ bir varlık olarak yaratıldı bu onuru koruyacak bir hitaba muhatap oldu. Bu onuru incitecek ilahî bir hitap olmadığı gibi insanî bir hitap da olmamalıdır.
Vericilikle ilgili Rıfat Ilgaz’ın çok güzel bir dizesi var; Ölüm döşeğinde dile getiriyor: “Elim eline değsin ısıtayım üşüdünse, boşa gitmesin son sıcaklığım.’’ Kalan son sıcaklığımı sana vereyim diyor... Ölmekte olan insanın vücudu yavaş yavaş soğumaya başlar.
İnsan değişmedi
Kuran ayetleri 1440 yıl önce inmiştir, 1400 sene önceki insanın onuru, şerefi, haysiyeti vardı, onu incittiğin zaman üzülüyordu, bugünkü insanın da onuru, şerefi ve haysiyeti vardır, incittiğin zaman o da üzülür. İnsan değişmedi. İnsan dediğimiz öz 20 bin yıl önce de aynı özdü. İnsanın özü, vicdanı, aklı hepsi Kur’an’dan önce vardı. Kur’an inmeye başlamadan önce de insan vardı. Kur’an insana bir ayar yapıyor, bu ayarı insanın saygınlığını, onurunu dikkate alarak yapıyor. Kur’an’ın indiği dönemde Ebû Lebeb’den, Zeyd’den yani tarihsel kimliklerden bahsetmesi onu salt tarihsel bir metin yapmaz. Bu kimliklerin kişilikleridir Kur’an’ı ebedî ve evrensel kılan. Bu kimlikler ölmüş gitmiştir. Ama onların kişiliklerine benzer kişilikler her dönemde görülecektir. Bu yönüyle Kur’an tarihîdir. Tarihsellik kronolojiyle, zamanla ilgilidir; tarihîlik, tarihi kıran, akışını değiştiren olaylar ve kavramlarla ilgilidir. Almanca’da history ile gesicht arasındaki farktır bu. Yunanca’daki kronos ve kairos, farkı gibi.

Kur’an’ın tehdit dili
Kur’an’da tehdit eden ayetler de vardır. Bu tehditleri gerekli kılan maalesef insanın doğasıdır. Türkiye’de de Almanya’da da başka ülkelerde de kanunlar temel ahlak ilkeleri üzerine kuruludur. Diyelim ki, etrafa çöp atmamak bir ahlak işidir. Atmamamız gerekir. Oysa atma ihtimali her zaman vardır, bu durumda ne yapılacaktır? İşte kanun bu ihtimal göz önünde bulundurularak yapılır. Kanun, ahlaki kanunu çiğneyen ahlaksızlara karşı yapılır, zorunlu olarak yapılır.
Bizim din hizmetlilerimiz ahlak prensipleri üzerine sadece konuşuyorlar. Sadece konuşmaktan bir şey çıkar mı? Çıkmaz. Çünkü ahlak ilkelerini, kanuni bir statüye bağlamadığınız sürece bu ilkeler etkisiz kalır. Ahlak ilkeleri insanların insafına bırakılamaz. Örneğin rüşveti ele alalım. Allah “... Bilip durduğunuz halde insanların mallarından bir kısmını günaha saparak yemek için onları yargıçlara aktarmayın.“ der. (Bakara 2/188) Peygamberimiz, “Rüşveti alan da veren de ateştedir.” demiştir. (Taberani, el-Mu‘cemu‘l-Evsat, No: 2047, 3/29; Deylemi, Firdevs, No: 3314, 2/284) Bu bir ahlak ilkesidir. Peki, sürekli biz insanlara sürekli rüşvet günahtır mı diyeceğiz, yoksa rüşveti önleyecek kanunlar mı yapacağız? Elbette kanun yapacağız. Amerika’da, Almanya’da insanlar daha mı ahlaklı? Hayır, oralarda kanunlar daha iyi ve uygulayıcılar daha duyarlı, ahlakın gücünden değil kanunun gücünden korkuyor insanlar. Amerika’da insanlar Allah’tan daha çok FBI’dan bir de IRS (maliyeden) korkarlar. Kur’an’ın yasaklama dili, tehdit dili bunun içindir.

Devam edecek


Toplumsal normlardan kopuş ve kökene dönüş, öznenin beklenti ufku ve nebevi vizyon (II)

-Madem ki Allah affedin diyor, affetmek gerekir. Kur’an’da affetmek defalarca geçiyor. “Affetmek iyidir” deniyor sürekli. Oysa affetmek bize zayıflık belirtisi olarak gösteriliyor. Öyle değil, affetmek ilahi bir eylemdir. Allah kendisi için, “Allah affedicidir, tevbeleri kabul edicidir” diyor (Tevbe 9/104). “Kûnû rabbaniyyûn” “Allah gibi davranın” diyor ayet (Al-i İmran 3/79). Affetmeyi bir erdem, merhameti bir erdem olarak anlatıyor Allah bize-.

Rüştü Kam


Kökene dönüş misyonu
İnsanların ve dinin kökenlerine dönüşünü yolunu 3 kavramla açıklayabiliriz. Bu Allah’ın elçisine öğrettiği arındırma, yüceltme ve tamamlama modelidir. Bunlar:
1. İhlâs-üd dîn
2. İzhâr-üd dîn
3. İkmâl-üd dîn
İhlâs-üd din
İhlas; halis, katkısız, katışıksız hâle getirmek demektir. İhlâs-üd dîn; dinin halis formuna kavuşturulması demektir, dinin sonradan eklenenlerden arındırılması demektir. Peygamberin görevi dini halis formuna kavuşturmaktır. Peygamber kendinden önce dine bindirilen her şeyden dini arındırmaya çalıştı. Yahudilerin ve Hristiyanların dine eklediği şeylerden dini arındırmak gibi bir görevi vardı.
Sevilla, eski adıyla İşbiliye, İbn Arabi’nin memleketidir. Sevilla Orta Çağ’da Engizisyonun merkeziydi. Dostoyevski şöyle bir hikâye anlatır Sevilla’da geçen: Bir haber gelir, “İsa, tanrının krallığını yeryüzünde hakim kılmak için döndü” diye. Bütün insanlar sokağa çıkar İsa’yı karşılamak için. İsa halkın içinde yaşamaya başlar. Halkı aydınlatmak için vaazlar vermeye başlar. O İsa’yı yeryüzüne indirenler bir de bakarlar ki; İsa’nın vaazları Hıristiyanlığın temellerine ters düşüyor. Çünkü, İsa’nın kendisinden sonra ortaya konulan Hristiyanlıktan haberi yoktur. Bu sefer insanlar İsa’dan şikayet etmeye başlarlar; bu adam ne diyor böyle diye ...
O güne kadar Engizisyon kendi kilise doktrinine karşı çıkanı yakıyordu. Bu kurala göre, İsa’nın da yakılması gerekirken, Kardinal çağırıyor İsa’yı ve “Kendine çeki düzen ver yoksa seni yakarız” diyor. Dostoyevski bunu anlatırken dinlerin zaman içerisinde başlarına gelenleri son derece çarpıcı bir şekilde anlatmış oluyor. Aynı şeyi Hz. ile ilgili düşününüz: Hz. Peygamber çıkıp gelse ve kendi sakalının etrafında törenler yapıldığını görse ne derdi acaba? Ne yapıyorsunuz böyle dese insanlar onu dinlerler mi? Röliklerle ilgili olarak Müslümanların da Hıristiyanların da kendilerine çeki düzen vermesi gerekir. Yahudiler bu konuda daha duyarlılar. Biraz pejoratif bir dille anlattım ama inanınız durum aynen böyle. Dinlerin başına gelen işte bu. İhlas-üd din, dinin halis katıksız haline dönüştürülmesidir ve nebevi misyonun birincisidir.

İzhâr-üd dîn
Allah, Peygamberini gönderme gerekçelerinden birini şu ayette anlatıyor, “Din diye ortalıkta dolaşan ne kadar anlatı, rivayet, söylence, mitoloji varsa hepsinin üstüne Allah’ın dinini çıkarmak senin görevindir” (Saff 61/9). Peygamber de görevini icra etmek için çalışıyor, gayesi indirilen dine eklenen ne kadar şey varsa, Allah’ın dinini bunların üzerine çıkarmak. Mümtehine Suresi, 5. ayetinde, Müminler diyorlar ki “Ey Rabbimiz, bizi kâfirler için bile fitne haline getirme”. Bugün Müminler kâfirlerin değil Müminlerin fitnesi durumuna gelmiştir. Birbirlerinin kuyularını kazıyorlar, birbirlerini katlediyorlar.
İslâm tarihinde Peygamberin vefatından hemen sonra başlamış bu fitne. Oysa ayet diyor ki bırak Müslümanlar için fitne haline gelmeyi ‘bizi kafirler için bile fitne haline getirme.’ Mâtürîdî müminin kâfir için fitne haline gelmesini şöyle açıklıyor; “Bir Müslüman ya da Müslüman topluluğu yaptıklarıyla veya söyledikleriyle kâfirlerin, ‘bu din böyleyse ben kendi yoluma gideyim’ demesine sebep olursa Mümin kâfir için fitne haline gelmiştir.” Bu çok ağır bir şeydir. Müminin fitne haline gelmesi çok ağır bir suçlamadır. Yanlış örnek olmak çok kötü bir şeydir.
Katıldığım bir televizyon programından sonra bir mail aldım. Almanya’dan 80 yaşında bir zat yazmış. 40 yıl önce İstanbul’da dinlediği vaazdan sonra demiş ki, “Bana bu dinde yer yok” ve din ile olan irtibatını kesmiş. 40 yıl sonra beni televizyonda izlemiş, mailinde diyor ki; “Sizi dinledikten sonra, bana bu dinde aslında yer varmış, dedim.” 40 yıl önce bu adama bana bu dinde yer yokmuş dedirten hocanın aldığı eğitim ve dünya görüşü insan kazanmaya yönelik değil, insan kaybetmeye yönelik olmalı.
Almanya’da/Paderborn’da Cuma namazı için Suudîlerin camisine gitmiştim. Orada dağıtılan bir risale gördüm, ücretsiz dağıtılıyor, aldım. Abüdlaziz bin Baz’ın yazdığı bir risale. Risalenin ilk paragrafında “Bir mümin hangi şartlar altında ne yaparsa müşrik olur” sorusu soruluyordu. Bu başlık, Müslümanı nasıl kaybederize yönelik bir başlıktır. Hesap, Müslümanı kendi dairemizin dışına nasıl atarıza göre yapılmış. Müslümanlarda bu zihniyet olduğu sürece, “Değil ellerinde Kur’an olması, Allah’ı getirip önlerine koysanız, size aynen; “Musa gidip savaşsın, biz sonra gidip katılırız” (Maide 5/24) diyen Yahudilerden hiçbir farkları olmaz. Bu bir patolojidir, hastalıktır.
Cihad
Gayret etmek, bir işi yapabilmek için bütün imkânları kullanmak anlamına gelen “cihad” kavramı; haram ve günahlara karşı nefis ile mücadele etmeyi, İslâm’ın bilinmesi, tanınması, yaşanması ve yücelmesi için bütün gücüyle çalışmayı ifade eder. Cihad bilinenin aksine savaş değil, savaşı önlemeye yönelik faaliyetlerin adıdır. Allah cihada çok önem verir. Kur’an’da en çok zikredilen kavramlardan biridir. Maturidi’de bu kavram gerçek anlamını bulur; "Savaş başlayana kadar savaşın meydana gelmemesi için yapılan bütün faaliyetler cihaddır. Entelektüel faaliyetler, diplomasi, konuşmak, fikir üretmek, hakikat peşinde koşmak, savaşa giden yolu tıkamak, bunların hepsinin adı cihaddır. Kuran-ı Kerim'e göre cihad bittikten sonra zorunlu olarak savaş olur, o da çirkin bir şeydir. "Savaş size zorunlu hale geldi çünkü size saldırılmaktadır. Ama o çirkin bir şeydir." (Bakara 2/216) Çirkin bir şey devletin kendini savunma aygıtı olabilir ama dinin yayılma aygıtı olamaz." 1970’lerde Mısır’da Tanzimulcihad diye bir örgüt kuruldu. Örgütün adı ‘biz cihadı yeniden düzenleyeceğiz’ anlanıma geliyor. Düzenlediler ve ilk eylem olarak bir Müslüman alimi kaçırdılar ve infaz ettiler. Cihad ilk defa bir Müslümanların bedenine yönelmiş oldu. Kendi bedenine işkence eden bir insanın patolojik ve nevrotik haline düştü Müslümanlan. Bu nevrozun şiddeti artarak devam ediyor malesef.

Tekfir geleneği
Tekfir etmek, şöyle şöyle yaparsa kafirdir demek yanlıştır. İmam Mâtürîdî’nin deyişiyle, Allah imanı kalbe koyarak gizlemiştir ki hiç kimse bir başkasının imanı hakkında yargıda bulunamasım. Malesef, birbirini kafir ilan etmenin gündelik dile oturduğunu görebiliyoruz. Hz. Peygamber’in uyarısı dikkate alınmalıdır:
“Biri diğerine kafir derse o söz havada kalır birinden birine yapışır.” diyor Peygamberimiz. (El Müsned (Ahmed b. Hanbel), C: 2, Sh: 142, Beyrut/ty. Osmanlı şeyhülislamlarından Kemalpaşazade’nin Elfaz-ı Küfür diye eseri vardır. “Bir insan ne yaparsa kafir olur” üzerinde duruyor. Bu böyle yazılacağına, “Bir insan neyi yaparsa iyi bir Müslüman olur” diye yazmak daha doğru olmaz mıydı? Bir insanın kıbleye yöneldiğini gördüğünüz anda o Mümindir demek gerekir. Hakkında bir ikinci cümleye gerek yoktur. Müslümanı İslam dairesinin dışına çıkarmaya yol aramak ne büyük bir vebaldir! “Ehl-i kıble tekfir olunamaz”, “Te’vil’de tekfir olmaz” hükümlerini geliştiren İslam alimlerinin endişeleri İslam ümmetinin birliğini ve dirliğini koruma endişesinden kaynaklandığını unutammak gerekir.
Din kültüründe maalesef tekfir etme geleneği var. Çok yanlış. Buhari, Ebu Hanife’yi tekfir etti, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde, kaynağı belli olmayan rivayetler var dedi diye Buhari’yi tekfir ettiler ve Buhara’dan sürdüler. Gazali İmam-ı Azam’ı tekfir etti, dini konularda aklını kullandı diye. Gazali, Selçuklu’nun Nizamiye Medreseleri’nin Bağdat külliyesinde hocalık yapan birisi. Gazali’yi çağırdı Selçuklu sultanı Sencer huzura. Gazali huzura çıkınca geri adım attı ve “Maksadını aşan bir söz söylemişim. İmam-ı Azam öyle bir deryadır ki bizim onunla ilim konusunda yarışmamız mümkün değildir” dedi. Gazalî kendinden öncekileri tekfir etti ama kendisi de bu dalgadan kurtulamadı; kitapları Endülüs’te Malikiler tarafından ateşe verildi.

Bir başka alimi görüşünden dolayı tekfir eden kim varsa yanlış yapmıştır. Geriye baktığımızda bu alimlerin tamamına ilişkin tutumumuzu belirleyen bir ayeti hatırlamakta yarar var. Kur’an’ın parametrik ve vizyoner ayetlerinden biri: Haşr Suresi’nin 10. ayeti: “Bizden önceki din kardeşlerimizi bağışla, içimizde onlara karşı nefret duygusu bırakma.”
İkinci bir ayet: “Onlar birer ümmetti, yaptıklarıyla geride kaldılar. Onların yaptıkları onlara, sizinki size” (Bakara 2/141)
Bunların hepsi bizden önce geçmiş gitmiş ümmetler. Hangisine karşı ben nefret duyayım ve niye duyayım. Bir meseleye hak batıl konusunda bakarsın, hata yapmış dersin ve geçersin. Ali, Muaviye, Aişe, Fatıma kavgası var, bütün o kavgaları alıp da buraya getirmeye gerek yok. Geçmişte olanları neden İslam ümmetinin sırtına yük olarak yükleyelim!
Eğer kavgaya giden yollar açılırsa, kavgalar bitmez, giderek şiddetlenir. Sonra da buradan Alevilik çıkar, Şiilik çıkar, Ehli Sünnet çıkar ve sorunlar büyür. Pakistan’da, Afganistan’da Ehli Sünnet bloklara bölünmüş durumda ve birbirlerini katlediyorlar.
Ehli sünnet adlandırması ya da Şia adlandırması, hakikat adlandırmasının ötesinde bir konumlandırmadır. Hangi ad altında olursa olsun bölen, ayrıştıran bir zihniyete karşı olmalıyız. Tekfir etmek ağır bir suç da, kendi cemaatinden olmayanı dışlamak hafif bir suç mu? Derida, Levinas gibi Fransız Yahudi yazarlarda ötekileştirme, dışlama üzerine yoğun bir mesai harcanmıştır. Aynısını Alman Yahudi Martin Buber’de görürüz. Ötekileştirmeden o kadar illallah etmişler ki bunun üzerine yazıp çizmişler. Yahudi’yi ötekileştiren başka bir dinin mensubu, oysa Müslüman kendi dininin içerisindekini ötekileştirmekten zevk alıyor, cemaat olarak, grup olarak. Bunun üstesinden gelmemiz gerekiyor; enerjilerin birleşmesinden doğacak sinerjiye hepimizin ihtiyacı var.
Peygamberin kökene dönüş misyonu; bir ihlas-üd dinde hayat bulur, iki izhar-ud dinde hayat bulur, üçüncüsü de ikmal-üd dindir.

İkmal-üd din
“Bugün size dininizi tamamladım,” der Kur’an-ı Kerim (Maide 5/3). O halde Peygamberin misyonu Peygamerin eliyle dinin tamamlanmasıydı. Peygamber dini tamamladı. Dinin tamamlanması demek, dinin içinde eksiltilen veya eksik kalan bir şeyin yerine konulması demektir. Din bugün insan yaşamında neyi karşıla(ya)mıyorsa, o dinden eksiltilmiş demektir. Onun tespit edilip dindeki yerine konulması elzemdir.
Kur’an’da Samiri’nin buzağısı kıssası tam da dinden neyin eksiltildiği, sorumuzla ilgilidir. Musa Tur Dağı’ndan dönünce insanların buzağıya taptıklarını görür, buzağıyı yapan Samiri’ye, neden yaptığını sorar. O da şöyle cevap veriyor. “Gelen mesajdan bir tutam alıp atmak istedim ki; Resul’ün getirdiği mesaj çöksün. Yerinden kaysın gitsin” (Ta-Ha 20/96).
Bir dinden, bir mesajdan neyi alırsanız çöker? Kuran’ın muhatapla iletişim stratejisi gereği, bu tür soruların cevabını doğrudan vermez; okuycunun kendisinin bulmasını arzu eder Kur’an, bir toplumdan eksildiğinde insanları yok oluşa sürükleyecek kavram şudur veya şudur, diyebilirdi, ama demedi. Bir dönemde, ne eksikse onu bulup eksikliği gitermek ve dini ikmal etmek, böylece yok oluşu engellemek o dönemin yaşayanlarının boynunun borcudur. Aksi halde herkesi etkileyecek bir çöküş kaçınılmazdır. Bugün bana sorarsanız kayıp kavramların başında “güven” geliyor. Güven eksikliği had safhada. İkinci olarak “merhamet” kavramı gelmektedir. Müslümanların en fazla üzerinde durduğu kavram adalettir ama adalet göze göz dişe diştir. Adalet, size birisi bir tokat attıysa bir tokat da siz atın demektir. Kur’an, adalet kavramından çok merhamet kavramına öncelik veriyor. Bir merhamet toplumu yaratmak istiyor.
“Biri size bir kötülük yaptıysa siz ona denk bir kötülük yapabilirsiniz” (Şura 42/40) şeklinde tercüme edilen ayeti ben şöyle tercüme ettim: “Bir kötülüğe kötülükle karşılık vermek de kötülüktür.” “Bir kötülük” artı “bir kötülük” eşittir “iyilik” etmez. Allah ayetin sonunda affedin diyor, kötülüğe kötülükle karşılık vermeyin diyor. Merhamet etmek büyük bir yürek ister. Biri size bir kötülük yapıyor, siz de içinizi söndürmek istiyorsunuz ve “intikam”! diyorsunuz, oysa yapmanız gereken şey affetmek olmalıdır.
Affetmek üzerine doktora tezi yapan İranlı Azeri bir öğrencim, bir ekip kurarak İran’da idam cezasına çarptırılanların davalarını inceledi. Ekip arkadaşlarıyla beraber idama çarptırılacak olanlarla ve o mahkümların idam edilmesini isteyen öldürülen insanların velileriyle görüştü. Aileleri “Bu kişiyi affedin. Affetmezseniz içinizdeki sızı ebediyen devam edecek.” diyerek ikna etmeye çalıştılar. Bu davalar arasında son anda oğlunun katilinin suratına bir tokat atarak affettiğini söyleyen bir anne de vardı. Öğrenciler o anneyle defalarca görüşmüşler ancak ikna edememişlerdi. Son anda ne olduysa oluyor ve anne katilin suratına bir tokat atarak, affettim diyor. Olaydan sonra anne şunları söylüyor. “O ana kadar içim içime sığmayan, patlamak üzere olan huzursuz ve üzgün birisiydim, o tokadı atıp da “affettim seni” dedikten sonra inanılmaz bir şekilde rahatladım, sanki her tarafımdan kin ve nefret aktı, boşaldı.”
Madem ki Allah affedin diyor, affetmek gerekir. Kur’an’da affetmek defalarca geçiyor. “Affetmek iyidir” deniyor sürekli. Oysa affetmek bize zayıflık belirtisi olarak gösteriliyor. Öyle değil, affetmek ilahi bir eylemdir. Allah kendisi için, “Allah affedicidir, tevbeleri kabul edicidir” diyor (Tevbe 9/104). “Kûnû rabbaniyyûn” “Allah gibi davranın” diyor ayet (Al-i İmran 3/79). Affetmeyi bir erdem, merhameti bir erdem olarak anlatıyor Allah bize.

Devam edecek


Toplumsal normlardan kopuş ve kökene dönüş, öznenin beklenti ufku ve nebevi vizyon (III)

Rüştü Kam


Çağdaş Değerlerle Yüzleşme ve Yerelin Evrensele Evrilmesi
Değer: İnsanı ayakta tutan şey
Değer, kıymet demektir. Kökü kâme’dir. Kıyam da aynı kökten gelir, ayakta durmak demektir. Değer dediğimiz şey bizi ayakta tutandır. Dini değerler, kültürel değerler, milli değerler diyoruz. Çağdaş değerlerle yüzleşmek diyoruz. İçinde yaşadığımız dünya bizden bir şey talep ediyor, biz talebe ayak cevap verebiliyor muyuz veremiyor muyuz? Bakılması gereken budur.
Din, yaşadığımız çağa ayak uydurmada bize ne kadar yardımcı oluyor veya bizi ne kadar toplumun dışına itiyor. Benim bir kız öğrencim vardı, konuşurken insanların yüzüne bakamazdı. İletişim dersleri verdiğimi duyunca “Beni de o derslere alır mısınız? Ben insanların gözüne bakamıyorum, bana böyle öğretildi” diye rica etti. Ona başkalarının gözüne bakmamayı öğreten kültür, başkasının gözünün içine bakarsan ‘göz zinası’ yaparsın diyen kültürdür. İşte bu şekilde insanlar dine eklenen, din dışı öğretilerle toplumun dışına itildi, yabancılaştırıldı. İnsanın kendi bünyesine uyguladığı şiddetin bir başka versiyonu bu.
Din denilince akla muhafazakârlık değil yenilik, çağdaşlık, modernlik gelmelidir. Temel iddiam budur. Eğer Peygamber geldiğinde var olan değerleri muhafaza etmek için gönderilmiş olsaydı, gönderilmesine hiç gerek yoktu. Peygamber, var olanı ‘değiştirmek ve dönüştürmek’ için gelmiştir. Muhafaza etmek için gelmemiştir. Dünyada Müslüman Muhafazakârlar da var Hristiyan Muhafazakârlar da var. Oysa muhafazakârlık dinin dokusuna aykırır. Ben hiçbir değeri muhafaza etmeyelim, bütün değerleri silip atalım, demiyorum. Paradigma olarak, bakış açısı olarak, zihniyet olarak din çağdaşlık mı ifade eder yoksa tam tersini mi ifade eder? Bence çağdaş değerlerle barışık olmayı ifade eder. İnsanlığın geldiği noktayı ve yarattığı birikimi dikkate almayı gerekli kılar. Çağın ruhunu görmeyi, bilmeyi, farkında olmayı gerekli kılar. Aksi taktirde çok hızlı akan bir ırmağa düşen insan gibi sürüklenir gideriz. Kontrolsüz bir şekilde sürüklenen akıntı toplumlarına dönüşürüz.

Nietzshe’nin Tanrısı
Friedrich Nietzsche “Tanrı öldü” dedi. “Tanrı yoktur” demedi. Tanrı öldü demekle tanrı yoktur demek arasında önemli bir fark vardır. Tanrı öldü demek, vardı ama biz öldürdük, demektir. Nietzsche Tanrıyı asla inkar etmedi. Roy Jackson, Nietzsche ve İslâm diye bir kitap yazmıştır. Kitabında Hıristiyanlara “Sizin bu kiliseleriniz Tanrının mezar çukurlarından başka bir şey değil.” der. Ona göre, Hristiyanlar Tanrılarını, kiliselerine gömmüşlerdir. Müslümanlar da bugün Tanrılarını camilere gömmüşlerdir. Nietzsche diyor ki, “Bir insan oldukça yüksek bir kayanın üstüne çıksın, boşluğa baksın, bu insanda ilk olarak geri çekilme hissi doğar. Bu yokluğu mahküm etmemizin ilk adımıdır.” Mahküm ediyorsun, uzaklaşıyorsun ondan. O zaman yokluk/nihilizm insanın varlığına aykırıdır. “İnsanı ayakta tutacak değerleri, o yokluğun yerine ikâme etmek lazım” diyor Nietzsche. Tarihte Müslümanlarla savaşan Katolikler köpürür. İslam kültürünün Batı’ya girmesini engelleyen ve karanlık çağları Avrupa’ya yaşatanlar olarak onları eleştirir. Muhammed İkbal iyi bir Nietzsche tilmizidir.

Değer insanı ayağa kaldırır
İkbal İslâm Düşüncesinin Yeniden İnşası kitabında “Bazı değerler köleleştirici değerlerdir” der. Değer deyince pozitiflik atfetmiş olduk ama, hak etmeyen birinin karşısında tevazu göstermek İkbal’e göre köleleştirici bir değerdir. Muhammed İkbal, niye değerleri köleleştirici değerler olarak tasnif ettiğini şöyle anlatıyor: ”İngiltere’de namaz kılarken yanımda bir Türk mücahidi vardı. Namazdan sonra bana dedi ki, Hindistanlı Müslümanlar secdede çok uzun kalıyorlar, neden?” Dedim ki; “Aziz Türk mücahidi bilmiyor ki kölelerin secdesi uzun olur.” Bu bildiğimiz secde değil. Adamın isyanı Hindistan’ı köleleştiren İngiltere’ye karşı ayağa kalkmayan hem Hindusuna hem Müslümanına. Değer dediğiniz şeyin değer olabilmesi için bir adamı ayağa kaldırması lazımdır. Dinin, imanın, imanın bizi yönlendirdiği değerlerin iki tür insan yetiştirmesi mümkündür. Ya anonim yani ortada gözükmeyen, silik, şahsiyetsiz ya da inisiyatif alan, sorumluluk alan, kendisine emanet verilecek bir şahsiyeti olan bir insan. İkisini de üreten değerlerdir.

Dini anonim insan yetiştirmez
Dini değerlerin yetiştirdiği insan anonim değildir, tam tersi cemaatler anonim kişi yetiştirir. Kişi kendisini şu cemaattenim diye tanımlar, kendi kişisel tarihiyle tanımlamaz. Adam der ki, “Diyarbakırlıyım,” sonra da “Ben şu aşirettenim” der. Kendisine ait bir kişisel tarihi yoktur onun. Birey olamamıştır. Müslümanlar hala birey olamadılar. Kur’an bireyi öne çıkarır. Birey kelimesinin Arapçası ferttir. Kur’an’da ferdiyet olarak geçer. Modern düşüncenin temel özelliklerinden biri de, bireyi öne çıkarmasıdır. Kur’an’da ”Allah sizi fert fert hesaba çekecek” der (Bakara 2/284). Ait olduğunuz anne babanın, kabilenin, cemaatin size hiçbir faydası yok, demektir. Modern kültüre yapılan eleştirilerin başında, modern düşüncenin ferdiyetçi oluşu gelir. Oysa din de ferdiyetçidir. Din aynı zamanda fert oluşunun farkında olan bireylerin oluşturduğu cemaattir. Buradaki toplumu ‘biz’ diye tanımlarsak, her birimiz de teker teker ‘ben’ olmuş oluyoruz. Eğer bir ‘ben’ ‘biz’den istediği an özgürleşemiyorsa silik bir ‘ben’dir. ‘Biz’ ‘ben’lerden oluşuyoruz. Bu ‘ben’ o kadar güçlü bir ‘ben’dir ki istediğinde ‘biz’e aykırı görüş belirtebilecektir. ‘Biz’ de o kadar güçlü olmalı kı ‘ben’lerinin farklılıklarını, farklı düşüncelerini bir zenginlik olarak görebilmelidir. Bir mayalanmanın, yeni bir varlık ortaya çıkarmanın ön şartıdır farklı olanların bir araya gelmesi. Herkesi tek tipleştirmeye çalışmak, bu doğa kanununa aykırıdır her şeyden önce.

Farklı görüş beyanı
Peygamberimizin, ümmetimin birbirinden farklı görüşler beyan etmesi rahmettir, sözünü anlarken ihtilaf ile iftirak arasındaki farkı dikkate almalıyız. 18 yaşında bir arkadaşımız, dedesi vefat edince anne babasını karşısına aldı ve dedi ki, “Ben şimdiye kadar sırf dedemin hatırına, dedem çok üzülür diye söylemedim ama 5 yıldır ateistim.” Namaz kılan bir çocuk bu. Annesi beni aradı. Telefonda ağlıyor, “Tamam ateist, hırsız, arsız değil, yakalanıp polis tarafından götürülmedi.” dedim. Hocam ne diyorsunuz, şimdi ölse kafir olarak ölecek.” diyor. O kadar içselleştirmiş ki olayı. Aradan bir yıl geçti epey bir mücadele verdi. Sonunda karar verdi “Allah varmış,” dedi. Bu çocuk bir şekilde içindekini söyleme cesaretini bulamadı dedesine. Bizim çocuklarımızın bir kısmının samimi bir şekilde dine, Allah’a inancı vardır. Bir kısmı inanılmaz sorunlarla boğuşuyor ama içinde tutuyor, ancak çok zorda kaldığında patlıyor. Bir kısmı da dinle Allah’la hiç alakası olmayan, hiç bir şeklide böyle bir konuyu tartışmayan çocuklar. Keşke kafalarındakini açık açık tartışacak cesareti onlara verebilsek. Sorun olarak gördüklerini içlerinde büyütüp, onun esiri haline gelmeseler.

Evlerinde otursunlar!
Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde çalışan biri beni arayıp İmam Hatip’te okuyan kızının ateist olduğunu söyledi. Geldiler konuştuk. Dedim ki kızın annesine: “Ortada bir sorun var ama bu sorun bu çocukla ilgili değil, burada sorun sizinle alakalı. Sizin bu çocuğa anlattığınız din güven veren bir din değil. Kız diyor ki, “Ben onurlu bir insan olarak Kur’an’da kadınlarla ilgili söylenen ayetlerden rahatsızım. Kur’an’da, kadınlar evlerinde otursunlar, diye yazıyor. Allah bana ‘Evinde otur’ diyor. Bunu bana kocam dese tartışırım. Kur’an’da olunca ben ayetle karşı karşıya gelmiş oluyorum.” Buna cevap veremediğin zaman çocuk sapıtmış mı oluyor? Hayır, sen cevap verememiş oluyorsun.
Hüseyin Atay hocaya, “Peygamber eşlerine söyle evlerinde otursunlar” (Ahzab 33/33) diye tercüme ettiği ayetle ilgili olarak, ayetin devamında “Kadınların zekat verdikleri söyleniyor. Kadının zekat vermesi için çalışıp para kazanması gerekir. Kadın evde oturursa nasıl çalışacak, para kazanacak ve zekat verecek.” diye sordum. Mâtürîdî tefsirinde bu ayeti tahlil ederken, “Ya evlerinde vakarlı olsunlar ya da evlerinde otursunlar” şeklinde iki anlam verildiğini söyledim. Bizim kültürümüz, “evlerinde otursunlar” anlamını almış. Bu kızımız buna itiraz ettiği zaman Kur’an’a mı itiraz etmiş oluyor, Kur’an’dan yorumla çıkarıp kültür hâline getirdiğimiz bir anlayışa mı itiraz ediyor? Dinin gerçekleri insanlara anlatılmadığı sürece bu sorunlar önümüze sürekli çıkacaktır. Kur’an kadını birey olarak tanımlıyor, o zaman birey olarak tanımlamanın faydasını görmesi gerekir. Bugün yaşayan insanlarla, dinin, Allah’ın arasına mesafe koyan bizim yorumlarımızdır.

Din dönüşüm ister
İrlandalı tiyatro yazarı George Bernard Shaw, Allah’ı Arayan Kara Kız adlı kitabında, Tevrat ve İncil’i son derece eleştirir ama İslâm’a gelince tam tersini söyler. Hz. Peygamberle ilgili “Muhammed mezarından kalksa bir kahve içene kadar dünyanın sorunlarını çözerdi” der. “Çünkü Muhammed, birbirini yiyen bir toplumu ayağa kaldırıyor. Bu kural tanımaz toplum birkaç yılda dünyaya yayılıyor. Afrika’yı, Asya’yı, daha sonra Portekiz ve Güney İspanya’yı, Sicilya’yı fethediyor.” Avusturyalı tarihçi Henri Pirenne, “Bir ordu nasıl olur da bu kadar hızlı fetih yapar, bunun dünyada başka örneği yok, diye sorar. Sonra cevabını verir: Çünkü İslâm sömürge topraklarını fethetti. Topraklar zaten sömürge topraklarıydı, saltanat ordusunun dışında halkla hiçbir zaman çatışmadılar. Halk da karşı çıkmadı bunlara. Zaten sömürülüyorlardı. Bir de bunlara bakalım dediler.” Bu fetihleri gerçekleştiren insanlar peygamberin İslâm’la dönüştürdüğü insanlardı. Bir insanın saçının rengini değiştirmesi değişimdir. Yarın beğenmezse geri eski rengine çevirebilir. Derler ki, dönüşüm 20 yılda olur. Çünkü dönüşümün ana motoru duygulardır, fizik değildir. Yani sakal bırakmak ya da cübbe giymek değişimdir. Yusuf İslam’ın Müslüman olduktan sonra aldığı hal, değişimdir. Bu dönüşüm anlamına gelmez. İçinde hala fırtınalar kopuyor olabilir. Sahabenin büyük bir kısmı değişmişti, çok az bir kısmı da dönüşmüştü. Öyle olduğu için peygamberi mezara defnettikleri zaman bir sahabenin şu sözü söylediğini biz tarih kitaplarında okuyoruz: “Peygamberi kabre defnedip, kabrinden elimize bulaşan toprakları silkeledikten sonra aslında bizim onun getirdiği İslam’la hiçbir bağlantımız kalmamıştı.”

Arapların tamamına yakını dinden döndüler
Bir güç Arapları bir arada tutuyordu. Peygamberimizden sonra Araplar, “Tamam bu iş bitti eski halimize dönelim.” dediler ve döndüler. Kur’an’da bunun ön uyarısı vardır. “Peygamber ölür ya da öldürülürse topuklarınız üzerine geri mi dönersiniz?” (Ali İmran 3/144). Arapların büyük bir kısımı sadece değişmişti. Kılıç Müslümanları derler ya, işte tam onlardan. Korkudan Müslüman olmuşlardı. Hüseyin Atay, bir sohbetinde bize sordu. “Kur’an münafık diye bir kavramdan bahsediyor, münafık kimdir?” Hz. Peygamber’in Mekke döneminde münafık yok. Saflar net: Mümin ya da müşrik. Medine’de kimin müşrik, kimin mümin olduğu belli ama münafık belli değil. Hocanın sorduğu şu, “Peygameberin vefatına kadar peygamberin bildiği ve açık etmediği bu adamlar onun vefatından sonra ne oldular? Nerede bunlar? İşte, İslâm toplumunun yaşadığı kargaşanın sebebi bunlardır.” dedi. Hucurat Suresi’nde, “Araplar diyor ki iman ettik, siz iman etmediniz ama Müslüman olduk deyin.” (Hucurat 49/14) Buna Kur’an itaat etmek de diyor. Müslüman teslim olan demektir. Müslüman olanların büyük bir kısmı güce teslim oldular, gerçekten iman etmediler.
Müminliğin kriterleri vardır. Üç kriteri önemsiyorum. Bir Mümin şu üç konuda kendisini kontrol etmelidir.

Devam edecek

Toplumsal normlardan kopuş ve kökene dönüş, öznenin beklenti ufku ve nebevi vizyon (IV)

Rüştü Kam


Müminliğin 3 kriteri
Mümin inandığı şeyle ilgili öncelikle zihinsel kesinliğe sahip olmalıdır, daha sonra kalbî tatmin gelir, sonra da kesin olarak bildiği ve kalben tatmin olduğu konuda eyleme geçmelidir. Bu eylem bazen ibedatlerimizdir bazen de bir insana dokunan işlerimizdir. Ameller imanın meyveleri olarak bizim kültürümüzde doğru şekilde tanımlanmıştır. Allah’ın terazisinde eyleme dönüşmeyen sözün ağırlığı yoktur. Asıl olan eylemdir. Ziya Paşa’nın dediği gibi “Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde“

Agnostik
Ateizmin babalarında sayılan ama ölmeden öne agnostik olduğunu yazan İngiliz filozof Bertrand Russell ehli insaf ve ehli vicdan bir adamdır. 1970’te ölmeden önce gazetelere Filistin davasını savunan ve İsrail’i tel’în eden tam sayfa bir ilan vermiştir. “Yahudileri kınayan milletin evini barkını elinden alan, onları gaspçılar diye tanımlayan Filistinlilerin yanındayım.” Bunu bizim söylememiz anlaşılır ama bunu Bertrand Russell’in söylemesi ehli vicdan bir adam olduğunu gösterir. Russell, ateist olmadığını, agnostik olduğunu söylüyor.
Agnostik: Allah’ın varlığı ya da yokluğu konusunda yeterli bilgiye sahip olmadığını söyleyerek Allah’ın varlığı konusunda kararsızlığını ilan eden kişi demek. Russell’e sorarlar, “Sen böyle diyorsun da öldükten sonra diriltildiğinde, Allah “Neden kendisini kabul etmediğini” sorarsa ne cevap vereceksin? O zaman, “Kendini biraz daha bana doğru dürüst tanıtsaydın, gösterseydin ya” derim Allah’a. Agnostiklerin yaptığı hata Allah’ın varlığını, kudretini, iyiliğini, güzelliğini bizim yaşadığımız, bizim iradelerimizle kurduğumuz dünyada aramalarıdır. Oysa Allah’ın yarattığı kozmik sisteme baksalardı kusursuz olduğunu göreceklerdi. Allah der ki, “Şu bir gerçek ki, biz herşeyi bir ölçüye göre/bir kaderle yarattık.“ (Kamer 54/49, Mülk 67/3-4)

Yanılmışım Tanrı Varmış
Yanılmışım Tanrı Varmış kitabının yazarı Antony Flew’in, ateizm konusunda Russell’den daha fazla makalesi vardır. O, ölümden sonra hayat yoktur diyordu. Flew, “Bir insan kendi cenaze merasimine katılabilir mi? adlı makalesinde, “Tabi ki katılamaz, çünkü öldü. Öldü dediğiniz anda o adam bitti. Dolayısıyla onu diriltecek Tanrı da yok.” der. Peki, bu adam ne oldu da yanılmışım, Allah varmış dedi. Kendi cevabı ilginç: “Ben insanların yaşamına bakarak Allah vardır demedim. Kozmik sisteme bakarak Allah vardır, dedim. Kozmozda müdahaleye asla imkân vermeyen bir yasa var. Evrene hiçbir şekilde müdahale edemiyorsunuz. Allah koyduğu yasaya kendi bile müdahele etmiyor. Bu durumda yaşadığımız evrenin her şeyi bilen bir varlığın eseri olduğunu kabul etmek mi daha rasyoneldir yoksa kendi kendine oldu demek mi?”

Tanrının Saklı Yüzü
Fizikçi Gerald Schroeder, Tanrının Saklı Yüzü adlı kitabı yazmasının gerekçesini şöyle anlatıyor: “Araştırmalarım sırasınnda farkettim ki, evrendeki her şey bir yere basıyor ama evrenin kendisi, evreni oluşturan parçalar, gezegenler, güneş, yıldızlar, milyarlarcası hiçbiri bir yere basmıyor, havada asılı, boşlukta duruyor. Bu nasıl oluyor? Boşlukta asılı bir şekilde, hiçbir yere basmadan duran evreni yaratan bir kudret, bir varlık olmalı. İnsanlar bir şeyi boşlukta yaratma gibi bir güce de alışkanlığa da sahip değil” diyor ve Allah’ın varlığının bilgisine bu şekilde ulaşıyor.

Evren iman için yeterli delildir
Danimarkalı, varoluşçu bir filozof olan Soren Kierkegaard imanı; delillerle adım adım gidildikten sonra varılan bir kabul olarak değil de bir yere kadar geldikten sonra nasip edilen bir sıçrama olarak görüyor. Ona göre; delillerle hareket ederek iman sahibi olamazsınız, öyle olsaydı iş kolay olurdu. Kendilerine delil sunulan herkes iman sahibi olurdu. Demek ki; delillerle gelinen noktadan sonra bir sıçrama olması gerekiyor. Doğada insanı imana davet eden birçok ayetin olduğunu Kur’an bize haber verir. “Yeri yaydık, oraya sâbit dağlar yerleştirdik, orada her şeyi bir ölçüye göre bitirdik. Orada sizin ve rızk veremeyeceğiniz kimseler için geçimlikler meydana getirdik.” (Hicr 15/19-20, Furkân 25/48-49, Bakara 2/ 22-164, A’râf 7/57, Enfâl 8/11, İbrahim 14/32, Hicr 15-22, Nahl 16/65, Tâhâ 20/53-54, Hacc 22/63, Nûr 24/43, Ankebût 29/63, Rûm 30/24-49, Lokmân 31/10, Secde 32/27, Fâtır 35/9, Mü’min 40/13, Şûrâ 42/28, Zuhruf 43/11, Câsiye 45/45, Kâf 50/9, Zâriyât 51/2)
Yanılmışım Tanrı Varmış diyen adam da sonunda gelip bir kapıdan giriyor. Bizim kültür kitaplarında Firavun’un son nefesinde iman etmesi konusu tartışılır. Kelamcılar, son nefeste yapılan imanın faydası olmadığını söylerler. Ben diyorum ki, orada verilmek istenen mesaj şu olmalı; Firavun gibi bir adam da olsanız dönüp-dolaşıp gelinecek olan kapı Allah’ın kapısıdır.

Haklı olmak hayatta kalmanın bir gerekçesi olmalıdır
Bizim geçmişte sahip olduğumuz ama şimdi tartışır hale geldiğimiz değerleri Ortaçağ’da batılılar kazanmak için büyük mücadeleler vermişlerdir. Gidin Roma’ya insanların yakıldığı meydanları göreceksiniz. Galileo Galilei bile, dünya dönmüyor, diyerek yakılmaktan son anda kurtulmuştur. Bunları yapan kilisedir. Yakılan ilim adamlarının söylediklerinin listesini çıkarıp bir kenara koysak, bir kenara da kilisenin söylediklerini koysak bugün kilisenin söylediklerinin hepsinin yanlış, yaktıkları adamların söylediklerinin büyük kısmının doğru olduğunu görüyoruz ama haklı olanlar yakılmışlar. Haklı olmak hayatta kalmanın bir gerekçesi olmalıdır. İnsanlığın mücadelesi haklı olanın hayatta kalmasını sağlamaya yönelik olmalıdır. Maalesef dünya kuruldu kurulalı haklı olan hayatta kalamıyor. Habil ile Kabil örneğinde olduğu gibi.
Baskı ve otoriteye karşı mücadele ile elde edilen hakların bir saygınlığı vardır. Batı’da hem dinle hem de siyasal katılımla ilgili hakların tamamı mücadeleyle elde edildi. Buradan alınacak dersler olduğu açıktır. İster batıda olsun ister doğuda olsun. Nur Suresi, “Allah, göklerin ve yerin Nur'udur. Onun nurunun örneği, içinde çerağ bulunan bir kandile benzer. Kandil, bir sırça içerisindedir. Sırça, inciden bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispeti olmayan bereketli bir zeytin ağacından yakılır. Bu ağacın yağı, neredeyse ateş dokunmasa bile ışık saçar. Nur üzerine nurdur o.“ (Nur 24/35) ayetini Gazali şöyle yorumlar. “Bilginin, hakikatin doğudan mı batıdan mı geldiğine bakılmaz.” O zaman içinde olduğumuz topraklardaki değerleri mayalayacak, çapraz döllenme yapacak bir değerler skalamız var mı yok mu ona bakacağız. Tarihte varmış ve gittiği yerde bunu yapmış. Umarım bugünkü Müslümanların değerleri de gittikleri yerlerde yerel değerlerle mayalanır, insanlığın önünü açacak, ufuk açıcı, hayatı yaşamaya değer, yeni değerlerle bizleri buluştururlar.

Peygamber Medine’ye lider olarak gitti
“İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onlarla beraber, anlaşmazlığa düştükleri konularda, insanlar arasında hükmetsinler diye gerçeği taşıyan Kitap'ı da hak olarak indirdi. O Kitap hakkında anlaşmazlığa düşenler, o Kitap'ın bizzat muhataplarından başkası değildi. Bunlar, kendilerine açık kanıtlar geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlık ve azgınlık yüzünden, çekişmeye girdiler. Sonra Allah kendi izniyle, inananları, üzerinde tartışmaya girdikleri gerçeğe tekrar ulaştırdı, Allah, dilediği kişiyi/dileyeni doğru yola iletir” (Bakara 2/213).
İnsanlık tek bir ümmetti ama daha sonra aralarında ihtilaflar baş gösterdi onun için de biz onlara peygamberler gönderdik. İnsalığın ‘bir’likten nasıl farklılıklara doğru evrildiğini anlatan bir ayet. İslam’a göre, insanlığın ortak atası Adem ve Havva’dır. Doğulunun, batılının, güneylinin, kuzeylinin, Türkün, Almanın, İsviçrelinin herkesin ortak atası var demek, ırkçılığa hayır demektir. Irkçı zihniyet tek bir ata fikrini hep reddetmiştir. Hz. Peygambere peygamber olarak değil de toplumu dizayn eden, biri olarak baktığımızda şunu görüyoruz. Peygamberin hayatını yazan kitapların bir kısmı dindar gözle yazılıyor. Bu türde yazılanlar peygamberin hayatından sevapları, ibadetleri alıyorlar. Maxime Rodinson gibi bir adam yazıyorsa Peygamberi, -Maxime Rodinson bir Marksisttir- ona Peygamber olarak bakmıyor, Muhammed diyor ona ve onu devrimci olarak görüyor, Muhammed çok başarılı bir devrimcidir diyor. Çağrı filmini hatırlarsınız, o filmde Peygamberin savaşları anlatıldı: Hep savaşan bir peygamber. Bazılarının gözünde de o hep ibadet eden bir peygamberdir, hiç çarşıya pazara sokağa çıkmamış birisidir.
Peygamber Medine’ye bir lider olarak, organizasyon yapan biri olarak geldi. Orada Beni Kaynuka, Beni Kureyza ve Beni Nadır kabileleri olarak bilinen Yahudiler de vardır, bunların komuta merkezleri Hayber’di. Ve çok güçlüydüler. Çok az sayıda Hristiyan ve müşrik de vardı. Peygamber diyor ki, “Madem Medine’de bundan sonra beraber yaşayacağız, gelin anayasal bir düzen kuralım ve herkesin hakkını hukukunu koruma altına alalım.” Herkesin hakkını anayasal koruma altına almak, bu yeni bir fikirdi.
Peygamberin okur yazarlığını sorguluyorlar, bırakın Peygamberin okur-yazar olup olmadığını, O’nun yaptığına bakın, devrim yapıyor ve yeni düzen kuruyor. Yeni bir konsept. Madde madde yazıyor yasaları, aynen banka ile müşteri arasında yapılan sözleşme gibi. Bu maddelerin ihlali durumunda hangi hukuka gidilir, onları da yazıyor. Anayasa maddelerini teker teker yazıyor, taraf olan kabilelerin adını da teker teker yazıyor. Anlaşmaya taraf olanların her birine verilen ortak bir isim var, ümmet. Yahudiler de Hristiyanlar da Müşrikler de Müslümanlar da ümmettir, yani vatandaş. Bütün hakları ve sorumlulukları metinde sayılan vatandaşlardır bunlar. İhanet edilmesi durumunda, “Bu yaptığınız sözleşmeye aykırı davrandınız, mahkemeye gidiyoruz, kendi kitabınıza göre kendinizi yargılayın, savaşta ihanet eden adamın cezası nedir siz söyleyin,” deniliyor. Çok hukukluluk sistemi. Günümüz demokrasilerinin hâlâ ulaşamadığı noktadır burası.

İslâm toplumu en başta çoklu bir toplumda doğdu. Peygamber toplum fertlerinin her birine hakkını hukukunu öğretti. İslâm ümmeti doğuş anı itibariyle kozmopolitandır; çoğulcudur, başkasını asla ötekileştirmez, ona da kendisine ne diyorsa onu der: ümmet.

Batı’nın geleneğinde başkalarıyla birlikte yaşama kültürü olmadığı için onlarınkine ham kozmopolitanizm deniyor. Bizdeki ham değil, biz bunu biliyoruz, Osmanlı da biliyordu, Selçuklu da. Daha ilerilere gidelim, Kazakistan’a gidelim orada Farabi var. Der ki; “Erdemli bir devletin kâmil ve nâkıs türleri vardır, devlet ya kâmildir, ya da nâkıstır, eksiktir. Bir devlet sadece bir din, sadece bir ırk, sadece bir kültürden oluşuyorsa o nâkıstır. Bir devletin kâmil olabilmesi için çok dinli, çok ırklı, çok kültürlü olması lâzım gelir.” Bu bizim kültürümüzdür. Bu kültürün yaratılamadığı ve erdemlerin ya bilinmediği ya da ayaklar altına alındığı iki şehir türünden daha bahseder Farabî: Cahil şehir ve Fasık şehir.

De vam edecek

Toplumsal normlardan kopuş ve kökene dönüş, öznenin beklenti ufku ve nebevi vizyon (V)

Rüştü Kam


Tanrının sessizliği
Yahudiler soykırıma uğradığında, Yahudi düşünürler arasında şöyle bir tartışma başladı. “Biz gerçekten Tanrının has kulları mıyız?
-Evet.
Peki, bir babanın önünde çocuğuna işkence edilse, öldürülse, bu baba da çocuğunu kurtarma gücündeyse sessiz kalır mı?
-Kalmaz.
Demek ki, biz Tanrının has kulları değiliz, Tanrının bizi umursadığı yok.” Soruya verilen cevap olumsuz. Soykırımın oluşturduğu travma, Yahudilerin hızlı bir şekilde ateizme kaymasına sebep oldu.
Yaşanan acıların arkasından bu acıya ilişkin geliştirilen yorumlar, doğru cevabı bulamazsa çok farklı eğilimlere sevk ediyor insanları. “Madem Tanrı var, insanlar bu kadar acı çekerken O nerededir?” Sorusu sorulabiliyor ve istenmeyen cevaplar da alınabiliyor.
Mesela depremler var, tsunamiler var; bu felaketleri birebir yaşayan insanlar var. Çocuğunu kaybeden, eşini kaybeden, ana-babasını kaybeden, işini-aşını kaybeden insanlar var. Bu durumda yavaş yavaş sorgulamalar başlıyor. “Ben bu kadar acı çekerken tanrı nerededir?” Tanrı neden sessizdir? Beş yaşında bir çocuğa tecavüz ediliyor, başı ezilerek öldürülüyor, Tanrı sessiz!

Tanrının sessizliği (!) bugün en büyük teolojik sorunlardan biridir. Mutlak iyi, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten Allah’ın varlığına rağmen, bu olanlar nedir? Bu sorunun cevabını ben şu şekilde veriyorum: Bir insan depremde enkazın altında kaldığında Tanrı bunu niye kurtarmadı duygusu içimizde depreşiyor ya, işte içimizde kurtarma duygusunun depreştiği o an aslında Tanrı’nın harekete geçtiği andır. Tanrı bize yerleştirdiği hisler ve duygular üzerinden harekete geçiyor. Allah’ın kulu Allah’ın koludur. İçimizdeki bütün duygular tanrısaldır. Hepimizde ortaktır bu duygu. Eksik yok. Kızgınlık hepimizde var, merhamet hepimizde var. Üzerini örtmüş olabiliriz ama hepimizde bu ortak duygular var. Bu ortaklık aslında bütün enerjilerin tek bir enerji kaynağına bağlı olduğunu gösterir. Ana trafo. İşte O Tanrı’dır.
Abraham Joshua Heschel, Tanrıyı Arayan Adam adlı bir kitap yazıyor. Kitabı yazdıktan sonra bir şey farkediyor. Diyor ki, ben Tanrıyı Arayan Adam diye bir kitap yazdım. Bu kitabı yazdıktan sonra anladım ki peygamberler tarihi Allah’ı arama tarihi değil, Allah’ın adam gibi adamları arama tarihidir. Allah bir adam arıyor, sonunda buluyor. Muhammed’i buluyor. Bulduğu bu insana insanları ıslah etme görevi veriyor. Tanrı, dizayn ettiği dünyanın bozulmasını istemiyor. Planlandığı gibi yürümesini istiyor, bunun için de adam arıyor. Abraham Joshua Heschel, sonunda diyor ki, ben şimdi doğru kitabı yazacağım, kitabımın adını yeniden koyuyorum, “Adam Arayan Tanrı.”
Ben de diyorum ki, öyle davranın ki, öyle davranalım ki Allah, “Benim aradığım adam bu desin”. Bu çok ağır bir şey, ama onurlu bir şey. Diyelim bir insan çok hasta doktora gidecek, parası da yok. Tedavi olması da gerek. Allah’ın gelip onu doktora götürmesi de mümkün değil, çünkü; O’nun çalışma sistemi böyle değil. Allah o hasta ile ilgilenecek adamı arıyor, sonunda bakıyorsunuz birisi o hasta ile ilgileniyor, işte Allah’ın aradığı adam hastayla ilgilenen o adamdır. Böylece Allah’ın Şafi ismi tecelli etmiştir.
Sabah kalkıyoruz 9’da sınavımız var, diyoruz ki, “Ya Rab bana yardım et, zihnimi aç, kalemime kuvvet ver, kalbimi genişlet” sonra sınava gidiyoruz. Sonra başka bir imtihan, sonra da başka bir iş. Hepsi de kötü gidiyor. Ve şöyle diyoruz, “Ya Rabbi, bugün sen benim için hiçbir şey yapmadın.”
Eskiden Allah için ne yaptın derdik; şimdi ise her işimize Allah’ı koşturmaya çalışıyoruz. Benim söylediğim şu, Tanrı sessiz değil O’nun sessizliği insan üzerinden bozuluyor ama insan ne kadar onun farkında ne kadar değil onu bilmiyorum.
Halil Cibran, Ermiş kitabının yazarı. Diyor ki, “Şu vadideki mersin ağacı, kokusunu verirken seçmez, herkese verir. Mersin ağacı gibi sen de verici olmak için, aracı seçilmeye layık mısın, ona bakman lazım.”

Kur’an’ın kadına verdiği rol
Kadın konusunda Kur’an’ın yaptığı tanımlar ontolojiktir, bizim atadığımız roller toplumsaldır. Mesela kadından hâkim olmaz Şafilere göre, Hanefilere göre olur. Çünkü, kadından şahit getirebiliyorsanız ondan hâkim de olur, yönetici de olur, der Hanefiler. Bir mezhep böyle dedi diye bütün paradigmayı mı değişitireceğiz. Kadınlarla ilgili sorun çıkaran mesele, rol atamadadır. Toplumsal roller. Devleti yönetebilir mi? Kültürümeze göre yönetemez. Kuran Belkıs’tan behsediyor devleti yöneten hem de müşavere ile yöneten, halkı için bir refah ülkesi yaratan Belkıs’tan, halkına “Ben size danışmadan iş yapmam” diyen Belkıs’tan. Demek ki yöneticinin temel özelliği; danışmadan, müşavere etmeden iş yapmamaktır.
“Kadınlara işlerini bırakan toplumlar helak olmuşlardır” diyorlar. Asıl erkeklere işlerini bırakan toplumlar helak olmuştur. Amerika’yı şimdiye kadar kadın yönetmedi, hep erkekler yönetti. Batan büyük ülkelerin büyük bir kısmını hep erkekler yönetti. Açlığından ölen insanların, diktatörlerin, teokratların, otokratların, yönettiği ülkeleri erkekler yönetti. Dünya savaşlarını erkekler çıkarttı. İnsan bir yargıda bulunurken, bir sağına soluna bakar.
Pakistanlılar Norveç’te hem siyasi yaşamda hem ticari yaşamda çok başarılılar ve her yerde varlar. Benazir Butto’dan kaynaklanıyormuş bu durum. Benazir Butto şunu söylemiş, kadın bir yönetici ve projeksiyonu müthiş, “Norveç’e gidiyorsunuz, Pakistan’a dönmeyin, sizi Pakistan’da bir daha görmek istemiyorum, hatta Pakistan’a bir kuruş paranızın dahi gelmesini istemiyorum. Siz artık Norveçlisiniz.” Ve Pakistanlılar bütün yatırımlarını Norveç’e yapmışlar, okullarını açmışlar, işlerini kurmuşlar, her yerde varlar.
Hikayedir, gerçektir; Endülüs’e çıkarken Tarık bin Ziyad’ın dediği gibi yakacaksınız gemileri, bulunduğunuz yerde başarılı olacaksanız, orada varlığınızı hissettirecekseniz, yakacaksınız gemileri. Endülüs’e giden Müslümanların başarısı ve Norveç’e giden Pakistanlıların başarısı gemileri yakmaktan geçer. Gemileri yakma emrini veren kadın da olabilir erkek de. Gittiğin yer senin vatanın olacak emrini kadın yönetici veriyorsa ona aferin denir, sen yönetici olamazsın denmez. Aynı pertspektifi veremeyen erkek yönetici de kınanır. Aklın, insafın, vicdanın ve zihniyetin cinsiyeti yoktur, mesele bu...

Çapraz döllenme
İnsanları ayağa kaldıran değerin yerel ya da evrensel olduğuna bakılmaz. Örf kavramı Kur’an’da geçer ve Kur’an örflere değer verir. Günümüzde Kur’an’ın getirdiği bazı değerlerin yerel değerleri yok etmek için kullanıldığı bir ortam olabilir. Halbuki Kur’an’ın ortaya koyduğu değerlerin hangisi yerel değere karşıdır, buna bakmak lazımdır. İslâm’ın yayıldığı topraklarda çok farklı kültürler vardı. Bu kültürlerin kendisiyle çelişmeyenlerine dokunmadı İslâm. Hatta bazı örfleri yasal hale getirdi. Dinler doğdukları topraklarda değil, göç ettikleri topraklarda medeniyet kurarlar. İslâm’ın medeniyet başkenti hiçbir zaman Hicaz olmamıştır. Endülüs, Bağdat, Şam, İstanbul, Semerkant gibi merkezler olmuştur. Bir kültürün göç ettiği topraklarda medeniyet kurmasına çapraz döllenme denir. Din, gittiği topraklardaki kültürle mayalanır.
Batı değerleri ve doğu değerleri diye bir ayrım doğru değildir. Değerler bir havuzdur. Bu havuza binlerce yıldır insanlar ortak değerler akıttılar. Batı reform yaptı, bir de rönesans yaptı. Sanatta ve kültürde Yunan kaynaklarına dönüş yaptı. Yunanca’dan Latince’ye yapılan tercümeler, önce Arapça’ya tercüme edildi, sonra Arapça’dan Latince’ye. Yıl 1142, İspanya’da Toledo Koleksiyonu diye meşhur bir koleksiyon oluşturuldu. Matematik, Kimya ve Arapça’dan tercüme yapılması için, Fransa Kralının, Pierre de Venerable diye bir adamı görevlendirdiğini biliyoruz. Kendisine hazinenin kapılarını arkasına kadar açarak istediğin kadar tercüman bul ve git bu eserleri Arapça’dan tercüme et, denildiğini biliyoruz. Arapça’ya tercüme edilen eserleri de biliyoruz, kimlerin mütercim olarak görevlendirildiğini de biliyoruz. Ortada böyle bir şey var.
Batılılar Müslümanlardan aldıklarını almışlar ve sonra da üzerine oturmuşlardır. Bu hırsızlıktır. Bu hırsızlığı yapmayanlar da var elbet, mesela Kopernik. Kopernik aldığı isimleri eserine yazdı. Bugün ayda Bettani krateri var. Suriyeli Müslüman bir alimdir Bettani. Astronomi biliminin kurucusudur. Ayı, güneşi, gezegenleri ilk isimlendirenlerin Müslümanlar olduğu konusunda zerre kadar tartışma yoktur. Bütün dünya kabul eder ki astronominin kurucusu Müslümanlardır, bunun tersi söylenemez.
İşte bu havuz böyle oluştu. Herkesin katkısıyla oluştu. Ebu Süleyman Es-Sicistani bunu çok güzel söyler, “Allah Hintlinin kalbine mistik duyguyu, Çinlilerin eline faydayı, Yunanlıların zihnine bilgiyi, Romalıların diline hukuku koydu” der.
Avrupa’nın bütün üniversitelerinde İbni Sina’nın eserleri okutulmuştur; El-İşarât Vet-Tembîhât adlı eseri felsefe derslerinin ana kaynağı olarak okutulmaktadır/okutulmuştur. Katoliklerin Gazali’si dediğimiz Saint Thomas, Farabî hayranıdır. İnsanlar birbirlerinden faydalanmıştır. Batı’yı aydınlatan düşünür İbn Rüşd’tür. İbn Rüşd eserlerinde geliştirdiği yöntemi, özgün düşünce stili, farklı yaklaşım tarzıyla, klasik İslâm düşüncesinin son ve en büyük temsilcisi olduğu gibi; Aristo'dan sonra gelen Helenistik dönemin ve Ortaçağ bilim ve düşüncesinin de en önde gelen simalarından birisidir. Onun fikirleri Doğu İslâm dünyasından çok Batı Hıristiyan dünyasında yankı bulmuş ve Avrupa’da Rönesansın, modern düşüncenin ve aydınlanmanın hazırlayıcı isimlerinden biri olmuştur. Ortaçağ felsefesinin büyük üstadı Etienne Gilson ise, İbn Sînâ ve İbn Rüşd'ü hesaba katmadan, bir Hıristiyan ilâhiyatı tarihinin dahi yazılamayacağını bildirmektedir. Etki bu kadar doğaldır, bugün de onlardan bize gelsin, bizden de onlara gitsin.
Farklı dinle, farklı ırkla yaşama problemi batıya aittir. Bizim öyle bi problemimiz yoktur. 1492’de İspanya’nın düşüşünden sonra olup bitenlere bir bakarsak, korkunç şeyler görürüz. Toplu halde vaftizler vardır. 10 binlerce Müslümanı/Yahudi’yi bir yere toplayıp üzerlerine su serpip “Hepiniz şimdi Hristiyan oldunuz,” dediler. İslâm tarihinde böyle bir şey yoktur/olamaz. Sıkıntı onlarda/ Batılılarda. Bırakın kendi sıkıntılarını kendileri çözsünler. Hap kozmopolitanizmlerini olgunlaştırsınlar.
Bugün de İslâm’ın yayıldığı topraklarda bir çapraz döllenme imkânı yaratılmalıdır, sizler Avrupa’da bunun için varsınız. Ancak gemileri yakmanız gerek. İster dinden gelsin ister insanlığın kendi kazamını olsun, insanı ayağa kaldıran her değer saygındır. Bu saygınlığı büyütecek her çaba ve o çabayı gösterecek her insan da saygındır. Hem Allah’ın hem de insanların nazarında.

Bitti


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder