14 Şubat 2019 Perşembe

İSRAFİL BALCI/TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ XII. EĞİTİM KAMPI 2018


PROF.DR.İSRAFİL BALCI 2018 NİSAN AYINDA TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN XII.EĞİTİM KAMPINDA ÜYELERLE BİRLİKTE OLDU. KAMP 3 GÜN SÜRDÜ. BU SÜRE ZARFINDA 4 OTURUM YAPILDI. HER OTURUM 2 SAAT OLARAK BELİRLENDİ. VOLEYBOL, ORMANDA YÜRÜYÜŞ, MANGAL KEDYFİ VE SANDAL SAFASINDA ÜYELER KEYİFLERİNCE EĞLENDİLER. 
İSRAFİL BALCI'NIN 8 SAAT SÜREN SEMİNERİNİN I. VE II. OTURUMUN ÖZETİNİ SİLERLE PAYLAŞIYORUM. III. VE IV.OTURUM DA İLERLEYEN GÜNLERDE PAYLAŞILACAKTIR.


Peygamberi tanıma serüvenim
Artvinliyim, temel eğitimimi Artvin’de tamamladım. Dini eğitimimi Kur’an kursunda almaya başladım, sonra İmam Hatip Lisesi. Sonrasında 19 Mayıs Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi. Lisans, yüksek lisans, doktora, doçentlik ve profesörlük derken Samsun’da 30 yılım arkada kaldı. Alanım erken dönem İslâm tarihi ve siyer. Siyer, İslâm tarihi içinde Hz. Peygamberin hayatını konu edinen bir alandır. Ömrümün büyük bir kısmı siyer araştırmalarıyla geçti, geçiyor. Akademik çalışmalara başlamadan önce bendeki peygamber algısı ortalama bir Müslümandan farklı değildi.
Doktora tezim “Hz. Ömer Döneminde Diplomosi”. Doktora çalışmam esnasında diplomasi, devletler hukuku, dış politika, savaş ve barış gibi konulara yoğunlaşmıştım. Doçentlik sonrasında siyer çalışmalarına yöneldim. Beni böyle bir çalışmaya sevk eden husus ise, Kur’an’ı tekrar baştan sonra okuma girişimiydi. Daha önce bir kez yüzeysel olarak okumuştum. Bu sürece kadar kimse bana Kur’an’ı bilinçli bir şekilde okumam gerektiğini söylememişti. Bir gün Bedir Savaşı’nı Kur’an nasıl anlatıyor diye merak ettim ve bakmak istedim. Enfal Suresi’ni okudum. Çok şaşırdım, baktım ki Enfal Suresi’nde anlatılan Bedir Savaşı benim anlattığımdan çok farklıymış. Kur’an daha farklı şeyler anlatıyormuş. “Demek ki, şimdiye kadar Bedir Savaşı’nı yanlış anlatıyormuşum öğrencilere” diye bir düşünce geçti içimden. Böylece Kur’an’ı okumaya devam ettim. Bu kez desinler için değil, anlamak için okudum. Her okuduğumda zihnimdeki siyer konularında ciddi kırılmalar olunca, kendimi siyer çalışmalarının içinde buldum ve önce birkaç makale ile başladım. Sonrasında siyerle ilgili kitaplarımın içinde buldum kendimi.
İlk önce Peygamberlik ve mucize gibi konular ilgimi çekmişti ve konuya dair okumalarım sonunca adeta dipsiz bir kuyuya düşmüş gibiydim. Senelerce okuduklarım ve okuttuklarım bir yana, Kur’an’ın anlattıkları bir yana. Yığınla yanlış vardı zihnimde. Derken, yıllar sonra bir kısım insanlarca farklı söylemi olan birisi olarak tanımlandım, hatta bazıları tarafından sapık ilan edildim. Bunların içinde akademisyenler de var. Onları anlayışla karşıladım. Çünkü doçent oluncaya kadar ben de aynı zihniyete sahiptim. Acı olan ise bir ilâhiyat hocasının Kur’an’ı anlama gibi bir gayretinin olmaması ve doçent olanak kadar Kur’an’ı hakkıyla okumamasıdır.

Maalesef Kur’an kültürümüz yok
Samimi Müslüman olmak istiyoruz, Allah’a ve Peygambere inanma konusunda bir sıkıntımız yok. Keza Kur’an’a saygı konusunda da sıkıntımız yok, ama iş öze, yani Kur’an’ı, Peygamberi, onun öğretisini ve risaletini anlamaya geldiğinde kimse gerçeklerle yüzleşmek istemiyor. Vahye inanıyoruz ama kolaycılığa kaçıp okumadan ve emirlerini uygulamadan inanmakla yetinmeyi tercih ediyoruz. Tek gayem yanlış olduğunu tespit ettiğim bilgilerin doğrularını ve doğru olarak bildiğimiz yanlışları anlatmaktır. Bu konuda kulun değil Rabbim’in kınamasından çekinirim.

Peygamber algımızın kaynağı
Kur’an, Peygamberimizin biyolojik varlığından söz etmez ama ahlâkını, öğretisini, adaletini, kulluk bilincini, samimiyetini, sadakâtini, doğruluğunu örnek gösterir. Oysa bizim Peygamber algımızda bunların fazla bir yeri yoktur. Rivayet kültüründen beslenen ve bununla temellendirilmiş bir Peygamber algımız bütün dindarlığımızı kuşatmıştır. Bu algıya göre Peygamber öyle bir noktaya getirilmiş ki, uçup kaçabilen, olağanüstü yetenekleri olan birisidir o. Peki Kur’an’da "Andolsun ki, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü ümit eden ve Allah'ı çokça anan kimseler için, Resulüllah’da güzel bir örnek vardır." (Ahzâb, 33/21) denilen Peygamberin adalet duygusu, nezaketi, zarafeti, hakkaniyeti, yardımseverliği neden bizim toplumumuza sirayet etmedi, neden Peygamberimizi bu şekilde tanımayız ve tanıtmayız? Çünkü Peygamberimizi Kur’an’dan değil de rivayet kültüründen gelen bilgilerden tanıyoruz.

Kur’an’a ulaşmak için rivayetleri aşmak lazım
Rivayet kültürü Peygamberimizle ilgili anlatılanların ve söylenen sözlerin tümünü kapsar. Rivayetler ilk olarak en iyimser şartlarda Peygamberimizden 100 yıl sonraya ait kaynaklarda yer almaktadır. Şu anda Peygamberimiz bizden 100 sene önce yaşamış olsa, biz de bugünden geriye doğru Peygambere ait rivayetleri yazılı kaydın bulunmadığı sözlü kültür içinde toplasak ve bunlar Peygamberimizle ilgili gerçeklerdir, Peygamberimizin sözleridir ve bunlar dindir desek, bu ne kadar doğru olursa rivayet kültürü üzerinden Peygamber tanımlaması da o kadar doğru olur. Dolayısıyla biz Peygamberimizi Kur’an’dan değil rivayetten tanıyoruz. Halbuki bütün Müslümanların ortak değeri olan, taraflı tarafsız herkesin üzerinde mutabık olduğu, başka bir dini aidiyete nasip olmayan bir Kitap var elimizde. Ve bu Kitabı hayata geçirmek için mücadele eden bir Peygamber var. Bu Peygamberi anlamak için önce onun aracılığıyla bize gelen Kitaba gidilmelidir. Kur’an kültürümüz olmadığı ve rivayetler tarafımızdan din olarak kabul edildiği için, bu yapılmıyor. Peygambere ulaşmak için geleneği, rivayetleri, fıkhı, din baronu otoriteleri aşmamız lazımdır. Ancak bu engelleri aştıktan sonra Kur’an’a varabiliriz. Maalesef Kur’an cahili bir toplum haline geldik.

Rivayetleri derleyenler Kur’an’ı iyi tanımıyorlardı
Rivayetleri 100 yıl geriye dönük olarak derleyen ve daha sonra yazıya döken insanlar Kur’an’ın kendisine kolayca ulaşabilen insanlar değillerdi. Haddizatında Kur’an bilgisi de sanıldığı kadar derinlikli değildi. Biz sahabenin tamamının Kur’an uzmanı ya da din bilgini olduğunu sanıyoruz. Sahabe 1400 sene öncesinin iptidai bir toplumuydu. Bu toplumda yaşayan insanlar Kur’an’ı çok iyi bilen, üstün zekalı insanlar olsaydı; onların hepsi Ömer olurdu, Ebubekir olurdu, Ali olurdu. Hafızlık geleneği Peygamberimizden çok sonra ortaya çıkmıştır. Hafızlıkları sağlam olduğu için Peygamberimizin Kur’an’ı onlardan öğrenin dediği 4 kişi vardır. Ubey bin Ka’b, Muaz bin Cebel, Abdullah bin Mesud, Huzeyfe’nin kölesi Salim.
Yemame Savaşı’nda Huzeyfe’nin kölesi Salim şehit düşünce, Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’i uyarmış ve “Peygamberin Kur’an’ı öğrenin dediği 4 kişiden 1’i öldü. Diğerleri de ölürse ne olacak?” diye sorup yazılı olarak bulunan vahyin kitaplaştırılmasını önermiş ve böylece Kur’an kitap haline getirilmiştir. Yemame’de ölen hafız sayısı 70 diye anlatılır, bu mümkün değildir, çünkü o dönemde azami sadece 7-8 hafızdan bahsedilir. Ne Ebubekir ne Ömer ne Osman, ne de Ali hafız idi. Bununla beraber Kur’an’ın mantığını biliyorlardı.

Güce teslim olan Araplar
Peygamberimizden sonra sorunlar çoğalınca Kur’an’dan referans almak isteyen insanlar belli otoritelerin inisiyatifine kaldılar. Peygamber vefat etmeden 2 yıl önce Mekke fethedilmişti ve bu 2 yıl içerisinde Arap kabileleri gelip ona tabi olmuşlardı. Hucurat Suresi’ne bakılırsa bu kabilelerin aslında iman etmediğini, aksine güce teslim oldukları ve siyaseten Müslüman olduklarına işaret edilir. Mekke’nin fethinden sonra güce karşı boyun büken Arap kabileleri iki yıl sonra Resulüllah vefat edince eski hayatlarına döndüler. Dikkat edilirse Ümeyyeoğulları fetihle birlikte boyun bükmüştü, oysa onlar 644’ten sonra Hz. Osman’ın hilafeti ile birlikte iktidarı ele geçirmiş ve birçoğu idareci olmuştur. Böylece Hz. Peygamberin 23 yıllık pratik hayata tatbik ettiği öğretisi, güce teslim olan insanların insafına kalmış oldu. 660’tan sonra ise Müslümanlar tamamen Beni Ümeyye’nin denetimine girdi. Toplum Emevi iktidarına göre şekillendi. Böyle olunca ed-Din’in kaideleri ve Resulüllah örnekliği büyük oranda havada kaldı. Kur’an referans alınmaz hale geldi. Çünkü referans alınırsa zülfiyare dokunuyordu, bu da Emevilerin işine gelmiyordu. Böylece süreç içinde İslâm ümmeti Kur’an cahili bir topluma doğru evrildi.
Beni Ümeyye Muaviye öncülüğünde Hz. Ali ile iktidar yarışına girdi ve sonunda gayrietik yollarla iktidarı ele geçirdiler. Ancak etik olmayan yollarla iktidara geldikleri için sürekli ulema tarafından eleştirilmişlerdir. Eleştirilerin önünü kesmek için Muaviye, Bedevi kaderciliğine sığınarak, Hz. Ali ile savaşmasının aslında Allah’ın takdiri/yazgısı olduğunu, kendisi haklı olduğu için mülkü/idareyi kendilerine nasip ettiğini, dolayısıyla olup bitenin ilahi yazgıdan ibaret olduğu iddiasını ortaya atmıştır. Böylece Bedevi kaderciliği Emevilerle birlikte ‘Allah’ın takdiri’ne dönüştü. Emeviler iktidarlarını bu fikirle ellerinde tutmaya çalıştılar. Dikkat edilirse kadere iman konusu Emevilerle birlikte iman esaslarımızdan birisi oluvermiştir.

Abbasilerin iktidara gelişi
Abbasiler, Emeviler’in yerine iktidara geldikleri zaman onlar da kendi politikalarını uyguladılar. Abbas’ın çocukları ile Ali’nin çocukları/nesli içten içe Emevilere düşmanlık besliyordu. İktidarlarını Emevi düşmanlığı üzerine kurdular. Son derece örgütlü ve planlı hareket eden Abbâsî ihtilal hareketi, adeta FETÖ tarzı bir oluşumla uzun süre yer altı faaliyetleri şeklinde devam etti. Örneğin ihtilalin temelleri yaklaşık olarak 714’lü yıllarda atılmıştır. Hz. Ali’nin torunlarından Ebu Haşim ile Abbas’ın torunu Abdullah bin Abbas, Hz. Ali’nin karizmatik liderliğinden de yararlanarak Emevi iktidarını devirmeyi başardılar. İhtilal gerçekleşince enteresan bir şey oldu. Ali soyundan gelenler, amca çocuklarımızla birlikte iktidarı paylaşacağız diye düşünüyordu. Hani derler ya “ihtilal önce kendi çocuklarını yer”, burada da öyle oldu. İhtilalin Kûfe’deki önemli aktörü olan Ebu Seleme el-Hallal, ihtilalin ardından Ali evladı adına Kûfe’de biat alırken, Abbas’ın soyundan gelen Ebu Abbas el-Seffah halifeliğini ilan etti ve iktidar savaşı başladı. Böylece ilk kurbanı Ebu Seleme el-Hallal’ı oldu ve onu öldürttü. Ali soyundan gelenler buna itiraz edince de Abbas’ın çocukları, tıpkı Emeviler gibi, benzer bir kaderciliğe sığındılar ve “Allah mülkü, sizi zulümden kurtarmak için bize verdi.” iddiasıyla ortaya çıktılar. Hz. Ali’nin soyundan gelenler “Biz Peygamberin soyundan geliyoruz.” deyince de “Siz Peygamberin kızının soyundan geliyorsunuz biz ise Peygamberin öz amcasının soyundan geliyoruz.” cevabını verdiler. Dikkat edilirse Arap geleneğinde miras kadın üzerinden devam etmez. Bu nedenle kendi ataları Abbâs’ın amca olarak Resulüllah’ın en yakını olduğu ve onun idarecilik mirasının de kendilerine devrettiğini ileri sürdüler. Hz. Ali’nin çocukları “Bizim atamız Ebu Talip de Peygamberin amcasıdır.” diye itiraz edince, bu sefer Abbâsiler “Sizin atanız müşrikti, bizim atamız Müslümandı.” diye bir iddia ortaya attılar ve iktidarı onlarla paylaşmadılar. Sonuçta Ali evladının muhalefeti olan mevali vasıtasıyla ihtilal gerçekleştikten sonra Abbâsiler bir nevi hazır iktidara konmuş oldular.

Ebu Talip Müslümandır
Biz Ebu Talip’i hep müşrik olarak tanıdık, ancak Ebu Talip’in Müslüman olması kuvvetle muhtemeldir, çünkü; Peygamberin hâmisidir. Abbas ise Mekke’nin Fethi’nden sonra kılıç korkusuyla Müslüman olmuştur. Müslüman olunca düzgün bir Müslüman olmuştur, ancak o zamana kadar asla Peygamberin yanında yer almamıştır, hatta Bedir Savaşı’nda Peygambere karşı savaşmış ve esir düşmüştür. Diğer amca Ebu Talip ise, Abdulmuttalip (babası) vefat ettikten sonra yeğenini yanına alıp himaye etmiş ve 17 yıl kadar kardeşinin çocuğuna (Hz. Muhammed’de) sahip çıkmıştır. Ancak tarihi egemenler yazdığı için Ebû Talib’in şanlı geçmişi karartılmış ve müşrik olarak tanıtılarak iktidar sağlama alınmıştır.
İlk siyer kaynağımız, Peygamberimizden 150 sene (768) sonra İbn İshak tarafından yazıldı. Bedir Savaşı’nı anlatırken Abbas’ın esir olduğunu yazmaz, 43 esir vardır der, 42’sinin ismini yazar 43’ncüsünün ismini yazmaz. Yazılmayan o isim İbn Abbas’tır.
Çünkü “Ebu Talip müşrikti” iddiasıyla iktidarın kendilerine ait olduğunu savunan Abbasilerin atasının, Peygamberle savaştığının ve esir olduğunun yazılması, siyasi konjonktüre uygun değildi. Dolayısıyla Resulüllah’ın karşısında savaşıp esir düştüğüne üstü kapalı olarak değinilmiştir. Keza Vâkıdî ve İbn Hişâm da onun ismini gizlemek zorunda kalmışlardır. İbn İshak’ın eserini İbn Hişam iktibas etmiştir. Ancak o da Abbas’ın esaretinden bahsedemez.

İdeolojik siyer
Biz, Emevileri siyeri ideolojik hale getirmekle suçlarız. Bu doğrudur, ancak eksiktir. Esasen siyer Abbasiler döneminde ideolojiye kurban edilmiştir. Diğer bir ifadeyle Abbasilerin istediğine göre yazılmıştır. Erken döneme ait rivayetlere bakılırsa Emevilerin atası Ebu Süfyan Peygamberimize sanıldığı kadar düşman değildir. Dikkat edilirse Ebu Talip vefat ettikten sonra mescide giderken Hz. Peygamber müşriklerin saldırısına uğrayınca onun evine sığınmıştır. Keza daha sonradan Resulüllah’ın kayınpederi olmuştur. Hz. Peygamber’in kızı Zeyneb’in Medine’yi hicreti sırasında ona yardımcı olmuştur. Ebu Süfyan isteseydi Uhud galibiyetinden sonra Medine’yi yağmalardı, ancak bunu yapmamıştır. Özellikle Hendek Savaşı’ndan sonra muhalefetten vazgeçmiş bir görüntü sergiler. Nitekim Hudeybiye görüşmelerinde Resulüllah’ı engelleyenler arasında değildir, ayrıca Mekke’yi de savaşsız teslim eden en önemli aktördür. Resulüllah’ın fetih için yola çıktığını öğrendiğinde onu karşılamış ve kabilesi adına bağlılık bildirmiştir. Bu yüzden Resulüllah şehre girdiği zaman “Kim Ebu Süfyan’ın yanında yer alırsa güvencededir.” diye açıklama yapmıştır.
Bütün bunları söylerken hiçbir sabıkasının olmadığını iddia etmiyoruz, ancak rivayetlerde yansıtıldığı gibi bütün kötülüklerin baş aktörü değildir. Ebu Süfyan’ın oldukça menfi yönde tanıtılmasının sebebi, siyere dair eserlerin Abbasiler döneminde yazılmış olmasıdır. Deyim yerindeyse iktidar hırsı için tarih tersyüz edilmiş ve Emevilere olduğundan fazla çamur atılmıştır. Siyerin ilk kırılma noktası burasıdır.
İdeolojik tarihin yanı sıra birçok mistik mitolojik anlatı ve hikayeler de eserlere girmiştir. Örneğin İbn İshak’ı okursanız 6 yaşında Peygamberimizin Aişe ile nişanlandığını, 9 yaşında da evlendiğini görürsünüz. İşte bu korkunç iftirayı Peygambere atan Abbasi yönetiminde siyer kaleme alan İbn İshak’tır. Dikkat edilirse eserinde adalet, liyakat, dürüstlük eşitlik hakkaniyetlik ilkelerinden bahsedilmez. Keza bu dönemde yazılan hadis eserlerinde de adalet bölümünün olmaması hayli manidardır. Zira iktidarı ellerinde tutan Abbasilerin böyle bir dertleri yoktu ve onları rahatsız edecek bir söylemin dillendirilmesi veya yazılması pahalıya patlayabilirdi. Deyim yerindeyse Abbasiler, Hz. Ali’nin soyundan gelenlerin sırtına basarak iktidara tutundu, sonrasında da siyaseti dizayn ettiler. Önce İbn İshak’a siyeri, Malik bin Enes’e hadisi, İbn Cüreyc ve Mukatil bin Süleyman gibi isimlere tefsiri yazdırdılar. Ebû Hanife’ye de kendi fıkıh anlayışlarını yazdırmak istediler, ancak kabul etmeyince, soluğu zindanda aldı ve sonunda zehirlenerek bedelini canıyla ödedi.
Bize siyer anlatan hocalarımız tarihin bu akışındaki kırılmaları görmeden, tozpembe bir tarih anlatır. Oysa ilk iki halifeden sonra maalesef, kantarın topuzu kaçmıştır. Hak, adalet, eşitlik, istişare, dürüstlük, paylaşım, samimiyet, sadakat, Kur’an’ın öğretisi, Peygamberin sünneti gibi konular sadece kağıt üzerinde kalmıştır. Siyaset o tarihten sonra İslâm’ı tamamen kuşatmıştır.
Emevilerle birlikte eski bedevi anlayışına dönülmüştür. Emeviler ilahi kadercilik üzerinden siyasetlerini dizayn ettiler. Abbasiler de halifeliğe dini bir misyon biçerek siyasete alet ettiler. Bizim inancımıza göre hiçbir bireye özel paye verilemez. Oysa iktidarı Kureyş elinde tutmak için halifenin Kureyş’ten olması gerektiği tezleri ortaya atılmış ve bu iddia Hz. Peygamber’in hadisi diye servis edilmiştir. Oysa Resulüllah’ın “Halife Kureyş’tendir.” demesi mümkün değildir. Zira Kur’an’da emaneti ehline verme ilkesi vardır. Bu iddianın doğru olması için bütün Kureyşli idarecilerin ehil/liyakatli olması gerekir. Hepsi bir yana acaba kaç kişi Yezid’in hilafete uygun isim olduğunu söyleyebilir? Sadece bu örneği hatırlatmak bile iddianın içinin ne derece boş olduğunu göstermek için kâfidir.
Sünni geleneğin hilafetin Kureyşiliği tezi, esasen Şiâ’nın “İmâmet Ehl-i Beyt’e aittir” telakkisinden uyarlamadır. Sünni gelene Ehl-i Beyt yerine Kureyş ismini ekleyerek bu iddia üzerinden siyaseti Kureyş tekelinde tutmuşlardır. Rivayetlere bakılırsa Emeviler Ehl-i Beyt kavramının yerine Kureyş’i monte ettiler. Abbasilere gelince bu sefer “imam” kavramı “halife” kavramıyla değiştirildi ve böylece Emeviler dönemindeki “İmam Kureyş’tendir” tezi, Abbasiler döneminde “Halife Kureyş’tendir” şekline dönüştürüldü. Halifelere de “Allah’ın yer yüzündeki gölgesi” anlamına gelen “Zıllullah” denildi. Böylece hilafet makamına dinî statü verildi, oysa halifelik dini bir makam değil, sadece idarecilik makamıdır. Nitekim, asıl adı müminlerin idarecisi anlamına gelen Emîr-ul Müminin’dir.

Siyerin kodlarını Kur’an verir
Peygamberimizi doğru anlamak isteyenler için Kur’an son derece önemlidir. Siyerin kodlarını Kur’an verir. Kur’an Peygamberi bize olağanüstü özellikleri olmayan bizim gibi bir insan olarak tanıtır ve Peygamberi örnek alabilmemiz için onun güzel ahlâkından bahseder. Peygamberin kulluk bilincinden bahseder. Kur’an’a göre, emanet ehline verilir, yandaş ve candaşlar korunmaz. İdarecinin herkese eşit mesafede durması gerekir. Problemler istişare ile çözülmelidir. Yönetimde şeffaf ve adalet ilkesi esas olmalıdır. Dikkat edilirse bütün bunlar Kur’an’ın benimsediği ve Resulüllah’ın hayata tatbik ettiği ilkelerdir.
Maalesef Hz. Peygamber’i vahyin tanıttığı ilkeler yerine ondan 150-200 sene sonra derlenip telif edilen eserlerden tanıyınca, deyim yerindeyse sapla saman birbirine karışmıştır. Üstelik bir iki asır sonra yazılan eserlerdeki haberler sorgulamasız şekilde doğru kabul edilmektedir. Haddizatında bu bilgiler siyer veya dinin en önemli referansı olarak sunulmaktadır. Ebetteki kaynaklardaki bilgilerin hepsi değerlidir, zayıf da olsa bir takım bilgi kırıntıları vardır, ancak bunlar dinin içine dahil edilemez ve bunlardan müteşekkil bir siyer yazımı doğru sonuçlara götürmez. Bu nedenle biz, merkeze Kur’an’ın alınması gerektiğini söylüyoruz ve onun belirlediği kriteler çerçevesinde tarihi malzemenin değerlendirilmesi gerektiğini söylüyoruz. Salt rivayetlerden müteşekkil iddiaları insanımızın önüne din diye koymayalım.
Müslümanların hatası mevcut bilgilerin bugüne kesintisiz olarak geldiğini kabul etmeleridir. Kur’an’dan sonra en önemli otoritemiz Buhari‘dir mesela. Onun ölümü tarihi 256’dır. Buhari’ye kadar olan birikim, dinin merkezine yerleştiriliyor. Dikkat edilirse Buhari sadece rivayet topladı. O ve benzerlerinin derledikleri rivayetlerden çeşitli eserler telif edilmiştir. Nasıl ki, telif edilen eserler mutlak değil ve dinin içine dahil edilemezde onların eserleri de aynı şekilde dinin içinden görülemez veya görülmemelidir. Son dönemlerde “Bize Kur’an yeter, başka bilgiye gerek yoktur.” gibi iddialar ortaya atanlar bulunmaktadır. Bu anlayışa göre Hz. Peygamber âdeta yansıtıcı gibi bir konuma indirgenmekte. Oysa rivayetler ait oldukları dönemin tarihi, kültürü, medeniyeti, siyaseti, sosyolojisi ve bilgi düzeyi gibi birçok konuda önemli referans kaynaklarıdır. Bu nedenle bütün rivayetler önemlidir. Sorun bunları dinin içine dahil edip etmeyle alakalı veya rivayete nasıl yaklaşılması gerektiğini iyi tespit etmekle alakalıdır.
Şunu da hatırlatalım ki, rivayet derleyicilerinin kahir ekseriyeti Kur’an kültürüne vâkıf değildi, zira bu gün olduğu gibi herkesin elinde başvurabileceği veya okuyabileceği bir Kur’an yoktu. Dolayısıyla vahiyden kopuk bir siyer inşasının arkasında böyle bir realitenin olduğunu unutmamak gerekir.

Peygamber algımızla ilgili temel problem
Peygamber algımızda ciddi problemler vardır. Zira bu algı vahyin kodlarına göre şekillenmemiştir. Aksine rivayet kültürü başat belirleyici olmuştur. Rivayetler sorgulamasız kabul edildiği için birçok marazi unsur da olduğu gibi siyerin içinde gösterilmiştir.
Şunu da hatırlatalım ki, biz Türkler dini ve peygamberi büyük oranda İranlılar üzerinden öğrenmişisizdir. Dolayısıyla bizdeki mistik mitolojik Peygamber algısı daha köklü ve derindir. Türkçedeki Peygamber, namaz, oruç, abdest, bayram gibi birçok dini kavram Farsça’dan girmiştir. İran kültürü üzerinden alınan veya öğrenilen peygamber algısında Hint mistisizmden eski İran dinlerine, ya da Şia’nın mitolojik Hz. Ali portresine kadar birçok romantik yorum veya mitolojik telakkileri görmek mümkündür. Bu nedenle Peygamber algımızda hurafe ve hikâyeler daha baskındır. Dikkat edilirse Türk-İslâm kültüründe kandil geceleri ve kutlamaları, miraç anlatıları, miraciyeler, mevlidler gibi birçok telakki çok daha baskındır. Bu geceler bir anlamda günahların resetlenme geceleridir. Tespih çekerek, mevlid okuyarak, hatim yaparak kısa yoldan Cennet’e gitmek, din diye anlatılıyor veya öğretiliyor. Bu telakkiler üzerinden dindarlık kotarılırken, farkında olmadan Kur’an’dan uzaklaştık. Daha doğrusu ona hiç gelemedik. Kur’an kültürümüz olmayınca Kur’an’ın kodlarını verdiği Peygamberi içselleştiremedik.
Peygamberin kulluk bilincini, mücadelesini, adaletini, nezaketini, zarafetini, hakkaniyetli kişiliğini öğrenemedik. Bunların yerine Resulüllah, biyolojik yönleriyle temayüz etmiş olağanüstü özellikleri olan bir mitolojik kahraman gibi sunuldu.
Batı, İslâm dünyasından çok daha önceki dönemde hem Kur’an araştırmalarına hem de klasik İslâm kaynaklarına yönelik ciddi çalışmalar başlatmıştır. İslâm dünyasındaki akademik zihin, maalesef henüz Batı standartlarındaki noktada değildir. Almanya Kur’an araştırmalarına yaklaşık 250 yıl önce başlamış. Kur’an Araştırmaları Merkezini (Corpus Coranicum) kurmuşlar. Biz ise henüz bir asır öncesine gidemiyoruz. Türkiye’de ilk ilâhiyat fakültesi 1950’lerde kurulmuş. Bu sayı 1980’lerde 8’e, 1990’larda 20’ye yükselmiş. Akademik anlamda Kur’an araştırmalarının tarihi Türkiye’de 70 yıl öncesine gidemiyor. Müslümanların kendi kaynaklarını, kendi geçmişlerini ve tarihlerini sorgulamanın zamanı çoktan geldi ve geçiyor. Deyim yerindeyse Müslümanlar kendi tarihleriyle yüzleşmelidirler. Bunun anlamı, var olanları yıkmak, yok etmek değil, anlama çabası sergilemektir. Bir anlamda binanın sağlam olup olmadığını, malzemesinden çalınıp çalınmadığını kontrol etmek durumundayız. Geleneğin bıraktığı mirası görmezden gelmek veya küçümsemek insafsızlık olur. Ancak bize intikal eden zengin mirası anlama çabası sergilemek, kültürü, geleneği veya var olan tarihi malzemeyi yok saymak anlamına gelmez.

Kaynaklar
Kabaca söylemek gerekirse İslâm tarihinde yazılı kültür Abbasilerle birlikte başlar. Günümüze intikal eden klasik kaynakların neredeyse tamamı bu dönemde telif edilmiştir. Elbette ki önceden var olan bazı yazılı kayıtlardan da bahsedilir, ancak o kayıtlar henüz eser düzeyinde  değildir ve bunların çoğu günümüze intikal etmemiştir.
O dönemde İslâm dünyasına komşu olan Bizans ve Sâsânî kaynaklarında da İslâm’ın erken dönemine ait kayıtlar yok denecek kadar azdır. Hatta Hz. Peygamber dönemi ile ilgili bilgiler neredeyse yok gibidir. Mesela İslam kaynakları Hz. Peygamberin Heraklius’a mektup gönderip İslâm’a davet ettiğinden bahseder, ancak Bizans kroniklerinde bu bilgiyi teyit edecek bir kayıt bulunmaz.
Sonuç itibarıyla Resulüllah dönemine kadar giden yazılı kaynaklara sahip değiliz. Aksine Resulüllah’tan sonra yaklaşık 100-150 yıllık sözlü kültür döneminde ağızdan ağza dolaşan rivayetlerin Abbâsiler’in kurulduğu dönemlerden (m.750) itibaren derlenip telif edildiğini görüyoruz. Buna Kur’an’dan sonra en önemli otorite olarak kabul edilen hadis eserleri de dahildir. Deyim yerindeyse Resulüllah ve Müslümanların tarihi yaklaşık 150-200 yıl sonra geriye dönük olarak yazılmıştır ve bu tarihten itibaren başlayan süreçte zengin bir tarihi mirasa sahibiz. Ancak unutmamak gerekir ki, 750 yılında yıkılan Emevîler döneminde birkaç istisna dışında Müslümanların yazılı eseri bulunmamaktadır.
Diğer yandan rivayetler herhangi bir tenkide tabi tutulmadan veya vahye arz edilmeden derlendiği için kaynaklarda bıktırıcı tekrarları, olabildiğince abartılı anlatıları, gerçek dışı kurguları görmek mümkündür. En önemlisi ise Müslümanların kadim kültürlerden etkilenmiş olmalarıdır. Dikkat edilirse fetihlerle beraber Müslümanlar kadim Yahudilik, Hristiyanlık geleneğinin yanı sıra Mısır, eski Asur, Bâbil ve İran kültürünün de vârisi oldular. Bu kültürlere ait olan birçok mistik, mitolojik anlatı İslâmî versiyona dönüştürülüp kaynaklara girmiştir. Genelde Müslümanların İsrailiyat olarak tanımladıkları Yahudi kültüründen etkilendiklerinden söz edilir, ancak en az İsrailiyat kadar Zerdüştlük ve Pers kültürünün İslâm kültürünü etkilendiğinden söz edilmez. Dolayısıyla her ne kadar geleneksel Müslüman bilincinde Resulüllah’tan itibaren yazılı kaynakların var olduğuna dair asılsız telakki yerleşmiş olsa da, elimizdeki veriler bunu doğrulamamaktadır. Bu yüzden klasik kaynakları okuyan her Müslüman, edindiği bilgilerin mutlak doğru olduğu vehmine kapılmamalıdır. Keza bunların mutlak yanlış olduğu da söylenemez. Tabir yerindeyse sahihini sakîminden ayırmak erbabının sorumluluğudur.

Mucizelerin ortaya çıkışı
Peygamber denilince Müslümanların aklına hemen mucize gelir. Peygamberimizle ilgili sayısız mucizeler anlatılır. Mucizeyi anlamak için bu kavrama ne anlam yüklendiğine bakmak gerekir. Klasik kelamcıları mucizeyi, nübüvveti ispat için peygamberlerin elinden gerçekleşen olağanüstü hadise olarak tanımlar. Buna göre Kur’an Hz. Musa ve Hz. İsa’nın birtakım olağanüstülüklerine atıf yapar ve bunların bir kısmını onların nübüvvetlerinin delili olarak sunar. Ayetlerde geçmiş peygamberlerin mucizelerine ve olağanüstülüklerine yer verilince, muhalifleri Resulüllah’ın da benzer olağanüstülükler göstermesini istemiştir. Onların bu isteklerine karşı Kur’an Ankebût Sures’inde son derece net bir cevap verir ve okudukları vahyi adres göstererek (Ankebut 29/50-51) Kur’an’ı onun nübüvvetinin delili olarak sunar. Bunun dışında Kur’an Resulüllah’a risaletini ispat anlamında herhangi bir mucizenin/delilin verilmediğini söyler. Hatta İsra 17/59’da “Bizim mucize vermeyişimizin nedeni önceki kavimlerin onları inkar etmeleridir” mealinde bir açıklama yapılır ve Resulüllah’a Kur’an haricinde nübüvvetini ispat anlamında hiçbir mucizenin verilmediğini vahiyle kayıt altına alır.
Bunun dışında tıpkı diğer peygamberler gibi Resulüllah’ın yaşadığı birtakım olağanüstülüklere atıflar vardır, ancak bunlar risaleti ispat anlamında mucize olmayıp yaşadığı bireysel tecrübelerdir. İsra hadisesi veya vahiy meleğini görmesi gibi hadiseler bu kabil örneklerdir.
Kur’an geçmiş kavimlere dair birçok olağanüstü hadiseye vurgu yapar. Geleneksel yorumlarda bunlar da mucize kapsamında değerlendirilmiştir, ancak çoğu Allah tarafından gerçekleştirilen tabiat olaylarıdır. Nitekim Nuh kavmi, Lut kavmi, Âd kavmi ve Semûd kavmi gibi geçmiş milletlerin helâkine dair kıssalar bu kabil örneklerdir. Esasen burada mucizeden söz edilememektedir. Bu kavimler çeşitli doğal afetler sonucu helâk olmuşlardır. Kur’an bu hadiseleri Allah’ın ayeti, delili olarak kullanır ve “onlar gibi sizler de helâk olup gidersiniz” ihtarı yapılır.
İhtimal ki, Peygamberimiz bugün gelseydi, yakın geçmişte yaşanan depremler, tsunamiler gibi tabiat olayları da Allah’ın birer ayeti olarak kullanılabilirdi. Tıpkı Mekkelilerin yakın geçmişinde yaşayan Ebrehe ordusunun helakine atıf yapıldığı gibi. Kuran’ın geçmiş kıssalara dair vurgusu büyük oranda bu bağlamda bir olağanüstü mesajdır.
Müslümanlar Hz. Ömer’le birlikte fetihlere başlayınca, Arap toplumu yarım adanın dışına çıktılar ve böylece kadim kültürleri tanıdılar. Hristiyanlığı, Yahudiliğin geçmişini tanıdılar. Kur’an Hz. Musa’nın Tur Dağı’nda Allah’la konuşması, ondan 10 emiri alması, çocuk yaşta Peygamber olacağının haber vermesi ve Firavun’un sarayında yetiştirilmesi gibi ayrıcalıklara işaret eder. Keza Firavun’dan asasının yılan olması, kaya vurduğu zaman su çıkarması ya da Hz. İsa’nın da çocuk yaştan beri Peygamber olacağının zikredilmesi gibi birçok detaya işaret eder. Buna mukabil risaletten önce Resulüllah’ın Peygamber olacağına dair hiçbir işarette bulunmaz. Müslümanlar fetihlerle birlikte kadim kültürleri tanıdıkları gibi, onların Hz. Muhammmed’in nübüvvetine yönelik eleştirileriyle de tanıştılar. Üstelik Hz. Musa ve Hz. İsa’nın bazı olağanüstülüklerine değinirken Hz. Muhammed’in böyle bir özelliğinden hiç söz etmemiştir. Sözü edilen durumu bir eksiklik gibi gören Müslümanlar ona birçok mucize isnadında bulundular ve deyim yerindeyse eksik görülen halkalar bu tür iddialar veya rivayetlerle dolduruldu. Böylece süreç içinde mucize iddialarına yenileri eklenmiş ve birçok mucize isnadında bulunulmuştur. Ancak ilk kaynaklarda sözü edilen iddialar daha sınırlıyken, sayı gittikçe artmıştır. Örneğin ilk yazılı kaynak olan İbni İshak’da (h.151) Peygamberimizin doğumuna ait olağanüstü hadiselerden bahsedilir, ancak henüz kendi elinden gerçekleşen bir mucizeden bahsedilmez. Öğrencisi İbn Hişâm (h.213), Resulüllah’ın nübüvvetinin delili olarak 15, 16 mucizeden bahseder. Hicri 310 yılında vefat eden Taberi’ye gelindiği zaman bu sayı biraz daha artar. Süreç içerisinde bu iddialara yenileri eklenerek mucizeleri daha da artmıştır. Halebi’ye gelindiği zaman mucizelerin sayısı 1000’e çıkarken, en-Nedvi’nin eserinde ise sayı 2000’leri aşar. Kaynaklardaki bu iddialar hiçbir sorgulamaya tabi tutulmaksızın anlatılırken, sadece duygular okşanmış, ancak nübüvvetin özü olan ahlak, hukuk, adalet, ahde vefa, samimiyet, sadakat, dürüstlük, insana saygısı, nezaket, zarafet gibi birçok ilke ıskalanmıştır.

Peygamberimize isnat edilen mucizeler
Doğumundan itibaren Hz. Muhammed’e sayısız mucize isnatlarında bulunulmuştur; doğduğunda Kâbe’deki putların devrilmesi, Mekke’de üç gün deprem olması, Save gölünün kuruması, Semave vadisinin ise sulara boğulması, İran sarayındaki sütunların devrilmesi, sırtında nübüvvet mührü bulunması veya sünnetli doğması, bulutun onu gölgelemesi gibi sayısız iddia ortaya atılmıştır. Bunlara nübüvvetinden sonra miraca çıkması, göğsünün yarılması, ayı yarması, yiyecekleri bereketlendirmesi, parmaklarından sular akması gibi birçok içi boş anlatı da eklenmiştir.
Baştan belirtelim ki, bunların tamamının vahye göre hiçbir hükmü yoktur ve hepsi sonradan uydurmadır. Madem doğduğu zaman sözü edilen olağanüstülükler gerçekleşti, niçin  Resulüllah muhaliflerinin karşısına bu hadiselerle çıkmamış ve “Ben doğduğum zaman Kabe’deki putlar devrilmişti, neden bana inanmıyorsunuz.” gibi bir soru sormamış, veya sırtında mühür var idiyse niçin nübüvvetini yalanlayanlara sırtını açıp göstermemişti. Oysa Kur’an, okuduğu vahiyler dışında (Ankebut 29/50-51) ona  hiçbir mucizenin verilmediğini belirtmiştir (İsra 17/59). Bu yüzden vahye göre sözü edilen iddiaların hiçbirisinin ciddiye alınır taraf yoktur.

Şakku’s Sadr/Göğsünün Yarıldığı İddiası
Peygambere isnat edilen önemli olağanstü hadiselerden birisi, göğsünün yarılıp kalbinin çıkarılması, ardından kalbinin şeytanî vesvese ve kirlerden temizlenmesi iddiasıdır. Hatta bu rivayeti İnşirah Suresi’yle ilişkilendirirler. Geleneksel yorumlarda iki kez Resulüllah’ın böyle bir operasyon geçirdiğinden bahsedilir. Ancak rivayetler incelendiğinde dört ayrı zamanda böyle bir hadisenin yaşandığına dair iddialar bulunmaktadır. Bunlardan en çok dillendirilen ve bilinen, süt annede bulunduğu sırada gerçekleştiği iddia edilendir.
Hikayeye göre, Peygamberimiz süt annesinin yanında 3 yaşlarındayken süt kardeşi Şeyma ile oynadığı sırada melek olduğu iddia edilen iki kişi onu almış ve kalbini yarıp temizlemiş. Resulüllah’ın götürülmesi üzerine korkuya kapılan Şeyma telaşla anne babasının yanına koşmuş ve iki adamın Muhammed’i götürdüklerini haber vermiştir. Ebeveyni henüz haberlerin şokunu üzerlerinden atamamışken, Muhammed rengi solmuş bir şekilde yanlarına gelmiş. Telaşla “Nedir bu halin? Kimdi o gelenler?” diye sorunca, çocuk iki meleğin gelip kendisini götürdüklerini ve kalbini çıkarıp temizlediklerini, hatta içinden siyah bir parça çıkarıp attıklarını ve ardından zemzem suyuyla yıkayıp eski haline getirdiklerini anlatmış ve çok korktuğunu ifade etmiş.
Bu olay Peygamberlik öncesi döneme ait bir mucize olarak anlatılır. Dikkat edilirse bu hikayede birçok çelişki bulunmaktadır: Mesela, üç yaşındaki çocuğun gelenlerin melek olduğunu nasıl anladığı, kalbini çıkarıp şeytani kir ve vesveselerden temizlerken, masum bir çocuğun hangi günahı işlediği, günahın maddi bir müdahaleyle giderilip giderilemeyeceği gibi bir çok soru sorulabilir. Bu soruların hiçbirisine makul bir izah getirilemez. Üç yaşındaki çocuğun kalbinin temizlenmesi iddiası, Hristiyanlıktaki asli günah doktrinini ve vaftiz şartını akla getirir. Oysa İslam inancına göre çocuklar masumdur. Diğer detaylara girmeyi gerekli bile görmüyorum.
Resulüllah’ın benzer bir olayı ikinci kez on yaşlarındayken yaşadığı, üçüncü kez de Hira’da vahiyle tanışmadan hemen önce yaşadığı iddia edilir.
Sonuç itibarıyla risaletten önce Resulüllah’ın bu olayı üç kez yaşadığı iddia edilir. Dördüncüsünün ise risaletin onuncu yılında gerçekleşği söylenir. Fazla ayrıntıya girmeden tekrar hatırlatalım ki, şayet Resulüllah’ın kalbi üç yaşındayken temizlenmişse ve bu nedenle maddi bir operasyona tabi tutulmuşsa, on yıllık nübüvvetten sonra aynı olayı yaşadığına göre, bu süre içinde Peygamberin birçok günah işlediğini kabul etmek gerekir.

Bu iddia, Zerdüştlükten alınarak Resulüllah’a uyarlanan bir hikayedir ve aslı esası yoktur. Aveta’nın Gatalar bölümünde aynı olay Zerdüşt’ün başından geçen bir tecrübe olarak anlatılmaktadır. Buradaki anlatıya göre Zerdüşt, 30 yaşlarındayken Azerbeycan’daki bir dağdan, melek eşliğinde göğe yükselmiş, ona felekler gezdirilmiş, Cennet-Cehennem gösterilmiş, ardından Ahura Mazda’nın/Allah’ın yanına götürülmüş, Allah onu sağ tarafına oturtmuş ve kendisine ezel-ebed bilgisini öğretip ruhundan üfleyip ilahi bilgiyle donatarak geriye göndermiştir. Dönüşte de feriştahlar/melekler onun göğsünü yarıp kalbini çıkarmışlar ve şeytani kirlerden/vesveselerden onu temizlemişlerdir. Yarasını bakırla kapatmışlardır. İslâm Peygamberi için anlatılan hikâyede sadece yaranın dikişle kapatıldığından bahsedilir.
En manidar çelişkilerden birisi ise sözü edilen iddianın İnşirah Suresi ile ilişkilendirilmesidir. Oysa bu sure risaletin üçüncü yılında nazil olmuştur. Risaletten sonra yaşandığı iddia edilen olay ise onuncu yıldadır. Dolayısıyla tarihsel olarak mezkûr sure ile bu hikayeyi yan yana getirmek de mümkün değildir.

Şakku’l Kamer/Ay Yarılması
Peygamberimize isnat edilen önemli iddialardan birisi de el işaretiyle ayı yarmasıdır. Anlatılana göre Peygamberimiz, risaletin 10. yılında Taif’e gidip döndükten sonra Mina’da bulunduğu sırada ay tutulmuş, o da yanında bulunanlara “Bu gördüğünüz, Allah’ın ayetlerinden birisidir.” diye bir açıklama yapmış. Bu rivayete dair anlatıların kapsamı genişletilmiş ve buradan bir mucize çıkarılarak Resulüllah’ın ayı ikiye böldüğüne dair iddialar ortaya atılmıştır. Bu iddia Kamer Suresi ile de ilişkilendirilmiştir. Oysa Kamer Suresi nüzul alimlerine göre risaletin 7. veya 8. yıllarında inzal edilmiştir. Resulüllah’ın Taif’e gidişi ise onuncu yıldadır. Diğer yandan Kamer Suresi’nde kıyamet saatine yakın zamanda vuku bulacak hadisata dair açıklamalar yapılmaktadır. Oysa surenin mezkûr iddiayla uzaktan yakından alakası yoktur.
Hicretten sonra, Medine döneminde de ay tutulması olmuştur. Hatta bunlardan birisinin oğlu İbrahim’in vefat ettiği gün gerçekleştiği söylenir. Hikayede Mina’da yaşanan hadiseye dair rivayetteki ifadelerin aynısı kullanılır. Ancak bu hadise için böyle bir mucize iddiasında bulunulmamıştır.
Hemen hatırlatalım; ayın yarılması mümkün değildir. Evrende ve gök cisimlerinde bir denge söz konusudur. Bu dengenin bozulması bütün sistemin alt üst olması demektir. Ayrıca olayın gündüz olduğu söylenir, oysa ay gece gözükür. Üstelik böyle bir olay yaşanmışsa dünyanın başka yerinde de tecrübe edilmiş olması gerekirdi. Dolayısıyla bu iddianın da hiçbir inandırıcılığı yoktur ve baştan aşağı düzmecedir.

Varaka bin Nevfel
Rivayete göre Peygamberimiz ilk vahyi aldıktan sonra eşi Hatice’ye durumu anlatmış, o da Peygamberimizi amcasının oğlu Varaka bin Nevfel’e götürmüş ve olup biteni anlatıp fikrine başvurmuş. Varaka bin Nevfel de Peygambere kendisine gelen varlığın vahiy meleği olduğunu söylemiş. Hristiyan olarak nitelenen Varaka bin Nevfel hikayeye göre Peygamberimizin peygamberliğini anlamış. Bu tür haberlerin arkasında, Hristiyanlar tarafından Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin kabul edildiğini ispatlama yatmaktadır. Varaka bin Nevfel’in Hristiyan olarak anılması da bu sebeptendir. Oysa onun gerçekten Hristiyan olduğunu gösteren bir veri yoktur. Kaldı ki o dönemde Mekke’de yaşayan bir Hristiyandan da bahsedilmez. Sadece Corc adında bir köle ismi zikredilir. Dolayısıyla Varaka Hristiyan değil, toplumda görüşüne başvurulan bilge bir kişidir. Ancak Hristiyanlara karşı Resulüllah’ın nübüvvetini savunabilmek için bu şahıs Hristiyan olarak tanıtılmış olmalıdır.

Bahira Kıssası
Bahira kıssasında da benzer bir gaye söz konusudur. İddiaya göre Peygamberimiz 12 yaşlarında iken bir ticaret kervanıyla birlikte Şam yolculuğuna çıkmış ve Busra’ya geldikleri sırada, burada bir Hristiyan papaz olan Bahira ile karşılaşılaşmış. Papaz Muhammed’i gölgeleyen bulutu görünce onun beklenen peygamber olduğunu anlamış ve sırtındaki mührü merak etmiş. Sırtını açıp baktığında mührü görünce onun peygamber olduğunu haber vermiş. Bunun üzerine amcası Ebu Talib’i uyarmış ve Yahudiler’in öldürebileceği endişesiyle bir an önce Şam bölgesinden uzaklaştırılmasını istemiş. Ebu Talib de çocuğu Hz. Ebu Bekir ve Bilal ile beraber göndermiş. Bu iddia Tirmizi’deki bir hadis kaydında geçmektedir. Mekke ile Busra arası yaklaşık 1700 km’den fazladır. Peygamberimiz 12 yaşlarınnda olduğu zaman Ebu Bekir’in 9 yaşlarında olması gerekir. Zira Peygamberimizden 3 yaş küçüktür. Bilal ise o tarihte henüz doğmamıştır. Sadece bu detaylar bile hikayenin ne derece düzmece olduğunu anlatmak için yeterlidir.
Sonuç itibarıyla Resulüllah’ın sırtında nübüvvet mührü diye bir mühür yoktu. Şayet olsaydı bunu en sıkı muhaliflerine gösterir ve kendisine inanmalarını sağlardı.  

Parmaklardan su akıttığı iddiası
Kimi anlatılarda Resulüllah’ın parmaklarından sular akıttığı iddia edilir. Bu iddia ilk kez İbni Hişam’da geçmektedir. Bir iddiaya göre Tebük seferinden dönerken bir başka iddiaya göre ise değişik bir sefer surasında orduda ciddi bir su sıkıntısı yaşanmış. Ordu çaresiz kaldığı sırada Peygamberimiz elini açmış ve parmaklarından pınar gibi su akıtarak bütün ashabın su ihtiyacını karşılamış. Hatta ordudaki develer bile bu sudan faydalanmış, kimisi de duş almıştır. Oysa hikayenin aslında Peygamberimizin parmağından su akıttığından bahsedilmemektedir. Bulunan bir su kaynağını Resulüllah’ın eliyle düzelttiğinden ve elini suyun kaynağına koyup su aktığından bahsedilmektedir. Dolayısıyla böyle bir mucize yaşanmamıştır, olayın mucizevi bir tarafı da yoktur.

Hendek Savaşı sırasındaki gerçekleşen mucizeler
Hendek Savaşı’yla ilgili haberler arasında birtakım mucizeler anlatılır. Bunlar arasında en çok öne çıkanlar, hendek kazıldığı sırada Resulüllah’ın açlıktan karnına taş bağlaması, aç haldeyken kimsenin parçalayamadığı kayayı parçalaması ve iki kişilik yemeği bereketlendirip bütün hendek ordusunu doyurması anlatılarıdır.
Hikayeye göre hedek kazımı sırasında sahabe dahil Hz. Peygamber çok fazla acıkmış, onun halini gören Enes bin Malik’in babası evinde iki kişilik yemek olduğu için sadece iki kişiyi davet edebilmiş. Ancak Resulüllah bütün hendek ashabını çağırınca Enes’in babası hayli telaşlanmış, nihayet iki kişilik bir oğlak pişrilip getirilince Resulüllah yemeği bereketlendirmiş ve bütün ashabı doyurmuş.
Bir taraftan bu iddialar dillendirilirken, diğer yandan açlıktan Resulüllah’ın karnına taş bağladığından bahsedilmiştir. Şu kadar söyleyelim ki, madem yiyecekleri bereketlendirebiliyorsa, neden kendisi ve ashabı şiddetli açlık çekmişlerdir?
Ne yazık ki, bu tür hikayeler siyerin yapı taşları olarak öne çıkarılırken, Peygamberimizin ‘mücadelesi, çalışkanlığı, gayreti, üretkenliği, fedakarlığı, planlı programlı çalışması’ gibi özellikleri gölgede bırakılmıştır. Oysa Peygamberimiz hiçbir zaman işini şansa bırakmamıştır. Bütün tedbirleri almış, ardından Allah’a yakarmış ve dua etmiştir. Diğer bir deyişle O, yattığı yerde dua eden ve elinde sihirli değneği olan olağanüstü maharetlerle donatılmış bir portre değildir. Ümmetine de bu yönleriyle örnek olmuştur.

Hicret
Resulüllah’ın hicreti Akabe biatları süresince planlanıp alt yapısı hazırlanan projenin hayata geçirilmesidir. Bütün Müslümanların hicret ettiğini gören Mekke müşrikleri Peygamberimizin de hicret edeceğini düşünerek ellerinden kaçırmamak için Darunnedve’de toplanarak Peygamberimizi öldürme kararı aldılar. Her kabileden birer kişi seçilecek ve ani bir baskınla Peygamberimiz yatağında öldürülecekti. Bunu haber alan Peygamberimizin halası Rukayka Peygamberimize olup biteni hemen ulaştırdı. Peygamberimiz de son hazırlıkları yaparak arkadaşı Ebubekir’le birlikte yola koyuldu.
Ebubekir daha önce Abdullah b. Uraykıt’la mihmandarlık için anlaşmıştı, oğlu Abdullah’ı istihbarat için görevlendirmişti. Üç gün kadar Sevr Mağarası’nda saklandılar. Bu süre içinde Ebubekir’in kızları yol hazırlığı yaptı. Çünkü Resulüllah müşriklerin kendisini öldüreceklerine dair planı halası vasıtasıyal öğrenmiş ve apar topar şehri terk etmek zorunda kalınca hiçbir hazırlık yapamamıştı. Dolayısıyla bu süre içinde hem izlerini kaybettirdiler hem de yol hazırlığı yapılarak üçüncü gününün gecesinde yola koyuldular.
Hicretle ilgili anlatıların çoğu mitolojik ve ezoterik anlatılarla süslenmiştir. Örneğin izlerini kaybettirmek amacıyla, Ebubekir’in çobanının koyunları peşlerinden sürmesi, müşriklerin mağaranın ağzına kadar geldiği halde, gördükleri örümcek ağı nedeniyle dönmeleri, mağara ağzında bir kuşu yuva yapması, mağaranın içindeki delikleri Ebubekir’in elbisesindan parçalar yırtıp tıkaması ve son bir deliğe parça yetmeyince ayağını dayaması, bu delikten bir yılanın onu ısırması ve ardından Resulüllah’ın bir tükrükle yarasını iyileştirmesi gibi anlatılar bunlardan bir kaçıdır. Üzülerek belirtmek gerekir ki, yolculuk bu tür asılsız hikayelerle süslenirken gerçek hicretin anlamı buharlaştırılmış ve hicret yolculuğu olağanüstü rivayetlerin anlatıldığı hikayelere dönüştürülmüştür.

Olağanüstülükler yol boyunca da devam etmiştir. Sürâk b. Cu’şûm’un kafileyi takip edip öldürmek istemesi, Reulüllah’ın yolda rastladığı Ümmü Ma’bed adlı bir kadına ait olan ve zayıflıktan ayakta duramayacak kadar çelimsiz bir keçiden bol miktarda süt çıkarması gibi iddialar bunlardan bazılarıdır. Oysa Süraka Müdlic kabilesindendir. Bu kabile Mekke’ye değil Medine’ye daha yakındır. Kadının keçisiyle ilgili anlatılar da yine olayı gizemli hale getirmek için ortaya atılmış içi boş hikayelerdir. Oysa Resulüllah kadından yiyecek istemiş, o da yiyecek olmadığını söylemiş ve keçisinden süt sağmalarını önermiştir.  
Dolayısıyla hicret sırasında anlatılan mucize iddialarının hiçbirisi gerçekte yaşanmış tecrübeler değil, sonradan uydurulmuş içi boş hikayelerdir.

Mucizeler bizim gündemimizde nereye oturur
Şunu hatırlatalım ki, Resulüllan’ın sireti (hayatı) ve onun bize örnekliği göz önüne alındığı zaman mucizeler dinî yaşantı bakımından hiçbir temele oturmaz. Vahye inanan bir Müslüman zaten onun peygamberliğine de iman etmiş olur. Zira baştan da belirttiğimiz gibi, klasik tanımına göre mucizeler, nübüvveti ispat için gösterilir. Dolayısıyla inanan bir kimse için ayrıca mucize ile Peygamberimizin nübüvvetine delil oluşturmasına gerek yoktur.
Peygamberimize bu tür iddialarla bazı olağanüstü payeler verilince, bunun bir adım ötesinde, kendilerini peygamber varisi gibi gören/gösterilen kişiler bazı özel yeteneklere sahip oldukları iddiası üzerinden güç devşirmektedirler. Tıpkı peygamberlerin gaybı bilmesi veya bazı olağanüstülüklere sahip olması gibi belli otoritelere de bu payeler tanınınca istismara kapı aralanmaktadır. Nitekim yakın geçmişte yaşanan FETÖ yapılanması bunun tipik bir örneğidir. Rüyayla, kerametle insanlar kandırılarak umutlar çalınmıştır. Böylece işin ucu Cennet parsellemeye kadar varmıştır. Mucizeler üzerinden sürüklendiğimiz yer işte tam da burasıdır.
Bir siyerci olarak tavsiyem şu ki, Resulüllah bizim gibi bir beşerdi. Bizden farkı vahiyle olan ilişkisiydi. Onun haricinde bize normal bir beşer olarak örnek oldu. Güzel ahlakı, sevgiyi, merhameti, nezaketi, samimiyeti, doğruluğu, adaleti, hakkaniyeti, çalışkanlığı, özgürlüğü ve her şeyden öte sadece Allah’a kul olmayı miras bıraktı. Ayrıca şu da bilinmeli ki, Allah evrende her şeyi belli bir nizama göre yaratmıştır. Zaten buna da kader diyoruz. Bu yüzden hiçbir bireyin bir başkasından gizli güç anlamında zerrece farklı bir yeteneği olamaz. Çocuklarımıza insanlara değil, sadece Allah’a kul olmayı öretelim ki özgür yetiştirelim, onları vahiyle donatalım ki bu şarlatanların peşine takılmasınlar. Böylece geleceğimizi emin bir şekilde inşa edebilelim.  

DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder