20 Ağustos 2019 Salı

ÖLENLE ÖLÜNMÜYOR Kİ;

Hepimizin bildiği bir gerçek var. Hayatın gerçeği. Zamanını kendimizin tayin edemediği bir gerçek, mutlak gerçek, kimsenin kendisiyle tanışmak istemediği gerçek; ölüm gerçeği. 
Son nefesimizi verinceye kadar kendisiyle yüzleşmek istemediğimiz bir gerçek bu. Soğuk bir yüzü var.
Biraz önce beraber sohbet ettiğiniz, çay içtiğiniz, gülüp-oynaştığınız, sımsıcak sarıldığınız; sevgiliniz, sevdiğiniz, arkadaşınız, ananız- babanız… her kimse bir anda sessizliğe bürünüverir. O sıcacık vücut birden soğuyuvermiştir, yanınızda duruyordur, birliktesinizdir, boylu-boyunca uzanmış yatıyordur ama hareketsizdir. Ruh denen o şey ne ise uçup gitmiştir. Geriye kalan sadece cansız bir bedendir, hissiz ve donuk.
Dünyanız yıkılır birden, alt-üst olursunuz, olanları kabullenemezsiniz. Ağlarsınız, hıçkıra hıçkıra ağlarsınız, hiçbir teselliye kulak vermeden ağlarsınız. Bir zaman sonra göz pınarlarınız kurumaya başlar, şuurunuzu kaybettiğiniz zamanlar olur. Neden sonra, sevdikleriniz, dostlarınız, arkadaşlarınız kapınızı çalmaya başlarlar, onlar da olanları kabullenemezler. Her kapı çalıştan sonra acılarınız yeniden tazelenir.
Bir zaman sonra, kapınızı cenaze nakil firması çalar. Sevgilinizin cansız bedenini almaya gelmiştir. Kem gözlerden sakındığınız ciğer parenizi yattığı yerden alır tabutun içine koyar. Son bir sefer de olsa görmek için tabuta yaklaşırsınız ama, görevliler sizi tabuta yaklaştırmazlar. Sizinle sevgiliniz arasına engel koyarlar. Sevgililerinden ayıracakları başka cenazeler vardır onların, acele etmeleri gerekir. Gitmek zorundadırlar. Sesinizi çıkaramazsınız, çıkarsanız da işe yaramaz, anlamsız olur, hatta tabutun bir kenarından tutar ona destek bile olursunuz. Hem ağlarsınız hem de yürürsünüz. Sonra da cenaze arabasına ellerinizle koyduğunuz sevgilinizin arkasından sadece seyredersiniz, bir daha geriye gelmeyeceğini bile bile seyredersiniz. Giden sevgilinizdir, teslim ettiğiniz kişi ise yabancı birisidir, gittiği yer ise gelin odası/bekleme odası, morgdur.
O anı yaşamak ne kadar da acı verirmiş meğer, çekmeyen o acıyı bilemezmiş. Sonra da, çaresiz bir şekilde olduğunuz yere yığılıp kalırsınız, dostlarınız kolunuza girerler, sizi koltuğa taşırlar.
Herkes ağlıyordur, hıçkırıkların ardı arkası kesilmez. Daha sonra birileri bu gergin ortamı yumuşatmak için kendisinin de inanmadığı teselli edici sözler söyleyerek hüzünlü havayı dağıtmaya çalışır…
Sevgiliniz gelin odasındadır, orada sabahlamıştır. O asıl sevgilisine gelin gidecektir. Sabah olunca görevliler gelir ve onu güzelce temizlerler, güzel kokular sürerler sonra da gelinliğini giydirirler ona. Duvağını açmaya da sizi çağırırlar, sevgilinizi, asıl Sevgili’sine uğurlamak size düşer. Duvağını açarsınız ağlayarak, cansız bir beden ve tebessüm eden bir yüzle karşılaşırsınız, bembeyaz gelinliğin içinde misk gibi kokan canınız, cananınız size yüz vermez artık. O Sevgili’siyle buluşmak için sabırsızlanıyordur. Alnına bir öpücük kondurarak terk edersiniz gelin odasını (Morg).
Düğüne gelen sevenleri, dostları merasim alanında toplanmıştır. Tören, imamın “nasıl bilirdiniz?” sorusuyla başlar. Arkasından nikah duası olarak Fatihalar okunur. “Hakkımızı helal ediyoruz” nidaları arşa ulaşır. Gök kubbeye hoş bir seda bırakılır. “İyi biliriz, hakkımız helal olsun”
Nikah merasiminden sonra, sevgilinizin vasiyetini yerine getirmek için düşersiniz yollara. Elele tutuşarak birlikte geldiğiniz bu yabancı ellerde, bu sefer yollarınız ayrılmıştır. Sevgiliniz bagajda siz uçağın içinde yol alırsınız. Uçak doludur ama siz yalnızsınızdır. Daha da acısını sevgilinizi bir eşya gibi, bir bavul gibi kargodan alınca yaşarsınız. Aman Allah’ım bu ne yaman bir imtihandır böyle…
Sonrasında halkın gözleri önünde kendi ellerinizle sevgilinizi toprağın altına koyarsınız ve üzerine ilk toprağı da siz atarsınız. Kendi ellerinizle yaparsınız bunu. Böylece düğün merasimi sona ermiştir. Dualar okunur ve düğüne katılan dostlar meydandan ayrılır. Son görev hoca efendinindir. Sevgilinizi Sevgili'sine hoca efendi teslim eder.
Buraya kadar dostlarınızla birliktesinizdir, onlar sizi yalnız bırakmamışlardır. Sonrasında yavaş yavaş yalnızlaşırsınız. Çocuklarınız da sizleri terk eder, herkes bir yerlere dağılır ve işte asıl yalnızlık o zaman başlar. İçiniz acır, sanki yanar gibidir içiniz. Sevgiliniz gözünüzün önünden hiç gitmez ki. Nereye dönerseniz o oradadır. Siz mi onu takip ediyorsunuz o mu sizi belli değildir. Beyninizin içinde hep onun sesi vardır. Ağzınızın tadı kaçmıştır. Mesela; o mutfakta iken yardım etmek için gitmişsinizdir yanına, yardım edeyim derken ortalığı dağıtmışsınızdır, o da elinize vurarak “hadi sen git başımdan ben kendi işimi kendim yaparım” diyerek sizi mutfaktan atmıştır…Başka hatıralarınız da vardır, onlar da sırasıyla bir bir gelir gözünüzün önüne, bazen güldüğünüz bile olur… Neydi o günler bile dersiniz…Sevgilinize haksızlık yaptığınıza inandığınız konular da gelir aklınıza işte o zaman yıkılırsınız, keşke yapmasaydım dersiniz, yüzün buruşur, kalbiniz acır, yüreğiniz titrer, pişman olursunuz ama o son pişmanlıktır fayda vermez…
Dünyada sizin olanları ne kadar çok severseniz sevin, o sevdiğiniz bir gün geliyor sizi terk ediyor veya siz onu terk ediyorsunuz, çünkü ne siz onunsunuz ne de o sizin…Biz hepimiz O Bir olanın eseriyiz, yol da O’nunmuş varlık da O’nunmuş /gerisi hep angaryaymış. Ayrılıklar da hayatın bir gerçeğiymiş, ölümler de hayatın bir gerçeğiymiş…, ne kadar acı çekerseniz çekin giden geriye gelmezmiş. Ve ölenle ölünmüyor ki;…
“Her nefis ölümü tadıcıdır”. Bu buyruk virdimiz olsun… Ölümü unutmayalım, ölüm bize gelmeyecekmiş gibi yaşamayalım, dünyevileşmeyelim, uzun ömürlü olmayalım, infak sahibi olalım, kendimiz için istediğimizi başkası içinde isteyelim, birbirimizi kırmayalım, bir gün ansızın kapımız çalınabilir, hazırlıklı olalım…Gelen misafire kapıyı gülümseyerek kendimiz açalım…, “
”Hoş geldin safalar getirdin…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder