13 Aralık 2020 Pazar

COVID-19 Neredeyse bir seneden beri yaşam biçimimiz oldu

COVID-19 salgınıyla yatıp kalkıyoruz. Ne ağzımızın tadı kaldı ne de yaşama sevincimiz. Çocuklarımızla birlikte sinemaya, tiyatroya gidemiyoruz. Sıla-i Rahim yapamıyoruz. Ağız tadıyla alışveriş yapamıyoruz. Dostumuz bize biz de dostumuza yaklaşamıyoruz. Sosyalmesafe kuralıyla vebalı gibi yaklaşıyoruz birbirimize. Böyle durumlarda dostlukların devamı esas iken bizlere uzmanlar tarafından uzaklaşma tavsiye ediliyor. Bu koşullar altında ilgisizlik, motivasyon eksikliğine sebep oluyor. Zaten var olan yorgunluğunuz katlanarak artıyor, yalnızlaşıyorsunuz. Bazen bir telefon bile moralinizin yükselmesine sebep olabilirken, dostlarınız onu da çok görüyorlar. Onlar telefon etme yerine mesaj yazmayı tercih edince böyle bir imkânınız da olmayabiliyor. Telefon ederlerse COVİD belki telefon aracılığıyla onlara da bulaşabilir, değil mi. Geriye sığınacağınız tek kucak, Yaratıcınızın kucağı kalıyor. Onun kucağına sığınmak ve O’na dua etmekten daha anlamlı başka ne olabilir ki. Tam sığınağınıza yaklaşmak üzere hazırlığınızı yapmışken şom ağızlı bir tarikat üyesi tarafından sosyal medyadan bir bildiri alıyorsunuz. Hadis olarak paylaşılmış bir haber: Peygamber efendimiz şöyle buyuruyormuş: “Yüce Allah insanlar topluca günah işlediklerinde, öğüt alıp tövbe etsinler diye onlara salgın bir bela gönderir. İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak, ilkesini terk ettiklerinde, onları evlerinden dışarı çıkamayacakları duruma düşürür. Allah’ı anmayı unuttuklarında ise, dünyadan lezzet almasınlar diye ölüm korkusunu onların arasında yaygınlaştırır. (el-Kafi, c.4.s.145) İster istemez bir şok yaşıyorsunuz. Kucağına sığınacağınız O Yaratıcınız size bela olsun diye göndermiş bu salgın hastalığı meğer. Güya, O’nun peygamberinden nakledilen bir sözmüş bu. O biricik sığınağınızı da böylece kaybediyorsunuz. Fiziksel olarak uzak, sosyal olarak yakın kalın Biraz sonra bir mesaj daha alıyorsunuz sosyal medyadan. Kutsal kitaptan örnekler var bu mesajda: “Sıkıntılı günde cesaretin mi kırıldı? O zaman gücün de olmaz” (Özdeyişler 24:10) “Gerçek dost… sıkıntılı günler için doğmuş kardeştir” (Özdeyişler 17:17) “Gerçek dostlar bize güç verir (Selanikliler: 5:11) “Fakat bunun tersine, uzun süre izole yaşamak sağlığımızı riske atar” (Özdeyişler 18:1) “Tanrı’ya yaklaşın, size yaklaşacaktır” (Yaup 4:8) “Tanrı her türlü zorlukla başa çıkmanıza yardım edebilir” (İşaya 41:13) Tanrı her türlü hastalığa bir son vereceğini vaat ediyor. “Orada oturan hiç kimse ‘Hastayım’ demeyecek.” (İşaya 33:24) “Zamanınızı anlamlı şekilde kullanmak olumlu tutumu korumanıza ve aşırı derecede kaygılanmamanıza yardım eder.” (Luka 12:25) “Deneyimsiz insan her söze inanır; sağ görülü insan ise adımını tartarak atar.”(Özdeyşler 14:15) Ümit dolu mesajlar var Kutsal Kitap paylaşımlarında. Motivasyonunuz yükseliyor. Müslümanların paylaşımlarında içiniz kararıyor. Şimdi bana cevap verin, Müslümanların tanrısı mı yoksa Kutsal Kitabın tanrısı mı, daha merhametli. “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri de helak edecek misin.” Siz siz olun, bu dönemde yapamadığınız şeylere odaklanmaktansa şu anki koşullarınızdan en iyi şekilde yararlanmanın yollarını arayın. Geçmişte zaman bulamadıysanız, şimdi yapabileceğiniz projeler ya da hobileriniz olsun. Ailenizle daha fazla vakit geçirmek için plan, program yapın. Ne yazdığını, ne yaptığını bilmeyen insanların sosyal medya paylaşımına itibar etmeyin…Hele hele, tarikat kaynaklı hiçbir paylaşıma asla itibar etmeyin…

3 Aralık 2020 Perşembe

İslâm Medeniyeti’nin Batı Medeniyeti’ne Tesiri

Bir yerde insan yerleşik hayata geçmiş ise, orada bir medeniyet oluşturmuştur. Toplu yaşamanın oluşturduğu sonuçlardır medeniyet. İnsanlık tarihi boyunca oluşan medeniyetlerin kimisi kaybolmuştur, kimisi kaybedilmiştir, kimisi de ayaktadır ve günümüz insanını selamlamaktadır. Arkeolojik kazılardan öğrendiğimiz kadarıyla, bugün 12 bin yıl öncesine ait olan medeniyetleri az çok tanıyabiliyoruz. Toynbee, bunlardan 16 medeniyetin öldüğünü, beşinin de Batı Medeniyeti tarafından yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu belirtmektedir.(1) Gününüzde iki medeniyetten söz edebiliriz; birisi Hıristiyanlık, Yahudilik ve diğer sistemlerin tesirinde bulunan Batı Medeniyeti, diğeri de İslâm Medeniyeti'dir. Doğuşundan kısa bir süre sonra İnsanlık İslâm Medeniyetiyle tanışmıştır. İslâm’ın hızla dünyaya yayılması, kısa sürede geçmiş medeniyetler ile (Bizans (Yunan), İran, Hind ve Çin Medeniyetleri) hızlı bir şekilde tanışmasını sağlamıştır. O medeniyetleri yok farzetmeyen, bilakis onlardan İstifade etmesini bilen Müslümanlar, böylece şefkat ve merhamet medeniyetinin temelini de atmışlardır. Bir müddet sonra da ‘fen, sanat, iktisat, tıp, edebiyat, astronomi, felsefe’ gibi ilimlerde yaptıkları ilerlemelerle kendilerinden bahsettirmesini bilmişlerdir. Zira İslâm, tefekkürü ibadet saymıştır, ilimle uğraşmayı farz kılmıştır, alimin uykusunu cahilin ibadetinden üstün tutmuştur, hatta alimin kullandığı mürekkebi, şehidin kanından üstün görmüştür. Bu durumda Allah da onların elinden tutmuş ve dünya denilen bu gezene salıvarmiştir. Böylece İslâm Medeniyeti dünyanın, kendisinden sonraki kaderini belirlemesini bilmiştir. Batı Medeniyeti diye bir medeniyetten bahsediliyorsa bugün, bu medeniyet varlığını İslâm Medeniyetine borçludur. Nitekim Ronald Victor Courtenay Bodley'in; "Rönesansı İslâmiyet'e borçluyuz" sözü, bu gerçeği dile getirmektedir. Bundan başka hâlâ günümüzde bile Osmanlı müesseseleri üzerinde yapılan çalışmalar örnek alınarak, bazı gelişmelerin ortaya çıkarıldığına da şahit olmaktayız.(2) İslâm Medeniyeti, İslâm Dîni'ni kabul eden milletlerin el birliği ile meydana getirdikleri ortak bir medeniyetin adıdır. Bununla beraber bu medeniyetin kuruluş ve gelişmesinde Arapların, İranlıların ve Türklerin büyük payları olduğu bir gerçektir. Nitekim W. Barthold'un da işaret ettiği gibi İslâm Medeniyeti veya Arap Medeniyeti adı, Ortazaman Şark Medeniyetine verilmektedir.(3) İslâm dünyasının, özellikle manevi alandaki bu olağanüstü gelişmesi, İslâm inkılabının gücü ile, ruhundaki aksiyon kabiliyeti ve bunların yanı sıra bu medeniyetin öncülüğünü yapmış olan Arap ve Arap olmayan milletlerin parlak düşünce ve sanat yetenekleri ile birlikte, İslâm'ın ilme verdiği değer ile açıklanabilir.(4) Montgomery Watt şöyle der; "Müslümanlarla Hıristiyanların, Araplarla Avrupalıların bir dünya içinde gittikçe kaynaştığı şu zamanda, İslâm'ın Avrupa'ya yaptığı tesiri incelemek, son derece isabetli bir çalışmadır. Ortaçağ Hıristiyan yazarlarının, zihinlerinde tablosunu çizdikleri İslâm'ın, tamamen iftira mahsulü olduğu çoktandır bilinmektedir. Yalnız şimdi, geçen asır boyunca, araştırmacıların yaptıkları tetkikler sayesinde Batılıların gözleri önünde daha objektif bir şekil belirmektedir. Fakat biz Avrupalıların kör gözü, İslâm kültürüne olan borcumuzu görmeye manidir. Geçmişten gelen mirasımıza İslâm'ın yaptığı tesirin kıymet ve kadrini bazen küçümsüyor, bazen de tamamen görmezlikten geliyoruz. Müslüman ve Araplarla daha iyi münasebetler kurabilmek için, borçlarımızın tamamını itirafa mecburuz. Onu saklamak ve inkar etmek. Sahte bir gurur alametidir."(5) Benzer bir tespit de Dr. Sigrid Hunke tarafından şöyle yapılır; dîni taassup yüzünden, objektif ve adalete uygun bir şekilde, yargılamaktan kaçındığımız ve üstün başarılarını sistemli bir şekilde küçültmeye çalıştığımız, kültürümüzün temeli olan eserlerinin üstünü örttüğümüz ve adını bile anmaktan çekindiğimiz bir milletin hakkını vermenin artık zamanı gelmiştir. İslâmiyet'in çıkışından günümüze kadar, Batı ile Arap dünyası arasındaki ilişkiler, duygu ve tutkuların, tarihi nasıl yalana boğduğunun en açık örneğidir. Bu başka din mensuplarından gelecek her etkinin tehlikeli görüldüğü ve bu sebeple de elden geldiği kadar önlemeye çalışıldığı zamanlar için tabii idi. Bu bir Ortaçağ görüşüdür. Bu görüş hâlâ ortadan kalkmış değildir. Günümüzde de geleneklerin sınırladığı ufuk, çoğu zaman bilinçsizdir. Kökleri çok derinde olan bir kaygıdır bu. Bunlar eski propagandalardır. Bu insanlar bize katiller ve puta tapanlar olarak tanıtılmıştır. Bu yaklaşımlar bizlerin gözünü kör etmiştir. Bu körlük bizlerde akıl tutulmasına sebep olmuştur."(6) Otto Spies de konu ile ilgili olarak şu tespiti yapar, Doğu Kültürünün Avrupa Üzerindeki Tesirleri adlı eserinde; Romalılar ve onların mirasçısı olan Bizanslılar, Doğu ve Batı dünyasını Akdeniz etrafında toplayarak meydana getirdikleri "Akdeniz Medeniyeti" ile, Doğu kültürünün Batıya geçmesinde aracı oluyordu. İslâm'ın ortaya çıkışı ile Batı dünyası Doğu kültürünü İslâm Medeniyeti aracılığı ile almak ve aktarmak durumunda kaldı. Eski Doğu Medeniyetinin ve Antik devir ilimlerinin Batıya aktarılmasında Müslümanlar, aracı olarak önemli roller oynadılar. Uzakdoğu menşeli ilimleri yerinde öğrenen Müslümanlar, bu ilimlere önemli ölçülerde katkılarda bulunarak Batıya aktardılar.(7) Şu bir gerçektir ki, Ortaçağın sonlarında ve Rönesans'ta Grek felsefesi, Batı'da, doğrudan intikal ve tercümelerden ziyade Arapların elinde olduğu şekil temel alınarak incelenmişti. Aristo'nun mantık, fizik ve metafiziği ya Arapça'dan ikinci elden tercümelere yahut da İbn-i Sina'nın eserlerine dayanarak inceleniyordu.(8) .......... 1.İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ankara 1977, s. 9. 2. Prof. Dr.Ziya Kazıcı, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi 3. M. Fuad Köprülü-W. Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara 1973, s. 3. 4.Haydar Bammat, İslâm'ın Çehresi, trc. Osman Fehmi Giritli, İstanbul 1975, s. 93-94. 5. Montgomery Watt, İslâm'ın Avrupa'ya Tesiri, trc. Hulusi Yavuz, İstanbul 1986, s. 11. 6. Sigrid Hunke, Allah'ın Güneşi Avrupa'nın Üzerinde, trc. Hayrullah Örs, İstanbul (tarihsiz), Altın Kitaplar Yayınevi, s. 8. 7. Otto Spies, Doğu Kültürünün Avrupa Üzerindeki Tesirleri, Trc, Neşet Ersoy, Ate Dergisi, İlave Yayınları No: 8, Ankara, 1974, s. 6 8. Daha geniş bilgi için bak. Gabrieli Francesco, age. IV, s. 425-451.

23 Kasım 2020 Pazartesi

ÖĞRETMENLER GÜNÜ 2020

Bugün 24 Kasım ‘Öğretmenler Günü.’ Öğretmenler günü kutlanacak. Hem de resmî törenlerle kutlanacak. Öğretmenlerin hoşgörüsünden, sabır küpü olmalarından, sevecen olmalarından, öğrettikleri bilgilerden, rehber olmalarından hayatımıza yön veren birer mimar olmalarından, bize bir harf öğrettiği için kendilerinin kölesi olmamız gerektiğinden bahsedilecek. Hamasi nutuklar atılacak. Onları yücelten şiirler okunacak. Daha hiçbir şeyin farkında olmayan küçücük öğrenciler yüceltecek onları. Sahiplenilecek onlar ve halkın da onları sahiplenmesi istenecek. Radyolarda, televizyonlarda, açık oturumlarda, gazetelerde onlardan bahsedilecek. Geleceğimize ışık tutan, aydınlık yarınların öncüsü tüm öğretmenlerimizin “ÖĞRETMENLER GÜNÜ” kutlu olsun, denilecek. Denilsin elbet. Ancak hak eden öğretmenler için denilsin. Elbette bu özelliklere sahip olan öğretmenler vardır, bunlar çoğunlukta da olabilirler. Onların önünde eğiliriz, dua da ederiz onlar için. Ziyaretlerine de gideriz bayramlarda. Sosyal medya üzerinden onlara ulaşır gönüllerini de alırız. Almalıyız da. Hele bir de o öğretmen öğrencisinin geleceğini inşa etmişse, ona yol göstermiş elinden tutmuş ise o öğretmenin önünde ceket düğmelenir, saygı ile eğilinir ve eli öpülür. Alimlerine saygı duymayan insanlar geleceklerini inşa edemezler. Kur’an ilim sahiplerine itaat etmemizi, onlara saygı göstermemizi ister bizden; “De ki, bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (Zümer sûresi 39/9) “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan ilim sahiplerine (ülü’l-emr) de. (Nisa Suresi 4/59) Bu buyruklar karşısında da ceketlerimizi düğmeler, buyruk Sahibi’nin önünde elbette saygı ile eğiliriz. Ancak, bir de öğrencisine hayatı zindan eden öğretmenler vardır. Öğrencisini sürüm sürüm süründüren, bir puan eksik not vererek öğrencinin dünyasını karartan, bu yaptığı iş ile de övünen, sadist, psikopat, din düşmanı, başörtüsü düşmanı, millet düşmanı, vatan düşmanı öğretmenler vardır. Nice öğrenciler o öğretmen yüzünden okulu bırakmıştır. Hatta okumayı bırakmıştır. Öğrencisini döven, aşağılayan, giyimiyle dalga geçen, inancıyla dalga geçen, mezhebiyle dalga geçen, ailesiyle dalga geçen öğretmenlerdir bunlar. 24 Kasım törenlerinde bu psikopatlardan hiç bahsedilmez. Onlar da taktir edilen öğretmenlerin gölgesinde alkış alırlar. Yanlıştır, haksızlıktır. Özverili öğretmelere haksızlıktır. Onlar hak ettikleri yergiyi bu törenlerde almalıdırlar. Yaptıkları yanlışlıklar yüzlerine vurularak cezalandırılmalıdırlar. Madem 24 Kasım öğretmenler günü olarak kutlanır. Bu kutlamaya layık olmayan öğretmenler bu törenlere de alınmamalıdır. Çünkü, kutlama sevgiliye olan minnettarlığın dışa vurumudur. Vatanın kurtuluşu bu anlamda kutlanır, bayramlar bu anlamda kutlanır, festivaller bu anlamda yapılır. İki yüzlü insanların gerçek yüzü bu gibi törenlerde faş edilmelidir. Aynı özelliğe sahip olan, hocalar da vardır. Çocuklar o hocalar yüzünden camiden, cemaatten, dinden soğumuşlardır, hatta sırf bu yüzden dinlerine düşmanı olanları bile vardır. Onlar da faş edilmelidir. Onların da iplikleri pazara çıkarılmalıdır. Milletin parasıyla milletin çocuklarına zulmeden hasta ruhlu bu öğretmenler ve hocalar öğretmenler camiasından tecrid edilmelidir. Tecrid edilmelidir ki; onların halini görenler onların yaptıklarını yapmasınlar. Ben öğrencisini öğrencisi olduğu için seven ve görevinin de ona bildiklerini öğretmek olan, onlara yol gösteren onları seven, vicdan sahibi, sorumluluk sahibi öğretmenlerin önünde saygı ile eğiliyorum ve onların öğretmenler gününü bütün kalbimle kutluyorum.

19 Kasım 2020 Perşembe

DEVLETİN DİNİ ADALET, DİNİN DEVLETİ HÜRRİYETTİR

Prof. Dr. Mustafa Öztürk yazmış. Ben de Üstadıumızın hoşgörüsüne sığınarak. Bu yazıyı önemine binaen köşemde aynen yayınlıyorum. Güncel siyasi tartışma platformlarında kimi zaman Hz. Ömer ve Hz. Ali gibi sahâbîlere atfen iki çarpıcı söz zikredilir. Bunlardan biri, “Devletin dini adalet, dinin devleti hürriyettir”, diğeri “Adalet mülkün temelidir” şeklindedir. Bu sözler sübut (senet, isnat) açısından belirsiz olmakla birlikte mana ve mesaj yönüyle muhkem ayet gibidir. İslamcılıkla hemhal olduğumuz seksenli yıllardan bu yana bilfiil yaşadığımız sosyal ve siyasal tecrübeler şeksiz şüphesiz biçimde gösterdi ki gerçekten de “adalet mülkün temelidir” ve gerçekten de “devletin dini adalettir”. Binaenaleyh ne laiklik, cumhuriyet, demokrasi ve de monarşi, oligarşi veya meşrutiyet, mülkün (devlet ve düzen) temelini oluşturan adalet ilkesinden bağımız olarak kayda değer bir anlam taşıyan kavramlar değildir. Başka bir deyişle, adalet söz konusu olmadığında devlet düzeni ister laiklik ve demokrasiye ister monarşi veya oligarşiye dayansın, pek fazla bir anlam ifade etmemektedir. Adalet, efradını cami ağyarını mani şekilde tanımlanması zor bir kavram olmakla birlikte insanlığın maşeri vicdanında fıtrî olarak kendiliğinden tanımlanmış halde bulunduğundan olsa gerek Kur’an dahi “adalet”in tanımına dair herhangi bir beyan içermez. Buna mukabil birçok ayette adalet ve hakkaniyetten şaşılmaması ve ne pahasına olursa olsun adaletin hâkim kılınması gerektiği vurgulanır. Ferdî ve içtimaî yapıda dirlik ve düzenliğin yanı sıra hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlâkî erdem diye tanımlanması mümkün olan adaletin zıddı zulümdür. Arapça sözlüklerde “bir şeyi ona ait olmayan yere koymak” diye açıklanan zulüm (zulm) dinî, ahlâkî ve hukukî bir terim olarak “sınırları aşma, haktan bâtıla sapma, kendi hak alanının dışına çıkıp başkasını zarara sokma, rızasını almadan birinin mülkü üzerinde tasarrufta bulunma”, özellikle de “güç ve otorite sahiplerinin sergilediği haksız ve adaletsiz uygulama” gibi anlamlarda kullanılır. Devlet ve siyaset üzerine dair birçok eser kaleme alan ve el-Ahkamu’s-Sultâniyye adlı meşhur eserinde “toplumsal yapı açısından en temel ilke kamu düzeni, devlet idaresi açısından da yönetimde adalettir. Sosyal sorunlar ve sıkıntıları baskıyla önlemeye kalkışmak aldatıcı bir çözüm formülüdür” diyen Mâverdî’ye göre kendi halkına zulmeden devlet onun güvenini, dolayısıyla kendi meşruiyet zeminini kaybedeceğinden yıkıcı bir güç haline gelir. Bunun içindir ki “Mülk (devlet) küfürle ayakta durur ama zulümle durmaz” (el-mülkü yebkâ ale’l-küfri velâ yebkâ ale’z-zulm), “Allah kâfir olsa bile adaletli bir devlet düzenini ayakta tutar ve fakat müslüman olsa dahi zalim devlet düzenini payidar kılmaz” “Dünya düzeni adalet ve küfür üzere devam eder; fakat zulüm ve İslam üzere devam edemez” denilir. Bu çarpıcı vecizeler de Hz. Ali ve/veya Hz. Ömer’e izafe edilen “Devletin dini adalet, dinin devleti de hürriyettir” sözünün ne kadar isabetli olduğunu teyit eder niteliktedir. Bu söz sanki Mu’tezilî gelenekten sadır olmuş gibidir. Çünkü Mu’tezilî gelenekte adalet ilkesi devlet bir yana Allah için bile zaruridir (vücub alellah). Daha açıkçası, Mu’tezile Allah’ın insanlarla ilişkisinde adalet ve hakkaniyet ilkelerine uymasını “aslah” fikri çerçevesinde O’nun için zorunlu (vacip) bir vazife olarak telakki etmiştir. “Dinin devletinin hürriyet/özgürlük” olması meselesine gelince, Kur’an’ın beyanları uyarınca din (İslam ve müslümanlık) Allah’a mutlak teslimiyeti gerektirdiğinden, dolayısıyla Allah “rab” (efendi), insan “abd” (kul, köle) olarak tarif edildiğinden, bu bağlamda dinin devletinin özgürlüğe karşılık geldiğini söylemek pek mümkün değildir. Ancak dinin insanlar tarafından anlaşılması ve uygulanması zemininde durum değişir. Daha açıkçası, gerçek hayat düzleminde belli bir dinî görüş ve yorumun mutlak ve yegâne hakikat gibi algılanıp başka görüş ve yorumların din dışılık veya sapkınlıkla yargılanmaması, bilakis dinî alanda farklı görüş ve yorumlara hayat hakkı tanınması söz konusu olduğunda “dinin devleti özgürlüktür” denebilir ve din ancak böyle bir özgürlük vasatında insanlara huzur temin edebilir. Aksi takdirde dinin korkunç bir baskı aracına dönüşmesi işten bile değildir. Nitekim sözde din adına insanlığın ne kadar korkunç zulümler ve kıyımlara maruz kaldığına tarih şahittir. Bütün bu mülahazalardan sonra “Devletin dini adalettir” sözünün hal-i hazırda yaşadığımız gerçek hayat alanında da dört gözle gerçekleşmesini ümit ettiğimiz bir büyük hayal ve ideale karşılık geldiğini söylemek gerekir. Özellikle Fethullahçı terör örgütünün yargı kurumlarında yarattığı korkunç yıkımlar ve buna bağlı olarak hukuk alanında kendini gösteren “çivisi çıkmış” uygulamalar dikkate alındığında “Devletin dini adalettir” ilkesinin ne kadar büyük bir ideale işaret ettiği kuşkusuz daha iyi anlaşılır. Tam bu noktada Adalet Bakanı Sayın Abdülhamit Gül’ün birkaç gün önce düzenlenen “Ceza Hukukunda Alternatif Çözüm Yolları Sempozyumu”ndaki açılış konuşmasında yer alan şu ifadeleri, “Devletin dini adalettir” ilkesinin bir an önce devlet katında hayata geçirilmesine yönelik ümit ve beklentilerimizi yeşertecek tarzdadır: “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun. Bizim yargıçlardan, yargı mensuplarından beklediğimiz budur. ‘Şu ne der bu ne der, adliyeye gelen insan şöyle telkinde bulundu, şu nasıl bakar, nasıl değerlendirir, bu konjonktüre uygun mu… Yargı konjonktüre bakmaz, yargı hatıra bakmaz, yargı birilerinin dediğine bakmaz. Yargı dosyaya, vicdanına, hukuka Anayasa’ya bakar. Bizim beklentimiz budur. O yüzden adalet yerini bulsun ne olursa olsun yargı mensuplarının yanında HSK vardır, bu millet vardır. Hiç kimsenin tavsiyesine, talimatına, telkinine bakarak değil, dosyaya bakarak vicdanınıza göre karar verin ve seksen üç milyon insan huzur içerisinde geleceğe daha güvenle baksın. Bu konuda bütün hâkim ve savcıların, adalet sisteminin yanında güçlü şekilde durmaya devam edeceğiz.” Sonuç olarak, Kur’an’da buyrulur ki “Ey Müminler! Kendinizin, ana-babanızın veya akrabanızın aleyhine de olsa, tüm gücünüz ve samimiyetinizle adalet ve hakkaniyetten yana olun; Allah için doğru şahitlik yapın. Şahitlik hususunda insanların zengin veya fakir olmasını dikkate alarak adalet ve hakkaniyetten sapmayın” (Nisâ 4/135).

10 Kasım 2020 Salı

Ein Versuch die Muslime in Deutschland einzuschüchtern? Die Geschehnisse in der Mevlana Moschee in Berlin

Rüştü KAM „Geschichte wiederholt sich sagen sie. Wenn Lehren aus der Geschichte gezogen werden würden, würde sie sich dann dennoch wiederholen?“ - Mehmet Akif Ersoy Ich möchte meine Schrift mit den Worten des großen Dichters Mehmet Akif Ersoy beginnen, der unter Anderem die Nationalhymne der Türkischen Republik zu Papier gebracht hat. Unsere Situation als Muslime in Deutschland sollte kritisiert werden. Wir werden als Dönerverkäufer oder Obst-und Gemüsehändler angesehen und können kein wahrhaftiges Bild von uns generieren. Daran sind wir auch selbst verschuldet. Es gab vieles, was gewollt oder ungewollt als Fehler anzusehen ist. Die Kategorien „Muslim“ oder „Türke“ ruft Bilder hoch. Das sind Menschen, die bestimmte Rechte und Werte nicht teilen und deren Häuser verbrannt, Arbeitsstätten gestürmt und beschmutzt und Vereine angezündet werden können. Deren Moscheen werden verbrannt, Razzien durchgeführt, Schweinsköpfe zugesandt und Schüsse abgefeuert. Ob in deren Häusern oder Moscheen Menschen sind, ist für die nicht von Bedeutung. Den Geschäftsleuten können Schüsse adressiert sein, das ist für die nicht wichtig. Die Menschenrechte gelten nicht für sie – sie sind durch ihr Erscheinen und Auftreten nicht menschenwürdig. Die Strafverfolgungsbehörden desselben Bundeslandes betrachten und behandeln die Kirche oder die Synagoge und ihre Mitglieder jedoch nicht gleich. Für sie ist die Kirche und Synagoge das Haus Gottes. Es ist heilig. Wenn jemand, der ein Verbrechen begeht, in der Kirche oder in der Synagoge Zuflucht sucht, kann er nicht berührt werden. Der Schutzengel dieser Person ist von diesem Moment an ein Priester und ein Rabbi. Er oder sie kann nur nach deren Erlaubnis an staatliche Behörden übergeben werden. Während die Praktiken in Bezug auf die heiligen Stätten so sein sollten, kann die Moschee des Muslims von der Polizei betreten und der Ort der Niederwerfung kann mit Stiefeln beschmutzt werden. Während des Morgengebetes wird eine Razzia in der Mevlana-Moschee durchgeführt, einer Moschee im Bezirk Kreuzberg im Herzen der deutschen Hauptstadt Berlin. Diese Razzia wird von der Polizei durchgeführt, die mit ihrer Presse und ihren Hunden voll ausgestattet ist. Eine Polizeiarmee von 150 Personen. Dies geschieht an einem Ort der Anbetung. Es wird an einem Ort abgehalten, den Muslime als heilig betrachten und es das Haus Gottes nennen. Zunächst muss untersucht werden, warum, wo und wie dieser Druck auf diesen Ort ausgeübt wurde. Im Zuge der Pandemie wurden Gelder an Bedürftige Einrichtungen und Personen verteilt. War Deutschland hinter diesem geringen Betrag hinterher, dass die Mevlana Moschee beansprucht hat? Wenn ja, warum hat sie dies mit 150 Mann auf solch eine Art und Weise durchführen müssen, wenn dies auch ein Sachbearbeiter der Finanzämter hätte regeln können und müssen? Hängt es wohl doch eher mit dem allgemeinen weltweiten Druck zusammen, der auf Muslime ausgeübt wird? Wollte Deutschland die Muslime hierzulande einschüchtern und was erwartet uns als Nächstes? Nach dem Geschehen kommen der Botschafter der Republik Türkei Ali Kemal Aydın und der Generalkonsul Rıfkı Olgun Yücekök zum Ort und geben Pressemitteilungen und Beistandsbekundungen aus. Bis dahin ist alles in Ordnung. Es ist keine Pressekonferenz von Religionsgemeinschaften, die in Deutschland dienen. Eine Pressekonferenz hätte mit dem Berater oder Attaché des Religionsdienstes, dem Vertreter der Islamischen Kulturzentren, dem Vertreter der schiitischen Muslime und den Vertretern der arabischen Muslime stattfinden sollen. In diesem Fall würde der Auslöser gedrückt, und ein bedeutendes Foto aufgenommen werden. Das aufgenommene Foto wäre auch aussagekräftig, und dann würde der Fotograf anfangen zu reden und sagen; „Was auch immer der Grund für die Unterdrückung ist, dies ist ein Ort der Anbetung für Muslime. Diese Kultstätte kann nicht als einer Gemeinde zugehörig angesehen werden. Der Überfall auf diesen Ort der Verehrung scheint bei allen Muslimen durchgeführt worden zu sein. Bei diesem Überfall wurde der Ort, an dem sich Muslime niederwerfen, wurde auf deren Kopf getreten und gestampft. Das ist nicht akzeptabel. " Solch ein Foto hätte Wellen geschlagen und Resonanz bei den politischen Sphären erreicht. Für solch eine Zusammenkunft der muslimischen Gemeinden und Vertreter der Religionen ist es jedoch noch nicht zu spät. Es gibt auch einige verantwortungslose Leute aus der türkischen Presse. Dies sind die Verantwortungslosen. Sie vermischen Halbwahrheiten und produzieren falsche Nachrichten über Klatsch und Misstrauen und drücken sie in ihre eigene Gesellschaft. Sie tun dies im Namen des Journalismus. Es ist eine Schande, es ist eine Sünde. Der Vernünftige sollte diesen Freunden das Laufen beibringen... Der Theologe Martin Niemöller hat die Gräueltaten der Nazis und die Taten der anderen wie folgt dokumentiert: „Als die Nazis die Kommunisten holten, habe ich geschwiegen; ich war ja kein Kommunist. Als sie die Sozialdemokraten einsperrten, habe ich geschwiegen; ich war ja kein Sozialdemokrat. Als sie die Gewerkschafter holten, habe ich geschwiegen, ich war ja kein Gewerkschafter. Als sie mich holten, gab es keinen mehr, der protestieren konnte.“ Der Generalkonsul, der die Mevlana Moschee im Anschluss an die Geschehnisse besuchte, wurde währenddessen fotografiert. Das Bild bestätigt leider das Bild, das hervorgerufen wird, wenn an Muslime gedacht wird. Einerseits ist es ein schönes Foto, gleichzeitig jedoch nervenaufreibend. Die Kulisse erinnert eher an einen Spätkauf, als an eine prächtige Moschee im Herzen Berlins. Es ist so, als ob mit dem Foto versucht wurde zu zeigen, warum die Razzia legitim gewesen sei. Wenn der Vorstand der Mevlana-Moschee ein Verbrechen begangen haben, sollte natürlich ihre Strafe verhängt werden. Diese Strafe sollte jedoch der Person auferlegt werden, die das Verbrechen begangen hat. Bis das Verbrechen behoben ist, sollten diese Menschen nicht vor die Gesellschaft geworfen werden, als wären sie Kriminelle. Menschen sollten nicht durch Methoden verunglimpft werden, die eine ganze Gemeinschaft unter Verdacht stellt. Eine solche Praxis entspricht nicht der Rechtsstaatlichkeit, diese Methode ist die Methode des Polizeistaats. Der deutsche Staat ist im Disput mit den Muslimen hierzulande, schon seit Langem. Unser ehemalige Bundespräsident Christian Wulff hat versucht diesen Streit zu beenden mit den richtigen Worten und dem Ansatz: „Muslime sind ein Teil von Deutschland.“ Die Gesellschaft sollte nicht im Streit liegen und unnötig Spannung erzeugen. In Deutschland leben sechs Millionen Muslime. Aufgrund solcher unreflektierter Handlungen und aber auch Razzien sind die Menschen im Zustand der Starre und Isolation. Diese Menschen (Muslime) wollen dem deutschen Staat vertrauen können, mit ihrem Hab und Gut. Der Staat muss den Menschen dieses Vertrauen geben können, sie haben es verdient. Wann immer wir eine Mission teilen, so werden wir auch nicht vulnerabel sein. Wir können eine Einheit bilden und gemeinsam etwas auf die Beine stellen. Dann wird der deutsche Staat auch nicht versucht sein mit dreckigen Stiefeln die Niederwerfungsstätte der Muslime zu beschmutzen. Wir sollten aufhören nach dem schwarzen Schaf zu suchen und uns stattdessen auf das konzentrieren, was verbindet.

26 Ekim 2020 Pazartesi

BERLİN MEVLÂNA CAMİİ’NDE ALMANYA MÜSLÜMANLARA GÖZDAĞI MI VERDİ?

Rüştü KAM Tarih’i “tekerrür” diye tarif ediyorlar, Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi? Mehmet Akif Ersoy Yazıma İstiklal Marşımızın yazarı merhum Mehmet Akif Ersoy’un bu ibret alınması gereken beytiyle başlamak istedim. Halimiz ibretliktir. 50 yılımız geçmiş Almanya’da. Geçen bu süre içinde Almanlar nezdinde hâlâ insan bile değiliz. Böyle bir imaj bırakmışız. “Manavız, dönerciyiz...” Türk ve Müslüman deyince Almanların aklına; belli bazı değerlere sahip olmayan, sıradan insanlar topluluğu geliyor: Onların evleri yakılabilir, işyerleri kundaklanabilir, dernekleri kundaklanabilir, camilerine polis ordusuyla baskınlar düzenlenebilir, camileri yakılabilir, camilerinin avlularına kurşun bırakılabilir, domuz kafası atılabilir, evlerin ve camilerin içinde insanların olması o kadar da önemli değildir. Onların iş adamları kafalarına kurşun sıkılarak da öldürülebilirler. İnsan olmalarından kaynaklanan haklar onlar için geçerli değildir. Çünkü onlar saygı duyulacak insanlar değildirler. Oysa aynı Alman devletinin kolluk kuvvetleri, Kilise ’ye veya, Sinagog’a ve onların mensuplarına aynı gözle bakmıyor. Onlar için Kilise ve Sinagog Allah’ın evidir. Kutsaldır. Suç işleyen birisi, Kiliseye veya Havra’ya sığınsa ona dokunulamaz. O kişinin hamisi o andan itibaren Papazdır ve Hahamdır. Ancak onların müsaade etmelerinden sonra devlet yetkililerine teslim edilebilir. Kutsal mekanlarla ilgili uygulamaların böyle olması gerekirken, Müslümanın camiine polis ordusu ile girilebiliyor, postallarla secde mahalline basılabiliyor. Almanya’nın başkenti, Berlin’in göbeğinde/ Kreuzberg semtindeki bir camiye, Mevlâna Camii’ne sabah namazında baskın yapılıyor. Bu baskını basınıyla, köpeğiyle tam teçhizat gelen polis ordusu yapıyor. 150 kişilik bir ordu. Bu baskın bir ibadethaneye yapılıyor. Müslümanların kutsal saydıkları, Allah’ın evidir dedikleri mekâna yapılıyor. Önce bu mekâna bu baskının niçin yapıldığına, nereye ve nasıl yapıldığına bakmak gerekir. Söylenildiği gibi pandemiden dolayı yardım amaçlı olarak verilen cüz’i bir paranın peşine mi düştü Almanya. Bu baskını onun için mi yaptı. Bir vergi memurunun yapacağı işi neden polis ordusuyla yapmaya kalktı Almaya. Yoksa Müslümanların tüm dünyada hedefe konulmasıyla bir alakası vardır mıdır bu baskının. Almanya bu baskınla Müslümanlara gözdağı mı vermek istedi. Müslümanları bundan sonra artçı baskınlar mı bekliyor? Üzerinde durmak gerekir. T.C. Berlin Büyükelçisi Ali Kemal Aydın, Başkonsolos Rıfkı Olgun Yücekök olay mahalline gelip basın toplantısı düzenliyorlar. Yöneticilere geçmiş olsun dileklerinde bulunuyorlar. Yapılması gerekeni yapıyorlar. Buraya kadar güzel. Güzel olmayan Almanya’da hizmet veren dini cemaatler tarafından bir basın toplantısının yapılmamasıdır. Din Hizmetleri Müşaviri veya Ataşesi, İslâm Kültür Merkezleri’nin temsilcisi, Şii Müslümanların temsilcisi, Alperen Ocaklarının temsilcisi ve Arap Müslümanların temsilcileriyle de bir basın toplantısı yapılmalıydı. Bu yapılsaydı, deklanşöre anlamlı bir fotoğrafı çekmek için basılırdı. Çekilen fotoğraf da anlamlı olurdu, konuşmaya başlardı ve derdi ki; “baskının sebebi ne olursa olsun burası Müslümanların bir ibadethanesidir. Bu ibadethane bir cemaate ait olarak görülemez. Bu ibadethaneye yapılan baskın bütün Müslümanlara yapılmış gibidir, bu baskında, Müslümanın secde ettiği yere, kafasına basılmıştır. Bu kabul edilebilir bir şey değildir.” Evet böyle bir fotoğraftan sonra düşünmeye başlardı belki Alman makamları. Bu toplantı için vakit hala geçmiş değildir. Türk basınının içinden çıkan bazı sorumsuzlar da var. Sorumsuz sorumlular bunlar. Konuş demişler bunlara onlar da konuşuyorlar. Sapla samanı karıştırarak, dedikodu ve zan üzerinden yalan haber üreterek kendi toplumunun ayağına sıkıyorlar. Habercilik adına bunu yapıyorlar. Ayıptır, günahtır. Aklı erenler bu arkadaşlarımıza yol yordam öğretmelidir… Mehmet Akif Ersoy bu durumumuzu bakınız yıllar önce nasıl anlatmış. “…Kurt uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi. Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi. Lakin, aşk olsun ki, aldırmaz otlarmış eşek, Sanki tavşanmış gelen, yahut kılıksız köstebek! Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı... Hasmı, derken, çullanırmış yutmadan son lokmayı! Bu hakikattir bu, şaşmaz, bildiğin üsluba sok: Halimiz merkeple kurdun aynı, asla farkı yok. Burnumuzdan tuttu düşman; biz boğaz kaydındayız; Bir bakın: hala mı hala ihtiras ardındayız! Saygısızlık elverir... Bir parça olsun arlanın: Vakti çoktan geldi, hem geçmektedir arlanmanın! Davranın haykırmadan nakus-u izmihaliniz... Öyle bir buhrana sapmıştır ki, zira, halimiz: Zevke dalmak söyle dursun, vaktiniz yok mateme! Davranın zira gülünç olduk bütün bir aleme,…” Benzer bir olayı, Rahip Martin Niemöller de şöyle anlatıyor. Almanya’da Nazilerin ortalığı kasıp kavurduğu yıllardır o yıllar: “-Naziler Yahudiler için geldiğinde sesim çıkmadı; çünkü Yahudi değildim. - Komünistler için geldiğinde yine sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim. -Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim. -Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim. -Sonra Çingeneler için geldiler sesimi yine çıkarmadım; çünkü ben Çingene değildim. -Benim için geldiklerinde ise, sesimi duyacak kimse kalmamıştı.” Mevlâna Camii’ni ziyarete giden, Başkonsolusun bulunduğu karede verilen bir resim var. Evlere şenlik bir resim. Resim sanki Alman yetkililerini haklı çıkarır gibiydi. Can sıkıcı bir resim. Basın toplantısı camide değil de sanki bakkal dükkanında yapılmış gibi. Fotoğraf Müslümanların aleyhine şahitlik eder gibiydi; “Baskının yapılmasına sebep olan şey arkamızdaki fondadır…” Oturulan kalkılan yerlere dikkat etmek lazımdır. Mevlâna Camii’nin yöneticileri bir suç işlemiş iseler elbette cezaları verilmelidir. Ancak bu ceza suçu işleyene verilmelidir. Suçu sabit olmadan bu insanlar toplumun önüne suçluymuş gibi atılmamalıdır. Yapılış şekliyle topyekûn bir topluluğu zan altında bırakacak yöntemlerle de insanlar karalanmamalıdır. Böyle bir uygulama hukuk devletine yakışmaz, bu yöntem polis devletinin yöntemidir. Almanya Müslümanlarla kavgalıdır. Uzun zamandan beri kavgalıdır. Kavga yapılan toplum gerilir. Toplumu germemek gerekir. Almanya’da 6 milyon Müslüman yaşıyor. Bu insanlar Almanya’dan güvence istiyorlar. Can güvenliği, mal güvenliği istiyorlar. Devlet bu güvenceyi onlara vermelidir…Onlar bu güvenceyi hakkediyorlar. Ne zaman yüreklerimiz bir çarpar, yumruklarımız aynı yere vurur, dudaklarımızdan aynı kelamlar dökülür, birlik beraberliğimiz misyonumuz için olur; işte o zaman Alman kolluk kuvvetleri bizim secde ettiğimiz yere/kafamıza basamaz. Yoksa şamar oğlanı gibi oradan oraya koşar dururuz. Ben böyle bilir böyle söylerim…

1 Ekim 2020 Perşembe

BİR YILDIZ (HASAN ONAT) KAYDI İLİM DÜNYASINDAN Rüştü KAM

Hasan Onat’ı 2011 yılında tanıdım. Türk Eğitim Derneği yönetim kurulu bir karar almıştı. Karar şöyleydi: “Her sene süresi üç gün olan eğitim kampı düzenleyelim. Üyelerimize konunun uzmanları tarafından akademik düzeyde bir bilgi arz edelim.” İlk yapacağımız “Eğitim Kampı”nın konusu da şunlardı : 1-İslâm’da Mezhepler ne kadar önemlidir? 2-Mezhepler niçin Kur’an’ın önüne geçmiştir? 3-Mezhepler bir ihtiyaçtan dolayı mı doğmuştur? 4-Mezhepler olmadan İslâm yaşanamaz mı, mecbur muyuz bir mezhebe bağlanmaya? Sıra geldi bu konuları anlatacak ilim adamı bulmaya. Mezhepler tarihi hocalarını internet üzerinden araştırdık. Bazı tanıdığımız ve güvendiğimiz şahıslardan tavsiyeler de aldık. Sonunda Prof.Dr.Hasan Onat üzerinde karar kıldık. İrtibat telefonunu bulduk. Kendisini aradım. Üstadım ben Rüştü KAM. Türk Eğitim Derneği’nin başkanıyım. Berlin’de 2011 yılının Nisan ayında süresi 3 gün olan bir Eğitim kampı düzenledik. Seminer konularımız şunlardır. Masraflarınızı çekeceğiz, becerebilirsek küçük de bir hediye takdim edeceğiz. Daha fazlasını ödeyecek gücümüz yoktur. Bu şartlarda üç gün süreyle bizimle beraber olur musunuz? Üstat bizi tanımıyordu. Samimiyetimize inanmış olmalı ki; hiç tereddüt etmeden elbette olurum. Sizler yurt dışında böyle önemli çalışmalar yapacaksınız beni de davet edeceksiniz ben hayır diyeceğim olmaz böyle bir şey. Ne zaman isterseniz haber verin nasip olursa orada olurum… Üstat geldi Berlin’e. Planlanan derslerin dışında da, arkadaşlarımızla konuşmaya devam ediyordu. Yemekte, yürüyüş sırasında, çay saatinde, mangal başında her yerde. Bizler yorgun düşüyor ayrılıyorduk yanından o yanında kim kaldıysa onunla sohbete devam ediyordu. O kadar alçak gönüllü bir insandı ki, bizleri kendisine hayran bıraktı. Hasan Hoca dolu bir insandı. Konusuna hakim, kendine güveni tam, kesin olarak bilmediği konularda ”Ben bu konuda kesin bilgiye sahip değilim” diyecek kadar da açık yürekli bir ilim adamıydı. Hasan Hoca’yı dinleyince bid’at ve hurafelerden uzak bir din anlayışının inşa edilebileceği ümidi canlandı bizde. Mocca Dergisi’nde, kamp konuşmalarını yayınladık. İlerleyen zamanlarda da yazılarıyla sürekli Mocca Dergisini destekledi. Evet bir yıldız kaydı ilim dünyasından. İçimiz acıyor. Hüzünlüyüz. Allah rahmet eylesin. Türk Eğitim Derneği’nin organize ettiği Birinci Eğitim Kampında ‘Üstad’ın konuşmalarından bazı tespitler (Deşifre 12/03/2012): Önce tespitlerden bir demet Hasan Hoca ”Aklınızı çalıştırmazsanız sizleri pislik içinde bırakırım” ayetini merkeze alarak başladı sohbetine. Önce Arap Baharı’nın çiçeklerini koklamaya çalıştık. Burnumuzun direği sızladı. Hızla uzaklaştık bahçe sandığımız o koruluktan. Sonra zaman tünelinde yolculuk yapmaya başladık. Saadet Asrı’na(!) uğradık, orada hep acı ve gözyaşı gördük, hayal kırıklığına uğradık. Sonra, Sevgilimiz, Canımız, Mihmandarımız, Efendimiz’in vefat ettiğini duyduk. Cenazesinde bulunalım dedik, bir de ne görelim, daha cenaze ortada dururken başlamış koltuk kavgası. ”Halife bizim kabileden olacak…, hayır efendim bizim bizim kabileden olacak… Biz Kureyş’liyiz…, biz de Ensar’ız…” Seçim propagandaları Tevhid gerçeği üzerinden değil, aşiretlerin üstünlüğü üzerinden yapılıyordu duyduklarımıza inanamadık, içimiz cız etti. ” Üstünlük takva iledir” mi dediniz, yoksa ”Emaneti ehline verin” mi dediniz?… O da ne demek? Kimsenin umurunda bile değildi. Daha ilk günden başlamıştı çıkar kavgaları. Ayrıldık oradan, istikamet tayin etmeden başladık çölde yol almaya. Aman Allah’ım başımızı nereye çevirsek, kan ve gözyaşı gördük. Bir tarafta Kayınvalide ile Damat, öbür tarafta Kayınbirader ile Yeğen, biraz ilerde torunlar girmişler birbirlerine, ne Kitap’a aldıran var ne Elçi’nin Emanet’ine… Kur’an sayfalarını mızraklarının ucuna takanları mı ararsın, işi hakeme bırakalım diye Halifelerine başkaldıran Bedevileri mi ararsın, Vak’at’ül- Harra’da namusu kirletilenlerin feryatlarına kulak tıkayan Müslüman kimlikli hayasızları mı ararsın, Elçi’nin torunu olan Hz. Hüseyin’i koltuk uğruna şehit edecek kadar gözü dönmüş canileri mi ararsın, ortalık toz duman…Yorulduk, bitkin düştük, hayallerimiz altüst oldu. Hani bu insanlar birer yıldızdı, hani bu insanlar Cennet’le müjdelenmişti…? Burada sözü Hasan Hoca’ya bırakalım: ANLAYAMADIĞINIZ GEÇMİŞLER SİZE YÜK OLUR ”Arap Baharı denilen şey balondan ibarettir” ”…Arapların Müslümanlığı, ırkçılıklarını yok edememiştir. Arap baharı Sünnilikle alakalıdır, Şiilikle alakalıdır, mezhep çatışmasıyla alakalıdır. Amerika Irak’tayken körüklenen mezhep çatışması Amerika çekilirken yasaklanmaktadır. Irak’ta Türkmen varlığının sesi kesildi, niçin? Türkiye’nin ayakta durabilmesi için bir ayağının Ortadoğu’da, bir ayağının Balkanlar’da bir ayağının Asya’da olması gerekir. Türkiye’nin kaderi 1,5 milyar Müslümanın kaderidir. Türkiye’deki kavgalar sona erdirilmelidir. Türkiye, siyasetinde mezhepler üstü çizgiyi tutturmak zorundadır. Türkiye’de Alevi ve Sünni çatışması kışkırtılmaktadır. Türkiye’de Şafii-Alevi çatışması da bu anlamda kışkırtılmaktadır. Alevilik mezhep değildir, meşreptir. Arap ülkelerinin Türkiye’den farkı, onların sömürge olmasıdır. ”Kölelere özgürlük verirseniz bir torbaya koyarlar size geriye iade ederler” demiştir Tolstoy. Arap ülkelerinin politikalarını Türkiye değil, Amerika ve Avrupa ülkeleri belirliyor. Arap Baharı denilen şey balondan ibarettir. Müslümanlar Endülüs’te, İslâm’ı Avrupalılarla buluşturmasaydı Avrupa’da demokrasi olmazdı. Esas olan toplum bilinci değil, birey bilincidir. İran siyasetini ispat etmiştir, Türkiye’nin İran’dan öğrenecek çok şeyi vardır. İran ve Türkiye ikisi de bölgesel güç olmak zorundadır. Dış politika pragmatik kurallarla yürür, duygularla yürümez. Türkiye bölgedeki siyasetini duygularla yürütmeye çalışıyor. Dünyanın en ütopik ümmetçi milleti Türklerdir. “Avrasya’ya hâkim olan dünyaya hâkim olur” Brzezinski İran’ı Şiileştiren bizim Kızılbaş Türklerdir. İran’a birkaç kez gittim. Orada değişik kesimden insanlarla görüştüm. Halkın arasına girdim. Orada karşılaştığım bir vatandaş bana dedi ki:” İslâm İslâm dedikleri içi boş bir yalanmış. Keşke Amerika İran’ı da vursa da Mollalar’ın zulmünden kurtulsak.” Bu feryat İran’ın her köşesinden yükselen bir feryattır. Acıdır ama gerçektir. Üzgünüm. Türkiye bölgede önemli bir ülkedir. Türkiye’nin güçlenmesi bölge ülkelerini rahatsız etmektedir. Bu açıdan İran’la İsrail Türkiye’ye karşı ittifak halindedir. Graham Fuller der ki:” Müslümanlarla iş kolay, sorun İslâm’dır.” Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Müslümanları değil, İslâm’ı yeniden dizayn etme projesidir. Bundan dolayı bu projenin merkezine tasavvufu koymuşlardır. Üzgünüm, ama bu böyledir. Mütedeyyin olmakla mütedeyyin olduğunu bilmek aynı şey değildir. Cahilin ve hainin dini, menfaatidir, onların dini olmaz. Mezheplerin İslâm dünyasındaki geleceği çatışmanın merkezidir. Anlamaksızın Kur’an okumak Kur’an’a ihanettir. Bunu sorgulamak gerekir. Bir yerde kitap düşmanlığı ve akıl düşmanlığı varsa, orada ciddi pislikler var demektir. Pisliklerin kamufle edilmesi için Kur’an’ı kullanıyorlar. Yeryüzünün neresinde bir Müslüman varsa orada kan ve gözyaşı vardır. Bu durumda şu soruyu sormak gerekir: Problem dinde midir, yoksa Müslümanlarda mıdır, yoksa her ikisinde midir? Okumak, eylemi, anlamayı gerektirir, Kur’an anlaşılmak için indirilmiştir ve bu amaçla kolaylaştırılmıştır. Okumak, insanı okumakla başlar, insan kelimelerle ve kavramlarla düşünmesi gereken varlıktır. Okumak, Tanrısal aklın nasıl işlediğini anlamamıza yarayan eylemdir, insanın kendi varlığının farkına varmasıdır. Hz. Ömer’i çarpan Taha suresidir. Tabiat bilimleri tanrısal bilincin oluşmasını sağlar. Din insan için vardır, insan din için değil. Din araç değil de amaç olursa gelenek dinselleşir. Sağlıklı şüphe varlık belirtisidir. Vahiy akla destek olmak için vardır, vahiy aklı terbiye eder, bilinçli bir şekilde gelişmesine sebep olur. Mucize ve keramet devri bitmiştir Ölülerini yücelten toplumlar, hayatı yüceltemezler, Müslümanların ilerlemeleri ölülerinin egemenliğinden kurtulmakla doğru orantılıdır. Tefsir yorumdur, müfessirin yorumudur, Kur’an’ın öğrenilmesini amaçlar, Kur’an değildir. İlahiyat bilimleri, beşeri bilimlerin alt şubesidir. Mucize ve keramet devri bitmiştir. İnsan aklıyla Allah’ı bulabilir. Affedilmeyecek tek günah şirktir. Benlikten dolayı bu böyledir. ”Mü’min insan her sözü işitir, en güzeline uyar.” Müslümanın medeniyeti kitap medeniyetidir. Endülüs’teki Müslümanlar nereye gitti, milyonlarca kitap vardı orada, nereye gitti o kitaplar? O kitapları yok edenlerle kurulan ittifaklar neyin nesidir? Medeniyetler ittifakı neyin ittifakıdır? Mekke’deki Müslümanlar Kur’an Müslümanıdır. Duruşları bellidir. Tevhidi yüceltmek için her şeylerinden vazgeçmişlerdir. Tevhid tüm peygamberlerin çağırdığı ortak noktadır. Kur’an Müslümanı olmak için, bir tarikata, bir meşrebe inanmak, katılmak gerekmez. İslâm ortak Paydası Tevhiddir İslâm ortak paydası olmadan mezhepler anlaşılmaz. ”İslâm ortak Paydası Tevhiddir.” Müslümanlıktaki mezhepler Hristiyanlıktaki mezhepler gibi değildir. Ehl-i kıble tekfir edilemez. Ebu Hanife mezhep kurmadı. Mezhepler Abbasi devrinde doğdu. Dört hak mezhep ifadesi siyasi bir ifadedir. Mezhepleri hak ve bâtıl diye ayırırsanız bütün mezhepler bâtıl olur. Hak olan Kur’an’dır. Dolayısıyla böyle bir ayırım yapılamaz. İslâm’da sorumluluk, toplumsal değildir, bireyseldir. ”Ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır, 72’si cehennemliktir birisi cennetliktir” hadisi uydurmadır. ”72’si cennettedir birisi cehennemdedir” versiyonu da aynı şekilde değerlendirilir. ” Günümüz Müslümanlarının, İslâm ortak paydasına acilen ihtiyaçları vardır. Ortak payda olmazsa sinerji yaratamazsınız, sinerjinin olmadığı yerde bilimden bahsedilemez. Din birleştiricidir, oysa bugün din ayrıştırıyor. Mezhep olarak ayrıştırıyor, siyaset olarak ayrıştırıyor, meşrep olarak ayrıştırıyor. Din araçtır, amaç değildir. Cemaatlerin menfaati dinin menfaati değildir. Geleneğin dinleşmesi Kur’an’ın atalar- babalar dini dediği şeydir. Kur’an’ın eleştirdiği işte tam da budur. Hz. Muhammed’in beşeri yönü ihmal edilmiştir ve dolayısıyla gelenek dinleşmiştir. Amel imanın parçasıdır derseniz namaz kılmayanı kâfir ilan etmiş olursunuz. Akıl ve vahiy madalyonun iki tarafı gibidir. Müslüman olmakla Cennet’e gidilecektir diye bir kural yoktur, Müslüman olmayanlar da Cehennem’e gidecektir diye bir kural yoktur. Müslüman günah korkusuyla Allah’a yaklaşmaya çalışmamalıdır. Böyle olursa asli günaha inanmış olur, oysa asli günah sadece Hristiyanlara ait bir inançtır. Tanrısal akıl çok önemlidir Peygamber’in özel bilgisi olmaz. Kur’an’ın tasavvuf diye bir derdi yoktur. Peygamber’in örnekliği ahlaki örnekliktir. Peygamber’i sünnetleriyle taklit ederseniz, bizi idare eden ölü Muhammed olur, Model İnsan olarak O’na uyarsanız, o sizi idare etmez, siz kendiniz olursunuz. İnancınıza güvenmiyorsanız, tartışamazsınız. Adem’in yaşadığı Cennet hesaptan sonraki Cennet değildir, o semboliktir. Kur’an dirilerin kitabıdır, ölülerin kitabı değildir. Ehl-i Beyt kavramı Peygamber’in hane halkıdır, soyun devamı değildir. Mezheplerin kurumsallaşması dînî anlayışlardaki farklılıklardan meydana gelmiştir. İmamı Azam h.150 yılında vefat etmiştir. Maturidî ise h.333 yılında vefat etmiştir. Ancak Hanefiler Maturidî olmuştur, içi Eş’âri tarafından doldurulan Maturidîlik… Mezheplerin doğuşu Mezhep, din anlayışındaki farklılaşmaların kurumsallaşması sonucu ortaya çıkan beşeri oluşumdur. Sıffin savaşı mezheplerin doğumuna eşiklik etmiştir. Mızraklara Kur’an yaprakları takılınca bir kısım bedevi Müslümanlar” biz Kur’an’a kılıç çekmeyiz” demişlerdir. Hz. Ali onlara,” Kur’an benim, ben onların ciğerini bilirim” demesine rağmen böyle demişlerdir. Onlar” Hüküm Allah’ındır” demişlerdir. Söyledikleri doğrudur, ama kastettikleri yanlıştır. Hariciler Hariciye siyasi bir farklılaşmadır. Kimdir bu insanlar? Meşru halifeyi bile dinlemeyen bu insanlar çölde yaşayan bedevi Araplardır. Sosyo-kültürel değişimlerini tamamlamamış olan insanlardır bunlar geleneklerini dinleştirmişlerdir. Kureyş’e karşı antipatileri vardır. Esasen Arap kabileleri Kureyş’in otoritesine tepkilidirler. Burada Emevi, Haşimi çekişmesi vardır. Bundan dolayı Hariciliğin doğuşunda egemenlik ana unsurdur, amaçları kendi egemenliklerini kabul ettirmektir. Mesela, Hz. Osman öldürülmüştür, cenazesi taşlanmış ve Yahudi Mezarlığı’na defnedilmiştir. Muaviye sonra o mezarlığı satın almış da Hz. Osman Yahudi mezarlığından kurtulmuştur. Yani, İslâm bu antipatiyi yok edememiştir. Kureyşliler diğer kabilelerin Müslüman olmasını çekememiştir. Üzgünüm ama bu böyledir. İnsan gerçeğini unutmamak lazımdır. Medeniyet köyde olmaz kentte olur Bugün de öyledir; Müslümanların en büyük açmazları köylülükleridir. 350 kelimeyle konuşurlar. Dolayısıyla 350 kelimeyle düşünürler, bu insanlardan bir şey çıkmaz. Bizim Cumhuriyet dönemi sıkıntılarımız da sosyo-kültürel değişimden kaynaklanır. Müslüman insan tipi kentte yaşayıp da köylülüğüyle övünen insan tipidir. Medeniyet bilimle olur, kültürle olur, dolayısıyla medeniyet köyde olmaz, kentte olur. Sıffin sonrasında kan aktı ve ayrılık süreci başladı. Harici olmayanın, haricilerin yanında savaşmayanın kanı, namusu ve canı helaldir denildi. Kaostan sonra insanlar otorite ararlar, Sıffin’den sonra, insanlar aradığı otoriteyi bulamamışlardır ve Hariciler bu ortamda kendilerine zemin bulmuşlardır. 12 Eylül de böyledir. Mezheplerin doğuşunda ana eksen siyasettir, yani çıkardır. Siyaset ayrıştırır ve daha sonra da kendi teolojisini oluşturur. Bugün de kendi teolojilerini oluşturmaya çalışanlar var. Farklılaşmak isteyenler kendi egemenliklerini kurmak isteyenlerdir Farklılaşmak isteyenler çıkarcılardır. Dinden nemalanırlar. Farklılaşmanın sebepleri vardır. Kendi egemenliklerini kurmak isteyenler farklılaşmak isterler. Farklılıklarının farkına varılmasın diye de kendilerini bir şekilde Peygamber’le irtibatlandırırlar. Tarikatler böyledir, mezhepler böyledir, meşrepler böyledir. Bu sebepleri şu şekilde maddeleştirmek mümkündür: 1-İnsanın varlık sebebinden kaynaklanan sebepler 2-Sosyo-kültürel sebepler 3-Siyasi sebepler Hizbullah doğudan boşuna çıkmadı. Hizbullahçılar domuz bağıyla insan öldürdüler ve o insanların üzerinde namaz kıldılar. Bu davranış onların mezhep inançlarından kaynaklanıyor. Bunlar Harici mantığı ile hareket ederler. Namaz kılmayanlar onlara göre kâfirdir. Hizbullah’ın Şafii kökenli olduğunu unutmamak gerekir. Şafiiler gelenekçidirler, akla değil nakle daha çok önem verirler. Aklı neredeyse devre dışı bırakırlar. Sertleştikçe yok olursunuz. Kur’an sertleşmeyi kınar. Sevgiyi ön plana çıkarır. ”Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir, bir insanı yaşatan bütün insanlığı yaşatmış gibidir” der. Sonuç Değer ürettiğiniz oranda var olursunuz. Mevcut din anlayışı ayrılıkçı kurumlara meşruiyet kazandırıyor, unutmayınız, Hariciliğin açmazı tepkiselliktir. Tepki motivasyon verirse güzel olur, isyana sebep olursa anarşi doğar. Duruşumuzun % 80’ini tepkiselliğimiz oluşturur. İmam-ı Azam söylediklerinin din olmadığını biliyordu. O büyük bir alimdir, büyük bir mütefekkirdir. Hanefilik, Ebu Hanife’nin vefatından 40 sene sonra başlar. İmam-ı Azam malumata mahkûm değildir, olmamıştır. Otoriteye boğun eğmemiştir, dik duruşunun bedelini canıyla ödemiştir. Ebu Hanife’nin zemini Mürcie’nin zeminidir. Peygamber’in söz ve filleri beşeridir. İslâm’ın getirdiği en büyük yenilik medeniyet projesidir. Peygamber görevlendirmede liyakati esas alır, bundan dolayı siyaseti Müslümanlara bırakmıştır, varisi vasiyet etmemiştir. Ancak, Şii anlayışa göre, Hz. Ömer’le, Hz. Ebû Bekir kafa kafaya vermişler ve Hz. Ali’nin hakkını yemişlerdir. Şiilikte 12 masum imam anlayışı vardır, bu anlayış İslâmî değildir. Camilerde Hz. Ali ve taraftarlarına küfür edilmesi emrini Muaviye vermiştir bu da yanlıştır. Korkunun olduğu yerde İslâm olmaz. Orada yeni değerler üretilmez. İslâm yaşatmayı esas alan bir dindir. Maziye mahkûm olmaktan kurtulmamız lazımdır. Kur’an’ı aklın ışığında yorumlamak lazımdır. Çıkış yolumuz bilimdir. Bilginin gücü karşısında kimse duramaz. Ciddi manada insana yatırım yapılmalıdır. Çok fazla politize olmadan insan yetiştirmeyi önemsemeliyiz. Tasavvuf Batıniliğin Ehl-i Sünnet içinde yeniden yeşermesidir. İslâm’ın olduğu yerde hürriyet vardır. İlimde tabulaştırılmış bir otorite olmaz. Anlayamadığınız geçmişler size yük olur. Günümüz Müslümanlarının, İslâm ortak paydasına acilen ihtiyaçları vardır. Ortak payda olmazsa sinerji yaratamazsınız, sinerjinin olmadığı yerde bilimden bahsedilemez. Din birleştiricidir, oysa bugün din ayrıştırıyor. Mezhep olarak ayrıştırıyor, siyaset olarak ayrıştırıyor, meşrep olarak ayrıştırıyor, cemaat olarak ayrıştırıyor. Din araçtır, amaç değildir. Cemaatlerin menfaati dinin menfaati değildir. Geleneğin dinleşmesi Kur’an’ın atalar-babalar dini dediği şeydir. Kur’an’ın eleştirdiği işte tam da budur. Hz. Muhammed’in beşeri yönü ihmal edilmiştir ve dolayısıyla gelenek dinleşmiştir.” Prof.Dr.Hasan Onat

BEN DERİM Kİ;

BEN DERİM Kİ (I); 1-Üçten dokuza şart olsun, boş ol boş ol bo şol demekle hanım boşanamaz. Erkeğin eşini boşama yetkisi yoktur. Kur’an böyle bir boşamaya cevaz vermez. Boşama yetkisi kamu otoritesinindir, dedim ve bu konuda mağdur olmuş olanların elinden tuttum. 2-Allah birden fazla eşle evli olmayı neredeyse yasaklamıştır, ancak bu yasak olağan üstü durumlarda ruhsatlarla yumuşatılmıştır. Bu konuda yetkili makam kamu otoritesidir. Şahıslar kamu otoritesine rağmen birden fazla eşle evlenemezler. 3-Ehl-i Kitab’ın kestiği et yenir, Avrupa ülkeleri de Ehl-i Kitap olduğu için kestikleri helaldir. 4-Bugün, bankaların verdiği enflasyonun altındaki faiz Allah’ın haram kıldığı faiz değildir, faiz enflasyonun üstündeki makul olmayan artışlara denir. 5-Müzik haram değildir, haram olan insanların müzik eşliğinde yaptıkları icraatlarıdır. 6-Ehl-i Kitap bir kızla Müslüman bir erkek evlenilebileceği gibi, Ehl-i Kitap bir erkekle Müslüman bir kız da evlenebilir. 7-Bilardo, satranç, tavla gibi oyunların oynanması haram değildir. Haram olan kumardır, şans oyunlarıdır. 8-Sakal, sarık ve şalvar Arap örfüdür, bunlar İslam’ın getirdiği şeyler değildir. Kravat takmakla, şapka giymekle Müslüman küfre girmez. 9-İmam nikahı uydurma bir nikahtır, kamu otoritesinin onaylamadığı nikah geçersizdir. 10-Günleri uzun olan yerlerde oruç, Medinenin oruç süresi esas alınarak tutulmalıdır. Bu süre 14:00 saattir. Her bölgede yaşayan Müslüman rucun başlangıcını ve bitişini kendileri tayin edecektirler. Orucun başlangıcı ve sonu güneşin doğması ve batmasıyla alakalı değildir. 11-Abdest alırken farz olan ayağı yıkamak değil, meshetmektir. Ayakkabının üzerine meshetmekle, çorap üzerine meshetmek arasında fark yoktur. 12-İmanın şartı 6 değil 5 tir. Altıncısını Emeviler ilave etmişlerdir. Kerbela katliamından sonra. Kader ve kazayı. 13-Kur'an'dan onay almayan rivayetler hadis olarak kabul edilemez. 14-Kur'an haklar açısından kadın ve erkek arasında fark gözetmez. 15-İslâm'ın şartını beşe indirenler, İslâm'ı katolikleştirmek isteyenlerdir. Şart 5 olarak kabul edilirse elde sadece namazın dışında bir şart kalmaz. şahadetle Müslümanlığa girilir. Bir daha Müslümana lazım olmaz. namaz herkes için geöerlidir. oruç senede bir aydır. Zekat senede bir verilir zengin için farzdır, fakiri ilgilendirmez, Hac da zengin içindir üstelik ömürde bir kez, yine fakiri ilgilendirmez. Oysa İslâm'ın şartları Müslümanın günlük yaşamında ihtiyacı olan şey olmalıdır. Zengin ve fakir herkes için olmalıdır. Bugünlük bu kadar, devamı gelecektir...

6 Eylül 2020 Pazar

TÜRK’ÜN COVİD’LE İMTİHANI

Güneşiyle, toprağıyla, dağıyla-taşıyla, tarihi eserleriyle emsalsiz bir ülke Türkiye. Almanya’da yaşıyoruz ama Türkiye kökenliyiz. “Almancı” diyorlar adımıza. Bu ismi aşağılamak için kullanıyor olmalılar. Gurbetçi diyenler de var. Almanya’da yaşayan Türkiyeliler kendi istekleriyle gelmediler bu topraklara. Almanya davet etti Türkiye de gönderdi. 2 seneliğine gelmiştik bu topraklara. Hâlâ dönemedik. Bundan sonra da dönecek değiliz. Çocuklarımız, torunlarımız Almanya’da doğup büyüdüler, eğitimlerini burada aldılar. Bizlerin de alın teri buralarda aktı ve beli buralarda büküldü. Bizler anamızı-babamızı yakınlarımızı ziyaret için her sene oraya gidiyoruz.  Bizim çocuklarımız Türkiye’ye belki tatil yapmaya bile gitmeyecekler. Hele Türkiye bizlere Almancı anlayışıyla yaklaştığı sürece, güzel vatanımız çocuklarını bağrına basamayacaktır. İstese de basamayacaktır.

 

Türkiye, hiçbir zaman ismine Almancı dediği, gurbetçi dediği insanların elinden tutmadı. Hep onun cebindeki parayı istedi. Bir ara holdingler geldi, Almancı ’ya ortaklık vadettiler ve ne var ne yoksa alıp götürdüler. Onlar da aynı şeyi yaptılar. Sonrasında o ülkenin başbakanına konu iletildi, ” Bana sordunuz da mı verdiniz” cevabını aldılar. Eyvallah dedik.

Seçme ve seçilme hakkı veriyoruz dediler, sevindik. Seçme hakkı verdiler, seçilme hakkı vermediler. Yani Almancı kendi vekilini seçemiyor. Emekli edeceğiz sizi dediler, ettiler, bizlerden faizsiz kredi aldılar. Sonra da, kesin dönüş yapmazsanız ve bulunduğunuz ülkede sosyal yardım alıyorsanız emekli paranızı alamazsınız dediler. Ona da eyvallah dedik.

Korona belası çıktı, Almanya, Türkiye’yi riskli ülkeler içine aldı. “Eğer Türkiye’ye giderseniz sağlık kurumundan istifade edemezsiniz” dedi. Türkiye de, “siz geliniz biz sizi ücretsiz tedavi ederiz“ dedi. Gittik, tedavi etmek şöyle dursun korona testi olmadan uçağa bile almadılar. Test için de 250 Euro aldılar. Korona çadırlarında ise rezalet diz boyuydu.

 

Başımdan geçenleri yazayım: Geriye dönüşte uçağa binmeden 48 saat önceden test yapılması şartı koşuldu, bu şartı Almanya mı koştu yoksa Türkiye mi bilmiyorum. Dönme zamanım yaklaşınca testin nerede yapıldığını sordum, devlet hastanesinde dediler. Gittim. Hastanenin bahçesine Covid çadırı kurulmuş. Orada bir memure var. Hayatından bezmiş bir şekilde oturuyordu sandalyesinde. “Covid için test prosedürü nasıl işliyor?” dedim.

“Hesabını kendin yap ve uçacağın zamandan 48 saat önce gel, 24 saat içinde sonucunu alırsın” dedi. Teşekkür ettim ve döndüm.

Cumartesi sabah saat 06’ da uçacağım için Perşembe saat 9’ da Denizli Devlet Hastanesi bahçesinde kurulan Covid çadırının önündeydim. Orada masanın üzerine konan formu doldurdum. Sıraya girdim. Hava çok sıcak, 41 derece.  Yanımda oğlum var, engelli. Oradaki görevli polise “Engelliler için öncelik yapmıyor musunuz?” dedim.

“Tekerlekli sandalyede olursa yapıyoruz”.

“Sen görüyorsun durumunu, kimliği de var.”

Cevap dahi vermeden çekip gitti. Sıradaki arkadaşlar da durumu kınadılar ama…

Sıra bir türlü ilerlemiyor. Nedenini sordum polise, “eksik evrakları tamamlamak uzun sürüyor, evraklarını tamamlayanlar da tekrar sıraya girdiği için böyle oluyor” dedi.  
“Nedir o evraklar?”
“Acilin orada yazıyor.” Dedi.

Acil ayrı bir mekânda çadır ayrı bir mekânda, arada bağlantı yok.

“Bu yazının çadırın orada asılı olması gerekmiyor muydu?”

“Neyi nereye asacağımızı sana mı soracağız beyefendi. Hem çadırın içinde de asılı.”

Çadırın içinde de asılı, evet, ancak içeriye girdiğinizde onu görüyorsunuz, memurun arkasına asmışlar. Ne anlamı varsa…O yazıda şöyle yazıyor:

 

Yurt dışı Covid testi için yapılması gerekenler:

1-    Pandemi çadırına kayıt işlemi yapıldıktan sonra hastane içi vezneye 250 TL yatırılacak

2-    Pasaport fotokopisi, kimlik fotokopisi, ve uçak bileti fotokopisi ile başvuru yapılacaktır. Bütün (belgelerin 2 adet fotokopisi olacaktır)

 

Yazıda imza yok, mühür yok. Bu emri kim vermiş o belli değil. Çadırda fotokopi makinası yok, bilgisayar yok. Fotokopi çekmek ve bilet çıktılarını almak için internet kafe bulmanız gerekiyor. Hastanenin dışına çıkmanız lazım. Bu işlem 30 dakika ile 45 dakika arasında zaman alıyor. Bir de vezneye gidip para yatırma kuyruğuna giriliyor orada da bir o kadar zaman geçiyor. Tekrar çadıra geliyorsunuz ve yeniden kuyruğa giriyorsunuz. 41 derce sıcakta yapıyorsunuz bütün bunları. Haliyle beyniniz kaynıyor.

 

Vatandaş burnundan solumaya başlamış durumda, derken patladılar.

“Bu fotokopiler ne işinize yarayacak, kimlik numarasını aldınız, adres ve telefon numaralarını aldınız, uçak biletini ne yapacaksınız, siz hava yolu şirketi misiniz! …”  Olan oldu. İsyan başladı. Herkes yüksek sesle olayı protesto etmeye başlayınca polis araya girdi ve ortalığı yatıştırdı.

10 dakika sonra memure ilan etti.  Fotokopi uygulaması kaldırılmıştır. Bu ilandan sonra işler birden hızlanıverdi…

Bu emir imzasız da olsa İl Sağlık Müdürlüğü’nden gelmiş olmalıdır. Be güzel kardeşim, Covid testi konusunda fotokopi uygulamasının saçmalığı ortadadır. Sen o makamı işgal ettiğine göre bunu bilmelisin.

İl sağlık Müdürü olarak ya liyakatsiz birisin, ya da işi yavaşlatmak için art niyetli birisin, ya da hastanenin yanındaki fotokopicilerle ortak çalışmaktasın. Bunun başka anlamı yoktur.

 
Memurların sorumsuzluğu, liyakatsizliği ve vurdumduymazlığı hem vatandaşa ve hem de devlete ve onun icra organına zarar vermektedir. Olan Almancılara oluyor. Güle oynaya gittiğimiz o güzel vatanımızdan, birçok acı tecrübe yaşayarak geriye dönüyoruz…

Devlet dairelerinde araç ve gereç ve de mekân sıkıntısı yok, halledilmiş. Ekonomik sıkıntı da yok. Herkes çalışıyor. Kavga, daha çok nasıl kazanırım konusunda. Aza kanaat eden yok. Bilhassa cumartesi akşamları restoranlarda yer bulamıyorsunuz.

Ancak insan kalitesi sıfır. İyi insanlar da var elbet. Ancak onları mumla aramak lazım.  “Diyojen” gibi. …

29 Ağustos 2020 Cumartesi

KERBELA 2020/MUHARREM 1442

-ADALET MÜCADELESİNE DEVAM-
Hem acılara hem de sevinçlere şahitlik etmiş bir ay vardır dini geleneğimizde; Muharrem ayı. Haram aylardan birisi olarak kabul edilir. Önemli bir ay olarak tarihe geçmiştir. Hicri takvim Muharrem ayı ile başlar. Bu takvime göre 1442 yılına girmiş bulunuyoruz. Yeni yılın İslâm âlemi için hayırlara vesile olması dileğimdir.
Bu ayda oruçlar tutulur, hayırlar yapılır, dualar edilir, aşureler pişirilir. Geleneğe göre bu ayda kalp kırılmaz, savaş yapılmaz. Bu ayda gerçekleştiğine inanılan olağanüstü olaylar da vardır. Muharrem ayının 10’uncu günü bilhassa öne çıkar.
Mesela:
İnsanlığın ikinci atası olarak kabul edilen Nuh’un Gemisi Cûdi Dağı ‘na 10 Muharrem’ de oturmuştur. Hz. Musa kabilesiyle birlikte Firavun ’un zulmünden 10 Muharrem’de kurtulmuştur. Hz. Yunus balığın karnından 10 Muharrem’ de çıkmıştır, Hz. Âdem’in tövbesi 10 Muharrem’ de kabul edilmiştir, Hz. Yusuf, kardeşlerinin/İsrail oğullarının atmış olduğu kuyudan 10 Muharrem’de çıkarılmıştır, Hz. İsa o gün dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir, Hz. Yakup, oğlu Hz. Yusuf’un hasretinden dolayı kapanan gözlerini o gün açmış, Hz. Eyüp, yakalandığı amansız hastalıktan o gün şifa bulmuştur. (Sahih-i Müslim Şerhi, 6:140)
Böylesine dini ve tarihi önemi haiz, kanaat önderlerine sevinç kaynağı olan 10 Muharrem, Maalesef Peygamberimizin gözbebeği sevgili torunu Hz. Hüseyin için kapkara bir gün olmuştur. O gün Müslümanlar Hz. Hüseyin’i hunharca katletmişlerdir. Öyle ki; adaleti ayakta tutmak için çıktığı bu yolda Hüseyin, dedesi tarafından tebliğ edilen dinin Müslümanları tarafından katledilmiştir. Dedesi Hz. Muhammed’in getirdiği Kitap’a inanarak ahiretlerini kazanmak isteyen Müslümanlardır bunlar. Halifenin orduları Peygamber torununu katletmiştir. Yezid ve orduları orantısız bir güç kullanmıştır. Makam için mevki için kullanılmıştır bu güç. Tam teçhizatlı 5.000 kişilik orduya karşı, kadınlar ve çocuklar dahil sadece 72 kişilik küçük bir gruptur Hüseyin’in yanındakiler.
Yezid’in biat teklifini reddeden Hz. Hüseyin, Kûfelilerin “Gel Kûfe’ye; Müslümanların halifesi ol, 20.000 kişilik bir inanmışlar ordusu ile seni destekleyeceğiz” sözüne itimat ederek Kûfe’ye doğru yola çıkmıştır. Yola çıkmadan önce durumu yerinde inceleyip kendisine rapor etmesi için gönderdiği Müslim b. Akil de bu haberi doğrulayınca davete icabet etmiş ve Kûfe’ye doğru yola çıkmıştır. Gönlü rahattır.
Ancak yolda, Müslim’in Vali Ubeydullah b. Ziyad tarafından öldürüldüğü haberini alınca; geriye dönmek istemiştir. Yezid’in öncü kuvvetleri geriye dönmesine müsaade etmemişlerdir. Hurr b. Yezid öncü kuvvetlerin komutanıdır. 1000 kişi vardır emrinde. Daha sonra komutan Hurr b. Yezid Halife Yezid’in yaptığının yanlış olduğunu öğrenecek ve 30 kişilik bir grupla Hz. Hüseyin’in tarafına geçecektir. Ama çok geç kalmıştır.
İnsanlara ve tüm canlılara hayat kaynağı olan Fırat, Hz. Hüseyin’e can suyu olamamıştır. Fırat Nehri o günden beri başını taştan taşa vurarak çığlıklar atmakta ve göz yaşları içinde Basra Körfezi’ne karışıp gitmektedir. O gün olanların canlı şahididir Fırat. Katledilen Peygamber torunudur. 5.000 kişilik düzenli bir orduya karşı, adalet sevdalısı 72 kişilik bir gruptur karşı karşıya gelen. Can mı dayanır 50 derecede çölün ortasından göklerin katmanlarına “suuu, suuu” diye yükselen canların feryadına.
72 can önce susuzluğa mahkum edilmiş, sonra da Şimr b.Zil’-Cevşen tarafından ibadet aşkıyla(!) katledilmiştir, yetmemiş kafası kesilmiştir. Sonra da Peygamber torununun başı biz de Müslümanız diyen kafasızlar tarafından Kûfe Valisi Ubeydullah b. Ziyad’a gönderilmiştir. Müslümanların(!) valisidir, vali Ubeydullah b. Ziyad.
Vali sarhoştu. Hz. Hüseyin’in kesik kafası ile topla oynar gibi oynadı. Hz. Hüseyin’le dalga geçti ve onu aşağıladı. Sonra da kesik başı Yezid’e gönderdi. Müslümanların(!) Halifesi ’ne. Bu olay Peygamberimizin vefatından sadece 48 sene sonra oldu. Daha Hz. Hüseyin’in yanaklarında peygamberimizin kondurduğu öpücüğün izleri duruyordu. Fırat nasıl da vurmaz başını taştan taşa. Fırat şahit olduğu bu katliamın verdiği acı ve ıstırapla o günden beri başını taştan taşa vura vura akarken, maalesef Müslümanlar olup bitenlerden hiç ders almamışlardır. O günün Kerbela’sında yaşananlar bugünün Kerbelalarında bire bir yaşanmaktadır.
Günümüzde, Müslümanların yaşadıkları tüm coğrafyalarda katleden de Müslümandır katledilen de. İşte Afganistan, işte Irak, işte Suriye, işte Yemen…Sadece katledilenler Peygamber torunları değil, hepsi o kadar. Yazıktır, günahtır.
Matemlerini yaşayarak zalimlerden hesap soracaklarına, maalesef Hz. Hüseyin’in katilleriyle Hz. Hüseyin’in taraftarları aynı saflarda yerlerini almışlardır. Müslümanların perişanlığının sebebi budur. Fırat’ın suyuna dün kan karışmıştı, bugün de karışıyor. Kan aynı kan, Fırat aynı Fırat. Müslümanların 1400 senelik geçmişlerinde kan ve gözyaşından başka bir şey yok. Akıtılan kan Müslümanların kanı, akan gözyaşı da Müslümanların göz yaşı.
Öyle veya böyle, 10 muharrem acıların günüdür, matem günüdür. Ehl-i Beytin, Müslümanların halifesi tarafından hunharca katledildiği gündür.
Bizler 10 Muharrem’de yine de matemimizi tutalım, direncimizi kaybetmeyelim, adaleti ayakta tutmak için mücadelemizi sürdürelim, dost kimdir düşman kimdir bilelim, zalimle yan yana durmayalım, mazlumların intikamının peşinde koşalım. Sevincimizi ise yarınlara saklayalım…
Rıza Altinel

20 Ağustos 2020 Perşembe

SILA-İ RAHİM BİR YIL SONRA HUZURDAYDIK/ DENİZLİ(III) -HIERAPOLIS- PAMUKKALE, LAODKEA, AFRODİSİAS, EFES, İZMİR-

Sabah güneşi ışıyınca canlanıyor nebatât ve cemadât. Şehrin gürültüsü, düzensizliği bir başka güzel. Yaya kaldırımlarına ağaçlar dikilmiş. Bir kısmı kaldırımın en arkasına bir kısmı en ucuna bazen de kaldırımın ortasına. Budanmadığı için yerlere kadar inmiş dalları. Yayalar kaldırım yerine sokağı kullanıyorlar. Sorumsuz sorumluların belediye koltuğuna oturtulduğu bir merkez ilçe burası. Denizli’nin Pamukkale ilçesi.

40-45 derece sıcaklıkta çöp bidonlarının kapakları açık duruyor, çöplerini bidona atan geçip gidiyor kapatmayı bile denemeden, çünkü kapakları kapatmak ayrı bir güç istiyor. Etrafa saçılan koku kimseyi rahatsız etmiyor, o sıcakta bidonun içinde üreyen mikroplar işin cabası.

Sabah ve akşam saatlerinde el ele tutuşarak yürüyüş yapan sevgililer var o sokaklarda, bulvarlarda. Araçlar kendileri için ayrılan yolda seyretmekte güçlük çekiyorlar, basıyorlar klaksona. Kaldırımları kullanamadıkları için yolda yürüyüş yapan o insanlar, hafif çekilir gibi yapıp yine devam ediyorlar yollarında yürümeye.

Böylesine bir karmaşada sanırsın kaos meyana gelecek, yayalar çıldıracak, araç sürücüleri alıp levyelerini inecekler yola ama bunlar olmuyor, bazen sinirlenen bağıran çağıran insanlar oluyor elbet, “Ulan öküz önüne baksana!” el kol hareketi yaparak basıp geçiyorlar. Aslında onlar da karmaşanın bir parçası. Karmaşanın bile bir düzeni var o şehirde.

Düzen böyle kurulmuş. Düzensizlik düzen olmuş. Günlük yaşam bu şekilde akıp gidiyor kendi halinde. Ancak herkes mutlu. Gerçekten mutlular mı yoksa mutlu gibi mi görünüyorlar, orasını kestirmek zor. Kim bu düzensizliğe çomak sokarsa ve yaptığı işin arkasında durursa- ısrarcı olursa, düzeni bozan kişi olarak hakarete uğrayabiliyor ” sana ne lan!”. Ancak bir zaman sonra o da düzenin bir parçası olabiliyor.

İşte burası benim memleketim. Dağıyla taşıyla, yoluyla- yolağıyla, taşıyla- toprağıyla benim memleketim.

Bir zamanlar nice medeniyetlerin kurulmasına öncülük etmiş güzel insanların memleketi. Türkiye. Bu güzel ülke nasıl oldu da bu hale geldi. 100 sene gibi kısa bir sürede nasıl oldu da 1000 yıllık medeniyet böylesine yerlerde sürünür oldu. Hem de yüzüstü sürünüyor, görüyoruz ve şahit oluyoruz, içimiz cız ediyor, acıyor.

Çocuklarımla ve kız kardeşimin kızı Müberra, damadı Ali ve yeğenlerimle birlikte, Denizli ve civar illerde kurulan bazı medeniyetlerden geri kalanları görmek ve ibret almak için düştük yollara. Buldan’dan başladık tarih içinde yürümeye. Önce gideceğimiz yerlerle ilgili bilgileri bildiğim kadarıyla anlatıyorum, mekâna vardığımızda da oradaki yazılı olan bilgilerle zenginleştiriyoruz bilgilerimizi ve üzerine yorumlar yapıyoruz. Laodikya, Hierapolis/Pamukkale, Afrodisias, Efes, Ayasuluk, Şirince ve İzmir Agora derken 7 günlük bir gezi turunu tamamlamış olduk.

Çocuklarıma ve onlara Türkiye’de kurulan ve çeşitli nedenlerle zaman içinde yıkılan ve toprağın altında kalan, günümüzde ise arkeolojik kazılarla gün yüzüne çıkarılan kalıntıları tanıttım. Anadolu’daki kültür zenginlikleriyle tanıştırdım onları. Yeğenlerimin anlattıklarından anladığım kadarıyla Türkiye bu konuda fazla duyarlı değil. Okul öğrencileri gruplar halinde ve bir rehber eşliğinde bu yerlere götürülmüyorlarmış, götürüldükleri zamanlarda da gezi disiplini içinde gezilmiyormuş oralar, öğrenciler kendi hallerine bırakılıyorlarmış.

Çoğu yetkililer; olup bitenlerden haberdar değiller. Ellerindeki imkanlar onları şımartmış. Halkla beraber, halk ile iç içe olanları pek az. Kendi değerlerine bile yabancılar demek fazla abartılı olmaz. Belediye başkanlarının bazıları hizmette sınır tanımamış, yapılması gerekenleri yapmak için azami gayret göstermiş ve yapmış da. Kendi değerlerine sahip çıkarak bunu yapmış. Bu arada birilerinin kuyruğuna basmış olmalı ki; ikinci dönem o koltuğa oturamamış. O kadar hizmete rağmen bütçesi fazla verdiği halde o koltuğa oturamamış, seçilememiş belediye başkanlığına. O kadar ki; kendi parti yönetimi bile o insanın aleyhine çalışmış, hatta o ilçede karşı partiyi desteklemeleri kendi seçmenlerine tembih bile edilmiş. Gerekçe; “yüzü gülmüyormuş”.

İdealiniz varsa, hizmet yapıyorsanız, doğruları haykırıyorsanız mutlaka birilerini rahatsız ediyorsunuz demektir. Başarıya giden yol dikenlidir. Bazen olur ayağınıza batan dikenlere dayanamaz hale gelir pes edersiniz. Bazen olur ayağınızdan kanlar fışkıra fışkıra yolunuza devam edersiniz. Ayağına bastığınız insanlar yanınızdaki insanlarsa çok acı çekersiniz. Bedel ödersiniz, hem maddi hem de manevi bedel ödersiniz. Onurlu insanlar yalakalık yapmaktansa bedel ödemeye razıdırlar.

Çok sevdiğim başka bir arkadaşım var; 7 sene aynı okulda 4 sene de aynı sınıfta okuduk. 11 sene beraber olmuşluğumuz var. İki üniversite mezunu. İş adamı (Ali Mürteza Güzelyağdöken / Söke-Aydın). Siyasette şansını denemiş, işini-aşını bırakarak sırf Allah rızası için koşturmuş. Sonuç; sonuç, hayatında o partiden aday olduktan sonra o partiye oy verenlerin önüne geçememiş. Aferin almış, ama siyasette yol alamamış. İşini de kaybetmiş. Şimdilerde tekrar toparlanmaya başlamış. Dertli ve yüreği yanık. Kaybettiği o kadar şeye rağmen gülebiliyor. “Bizim beklentimiz dünyada değildir, ahirettedir” diyor ve aynı hızla hem işine hem de davasına hizmet etmeye devam ediyor. Allah dava erlerine zeval vermesin. Âmin.

Oturup sohbet ettiğim başka arkadaşlarım da oldu. Türkiye’yi, Türkiye’de olup-bitenleri, eğitimi, siyaseti, yönetimi, yönetim biçimini konuştuk. Avrupa’yı, Avrupalıyı eleştiriyorlar. Eleştirmek elbette herkesin hakkıdır. Haklıysanız bu eleştiriler mâkes de bulur. Haklı olmak için konuşmaktan başka iş yapıyor olmak gerekir. Avrupalıyı eleştirenler çok fazla. Ama Avrupalıyı niçin eleştirdiklerinin farkında olanlar çok az. Avrupalının gözü niçin Türkiye’dedir bunu bilmiyorlar. Bildik birkaç slogan cümle kuruyorlar hepsi o kadar. Şımarıklığın verdiği sahte gururla kuruyorlar bu cümleleri.

Anadolu’da kurulmuş kadim medeniyetlerden haberleri yok, bazı arkadaşlar o medeniyet kalıntılarına “taş” diyebiliyor. "O taşları görmek için zaman harcayamam" diyenler de var. Oysa Antik kentler Avrupalının amacını öğrenmeye yarayan en iyi öğretmendir. Allah “gezin görün ibret alın” diye boşuna mı buyurmuş.
“Onlara, yeryüzünde gezin de, İslâm'a planlı cephe alarak, Müslümanlığı, Müslüman nesilleri yozlaştırma, yok etme suçu işleyen güç ve iktidar sahibi âsilerin, suçluların, günahkârların âkıbeti nasıl oldu, ibret nazarıyla bir bakın, inceleyin.” de. (Neml 69-Ahmet Tekin Meali)

“Yeryüzünde gezin, dolaşın. Öncekilerin boylarınca, günaha, isyana, küfre batmış milletlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna ibret nazarıyla bir bakın, inceleyin. Onların çoğu, ilâhlığında, otoritesinde, mülkünde, tasarruflarında Allah'a ortak koşan gizli şirki yaşayan, başka otoriteler kabul eden müşriklerdi.”(Rum 42-Ahmet Tekin Meali)

Bu ayetleri anlamak için o taşları yerinde görmek gerekir. Okullarımızda o taşları oraya yerleştiren insanların kurdukları medeniyetin öğretilmesi gerekir. İbret böyle alınır. İşte o zaman Avrupalının Türkiye üzerindeki emellerini ancak öğrenmiş oluruz.

İşte o zaman, emperyalist güçlerin Suriye’de yoğunlaşması, Irak’ın işgali, 50 yıldan beri bir türlü bitirilemeyen PKK terör örgütü ve Türkiye’nin kılcal damarlarına kadar sızabilen Fetö terör örgütü ve amaçları Türk insanına tam olarak anlatılabilir.

Evet, bu konuda konferanslar, seminerler, sempozyumlar düzenlenmelidir, bu konularla ilgili hutbeler-vaazlar verilmelidir. Böylece 7’den 70’e her bir Türk vatandaşının emperyalist güçler ve amaçları hakkında görüş birliği içinde olmaları sağlanmalıdır.
Sadece haber programları ve birkaç filmle bu konuların öneminin halka anlatılması mümkün değildir. Söz konusu olan vatandır.

Taşına toprağına kurban olduğum güzel ülkemin düşmanı elbette çoktur. Dışarıdakiler ve içerideki uzantıları 200 yıldan beri ha bire çekiştiriyorlar elinden ayağından bu güzel ülkemin. Sahip çıkılırsa, arş ı âlâya çıkan feryadına kulak verilirse ancak o zaman dimdik ayakta kalabilecektir bu ülke. Dış güçlerin ve içerideki uzantılarının kendilerini açık ettikleri bu günlerde uyanık olmak gerekir. Birlik ve beraberlik içinde olmanın tam zamanıdır. Sorumsuz sorumluların yaptığı talihsizlikler ülkemin kaderi olmamalıdır.

Not: Gittiğimiz Antik Kentlerde, yeterli bilgilendirme yazıları yok. Broşür yok. Rehber yok. İlgi yok. Görevliye soruyoruz ben bilmem diyor.

Bitti

10 Ağustos 2020 Pazartesi

BİR YIL SONRA HUZURDAYDIK/DENİZLİ (I)

Dini literatürümüzde bir kavram vardır. Sıla-i Rahim. Özellikle yakınlardan başlayarak anne ve babanın ve sırayla diğer akrabaların ziyaret edilmesi anlamına gelir. Buyruk şöyledir; "Allah'tan korkun ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının" (Nisâ, 1)

Kur’an’da Mü’minlerin özelliklerinden bahsederken şu ifadeler kullanılır:

"Onlar, Allah'ın riâyet edilmesini emrettiği haklara riâyet eden, Rablerine saygı besleyen ve kötü hesaptan korkanlardır.

Onlar, Rablerinin rızasına ermek için sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli olarak ve açıktan Allah için harcayan ve kötülüğü iyilikle ortadan kaldıranlardır.

İşte onlar için dünya yurdunun iyi sonucu vardır. Bu sonuç da Adn cennetleridir.

Onlar, atalarından, eşlerinden ve çocuklarından iyi olanlarla beraber oraya girerler. Melekler de her bir kapıdan onların yanlarına girerler ve şöyle derler:

"Sabretmenize karşılık selâm sizlere. Dünya yurdunun sonucu olan cennet ne güzeldir!" Allah'a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozanlar, Allah'ın korunmasını emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) koparanlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar var ya; işte lânet onlaradır, kalınacak olan yerin kötüsü olan cehennem de onlaradır. (Ra'd suresi, 21, 25).

 

Kur’an konu ile ilgili buyrukları sıralamaya devam eder. İnsanların kabileler halinde, soy soy, sülâle sülâle yaratıldığını söyler ve bunu “tanışma ve sevme” hikmetine bağlar: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışıp muhabbet edesiniz diye milletlere, sülâlelere ayırdık. Fakat şu kadar var ki Allah katında en değerli olanınız, takvada en üstün olanınızdır.” (Hucurat Sûresi 13)

 

Peygamberimiz de bu ayetleri şöyle detaylandırır:

"Yoksula yapılan sadaka bir sadakadır. Ancak bu sadaka akrabaya yapılmışsa iki sadaka demektir. Biri sadaka, diğeri sıla-i rahimdir ki bu da sadaka sayılır" (Tirmizi, Zekât, 26).

 

“Rahim, yani sıla-i rahim; akrabalık bağı, Rahmân’dan bir bağdır. Kim bu bağı koparmaz ve akrabasına ulaşırsa, o aynı zamanda Allah’a ulaşmış olur. Kim de bu bağı koparırsa, Allah da ondan rahmetini keser.” (Tirmizi, Birr 16)

 

Bir adam Peygamber'e gelir: "Yâ Rasûlallah; beni Cennet’e sokacak bir ibadet söyler misin?" diye sorar. Allah’ın resulü şu cevabı verir: "Allah'a ibadet eder ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmazsın, namaz kılar, zekât verir ve sıla-i rahim edersin." (Müsned, V, 417, 418; Buhârî, Zekât, 1; Kefâlet, 4; Müslim, Îmân, 12, 14).

 

Buhârî’nin Cami-us sahihinde ise şöyle bir kayıt vardır: “Kim akrabasına ilgi gösterirse Allah da ona ilgi gösterir.” (Edeb, 13)

 

Mevlamız, ana rahmine bağlı akrabalık düzenini kurduktan sonra bu bağları yaşatanlara kendisinin ilgisinin süreceğini, akrabalık bağlarını koparanların ise ilgisinden mahrum bırakacağını bildirmiştir. Ashabına da, sıla-i rahimi terketmenin kötülüğüne işaret eden Muhammed sûresinin 22. âyetini okumalarını öğütlemiştir.

 

Diğer bazı hadislerde, Allah’ın rahmân ismiyle sıla-i rahim arasında ilişki kurularak bu görevi yerine getirenlerin ilâhî rahmetten nasiplerini alacaklarına, ihmal edenlerin ise rahmetten yoksun kalacaklarına işaret edilir (Müsned, I, 190, 191, 194; VI, 62; Buhârî, Edeb, 13; Tirmizî, Birr, 16).

 

Bazı hadislerde de sıla-i rahim konusunda karşılık beklenmemesi, ilişkiyi kesenlerle de akrabalık bağlarının sürdürülmesi gerektiği bildirilmektedir. (Müsned, II, 160, 194; III, 437; IV, 148, 158; Buhârî, Edeb, 15; Ebû Dâvûd, Zekât, 45)

Bu ayet ve hadisler bize sıla-i rahimin önemini vurgulamaktadır. Vurgulamaktan öte bir görevin yerine getirilmesi emredilmektedir. Hatta bu görevin yerine getirilmesi için ısrarcı olunmaktadır. Bu buyruklar göz önünde bulundurularak Sıla-i rahim farzdır denilirse bu doğru bir tespit olur. Çünkü sıla-i rahim; akrabalık bağlarının kuvvetlendirilmesini emreden bir kavramdır.

 

Sözlükte “bağ, ilişki” anlamına gelen sıla ile “döl yatağı, ana rahmi” ve mecazen “insanlar arasındaki soy birliği, akrabalık bağı” anlamına gelen rahm / rahim (çoğulu erhâm) kelimelerinden oluşan sıla-i rahim terim olarak “kan bağı ve evlenme yoluyla oluşan akrabalık bağlarını yaşatma, akrabalarla ilişkiyi sürdürme, onların haklarını gözetme, onlara ilgi gösterme, iyilik ve yardımda bulunma, ziyaret etme” demektir.

 

Akrabalar için zü’l-erhâm, ülü’l-erhâm gibi tabirler de kullanılır. İbnü’l-Esîr, bu tür akrabalık görevlerini ihmal etmenin veya akrabalara kötü davranmanın kat‘-ı rahim tabiriyle ifade edildiğini belirtmektedir (en-Nihâye, II, 210-211; V, 191-192. Lisânü’l-ʿArab, ilgili maddeler”.

 

Ben bu kutlu sözlerin peşine takılarak çocuklarımla birlikte yola çıktım bu sene yine. Sıla-i rahim kavramı çerçevesinde memleketim olan Denizli’ye geldim. Sıla-i rahim kavramıyla anlatılan farz ibadeti yerine getirmek için yaptım bunu.

 

Hava sıcaklığının 39 dereceye bazı günlerde 41 dereceye ulaştığı şehre, tekstil cenneti denilen şehre, termal kaplıcalarıyla, üzümüyle, horozuyla ve antik kentleriyle meşhur Ege Bölgesindeki bir şehre; Denizli’ye geldim. 1985’e kadar beni bağrına basan, saran-sarmalayan, acıktığımda doyuran, susadığımda su veren, üşüdüğümde üzerime örtü olan şehre geldim. Evet, sıla-i rahim için bu şehre geldim.

 

Ortaokul ve lisede (İmam-Hatip Lisesi) verilen bilgileri bu şehirde almıştım. Yüksek tahsilimi 9 Eylül Üniversitesi’nde (İzmir Yüksek islâm Enstitüsü) tamamlamama rağmen, öğretmenlik mesleğime bu şehirde başlamıştım. Kimliğimi bu şehirde kazanmıştım. Geleceğimi bu şehirde inşa etmiştim. Sevdiğim kadınla bu şehirde dünya evine girmiştim.  

 

Kader ağlarını ördü ve sonrasında Yolum Almanya’ya düştü. 35 seneden beri Berlin’de yaşıyorum. Çocuklarımdan ikisi tahsillerini orada tamamladılar, en büyükleri de doktora çalışması için geldi Berlin’e. Aile böylece yıllar sonra Berlin’de tekrar bir araya geldi. 2019 da eşimin vefatı ile birlikte ailemiz yine dağıldı.

 

Ben yine, aile birliğini fiziken olmasa bile ruhen sağlamak için Denizli’ye, bu şehre geldim yine (2020). Çocuklarımla birlikte geldim. Amacım sıla-i rahim farz ibadetini yerine getirmektir. Büyüklerimizi ziyaret etmek ve çocuklarımın anneleri ile olan bağlantılarını kesmemelerini sağlamaktır.

 

Babamı ve eşimi mezarlarında ziyarete ettik, oldukça memnun kaldılar. Eşim çocuklarımızı hep birlikte görünce mezarından kalktı ve hepsini teker teker kucakladı. Gözlerinden öptü. Uzun uzun sohbet ettik, dertleştik eşimle. Mutlu oldu hem de çok mutlu oldu. Gözlerinden akan yaşlar sevgi çağlayanı olarak mezarının üzerinde akıp geçti. Çocuklarının annelerini ziyaretinden kim mutlu olmaz ki…

Bir zaman sonra eşimden ve babamdan müsaade istedik ve ayrıldık huzurdan. Çocuklar anneleriyle tekrar kucaklaştılar, o, yine eskisi gibi kollarını kocaman açarak çocuklarına sarıldı ve her zaman yaptığı gibi yine; ”Aman ha, sağlığınıza dikkat edin öyle abur-cubur şeyler yemeyin, sıcaktan soğuktan kendinizi koruyun, vakitli vakitsiz sokağa çıkmayın, kiminle arkadaş olacağınıza dikkat edin, bizleri habersiz bırakmayın” tembihatında bulunmayı ihmal etmedi.

 

Sonra da her zaman yaptığı o meşhur uğurlama duasıyla bizleri yolcu etti çocuklarını: “Allah’ım çocuklarıma zihin açıklığı ver, onların anlayışını artır, kötü insanların şerrinden onları koru, onlara iyi insanlarla beraber olmayı nasip et, onlara ilim ver, faydalı ilim ver, ilimlerini artır, işlerini kolaylaştır, göğüslerini genişlet, muhannete muhtaç eyleme, Sana iyi bir kul, insanlara da faydalı birer insan olsunlar, onları Kur’an’ın yolundan ayırma, ben onları çok seviyorum sen de sev hem de çok sev bana evlat acısı tattırma...”

 

İçimizi acıtan bu ziyaretten sonra; biz de onun için dua ettik, “Allah’ım sen onun mekanını cennet eyle. Biz ondan razı idik sen de razı ol. Biz annemizin bu fani dünyada senin rızanı kazanmanın dışında bir iş yapmadığına şahidiz, bizim annemizin iyi bir insan olduğuna dair şahitliğimiz tamdır, şahitliğimizi kabul eyle“ duasıyla huzurdan ayrıldık.

 

Babam da torunlarıyla aynı duyguları paylaştı. Geliniyle birlikte yanyana aynı mekanda ikamet ediyorlar. Bağbaşı mezarlığında. Eski bir mezarlık. Huzur veriyor insana. Mezar taşlarında 1232 yılının tarihlendiğini okudum.

  

Ziyaretlerimizi yaptıktan sonra çocuklarıma biraz da Denizli’yi tanıtmak istedim. Önce Denizli’nin mutfağından başladık tanıtıma. Sonra tekstil konusunda bilgilendirdim onları. Hem kadim dostum, asker arkadaşım Ali Tural’ı ziyaret etmek ve hem de el tezgahlarını tanıtmak için Buldan’a gittik...

 

Devam edecek