19 Ocak 2020 Pazar

EGE VE AKDENİZ GEZİSİ / 7 KİLİSELER ( IV)



-Aphrodisias (Aydın) / Laodikeia (Denizli)-

-Onlar “Zenginim, zenginleştim, hiçbir şeye gereksinmem yok” diyorlardı. Ama onlar Tanrı’nın gözünde lüks giysileri ve göz merhemleriyle “zavallı, acınacak durumda, yoksul, kör ve çıplaktılar”.  Ne komşu kent Hierapolis’teki sıcak su kaplıcaları gibi ateşli ne de Koloseden gelen soğuk dağ suyu gibi ferahlatıcılardı. Onlar şehirlerindeki ılık maden suyuna benziyorlardı. Ilık termal suyu nasıl mideyi bulandırır ve kusturursa, Vahiy yazarı Rabbinde, böylelerini “kusacaktır” yani onları yarış dışı bırakıp göksel ödüllerden men edecektir.-


Rüştü Kam

Afrodisias (Aphrodisias)
Alaşehir’den sonra Afrodisias Antik Kenti’ne doğru yol almaya başladık. Arkadaşlar daha yolun başında Hz. İsa ve Yuhanna üzerine değerlendirmeler yaptılar. Sonrasında da “Madem Hristiyanlar İsa’nın göğe çekildiğine ve kıyamet öncesinde yeryüzüne inanacağına inanıyorlar, öyleyse neden İsa Şam’a iniyor, Efes’e inmesi daha isabetli olmaz mıydı?” gibi sorular sormaya başladılar. Hatta ilave ettiler; “İsa’nın Annesi Meryem ve havarisi Yuhanna Efes’te medfun iken ve de 7 kiliseye 7 ayrı mektup gönderilerek Ege Bölgesi önemli kılınırken” neden Efes değil de Şam? …
Bu görüşün makul olduğu arkadaşlar tarafından onaylandı. İsa’nın yeryüzüne geleceği inancının Hristiyanlar tarafından İslâm’a sokulmuş olabileceği kanaati de böylece hasıl oldu. Tartışmanın sonunda arkadaşlar; “Müslümanlar inançlarındaki pürüzleri temizlemezlerse daha çok DEAŞ’çı militan çıkarırlar içlerinden” diyerek mesaj vermeyi de ihmal etmediler.

Ve zeybek havaları. Bu yolculuk boyunca aslında zeybek havaları dinlenmesi gerekiyor. Zeybeklerin harman olduğu bölgedeyiz. Sezgin Bey çoktan başlatmıştı bile inceden inceye Zeybeği. Arkadaşların hararetli tartışmalarını bölmemek için kısmıştı efelerin sesini: 
“Eklemedir koca konak ekleme / Nazlı da yârim yine geldi aklıma / Nasıl edeyim başımdaki sevdaya
/Aman aman dostlar yoldan geldim yorgunum / Orta da boylu bir güzele vurgunum…”

Geyre köyündeyiz. Küçük bir köy burası. 2.000 yıl önce burada tahminen 100. 000’den fazla insan yaşamış. Geyre’de bugün kimsecikler yok. Antik kentin üstüne kurulan Geyre köyü kazılar nedeniyle boşaltılmış. Otobüs ile bir noktaya kadar gidebildik. O noktadan sonra Antik kente gitmek için kendi araçlarımızı kullanamıyoruz. Traktörün çektiği bir vagon ile gitmemiz gerekiyor. İlginç bir ulaşım aracı. Aracı ilginç kılan arkasındaki vagon. Fayton veya at arabasına alışık olduğumuz için böylesi bir araç ilginç geldi bize. 

“Afrodisias M.Ö. V. yüzyılda kurulmuştur. Önemli bir sanat merkezidir. Özellikle M.Ö. I. yüzyıl ile M.S. V. yüzyıllara rastlayan dönemlerde adını dünyaya duyuran antik kent, asıl ününü adını aldığı ana tanrıça Afrodit’e ait tapınağa borçludur. Bu tapınakta, antik dönemlerde tanrıça için büyük törenler yapılırmış.

Yunan mitolojisinin efsanevi tanrıçası Afrodit’in hikayesi şöyle: Kronos, babası Uranos ile giriştiği iktidar mücadelesinde babasını devirmiş ve onun cinsel organını kesmiş. Kesilen organ denize düşmüş ve düşerken oluşan köpüklerden Afrodit doğmuş. Afrodit, aslen Kıbrıslıdır, aşkı, sevgiyi, bolluk ve bereketi simgeler. Afrodit, güzel, işveli bir kadındır, sevmeyi ve sevilmeyi sever. Kıbrıs başta olmak üzere pek çok yerde adına tapınaklar açılan, şenlikler ve şölenler düzenlenen tanrıça, her dönem ihtişamı ile anılır. Yörenin tarihi çok daha eskilere, tunç çağına kadar dayanıyor. M.Ö. 3.000 yılını işaret eden kalkolitik dönemlere ait bulgular bunu açıkça gösteriyor bize. Afrodisias, 1413 tarihinde II. Murat tarafından Osmanlı İmparatorluğu’na katılmıştır.

Bölgede kazı çalışmalarının başlatılması ise hayli ilginç bir tesadüfe dayanır. Ünlü fotoğraf sanatçısı Ara Güler bölgede yaptığı geziler sırasında, yolu Geyre köyüne düşmüş ve köydeki ev ya da iş yerlerinde Afrodisias’a ait kalıntıların kullanıldığını görmüş. Bu işte bir gariplik sezen Ara Güler, evleri fotoğraflamış ve dönemin sanatçılarına göndermiş. İstediği ilgiyi bulamayınca, edindiği bilgileri birkaç fotoğrafla birlikte bir Amerikan dergisine göndermiş. Amerikalılar fotoğrafları alır almaz keşif için Geyre’ye gelmişler. Böylece Afrodisias gündeme gelmiş ve bölgede kazı çalışmaları başlamış. (1961).

Afrodisias (Aphrodisias) Stadyumu
Afrodisias (Aphrodisias) Stadyumu, kentin en iyi korunmuş ve en görkemli yapıtıdır. 30 bin kapasiteli, 50 metre genişlik ve 262 metre uzunluk ile dünyanın en iyi stadyumlarından biridir. Elips şeklinde herkesin daha rahat izleyebileceği bir teknikle yapılan stadyumda Atletizm oyunları, halk oylamaları, festivaller ve birçok yarışmalar yapılırmış.
Yapılan arkeolojik araştırmalar sonucunda kentte mimarlık ve heykeltıraşlığın yanı sıra tıp ve astronomi alanlarında da çalışmalar yapıldığı belirlenmiştir. Kentte görülebilecek başlıca yapı kalıntıları, M.S. II. yüzyılda İmparator Hadrianus zamanında yapılan hamam, büyük havuzlu agora, M.Ö. I. yüzyılda Tanrıça Aphrodit için yapılan tapınak, stadyum, tiyatro, odeon, piskopos sarayı ve felsefe okuludur.”

Tapınak ve tiyatro kalıntıları ve genç kızların ve delikanlıların güzel giysileriyle birlikte ellerinde şemsiyelerle volta attıkları o küçük sokaklar harika yerler. Yeter ki hayal gücünüzü biraz çalıştırın. Göreceksiniz kendinizi 2.000 yıl öncesine taşımanız o kadar da zor olmayacak.
Afrodisias bizleri büyüledi. Kocaman bir şehir kurulmuş ve halkın ihtiyacı olan her şey düşünülmüş. Planlaması da mükemmel. Afrodisias müzesi olağanüstü güzellikte bir müze.

Aynı araçla geriye döndük. Bu yolu yaya olarak yürümeyi tercih edenler de oldu. Belli ki onlar 2.000 yıl öncesine gittiler ve zaman tünelinde gezinin tadını çıkarıyorlar.
Köylüler traktörün yolcuyu indirdiği ve bindirdiği yerde tezgahlar açmışlar. İncir, bal ve meyve çeşitleri alıcı bekliyor. Tezgahlar özene bezene düzülmemiş. Bize pahalı geldi fiyatlar. Ama buna rağmen aldık. İnsanlar bir umutla gelmişler oraya. Emeklerine saygı göstermek, destek olmak lazımdır diye düşündük. İnsanlar kara kara benizli. Yüzlerinde çizgiler oluşmuş. Olduklarından daha yaşlı görünüyorlar sanki. Belli ki onları güneş yakmış. Kadınlar şalvar giyiyor erkekler şapka takıyorlar. Tarlada çalışmanın zorluğunu yansıyor bu giysiler. Tarlada çalışmak şalvarla ve şapkayla daha rahat oluyor olmalı. Elveda Afrodisias…

Hierapolis ve Laodikya (Laodikeia) Antik Kenti /Denizli
Hedefimizde Laodikieia var. Laodikeia Denizli’de. 2007 yılında yapılan kazı çalışmaları neticesinde gün yüzüne çıkarılmış.
Karacasu / Afrodisias Denizli arasında, arkadaşlar izlenimlerini anlatmak için teker teker mikrofona geldiler. Herkesin edindiği intiba başkaydı. Arkadaşlardan izlenimlerini almamız her gezide yaptığımız bir uygulama. Hem değişik izlenimleri dinliyoruz hem de anlatılan malumatları bu şekilde pekiştirmiş oluyoruz. Gezimizin adı ‘Kültür ve Araştırma Gezisi.’  Bu gezilerden edindiğimiz intiba odur ki; Avrupalıların Anadolu sevdasının arka planını, antik kentleri gördükçe daha iyi anlıyoruz. “Gezin, görün ve ibret alın.”

Manzara harika. Yeme de yanında yat derler ya işte tam da öyle bir şey. Yemyeşil incir ağaçlarının arasından Tavas Zeybeği eşliğinde Denizli’ye doğru akıp gidiyoruz. Değişik bir coğrafya. “Zobalarında guru da meşe yanıyor efem/ Memet efem de üşümüş de donuyor / Boncuklu da gelin ortalık da dönüyor da dönüyor/ Aslanım da efeler vay vay…”

Aydın, Nazilli ve Buharkent derken Denizli’ye gelmişiz bile. Otelimiz Karahayıt Köyü’nde. 5 yıldızlı termal otel. Odalarımıza yerleştik. Arkadaşlar termal havuzda yüzmek için acele ediyorlar. Ben ve eşim arkadaşlardan ayrıldık annelerimizin elini öpmek istedik. Denizli’ye gelmişken onların hayır dualarını almamak olmazdı. Kayınbiraderim Ünal Zeybek işimizi kolaylaştırdı. Bizi otelden aldı ve ziyaretler sonrasında da geriye getirdi. Ne demişler; “Hayvanlar içinde koyun, insanlar içinde kayın.”

Kahvaltıdan sonra önce Hierapolis antik kentini gezdik. Rehberimiz Serdar anlatıyor Hierapolis’i. Her objeyi bir bir anlatıyor, üşenmiyor ve usanmıyor. En ufak detayı bile atlamıyor. “Mesleğine aşık” derler ya işte tam da Serdar için söylenmiş bir deyim. Hierapolis antik kenti, dünyaca meşhur Pamukkale’nin hemen yanı başında.

“Hierapolis, birçok dinsel yapıya ve tapınağa sahip olduğu için “kutsal kent” olarak anılır. Hierapolis, Bergama kralı II. Eumenes tarafından M.Ö. II. Yüzyılda kurulmuştur. Bergama’nın kurucusu Telephos’un karısı ve aynı zamanda amazonların kraliçesi Hiera’dan dolayı Hierapolis ismini aldığı bilinmektedir. Hierapolis Antik Kenti’nin Pamukkale travertenlerine yakın bir yerinde hamam var. Hamam, kent girişinin dışında yer alıyor. Anadolu’daki birçok antik kentte olduğu gibi kente girmek isteyen insanların öncelikle yıkanmaları gerekiyor. Alınan bu tedbir hem temizlik açısından hem de bulaşıcı hastalıklardan korunmak açısından bir zorunluluktu. Bu uygulamayı sonraki dönemlerde Osmanlı ve Anadolu Selçukluları döneminde de   devam etmiştir.
Kentin en çarpıcı noktalarından biri de Cin deliğidir. Cehennem ağzı da denilen deliğin içerisinde fokur fokur kaynayan bir su var. Suyun içinde karbondioksit bulunuyor. Mineraller ile birlikte yukarı doğru çıkarken çözülen mineraller, kalkerli taşlara dönüşüyor. İçindeki karbondioksit ise havaya yayılıyor. Kapalı alanlarda karbondioksit solumanın ölüm getirdiğini biliyoruz. Buraya inen insanların da çoğu öldüğünden, bu deliğe Cin deliği adı verilmiş.
Hierapolis’teki görülmesi gereken yapılardan birisi de tiyatrosudur. 7 bölüm ve 50 oturma sırasına sahip olan tiyatro, 10 bin kişiliktir. Bu tiyatroyu, diğer antik kentlerin tiyatrolarından ayıran en önemli yönü, inşaat çalışmalarının yaklaşık 150 yıla yakın bir süre devam etmiş olmasıdır. 

Hierapolis Antik Kenti’ne gelip de Kleopatra Havuzu’nu görmemek olmaz. Vaktiniz varsa yüzebilirsiniz de burada. Suyun şifasını ve havuzun estetik yapısını duyanlar, kalkıp Hierapolis’e gelmiş ve Antik havuzun popülerliği de böylece günden güne artmış. Öyle ki Mısır Kraliçesi Kleopatra da bu havuza girmek, güneşlenmek, keyif yapmak ve güzelliğine güzellik katmak için Mısır’dan kalkmış buralara kadar gelmiş. Bu olaydan sonra da Antik havuzun ismi Kleopatra havuzu olarak anılmaya başlanmış. Havuzun hemen yakınındaki sağlık merkezinde de akıl hastaları ruh hastaları, müzik ve su eşliğinde tedavi ediliyordu.
Hierapolis antik kenti, Pagan (putperest) döneminde de Hıristiyanlık dönemlerinde de kutsal kabul edilen nadir kentlerden birisidir. Hierapolis’in Hıristiyanlar tarafından kutsal kabul edilmesinin nedeni, Hz. İsa’nın 12 havarisinden birisi olarak kabul edilen Aziz Philipus’un burada çarmıha gerilerek öldürülmesidir. Araştırmalara göre, havari Aziz Philipus, M.S. 80’li yıllarda buraya gelerek Hıristiyanlık dinini yaymaya çalışmış. Halkın putlara tapmasını eleştirmiş, halk bu eleştiriyi Tanrılarına hakaret kabul etmiş ve onu da İsa gibi çarmıha germişler. Yaklaşık 300 yıl kadar sonra Hıristiyanlığı kendilerine din olarak kabul eden halk, bu sefer de Aziz Philipus’u katlettikleri o alana onun anısına bir şehitlik, bir çeşme ve bir de şapel inşa etmişler.

Hierapolis antik kentinin dışında, bir de nekropolis (mezarlık) vardır. Burası, şehrin en ilginç ve gizemli mekanlarından biridir. Yapımında kireçtaşı ve mermer gibi antik dönemin en çok kullanılan yapı malzemelerinin kullanıldığı mezarları gezerken dikkatle bakarsanız ölen kişinin hayatına ait birbirinden farklı izler görürsünüz. Bu bağlamda özellikle lahitlerin üzerinde yer alan kabartma figürlerinde mezar sahibinin hayattayken yaptığı işle ilgili betimlemelerin bulunduğu anlaşılır. Örneğin bir asker öldüğünde savaş sahnesi işleniyor mezar taşına. Hamamda tellaklık yapan bir kişi için ise ya kese figürü ya da hamam tası resimleri çiziliyor. Ölen kişinin gelir seviyesine göre birbirinden farklı ilginç mezarlar da yaptırılmıştır. Bu gelenek Selçuklu ve Osmanlılarda da devam etmiştir. Hierapolis Nekropolü gizemlerle, bilinmezliklerle şaşkınlıklarla dolu haliyle; yüzlerce lahite, binlerce mezara ev sahipliği yapmıştır. Burada oldukça görkemli ve şatafatlı lahitler olduğu gibi basit ve olağan mezarlar da vardır. “

Ancak Cumhuriyet döneminde öyle bir nesil yetiştirdik ki; kendi dedelerinin mezar taşlarını bile okuyamıyorlar. Bu cahillikleri de kendilerine medeniyet olarak ta ıtılıyor. Hierapolis vaktimizin çoğunu aldı. Sıra Pamukkale travertenlerinin üzerinde çıplak ayakla yürümeğe geldi.

Pamukkale
“Traverten aslında bir çeşit kaya türüdür. Bu kayalar çeşitli sebeplerden kimyasal reaksiyona uğramıştır. Bu kimyasal reaksiyonlar sonucunda kayalar üzerinde bir çökelme meydana gelmiştir. İşte bu kayalara traverten adı verilmektedir. Pamukkale Travertenleri’nin bulunduğu alan, çok sayıda sıcak su kaynaklarına sahip termal bir bölgedir. On yedi farklı alanda çıkan sıcak su kaynaklarının ısısı, 35 derece ile 100 derece arasında değişmektedir. Bu kaynak suları antik çağdan beri özellikle sağlık alanında kullanılmaktadır.
Sıcak su kaynağından çıkan sular yüksek miktarda kalsiyum hidrokarbonata sahiptir. Hidrokarbonat açığa çıktıktan sonra havadaki oksijen ile bir reaksiyona girdiğinden karbondioksit ve karbonmonoksit sudan ayrılır ve havaya karışır. Bu esnada kalsiyum karbonat ise çökelir ve travertenleri meydana getirir. Bu çökelti ilk başta jel halinde olmasına rağmen zamanla daha da sertleşerek kayalaşmakta ve traverten adını almaktadır. Bu özelliğin dünyada en güzel görüldüğü yer burasıdır, Pamukkale Travertenleri.”

Her taraf bembeyaz. Böylesine bir manzarayı başka bir yerde görme şansımız yok. Dünya harikası bir yer. Herkes ayakkabısını eline aldı. Paçalar sıvandı ve travertenlerin üzerinden akan su ile birlikte yürüyüşe geçildi. İniş aşağı, uzunca bir mesafe kat edilecek. Bu arada fotoğraflar çekilecek sohbetler edilecek. Belki bir daha gelinemeyecek olan bu yerin tadının çıkarılması gerekiyor.

Arkadaşlarımız keyif aldı travertenlerin üzerinde yürümekten. Pamukkale’yi terk etmek istemediler. Emin’in ve Serdar’ın çabaları boşunaydı. Ancak onlar da haklıydı; Laodikya bizi beklemekteydi. Onu daha fazla bekletmek olmazdı. Vahiy Kitabı'nda adı geçen yedinci ve son kilise oradaydı. Son kiliseyi görerek son mektubu da okuyarak 7 Kiliseler konusuna son noktayı koymamız gerekiyor. Bir süre gecikmeyle de olsa nihayet Laodikya’ ya ulaşabildik.

“Laodikya M.Ö. 253 yılında kurulmuştur. İsmini Selefki Kralı II. Antiyokus’un eşinden alır. Antik Laodikya Kenti'nin çok küçük bir bölümü günümüze kadar ulaşabilmiştir. İsa Laodikya kilisesinin cemaatini buraya gönderdiği mektupta azarlar. Zenginlik inançlıların aklını başından almıştır, lüks ve debdebe içinde yaşamaktadırlar. Ünlü bir tıp okulunun da bulunduğu Laodikya da gözler için merhemler üretiliyordu; siyah yün üreten zengin bir tekstil sanayisi de vardı. Milyarderler ve bankerler yuvası olan bu şehir, öylesine zengindi ki, M.S. 60 yılında şehri yerle bir edip yıkan depremden sonra Roma Devleti’nin maddi yardımını bile reddetmiştir. İki tiyatrosu bulunan nadir şehirlerden biri olan Laodikya’nın stadyumu, jimnastik salonu ve hamamları son derece lükstür.
Anlaşılan, maddi zenginliklerden yararlanan imanlılar, bu bolluğu Tanrı’nın özel kutsaması olarak yorumlarlarken, gerçek ruhsal/manevi değerleri göz ardı ediyorlardı. Dünyevileşmişlerdi. Buna rağmen kendilerinin ruhsal ve manevi olarak zengin olduklarını düşünüyorlardı. Dünyevileşmeyi inançlarından ötürü Tanrı’nın kendilerine verdiği bir lütuf olarak görüyorlardı. Hristiyanlıkla ilgileri kalmamıştı ama kendilerini gerçek inançlı olarak görüyorlardı. Laodikya Kilisesi’ne gönderilen mektup şöyle başlar:
“Senin yaptıklarını biliyorum. Ne soğuksun ne de sıcak, keşke soğuk ya da sıcak olsaydın! Oysa ne sıcak ne de soğuksun, ılıksın. Bu yüzden seni ağzımdan kusacağım. Zenginim, zenginleştim, hiçbir şeye ihtiyacım yok diyorsun ama, zavallı ve acınacak durumda, yoksul, kör ve çıplak olduğunu bilmiyorsun. Ben sevdiklerimi azarlayıp terbiye ederim. Onun için gayrete gel ve tövbe et. İşte kapıda durmuş, kapıyı çalıyorum, eğer biri sesimi işitir ve kapıyı açarsa, onun yanına gireceğim, ben onunla ve o da benimle, birlikte yemek yiyeceğiz. Ben nasıl galip gelerek Babamla birlikte Babamın tahtına oturdumsa, galip gelene de benimle birlikte tahtıma oturma hakkını vereceğim. Kulağı olan, Ruh’un topluluklara ne dediğini işitsin.” (Vahiy 3:14-22)

Mektupta, Laodikyadaki Hristiyanlar kıyasıya eleştiriliyor. Şımarıklıkları yüzlerine vuruluyor. “Zenginim, zenginleştim, hiçbir şeye gereksinmem yok” diyorlardı. Ama Tanrı’nın gözünde lüks giysileri ve göz merhemleriyle “zavallı, acınacak durumda, yoksul, kör ve çıplaktılar”.  Ne komşu kent Hierapolis’teki sıcak su kaplıcaları gibi ateşli ne de Koloseden gelen soğuk dağ suyu gibi ferahlatıcılardı. Onlar şehirlerindeki ılık maden suyuna benziyorlardı. Ilık termal suyu nasıl mideyi bulandırır ve kusturursa, Vahiy yazarı Rabbinde böylelerini “kusacaktır” yani onları yarış dışı bırakıp göksel ödüllerden men edecektir.

İncil'de adı geçen 7 kiliseden biri Denizli'deki Laodikya Antik Kenti'ndedir. 8 ayak üzerine oturtulmuş 2 bin metrekare alandaki kilisenin büyük bölümü orijinal parçalarını koruyor. Laodikya’da birden çok kilise bulunmaktaydı.
Stadyumun, su kanallarının, su kulelerinin ve sokakların kalıntıları günümüze kadar gelmiştir. 
Laodikya, Hıristiyanlık dünyası için çok önemlidir. Çünkü kent M.S. IV. yy.’dan itibaren Kutsal Hac Merkezi olma gibi dinsel bir özelliğe sahip olmuştur.”

Ben Denizliliyim. Defalarca bu mezarları gördüm, buralarda dolaştım, ancak Hierapolis Nekropolü’ nü yeni tanıdım. Bütün okullar, öğrencilerini antik kentlere rehberler eşliğinde götürerek geçmiş kültürleri detayları ile tanıtmalıdırlar. Milli Eğitim Bakanlığı, ilgili bakanlıklarla işbirliği yaparak bu gezileri düzenleyebilir. Ülkelerini tanıyarak yetişen gençler Avrupalıların Türkiye üzerinde oynadıkları oyunların ancak o zaman farkına varabilirler.

Devam edecek

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder