30 Mart 2020 Pazartesi

BATI KARADENİZ GEZİSİ (V) -Amasra- Zonguldak-Devrek-


Amasra’yı tepeden seyrediyoruz. Sultan Fatih’in seyrettiği gibi. Harika bir manzara. Allah sanki Amasra’yı özene bezene yaratmış. Denizle orman iç içe girmiş, sarmaş dolaş, dans ediyorlar. Adaların kimisi birbirine köprü ile bağlanarak elele vermiş, gelen gideni selamlıyorlar, bazı adalar da öylece seyrediyor, yerinden kımıldamadan olan biteni. Hallerinden oldukça memnun görünüyorlar. Deniz masmavi, zaman zaman adalara kadar gelip okşuyor onları hafif hafif, incitmeden, sessiz ve sakin. Fatih Sultan Mehmet'in 'dünyanın gözü' dediği yer, Amasra. “Lala Lala! Çeşm-i Cihan bu mu ola?”

1453 yılında mutlaka bugünden daha güzeldi Amasra, bakirdi. Ancak insanlar İstanbul’u rahat bırakmadıkları gibi Amasra’yı da rahat bırakmamışlar. Her tarafına çomak sokmuşlar, delik deşik etmişler. Amasra feryat ediyor, Fatih’e duyurmaya çalışıyor sesini, Fatih duymasa da belki torunları duyar ümidiyle yaşıyor tâ o günden beri.

Denizin sıfır noktasına geldiğimizde rutubet ve küf kokusu karşıladı bizi. Denizin iyodundan içimize bir nefes çekmek için heveslenmiştik, ne mümkün. Amasra, ey Amasra, seni bu hale getirenlere yazıklar olsun…

Derinlerden gelen bir ses fısıldadı bize; Amasra aslında bizi karşılamak için hazırlanmak, Fatih’in torunları geliyor diye giyinip dökünmek istemiş. Ama o çöplerin, etrafın, sokakların, denizin pisliğinden ar etmiş, torunlarının karşısına perperişan çıkmayı gururuna yedirememiş. Bu vefasızlığı, gaddarlığı, vurdum duymazlığı görünce, Amasra’ya yapılan zulmün acısı içimizi sızlattı.

Doğru Fatih’in yanına koştuk. Orada hemen girişteymiş. O da bizi bekliyormuş yıllardan beri. “Biz geldik Sultanım” dedik, yüzümüze bile bakmadı. Sessiz, sakin bir şekilde geleceğe dikmiş gözlerini öylece bakıyor. Bir ara bize döndü ve “Ben sizlere emanet ettim bu toprakları, sizler ne yaptınız, benim karşımda kılıç sallayan düşmanlarımla birlikte iş tutunuz ve güzelim Amasra’yı bu hale getirdiniz, yazıklar olsun size” diye celallendi. Yer yarılsaydı da içine gireydik… Sultanım İstanbul Amasra’dan farklı değil…diyesimiz geldi dilimizin ucuna ama diyemedik…Sadece Amasra ve İstanbul değil ki, Osmanlı coğrafyası paramparça edilmiş.
Amasya’da şehzadeler, Kastamonu’da Şerife Bacı, Sinop’ta Abdülmecid Han, şimdi de Fatih Sultan Mehmet Han; hepsi şekvacı, hiçbirine hak ettiği değer verilmiyor… Daha fazlasını söylemeye utandık, başımızı yere eğdik. Ama o, büyüklüğünü gösterdi ve birlikte hatıra fotoğrafı çekilmemize yine de müsaade etti. Sonra da bütün gücümüzle Anadolu’yu, kendisinin düşmanlarından ve düşmanlarıyla iş tutan işbirlikçilerinden kurtarmak için mücadele edeceğimize söz verdik ve huzurdan ayrıldık…
Rehberimiz Amasra Müzesi’nin önünde önce Amasra’nın tarihinden bahsetti sonra da müze hakkında bilgi verdi:

Amasra

“Amasra Osmanlı topraklarına 1460 yılında katılmıştır. Amasra’ya ilk görüşte vurulan Fatih Sultan Mehmet, Lala’sına, “Lala Lala! Çeşm-i Cihan bu mu ola?” diye sorar. Ve ferman buyurur. "Bu kadar güzel bir yeri zarar vererek almak istemem, tiz bana kalenin anahtarlarını getiresüz!” Anahtarlar gelir ve savaşmadan şehre girilir.
Sonrasında Fatih, Karabük ve Eflani yöresinde yaşamakta olan Kıpçak Türkleri’ni buraya yerleştirir. Ardından yörede yaşayan Rumların büyük bir kısmını da İstanbul’a yerleştirir.
Şehrin antik çağdaki adı “susam diyarı” manasına gelen Sesamos’tur. M.Ö. 3. yüzyılda kente o dönem Amasra’yı yöneten kadın lider Amastris’in adı verilmiştir. Osmanlı zamanında şehir Amasra olarak anılmaya başlanmıştır.”

Amasra Müzesi

Sonrasında serbest kaldık ve ikişerli üçerli gruplar halinde incelemelerimizi sürdürdük. Verilen zaman 30 dakika.
Amasra’daki ilk ve tek müze olan Amasra Müzesi, şehrin merkezinde misafirlerini ağırlamak için bekliyor. O kadar ahım şahım bir müze değil ama Amasra için yeterli denebilir. Amasra'nın 3000 yılı aşan tarihinin kanıtları var o müzede. Binlerce tarihi eser sergilenmiş. Müze, 1982 yılında Amasra Müzesi olarak faaliyete geçmiş. Amasra Müzesi'nde 2 etnografik, 2 adet arkeolojik olmak üzere toplamda 4 adet sergi salonu var. Ayrıca müzenin bahçesinde tıpkı içerideki salonlarda olduğu gibi Helenistik, Roma, Bizans, Ceneviz ve Osmanlı dönemine ait eserler var.

Balık lokantası

Fatih’le yüzleştik, Amasra Müzesi’ni de rehberimizin anlatımıyla tanıdık, fotoğraflarımızı da çektik. Sıra şehir turuna geldi. Ama Emin “Önce yemek yiyeceğiz, sonra şehir turu yapacağız.” dedi. Emin restorandan önceden randevu almış. Otobüsün lastiğinin patlamasıyla kaybettiğimiz zaman randevuyu sıkıntıya soktuğu için şehir gezisini yemekten sonraya yapmalıymışız. Makuldür dedik. Yaya olarak gitmemiz gerekiyor. Çeşm-i Cihan’ın içindeyiz. Manzara harika.
Balık restoranı ikinci katta. Garsonlardan “Ne arzu edersiniz efendim?” sorusunun sorulmasını beklerken servis geldi bile. Emin önceden siparişleri vermiş. Neredeyse bütün balık çeşitleri var tepsinin üzerinde. Hangisinden istersen ondan yiyeceksin. Üstelik yiyebildiğin kadar yiyeceksin. Tekrar isteyebilirsin de. Yanında turşusundan salatasına kadar zengin bir menü. Sonunda ödeyeceğin para aynı. İlavelere ek ücret yok… Bundan iyisi Şam’da kayısı.
Yemekten sonra Türk kahvesi de geldi. Amasra az da olsa kendisini affettirmesini bildi…Siz olsanız böyle bir mekândan kalkmak ister miydiniz? Evet biz de öyle düşündük, kalkmak istemedik…. Ama, ah şu ‘Eminin düdüğü’ olmasaydı…Restoran sahibine şükranlarımızı sunduk ve ayrıldık mekândan.

Hemen restoranın yanında cami var. Orada cem ederek namazımızı kıldık. Yanında park var. Biraz soluklandık parkta. Amasralı orta yaşlı iki kişi oturuyor bankta. Ben de hemen yanlarına oturdum selam verdim. Başladık Amasra üzerine sohbete. Amasra’da yaşamaktan hepsi memnun. Laf döndü dolaştı siyasete geldi. “Biz Karaoğlan’ cıyız” dediler. Karaoğlan çok oldu öleli dedim. “CHP var ya” dediler. ”Amasra’nın belediyesi de CHP’lidir” dediler. “Belediye hizmetlerinden memnunuz” dediler. Şehrin pisliğinden, bakımsızlığından söz açtım. “Belediye CHP’li olduğu için hükümet ödenek vermiyor” dediler. Ona da bahaneleri hazır. Sohbet hararetlenince etrafımız kalabalıklaştı. Espriler, kahkahalar gırla gitti, oldukça keyifli bir sohbet oldu. Sonunda kucaklaşarak ayrıldık oradan. Düştük yine Emin’in peşine. Daracık sokaklardan geçiyoruz. Her taraf tarih kokuyor. Kale kapısından geçerek Kemere Köprüsü’ne ulaştık. Köprünün üzerine oturarak manzarayı seyre daldık.

Kemere Köprüsü

“Üzerinde durduğumuz bu köprünün adı Kemere Köprüsü’dür. Amasra Kemere Köprüsü, ilçenin simgelerinden biri haline gelmiştir. Sağında ve solunda muhteşem bir deniz manzarasına sahip olan bu köprü Sormagir Mahallesi ile Boztepe-Zindan Mahallesi'ni birbirine bağlamaktadır. Önceleri tekneleri zarar gören balıkçıların tekne onarımlarının yapıldığı bu alan, daha sonra tekne turlarına açılarak turizmin canlanmasına büyük katkı sağlamıştır.
Roma döneminde inşa edilmiş olan Amasra Kemere Köprüsü tarih boyunca Cenevizlilerin, Bizans ve Osmanlı'nın hakimiyetine geçmiştir. Köprüde yakın zamanda büyük bir restorasyon çalışması yapılmıştır.”

Tarihi dokusunu korumayı başarmış olan köprüden uzun uzun manzarayı seyrettik. Bol bol fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedik. Köprüyü geçip yukarıya doğru tırmanınca, tepede Tavşan Adası ve Ağlayan Ağaç varmış. Fazla ilgimizi çekmediler. Daha ileri gitmek istemedik. Hava da biraz serin idi. Köprünün üzerinden geriye döndük. Biraz sonra sola dönerek yokuş yukarı tırmanmaya başladık. Fetihten sonra Fatih’in kılıcını bıraktığı Fatih Camii var orada.

Fatih Camii

Cami, 9. yüzyılda Amasra Kalesi içinde bir Bizans kilisesi olarak inşa edilmiş. “Amasra'nın 1460 yılında, Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesiyle camiye çevrilmiş.
Âşık Paşazâde bu durumu şöyle ifade eder; “Bir eyi kiliseyi cami etti, hutbe-i İslâm anda dahi okuttu.”
Necdet Sakaoğlu’nun tespitine göre vakfiyesinde üç köyün aşarı ile Amasra’da çocuksuz ölenlerin mal ve servetleri camiye bırakılmıştır. Döneminin tüm mimari karakteristiğini yansıtan yapı, 1887 yılında onarım görmüş.
Cuma hutbesinin kılıç çekilerek okunması geleneği, günümüzde hâlâ Fatih Camii'nde yaşatılmaktaymış. “Kılıçla hutbe okuma geleneği Osmanlı döneminde başlatılan bir gelenektir. Bu gelenek Anadolu'daki bazı camilerde hâlâ devam etmektedir. Amasra’yı savaşmadan kan dökmeden teslim alan Fatih Sultan Mehmet, savaşın kazanılmasının bir simgesi olarak kiliseden camiye dönüştürülen Fatih Camii’ne kılıç bırakmıştır. Fatih Camii’nin de o tarihten bugüne kadar Cuma namazları ve Bayram namazlarında imam hutbeye çıktığında Fatih Sultan Mehmet’in bıraktığı o kılıcı eline alarak hutbeyi bu şekilde okumaya devam ediyor.” Rehberimizin Mehmet Doğan Öz’ün açıklaması böyle.

Anladığımız odur ki; kılıca veya asaya dayanarak hutbe okumanın amacı hutbede telkin edilen düşüncelerin etkisini artırmak olmalıdır. Siyasî ve sosyal her türlü güce sahip olunduğunu gösteren bu uygulama, hutbede istenilenin rahatça söylenebileceği anlamına da gelmektedir. Kılıç bu anlamda hürriyet, istiklal ve güç sahibi olmanın sembolü olarak görülebilir.

Amasra’nın görülmesi gereken yerlerini gördük. Şimdi geldi sıra alışverişe. İstikamet Çekiciler Çarşısı. 1 saat zaman verildi. 1 saat sonra otobüsün yanında olmamız gerekiyor. Batı Karadeniz gezimizde Hüseyin Bozkurt ve eşi yok. Hüseyin hastanede kaldı. Eşi ve oğlu Beyhan da onunla kaldı. Dolayısıyla Fatma Mıdık gecikenlere ceza verme konusunda fazla mahir değil. Çay keyfi için henüz bir bütçe oluşmamış.

Çekiciler Çarşısı

‘Çekiciler Çarşısı’, Amasra’nın merkezinde bulunmaktadır. Bu yöreye özgü el emeği, göz nuru hediyelik ürünlerin satıldığı küçük bir çarşı burası. Bu çarşıda ahşap işçiliğinin nadide ürünleri görülmeye değer.
“Çarşıya adını veren çekicilik, ahşap oymacılığı ve süsleme sanatıdır. 17.yy'a dayanan ağaç oymacılığı, bugün Amasra ve köylerinde sürdürülmektedir. Özellikle Amasra'da, bulunduğu bölgenin doğal yapısının da etkisi ile bu el sanatları oldukça gelişmiştir.
Tarihi Amasra Çekiciler Çarşısı’nda; ıhlamur, şimşir, dişbudak, ceviz, kiraz ve kızılağaç gibi ağaçlar kullanılarak yapılan ayetler ve güzel sözler yazılı levhalar, resim ve resimlikler, çerez takımları, isimlik, anahtarlık, kuş ve hayvan figürleri, baharatlık, tuzluk, nihale, tepsi, peçetelik, kalem, şimşir kaşık, masaj aletleri, şimşirden yapılmış bal kaşığı, salata kasesi vb. hediyelik eşyalar Amasra'nın kendi üretimi olarak satılmaktadır. El emeği göz nuru olan bu ürünler hem yerel ekonomiyi güçlendirmekte hem de bölgenin kültürel el işi mirasının korumasına yardımcı olmaktadır.” Kendisinden aşure kepçesi, oklava ve nihale aldığımız esnaf anlattı bunları.

Amasra Kalesi

“Amasra'nın şehir merkezinde, sahil kenarında bulunan Amasra Kalesi, Zindan ve Sormagir Kalesi olarak iki ana yapıdan oluşuyor. Kale, stratejik konumu ve şehri koruması amacıyla Roma döneminde inşa edilmiş. Bizans, Ceneviz ve Osmanlılar dönemlerinde çeşitli onarımlardan geçirilerek kullanılmış.”

Barış Akarsu

Barış Akarsu Amasralı bir şarkıcı. 28 yaşında trafik kazasında hayatını kaybetmiş. Amasra’da bir parkta heykeli var. Biz Barış’ın mezarını da ziyaret ettik. Gelmişken mezarına gidip bir Fatiha okumayı ihmal etmedik. Mezarlıktan sonra Zonguldak’a doğru yola çıktık. Akşam Zonguldak’ta kalacağız. Zonguldak ile ilgili genel malumat yine otobüste verildi. Zonguldak’a gelmeden Zonguldak’ı tanımış olduk.

Zonguldak

“Zonguldak ve çevresinin tarihi Hititlerle başlar. Anadolu’da ilk siyâsî birliği kuran Hitit İmparatorluğu bu bölgeyi de sınırları içine dâhil etti. Bu devirde bu bölgeye verilen isim “Palla”dır. Hititlerden sonra bu bölgeye Firigyalılar, Lidyalılar, Persler ve Makedonya Kralı İskender hâkim oldu. 
Yıldırım Bâyezîd Han 1402 Ankara Savaşı’nda Timûr Han’a yenilince, Osmanlı Devleti “Fetret Devri” denilen bir devre içinde sıkıntılı günler geçirdi. Osmanlı Devleti taht kavgaları yüzünden neredeyse parçalanma durumuna geldi. Osmanlı Devleti’nde birliği sağlayan Çelebi Sultan Mehmed Han bu bölgeye hâkim oldu. Fetret Devri’nden sonra Osmanlı Devleti yeniden eski gücüne ulaştı, seferler ve genişleme başladı.
Bölge insanı Osmanlı Devri’nde her türlü istilâ ve savaştan uzak kalmıştır. Bölge târihî, hiçbir mühim vakaya sahne olmamıştır. On dokuzuncu asır başlarında gemilerde buhar gücü kullanıldığı için kömür büyük önem kazandı. Ticaret gemileri gibi savaş gemileri de buharla çalışıyor ve buhar da kömürle temin ediliyordu. Henüz Osmanlı topraklarında kömür bulunamamıştı. Sultan İkinci Mahmud Han, Osmanlı toprakları içinde mâden kömürü bulacaklara mükâfat vereceğini bir fermanla ilan etti. Orduda da askerlere mâden kömürü tanıtılarak terhislerinde memleketlerinde bu mâdeni aramaları ders olarak anlatıldı.

Kara elmas (Kömür)

1829 senesinde Ereğli ilçesinin Kestanelik Köyünde oturan Uzun Mehmed, bir gün deniz kenarına inmişti. Bir fırtına sebebiyle “limancık” isimli kuytu bir köşeye sığındı. Isınmak için ateş yaktı. Az sonra ateş etrafındaki siyah taşların yanarak kor hâline geldiğini görünce “Buldum, kömürü buldum” diye bağırdı. Çünkü askerde öğretilenlere çok benziyordu. Bu yerden bir küfe dolusu kömürü sırtına yükleyip “Alaplı” yolundan İstanbul’a geldi. İstanbul’daki ilgililere başvurdu. Yapılan incelemelerde bunun kömür olduğu anlaşılarak Padişah’ın fermanı ile Uzun Mehmed’e 30 altın mükâfat ve ölünceye kadar 6 altın maaş bağlandı.
Kömür mâdeni sebebiyle Zonguldak gittikçe gelişti. Cumhûriyet devrinde en çok gelişen birkaç şehirden biridir. Ereğli Demir ve Çelik Tesisleri ile Zonguldak daha büyük hızla kalkınmıştır. Cumhûriyet devrinde il olan Zonguldak, demiryolu ile Ankara’ya bağlanmış ve liman tesisleri yapılmıştır.

Kömür yıkama tesisi

Zonguldak’ta harabe haldeki eski kömür yıkama tesisi, ‘tarihî eser’ olduğu gerekçesiyle koruma altına alındı. Fransızlar tarafından inşa edilerek 1957 yılında işletmeye açılan bina ‘dokunulmazlık’ zırhına büründü. Lavvarlar 200 dönümlük arazi üzerine inşa edilmiştir.”

Zonguldak’ı grupla birlikte gezmek mümkün olmadı. Hem rehberimiz hem de sorduğumuz Zonguldaklılar, Zonguldak’ta gezilip görülecek bir yerin olmadığını söylediler. Recai’nin bir arkadaşı varmış Zonguldak’ ta. Aradı arkadaşını. Aldı bizi ve onun arabasıyla şehir turu yaptık. Tepelerin üzerine kurulmuş bir şehir Zonguldak. Döne döne çıkıyoruz. Önce Bülent Ecevit Üniversitesi. Denize nazır bir tepede kurulmuş Üniversite. İçeriye girip gezemedik. Üniversitenin etrafında düzensiz bir yapılaşma olmuş. Daracık daracık sokaklar. Akşam üstü olmasına rağmen sokaklar çok kalabalık, yürümekte zorlanıyoruz. Recai’nin arkadaşı üniversite öğrencilerinin dolaştığı bu sokaklarla ilgili içimizi açan bilgiler vermedi. Zonguldaklılar da durumdan memnun değillermiş.

Bazı binalar var, temellerinde çöküntü olmuş. Aslında Zonguldak’taki bütün binalarda üçer beşer santimlik çökmeler varmış. Çünkü o gördüğümüz tepelerin altında kömür ocakları varmış.

Fener

Fener diye bir mevki var. Deniz feneri. Oraya kadar tırmandık. Çok güzel çay yapıyorlar fener lokalinde. İçtik. Atmosfer güzel. Sonra fenerden Zonguldak’a tepeden baktık. Işıl ışıl bir şehir. Çok güzel görünüyor ama canlı değil. Sahil kenarında oturacağımız bir mekânı bile yok. Biz Nisan ayında oradaydık. “Yazın biraz canlanır” dediler.

Lavvar

Kapatılmış maden ocaklarını gördük dışardan. O haliyle bile ürküntü veriyor. Ocağın çökmesi durumunda insanların ölümlerini hatırlamamız bu korkumuzun sebebi olabilir. Kömür yıkama kuleleri var ana cadde üzerinde. Onlara lavvar deniyor. Öylece ucube gibi duruyorlar ortada. ‘Tarihî eser’ diye koruma altına alınmışlar. Doğru yapmışlar. Bize göre de tarihi eser. Zonguldak’ın kaderini değiştiren lavvarlar onlar. Tarihi eser olması için ev, bina, cami, köprü, kervansaray olması gerekmiyor. Evet, tarihi eser olmasına tarihi eser de öyle terkedilmiş halde ortalık yerde durması da şehrin güzelliğini bozuyor. Oysa lavvarlar çok güzel birer restoran olarak düzenlenebilirler. Kahve olarak düzenlenebilirler. Okuma salonu olarak düzenlenebilirler. Bilinçli bir restorasyon ile şehrin güzelliğine güzellik katar o aman bu lavvarlar. İstenilirse olmayacak şeyler değil bunlar. Anladığımız kadarıyla siyaset Zonguldak için iyi şeylerin yapılmasına mâni oluyor. Amasra’da da aynı anlayış vardı.

Oteldeyiz. Teşekkür ederek ayrıldık Recai’nin arkadaşından. Mocca Dergisi’nden de verdik kendisine…

Gökgöl Mağarası

 

Sabah kendi saatimizde kalktık ve kahvaltımızı yaptık. Hedefimizde Bolu var, önce Devrek. Yol üzerinde Gökgöl Mağarası varmış. Zonguldak-Ankara karayolu üzerinde, hemen şehrin çıkışında.

Recai’nin arkadaşı tavsiye etmişti. Tur sorumlusu Emin Oruç itiraz etmedi teklifimize. Çünkü programımızda yoktu. Açılış saatinden 30 dakika önce gelmişiz mağaraya. Bekledik. Görevli açılış saatinden oldukça geç geldi. Özür diledi, kabul ettik. İnsanlık halidir dedik. Türkiye’de alıştık bu tür mazeretlere. Aynı durum Afyonda da başımıza gelmişti. Sorumluluk duygusu fazla yok gibi görevlilerde. Belki denetleme de olmuyordur. Veya denetleyen kişi de aynı mantıkla hareket ediyordur. “Devletin malı deniz, yemeyen domuz…” derler ya. Özel şirket tarafından işletiliyor olsaydı bu mağara veya Afyon’daki cami, yine de geç gelebilirler miydi çalışanlar acep…


Mağara girişi geniş ve yüksek, içeriye büyük bir fosil ağızla kaya bloklar arasından girilmekte. Sel sularının getirdiği sarı bir çamurla kaplı olan zeminde yer yer su birikintileri bulunmakta. Buradan sonra mağara son derece zengin ve güzel oluşumlar arasından suyun gelişi yönünde 2 kol halinde devam ediyor. 3200 m. uzunluğundaki mağara kavisler çizerek ilerliyor.
Mağaranın içi damlataş birikimi yönünden son derece zengin, sarkıtlar muhteşem. Gelişim halinde olan bu damlataşlar, mağaradaki oluşumun hala devam ettiğini gösteriyor.
Gökgöl Mağarası’nın ilk 875 metresi turizm amaçlı kullanıma açılmış. Aydınlatması yapılan bu alanda yürüyüş parkuru, köprüler ve seyir terasları bulunmakta. İçerisi soğuk. Fazla vakit geçirmeden çıktık mağaradan. Hedefimizde Devrek var. Şu bastonuyla ünlü Devrek.

Devrek ve baston

Devrek küçük bir ilçe ama bastonuyla dünya çapında ün yapmış bir ilçe. Devrek bastonları... “Devrek'in eski adı 'Hamidiye'dir.' Yörede yaşayan en eski topluluk Etilerdir. Devrek, sırasıyla Pontus İmparatorluğu, Roma ve Bizans İmparatorluğu’nun egemenliğine girmiştir. 1079’da Anadolu Selçukluları’nın egemenliğine giren Devrek, 1348 yılında Orhan Bey tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. Toplam nüfus 58 bin civarında. Yöreye has bir ürün olan baston, ilçenin ilk akla gelen gelir kaynağıdır.” Devrek’e bir organize sanayi yapılmamış olması büyük bir eksikliktir. Belediye ne iş yapar Devrek’te? sorusuna doyurucu bir cevap alamadık.

“Devrek bastonculuğunun tarihi 1892 yılına kadar gider. Sanatsal boyutu ile dikkat çeken Devrek bastonu 7 Temmuz 1984 tarihinde düzenlenen Baston Festivali ile halka tanıtılmış ve bu festival Devrek baston sanatının günümüze kadar gelmesine katkıda bulunmuştur. Devrek bastonu için slogan cümle şudur: 'Sanatı ve kültürü içermeyen bir baston kadar, bastonsuz bir kültür de yaşatılamaz.' Devrek bastonu sanat ve kültürün yoğunlaştığı bir sanat eseridir. 'Sanat nedir' sorusuna Devrek bastonuna bakarak cevap bulmak mümkündür. Devrek bastonu kullananlar için, dünyada benzeri olmayan nitelikte sanatsal ve Yerel Kültür birikimini üzerinde taşıyan zarif, şık bir destektir.”

Bastonculuk mesleğinin gelecek nesillere düzgün, kurallarına uygun şekilde aktarılması gerekir. Bunun yolu da bastonculuk mesleğine yeni çırak ve ustalar kazandırmaya devam etmektir. Meslek okulları açmaktır. Ancak, baston esnafını desteklemek ve meslek okulları açmak da devletin görevidir.
Elveda Devrek. Bekle bizi Bolu…

Devam edecek


22 Mart 2020 Pazar

BATI KARADENİZ GEZİSİ (IV)-Safranbolu-


-Cinci Hoca’nın bir dokunuşu ile hayat bulan şehir; Safranbolu. O dokunuş Safranbolu’ya hayat suyu olmuş. Safranbolu’da yeni bir süreç başlamış o dokunuşla. Safranbolular o dokunuşu yapan ruhun ne kadar farkındalar acep-

Hıdırlık tepesi

Türklerin Safranbolu'ya geldikleri zaman konuşlandığı yermiş Hıdırlık Tepesi. Yağmur duası ile Hıdırellez kutlamaları burada yapılırmış. Manzara muazzam. Bu tepeden temaşa eylediğinizde, Safranbolu size tüm çıplaklığıyla güzelliklerini gösteriyor. Birkaç dakika kendi halinizde oturup eski bir şehre bakmanın tadını çıkarabileceğiniz bir tepe Hıdırlık. Safranbolu ile ilgili genel malumatları da burada alıyoruz rehberimizden. Rehberimiz hem anlatıyor hem de eli, anlattıklarına eşlik ediyor.

Safranbolu

Yörede sırası ile Hititler, Frigler, Persler, Romalılar, Selçuklular ve Osmanlılar egemenlik kurmuşlardır. Selçuklular 1196 yılında gelmişler Safranbolu’ya. Selçuklulardan sonra da Osmalı hakimiyetine girmiştir Safranbolu. Safranbolu için “Osmanlı’nın arka bahçesi” deyimi kullanılmıştır.

Safranbolu, 17.yy.’da Sinop-Gerede-İstanbul ticaret yolu üzerinde önemli bir konaklama merkezidir. Safranbolu’da, Köprülü Mehmet Paşa, İzzet Mehmet Paşa, Kaptan-ı Derya Salih Paşa, Kazasker Cinci Hoca gibi birçok sadrazam ve devlet adamı ikamet etmiştir.

Safranbolu, evleriyle, doğal güzellikleriyle, safranıyla, lokumuyla, Cinci Hanı ve Hamamı’yla, İncekaya Su Kemeriyle, Eski Hükümet Konağı’yla, Saat Kulesi’yle, tarihi çeşmeleri ve arastalarıyla, İpek Yolu’yla tarihe tanıklık etmektedir.
Safranbolu evleri kışlık “Şehir” ve yazlık “Bağlar” olmak üzere ikiye ayrılır. Yazlık evler bağ ve bahçeler arasında sayfiye yeri konumundaki evlerdir. Kışlık evlerin bulunduğu ve iki derenin oluşturduğu vadi, diğer bir tanımla çarşı; dericilik, yemenicilik, demircilik, bakırcılık, semercilik, saraçlık, nalbantlık, keçecilik ve kereste ticaretinin yapıldığı kesimdir.”

Hıdırlık Tepesi’nden saldık kendimizi Safranbolu’nun merkezine. Yokuş aşağı yürüyoruz evlerin arasından. Daracık sokakları var. Toprak yol. En ufak bir dikkatsizlikte düşme ihtimalimiz oldukça yüksek. Ayağımız kayabilir, taşa takılabilir. Düşme korkusundan birbirinin koluna girenler de var. Hepimiz bu yürüyüşten keyif aldık. En azındın nereye bastığımızı görerek basıyoruz.

Düzlüğe tam varmıştık ki, rehberimiz örnek bir Safranbolu evini görmemiz gerektiğini söyledi. İçeriye girdik. Sunum 3. Katta yapılacakmış. Ahşap merdivenlerle çıktık. Görevli bayan sunum için bekliyormuş orada. Şark köşesi gibi döşenmiş bir oda:

Safranbolu evleri

“Safranbolu evlerinin üç özelliği vardır. Çok nüfuslu büyük aile yapısı, yağışlı iklim, kültürel ve maddi zenginlik. Normal bir ailede iki ya da üç çocuk vardır. Erkek evlat evlendirilince ona ayrı bir ev açılmaz, gelin aynı eve getirilir. Amcalar, yengeler, halalar ve torunların da dahil olduğu aile hep birlikte bir evde yaşarlar. Evin kadınına ev işlerinde yardım etmek amacıyla evlerin çoğunda evlatlık kız bulunur. Evlatlık kız evin kızı gibi görülür. Evlerin haremlik ve selamlık bölümü vardır.
Ailelerin sahip olduğu hayvanlar evin zemin katındaki ahırlarda barındırılır. İnsan ve hayvan yiyecekleri, yakacak odunlar hepsi evin uygun bölümlerinde muhafaza edilir.
Evin girişinde zemin katta “hayat” vardır. Bu bölüm eğer taş kaplıysa “taşlık” adını alır. Burada ışık almayı sağlayan “gliste” mevcuttur.

Üst katlara ahşap ustalığının üstün örneklerini sergileyen merdivenlerle çıkılır. İkinci kat diğer katlara göre daha basıktır. Bu katta gerektiğinde yatak odası olarak da kullanılabilen bir mutfak bulunur. Gündelik yaşam orta katta geçer. Soğuk kış günlerinde bu katın ısıtılması daha kolay olur. Üçüncü kat, evlerde mükemmelliğe varılan noktadır. Bu katta tavanlar daha yüksektir. Odaların giriş kapıları köşelerdedir ve oda ile doğrudan teması kesen özel ahşap paravana düzeni bulunur. Odaların her biri bir çekirdek aileyi ya da bir aile yakınını barındırabilecek tüm unsurlara sahip, bağımsız birim olarak tasarlanmıştır. Bu doğrultuda her odada ahşap dolapların (yüklük) içerisinde bugünün duş kabinlerini andıran gusülhaneler mevcuttur. Evlerin pencereleri çok özel biçimde tasarlanmış olup dar ve uzuncadır. Ahşap kanatlı pencerelerde ayrıca “muşabak” denilen kafesler bulunur.

Evlerde ısınma, ocaklarla sağlanır. Ocaktan alınan közler mangala konarak taşınır. Katlar arasında zaman zaman tecrit malzemesi kullanılmış olsa da ahşap evlerde ısının muhafazası güçtür. Bu nedenle prensip mekânın değil insanın ısıtılmasıdır. Aydınlatma aracı gaz yağı lambasıdır. Evlerin bazılarının içlerinde serinlik vermesi ve yangından korunmak amacıyla yapılmış olan havuzlar bulunmaktadır.

Safranbolu’da; doğa-insan-ev; sokak-ev, sokak-çarşı ilişkileri son derece düzenli ve dengelidir. Çevreye olduğu kadar komşuya da saygı egemendir. Hiçbir ev diğerinin görünüşünü engellemez. Evlerin yapımında taş, kerpiç ahşap ve alaturka kiremit kullanılmıştır. Bahçeler sokaktan taş duvarlarla ayrılmıştır. Din ve gelenekler evi dışarıya kapatır, bu yüzden ev içi ve bahçeler yüksek duvarlarla ayrılmıştır, pencereler kafeslidir, kadın yabancı erkeğe görünmez. Bazen aynı evin içinde bile, kadınlar ve erkekler ayrı ayrı yaşarlar. Safranbolu´da evler selamlık ve haremlik olarak ikiye bölünmüştür.”

10 dakika fotoğraflama zamanını iyi kullanmak zorundayız. Daha görülecek çok yerimiz var. Zaman ise kısa. Bu sefer vadinin öbür yakasına doğru ilerliyoruz. Hemen yolun başında Uzak Doğu’dan gelmiş turistler var. Oturmuşlar müzik yapıyorlar. Sözlerini anlamıyoruz ama melodileri dinlemeye değer cinsten. Yokuşa tırmanıyoruz. Yol dar. Bu dar yolun sağıda dükkân solu da. İnsanlar üst-üste yürüyorlar gibi. Sesler uğultu şeklinde geliyor kulaklarımıza. Her esnaf kendine çağırıyor müşteriyi. Harika bir şehir. Bizler de girdik havaya. İsterseniz safranlı dondurma da var. Ev tekstili açısından Safranbolu çok zengin. Çeşidi bol. Hanımlar alışveriş yapmak istediler ama, 30 kilo yük hakkı olması alışveriş zevkini tatmamıza mâni oluyor. Yine de fiyatlara bakmak, modeller hakkında bilgi sahibi olmak için dükkanlara müşteri gibi girip çıkıyoruz. Hatıra olması için ufak tefek de olsa alışveriş yapılıyor.

Safranbolu Lokumu

Emin, önceden randevu almış işletme sahibinden. Randevuyu kaçırmamamız gerekiyor. Safranbolu’da lokumun tarihi hakkında bilgi alacağız. İmren lokumlarındayız. 1942 yılından beri lokum imalatıyla uğraşırlarmış.
Lokum, 15. yüzyıldan beri Anadolu’da bilinmekteymiş. Özellikle 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaygınlaşmış. Osmanlı’da rahat-ül hulkum (boğaz rahatlatan) adıyla anılırmış. 19. yüzyılda tanınmaya başlanmış. Daha önceleri bal ya da pekmez ve un bileşimi ile yapılan lokum, 19. yüzyılda ‘kelle şekeri’ olarak bilinen rafine şeker ve özellikle nişastanın bulunup ülkeye getirilmesi sayesinde bugünkü tat ve lezzetine kavuşmuş. Halkla ilişkiler müdürü verdi lokumun tarihi ile ilgili bilgileri.

Lokumu sadece tanıtmak için seminer verilmedi anladığım kadarıyla, alışveriş yapılsın diye verildi. Biz de gerekeni yaptık. Uçak 30 kilo yük hakkı vermiş o bizleri ilgilendirmiyor zaten. Bir gün Temel’i zorla imamlığa geçirmişler. Temel namaz kılarmış kılmasına da hep imama uyarak kılarmış. İmam olunca işler değişmiş. Başlamış bildiği duaları okumaya kıyamda. Sübhaneke, Ettehıyyâtü, Allahümmesalli, …Arkada namaz kılmayı bilen birisi varmış. “Oku oku, oturduğun zaman ne okuyacaksın merak ediyorum” demiş. Ben de bizimkiler havaalanına vardıkları zaman ne yapacaklar onu merak ediyorum.

İmren lokumun karşısında Safran heykeli var. Safran ile birlikte kendisini ölümsüzleştirmek isteyen arkadaşlarımız gerekeni yaptılar.

Safran

“Safranbolu’ya adını veren “Safran” çok eski çağlardan beri baharat ve gıda boyası olarak kullanılan soğanlı bir bitkidir. Çiğdemle yakın akraba olan bu bitkinin anayurdunun İran olduğu sanılmaktadır. Ortalama 20-25 cm.’ye kadar boylanabilen safran bitkisi Ağustos ve Eylül aylarında ekilir. Safran, Ekim ayında huni biçiminde mor çiçekler açar. Çiçeklerin tam ortasında üç parçalı, kırmızımsı turuncu tepecikler yer alır. Sabah güneş doğmadan toplanıp kurutulan ve baharat olarak kullanılan safran, bileşimindeki koyu sarı renkli boyama maddesinden ötürü içine katıldığı yiyeceği sarıya boyar.  Yaklaşık 10 gram safran elde etmek için 1430 tepecik gereklidir. Bu nedenle pahalı ve değerli bir üründür. Safranın tanınması ve çeşitli amaçlar için kullanılması 5.000 yıl öncesine dayanmaktadır. Çok eski çağlardan beri İran ve Keşmir’de tarımı yapılan safran yalnızca baharat olarak değil, çeşitli dönemlerde hastalıkları iyileştirici koruyucu bir madde olarak da değer görmüş, hatta renginden ötürü kutsal bile sayılmıştır.
Kendi ağırlığının 100.000 katı suyu sarıya boyayabilecek kadar kuvvetli bir boyama özelliğine sahip olan safran, halen Safranbolu’ da üretilmektedir.

Yemeniciler Arastası

Emin şimdi kahve içme zamanı dedi ve bizi taktı peşine. Yemeniciler Arastası’na gidiyoruz. Kahvesini öve öve bitiremedi. Çarşı içinde ağaçların altında zevkle döşenmiş bir mekân. Yerel kıyafetler giymiş kızlar ve erkekler hizmet ediyorlar. Közde kahve pişiriliyor. Yanında lokum ve su ile ikram ediliyor. Bizlere ihtiramda da bulundular. Kahve Emin’in övdüğü kadar varmış. Kahve gerçekten harikaydı.
Benim dikkatimi çalışanlar çekti. Fazla mutlu görünmüyorlardı. Tebessümleri ve hürmetleri yapmacık gibi geldi bana. Ya çok yorgunlar ya da az paraya çalışıyorlar…

Evet şimdi Safranbolu’yu Safranbolu yapan bir mekâna gideceğiz. Cinci Han.

Cinci Hoca

Cinci Han’ı Kösem Sultan yaptırmış. Han’ın ismine Cinci Han ismini de o vermiş. Sebebi şöyle. Rehberimizden dinliyoruz:
“Cinci Hoca aslında çok zeki, adı gibi cin fikirli birisidir. İnsanları kolayca ikna eder ve etkiler, bazı otlardan ilaç yapmayı da bilirdi. Hoca’yı Mahpeyker Kösem Sultan’a tavsiye ederler. Kösem Sultan’ın oğlu ve Hanedanın tek varisi Sultan İbrahim’in çocuğu olmamaktadır. Doktorların tedavilerinden sonuç alınamamıştır. Cinci Hoca’nın eski Türk geleneğindeki Şamanlar gibi olağanüstü bir enerjisi vardır. Telkin gücü çok yüksektir. Safrandan ve diğer bitkilerden elde ettiği macunu da eklediğinde Sultan İbrahim’in evlat sahibi olması mümkün olur. Hem de erkek evladı olur. İşte Cinci Hoca’nın talih yıldızının yükseldiği andır o an hem Cinci Hoca için hem de Safranbolu için. Olacak bir kimsenin bahtı kavî, tâlihi yâr/Kehlesi (biti) dahi mahallinde onun işine yarar demiş ya şair. İşte onun gibi.

Cinci Han

Ve böylece Cinci Han da Kösem Sultan tarafından Cinci Hoca’ya hediye edilmiş. Bu Han aynı zamanda Safranbolu’nun da kaderini değiştirmiş. Han sayesinde İran ve yakınındaki memleketlerle yapılan ticaretin önemli uğrak noktası olmuştur Safranbolu. Ticaret, şehrin çehresini değiştirir kısa zamanda. Dericilik güçlü bir sektör olarak adını duyurur. Hanın yanına bir de hamam eklenmiştir. Safranbolu Anadolu’nun tozlu, topraklı, kerpiç duvarlı kasabalarının arasında bir yıldız gibi parlamaktadır. Halkın da kaderi değişmiştir.
Padişahın tedavisinde şifa olduğu için, Safran bitkisinin ekimi teşvik edilmiştir. Bu tarihten sonra Safranbolu bitkisel tedavinin merkezlerinden biri haline gelmiştir.”

Masalsı hayatlar

Çıplak ayakla yürünse bile, ayağa taş değmeyecek Arnavut kaldırımlı yolları var Safranbolu’nun. Ve billur gibi serin suların aktığı sayısız çeşmeler yer alır süslü kitabeleriyle sokak başlarında. Evlerine, dantel gibi ince bir işçilikle işlenmiş ahşap tavanları vardır Safranbolu’nun. Özel odalarda ruha ferahlık veren su şırıltılarının nameye döndüğü havuzlar, taş duvarların ardındaki avlularda yaşanan masalsı hayatlar. Günümüz yazarlarının kayıt altına alarak kitaplaştırdığı gelenek görenekler… Bağ evleri, Safranbolu’nun yamaçlarına güneşi görmek için saygıyla dizilmiş sarı, beyaz, menekşe renkli mütevazı evler. Ki hiçbiri saygısından diğerinin önüne geçmez, ışığını kesmez. Arasta çarşısı başka bir dünyadır Safranbolu’nun. Cıvıl cıvıldır Safranbolu.
Evet Cinci Hoca’nın bir dokunuşu ile olmuştur bütün bunlar. O dokunuşla Safranbolu için yeni bir süreç başlamış ve tılsımlı, büyülü bir dünya kurulmuştur. Kurulmasına kurulmuştur da Cinci Hoca’yı
unutmuştur Safranbolulular. Tanımazlar, saygı göstermezler ona. Onu tanısalardı onun yaşadığı devri de tanıyacaklardı. Osmanlı’yı tanıyacaklardı…Cinci Hoca’nın Safranbolululardan beklediği sadece bir Fatiha’dır. Tüm Safranbolu adına, ruhu şad olsun…

Safranbolu akşamları

Cinci Han’dan sonra hedefimizde otel var. Konaklayacağımız otel Safranbolu’nun girişinde. Butik otel. Sımsıcak bir konaklama yeri, saygı ile karşıladı bizi. “Hazır gelmişken yatın dinlenin artık, çok yoruldunuz” diye yalvardı. “Sabahtan beri ayaktasınız, kendinize acımıyor musunuz?” dedi.
Ancak Emin rahat bırakmadı bizi. “Programda akşam yemeğinden sonra türkü bara gidilecek diye yazıyormuş. Onu atlayamazmışız. Orada bizi bekliyorlarmış. Gitsek de gitmesek de parasını ödemek zorundaymışız.” Mecburen gittik. Üstelik bir de yürüyerek gittik. Yolda birbirimizi kaybettik. Kimimiz hızlı kimimiz yavaş gidince olacağı buydu. İyi ki cep telefonu varda buluşmamız zor olmadı.

Mekân yol üstünde. Havanın sıcak olmasından olacak galiba, açık bir mekân. Bizim için ayrılan yerlere oturduk. İkramlar geldi. Halk türkülerinden ve sanat musikisinden örnekler sunuldu. Biraz sonra oyun havaları çalınmaya başlandı. Oynayanlar oldu arkadaşlardan. Sebahattin mükemmel bir performans sergiledi. Ramazan Gezer ve Neşe hanım ondan geri kalmadı. Oğuzhan da öyle. Ama biraz kurs alması gerekiyor. Daha genç ne de olsa. İslamoğlu Zeybeğini oynadılar. Türkülere eşlik edenler de oldu. Bana da mikrofon tuttular. Emin ayarlamış. Çanakkale Marşı’nı okudum. Ama saz ile uyumu bir türlü tutturamadığım için okumaktan vazgeçtim…Sonra arkadaşlar koro halinde sazlara eşlik ettiler. Mekânda fazla kalmadık, ayrıldık.

Tatsız bir olay

Bazı arkadaşlara ödedikleri para fazla gelmiş. Mekân sahibi ile tartışmışlar. Biz sonradan öğrendik. Doğru yapmamışlar. Kişi başı ne kadar ödeyeceğimiz önceden belli idi, Emin söylemişti. Menü de belli idi. Neymiş efendim menü kendilerine sine sormadan önlerine gelmiş, onlar da hepsini yiyememişler, içememişler. Dolayısıyla yediklerinin ve içtiklerinin parasını ödeyeceklermiş. Ödeyecekleri para da para olsa. Velhasıl iyi bir intiba bırakmadık o mekânda. Arkamızdan ne dediler kimbilir.

Ulvi İntepe

Saydığım, hürmet ettiğim, büyüğüm Ulvi İntepe’yi ziyaret etmem gerekiyordu Safranbolu’da. Telefonunu eşim Saniye Temelyurt’tan almış. Programıma da almıştım. Saniye hanım komşumuzdu. Ulvi İntepe’yi Berlin’den tanıyorum. Yıllar önce kesin dönüş yapmıştı. Uzunca bir süre Berlin Ayasofya Camii’nin başkanlığını yaptı. Oğlu Âdem Berlin İslâmî ilimler Okulu’ndan öğrencimdi. Sesi çok güzeldi ve de çalışkandı. Çok istememe rağmen, gruptan ayrılıp kendilerini ziyaret edemedim. Grup sorumluluğu ağır bir yükt. Bütün gün hiçbir şey olmaz, bir dakika ayrılırsın herkes birbirine girer. Adem’i telefonla aradım, en azından selamlaşayım istedim. Âdem, “telefonla olmaz hocam, sen Berlin’den buraya kadar gelmişsin, ben sabah otele gelirim, görüşürüz” dedi. Bekledim, en azından birlikte kahvaltı yaparız diye düşündüm, gelemedi. İstanbul’dan bir tüccar gelecekmiş ve onunla buluşacakmış, önceden sözleşmiş, onunla buluşacağını sonradan hatırlamış… Telefonda öyle dedi ve vedalaştık…

Sabah erken kalkmamız gerekiyor. Kahvaltıdan sonra hedefimizde Safran tarlaları, İncekaya Su Kemeri ve Kristal Teras var.

İncekaya Su Kemeri

Sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından Tokatlı Kanyonu üzerine yaptırılan bu eser günümüze kadar ayakta kalabilmiştir. İlçe merkezine 7.5 km uzaklıktadır. 116 metre uzunluğunda, 6 kemerli ve 220 cm. genişliğinde görkemli bir yapıdır. Su kaynağından ilçeye su getirmek amacıyla yaptırılmıştır.

Kristal Teras

Kristal Teras, Safranbolu turizmine katkıda bulunmak amacıyla yapılmıştır Tokatlı Kanyonu üzerine. Yerden 80 metre yükseklikte ve 11 metre genişliğindedir. 75 ton ağırlığı taşıyabiliyor. Roketatar mermisiyle dahi kırılmıyormuş Kristal Teras. Her bir gözeneği 750 kilogram ağırlığı taşıyabilirmiş. 3 santimetre kalınlığında 3 parça camdan oluşuyormuş. Yaklaşık 400 kişiyi taşıma kapasitesine sahipmiş. Alan 100 metrekareymiş. Bir seferinde sadece 30 kişi bulunabilirmiş üzerinde Terasın. Eşsiz bir manzara. Yükseklik korkusu olanlar terasa çıkmamalıdır.”

Elveda Safranbolu

Safranbolu’ya doyum olmaz. Ancak Amasra bizleri bekler. Yolcu yolunda gerek. Fazla gecikmeden Amasra’ya intikal etmek lazımdır. Hedefimizde Amasra var. Otobüste Safranbolu izlenimlerini anlatıyorduk heyecan oldukça yüksek. Birdenbire bir ses duyduk, çat çat... Otobüs şöyle bir sallandı. Kaptan Sezgin tecrübesini konuşturdu, hemen yavaşladı. Paniklemeyelim diye hiçbir şey yokmuş gibi yavaş yavaş yoluna devam etti. Otobüs sanki bir yere sürtünüyor da oradan sesler geliyor gibi. Sesler rahatsız etmeye başladı. Kaptan Sezgin telaşa gerek yok diyerek bizi sakin olmaya davet etti.
Az sonra bir yerleşim merkezine vardık. Küçük bir yer, Abdi Paşa. Bartın’a fazla uzak değilmiş. Otobüsü çektik sağa. Lastik patlamış. Yola devam etmek mümkün değil. Biz aramızda o günün bittiğini konuşurken, Emin Oruç, önce bir araç ayarlamış, sonra otobüsün lastiğini sipariş etmiş. Lastik Bartın’dan gelecekmiş.
Biz lastiği beklemeden kiralanan araçla önden gidecekmişiz. Otobüs, lastik takıldıktan sonra arkadan gelecekmiş. Vazife aşkı ve işletme sorumluluğu böyle bir şey. Aferin Emin. Emin araç kiralamayabilirdi. Biz de tabiatıyla ona bir şey söyleyemezdik. Durum ortada derdik… Tebrik ettik, kucakladık Emin’i…Otobüsü kaptan Sezgin’le birlikte bıraktık Abdi Paşa’da, yolumuza devam ettik…
Ve Amasra…
“Lala Lala Çeşm-i Cihan bu mu ola?”

Devam edecek