22 Mart 2020 Pazar

BATI KARADENİZ GEZİSİ (IV)-Safranbolu-


-Cinci Hoca’nın bir dokunuşu ile hayat bulan şehir; Safranbolu. O dokunuş Safranbolu’ya hayat suyu olmuş. Safranbolu’da yeni bir süreç başlamış o dokunuşla. Safranbolular o dokunuşu yapan ruhun ne kadar farkındalar acep-

Hıdırlık tepesi

Türklerin Safranbolu'ya geldikleri zaman konuşlandığı yermiş Hıdırlık Tepesi. Yağmur duası ile Hıdırellez kutlamaları burada yapılırmış. Manzara muazzam. Bu tepeden temaşa eylediğinizde, Safranbolu size tüm çıplaklığıyla güzelliklerini gösteriyor. Birkaç dakika kendi halinizde oturup eski bir şehre bakmanın tadını çıkarabileceğiniz bir tepe Hıdırlık. Safranbolu ile ilgili genel malumatları da burada alıyoruz rehberimizden. Rehberimiz hem anlatıyor hem de eli, anlattıklarına eşlik ediyor.

Safranbolu

Yörede sırası ile Hititler, Frigler, Persler, Romalılar, Selçuklular ve Osmanlılar egemenlik kurmuşlardır. Selçuklular 1196 yılında gelmişler Safranbolu’ya. Selçuklulardan sonra da Osmalı hakimiyetine girmiştir Safranbolu. Safranbolu için “Osmanlı’nın arka bahçesi” deyimi kullanılmıştır.

Safranbolu, 17.yy.’da Sinop-Gerede-İstanbul ticaret yolu üzerinde önemli bir konaklama merkezidir. Safranbolu’da, Köprülü Mehmet Paşa, İzzet Mehmet Paşa, Kaptan-ı Derya Salih Paşa, Kazasker Cinci Hoca gibi birçok sadrazam ve devlet adamı ikamet etmiştir.

Safranbolu, evleriyle, doğal güzellikleriyle, safranıyla, lokumuyla, Cinci Hanı ve Hamamı’yla, İncekaya Su Kemeriyle, Eski Hükümet Konağı’yla, Saat Kulesi’yle, tarihi çeşmeleri ve arastalarıyla, İpek Yolu’yla tarihe tanıklık etmektedir.
Safranbolu evleri kışlık “Şehir” ve yazlık “Bağlar” olmak üzere ikiye ayrılır. Yazlık evler bağ ve bahçeler arasında sayfiye yeri konumundaki evlerdir. Kışlık evlerin bulunduğu ve iki derenin oluşturduğu vadi, diğer bir tanımla çarşı; dericilik, yemenicilik, demircilik, bakırcılık, semercilik, saraçlık, nalbantlık, keçecilik ve kereste ticaretinin yapıldığı kesimdir.”

Hıdırlık Tepesi’nden saldık kendimizi Safranbolu’nun merkezine. Yokuş aşağı yürüyoruz evlerin arasından. Daracık sokakları var. Toprak yol. En ufak bir dikkatsizlikte düşme ihtimalimiz oldukça yüksek. Ayağımız kayabilir, taşa takılabilir. Düşme korkusundan birbirinin koluna girenler de var. Hepimiz bu yürüyüşten keyif aldık. En azındın nereye bastığımızı görerek basıyoruz.

Düzlüğe tam varmıştık ki, rehberimiz örnek bir Safranbolu evini görmemiz gerektiğini söyledi. İçeriye girdik. Sunum 3. Katta yapılacakmış. Ahşap merdivenlerle çıktık. Görevli bayan sunum için bekliyormuş orada. Şark köşesi gibi döşenmiş bir oda:

Safranbolu evleri

“Safranbolu evlerinin üç özelliği vardır. Çok nüfuslu büyük aile yapısı, yağışlı iklim, kültürel ve maddi zenginlik. Normal bir ailede iki ya da üç çocuk vardır. Erkek evlat evlendirilince ona ayrı bir ev açılmaz, gelin aynı eve getirilir. Amcalar, yengeler, halalar ve torunların da dahil olduğu aile hep birlikte bir evde yaşarlar. Evin kadınına ev işlerinde yardım etmek amacıyla evlerin çoğunda evlatlık kız bulunur. Evlatlık kız evin kızı gibi görülür. Evlerin haremlik ve selamlık bölümü vardır.
Ailelerin sahip olduğu hayvanlar evin zemin katındaki ahırlarda barındırılır. İnsan ve hayvan yiyecekleri, yakacak odunlar hepsi evin uygun bölümlerinde muhafaza edilir.
Evin girişinde zemin katta “hayat” vardır. Bu bölüm eğer taş kaplıysa “taşlık” adını alır. Burada ışık almayı sağlayan “gliste” mevcuttur.

Üst katlara ahşap ustalığının üstün örneklerini sergileyen merdivenlerle çıkılır. İkinci kat diğer katlara göre daha basıktır. Bu katta gerektiğinde yatak odası olarak da kullanılabilen bir mutfak bulunur. Gündelik yaşam orta katta geçer. Soğuk kış günlerinde bu katın ısıtılması daha kolay olur. Üçüncü kat, evlerde mükemmelliğe varılan noktadır. Bu katta tavanlar daha yüksektir. Odaların giriş kapıları köşelerdedir ve oda ile doğrudan teması kesen özel ahşap paravana düzeni bulunur. Odaların her biri bir çekirdek aileyi ya da bir aile yakınını barındırabilecek tüm unsurlara sahip, bağımsız birim olarak tasarlanmıştır. Bu doğrultuda her odada ahşap dolapların (yüklük) içerisinde bugünün duş kabinlerini andıran gusülhaneler mevcuttur. Evlerin pencereleri çok özel biçimde tasarlanmış olup dar ve uzuncadır. Ahşap kanatlı pencerelerde ayrıca “muşabak” denilen kafesler bulunur.

Evlerde ısınma, ocaklarla sağlanır. Ocaktan alınan közler mangala konarak taşınır. Katlar arasında zaman zaman tecrit malzemesi kullanılmış olsa da ahşap evlerde ısının muhafazası güçtür. Bu nedenle prensip mekânın değil insanın ısıtılmasıdır. Aydınlatma aracı gaz yağı lambasıdır. Evlerin bazılarının içlerinde serinlik vermesi ve yangından korunmak amacıyla yapılmış olan havuzlar bulunmaktadır.

Safranbolu’da; doğa-insan-ev; sokak-ev, sokak-çarşı ilişkileri son derece düzenli ve dengelidir. Çevreye olduğu kadar komşuya da saygı egemendir. Hiçbir ev diğerinin görünüşünü engellemez. Evlerin yapımında taş, kerpiç ahşap ve alaturka kiremit kullanılmıştır. Bahçeler sokaktan taş duvarlarla ayrılmıştır. Din ve gelenekler evi dışarıya kapatır, bu yüzden ev içi ve bahçeler yüksek duvarlarla ayrılmıştır, pencereler kafeslidir, kadın yabancı erkeğe görünmez. Bazen aynı evin içinde bile, kadınlar ve erkekler ayrı ayrı yaşarlar. Safranbolu´da evler selamlık ve haremlik olarak ikiye bölünmüştür.”

10 dakika fotoğraflama zamanını iyi kullanmak zorundayız. Daha görülecek çok yerimiz var. Zaman ise kısa. Bu sefer vadinin öbür yakasına doğru ilerliyoruz. Hemen yolun başında Uzak Doğu’dan gelmiş turistler var. Oturmuşlar müzik yapıyorlar. Sözlerini anlamıyoruz ama melodileri dinlemeye değer cinsten. Yokuşa tırmanıyoruz. Yol dar. Bu dar yolun sağıda dükkân solu da. İnsanlar üst-üste yürüyorlar gibi. Sesler uğultu şeklinde geliyor kulaklarımıza. Her esnaf kendine çağırıyor müşteriyi. Harika bir şehir. Bizler de girdik havaya. İsterseniz safranlı dondurma da var. Ev tekstili açısından Safranbolu çok zengin. Çeşidi bol. Hanımlar alışveriş yapmak istediler ama, 30 kilo yük hakkı olması alışveriş zevkini tatmamıza mâni oluyor. Yine de fiyatlara bakmak, modeller hakkında bilgi sahibi olmak için dükkanlara müşteri gibi girip çıkıyoruz. Hatıra olması için ufak tefek de olsa alışveriş yapılıyor.

Safranbolu Lokumu

Emin, önceden randevu almış işletme sahibinden. Randevuyu kaçırmamamız gerekiyor. Safranbolu’da lokumun tarihi hakkında bilgi alacağız. İmren lokumlarındayız. 1942 yılından beri lokum imalatıyla uğraşırlarmış.
Lokum, 15. yüzyıldan beri Anadolu’da bilinmekteymiş. Özellikle 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaygınlaşmış. Osmanlı’da rahat-ül hulkum (boğaz rahatlatan) adıyla anılırmış. 19. yüzyılda tanınmaya başlanmış. Daha önceleri bal ya da pekmez ve un bileşimi ile yapılan lokum, 19. yüzyılda ‘kelle şekeri’ olarak bilinen rafine şeker ve özellikle nişastanın bulunup ülkeye getirilmesi sayesinde bugünkü tat ve lezzetine kavuşmuş. Halkla ilişkiler müdürü verdi lokumun tarihi ile ilgili bilgileri.

Lokumu sadece tanıtmak için seminer verilmedi anladığım kadarıyla, alışveriş yapılsın diye verildi. Biz de gerekeni yaptık. Uçak 30 kilo yük hakkı vermiş o bizleri ilgilendirmiyor zaten. Bir gün Temel’i zorla imamlığa geçirmişler. Temel namaz kılarmış kılmasına da hep imama uyarak kılarmış. İmam olunca işler değişmiş. Başlamış bildiği duaları okumaya kıyamda. Sübhaneke, Ettehıyyâtü, Allahümmesalli, …Arkada namaz kılmayı bilen birisi varmış. “Oku oku, oturduğun zaman ne okuyacaksın merak ediyorum” demiş. Ben de bizimkiler havaalanına vardıkları zaman ne yapacaklar onu merak ediyorum.

İmren lokumun karşısında Safran heykeli var. Safran ile birlikte kendisini ölümsüzleştirmek isteyen arkadaşlarımız gerekeni yaptılar.

Safran

“Safranbolu’ya adını veren “Safran” çok eski çağlardan beri baharat ve gıda boyası olarak kullanılan soğanlı bir bitkidir. Çiğdemle yakın akraba olan bu bitkinin anayurdunun İran olduğu sanılmaktadır. Ortalama 20-25 cm.’ye kadar boylanabilen safran bitkisi Ağustos ve Eylül aylarında ekilir. Safran, Ekim ayında huni biçiminde mor çiçekler açar. Çiçeklerin tam ortasında üç parçalı, kırmızımsı turuncu tepecikler yer alır. Sabah güneş doğmadan toplanıp kurutulan ve baharat olarak kullanılan safran, bileşimindeki koyu sarı renkli boyama maddesinden ötürü içine katıldığı yiyeceği sarıya boyar.  Yaklaşık 10 gram safran elde etmek için 1430 tepecik gereklidir. Bu nedenle pahalı ve değerli bir üründür. Safranın tanınması ve çeşitli amaçlar için kullanılması 5.000 yıl öncesine dayanmaktadır. Çok eski çağlardan beri İran ve Keşmir’de tarımı yapılan safran yalnızca baharat olarak değil, çeşitli dönemlerde hastalıkları iyileştirici koruyucu bir madde olarak da değer görmüş, hatta renginden ötürü kutsal bile sayılmıştır.
Kendi ağırlığının 100.000 katı suyu sarıya boyayabilecek kadar kuvvetli bir boyama özelliğine sahip olan safran, halen Safranbolu’ da üretilmektedir.

Yemeniciler Arastası

Emin şimdi kahve içme zamanı dedi ve bizi taktı peşine. Yemeniciler Arastası’na gidiyoruz. Kahvesini öve öve bitiremedi. Çarşı içinde ağaçların altında zevkle döşenmiş bir mekân. Yerel kıyafetler giymiş kızlar ve erkekler hizmet ediyorlar. Közde kahve pişiriliyor. Yanında lokum ve su ile ikram ediliyor. Bizlere ihtiramda da bulundular. Kahve Emin’in övdüğü kadar varmış. Kahve gerçekten harikaydı.
Benim dikkatimi çalışanlar çekti. Fazla mutlu görünmüyorlardı. Tebessümleri ve hürmetleri yapmacık gibi geldi bana. Ya çok yorgunlar ya da az paraya çalışıyorlar…

Evet şimdi Safranbolu’yu Safranbolu yapan bir mekâna gideceğiz. Cinci Han.

Cinci Hoca

Cinci Han’ı Kösem Sultan yaptırmış. Han’ın ismine Cinci Han ismini de o vermiş. Sebebi şöyle. Rehberimizden dinliyoruz:
“Cinci Hoca aslında çok zeki, adı gibi cin fikirli birisidir. İnsanları kolayca ikna eder ve etkiler, bazı otlardan ilaç yapmayı da bilirdi. Hoca’yı Mahpeyker Kösem Sultan’a tavsiye ederler. Kösem Sultan’ın oğlu ve Hanedanın tek varisi Sultan İbrahim’in çocuğu olmamaktadır. Doktorların tedavilerinden sonuç alınamamıştır. Cinci Hoca’nın eski Türk geleneğindeki Şamanlar gibi olağanüstü bir enerjisi vardır. Telkin gücü çok yüksektir. Safrandan ve diğer bitkilerden elde ettiği macunu da eklediğinde Sultan İbrahim’in evlat sahibi olması mümkün olur. Hem de erkek evladı olur. İşte Cinci Hoca’nın talih yıldızının yükseldiği andır o an hem Cinci Hoca için hem de Safranbolu için. Olacak bir kimsenin bahtı kavî, tâlihi yâr/Kehlesi (biti) dahi mahallinde onun işine yarar demiş ya şair. İşte onun gibi.

Cinci Han

Ve böylece Cinci Han da Kösem Sultan tarafından Cinci Hoca’ya hediye edilmiş. Bu Han aynı zamanda Safranbolu’nun da kaderini değiştirmiş. Han sayesinde İran ve yakınındaki memleketlerle yapılan ticaretin önemli uğrak noktası olmuştur Safranbolu. Ticaret, şehrin çehresini değiştirir kısa zamanda. Dericilik güçlü bir sektör olarak adını duyurur. Hanın yanına bir de hamam eklenmiştir. Safranbolu Anadolu’nun tozlu, topraklı, kerpiç duvarlı kasabalarının arasında bir yıldız gibi parlamaktadır. Halkın da kaderi değişmiştir.
Padişahın tedavisinde şifa olduğu için, Safran bitkisinin ekimi teşvik edilmiştir. Bu tarihten sonra Safranbolu bitkisel tedavinin merkezlerinden biri haline gelmiştir.”

Masalsı hayatlar

Çıplak ayakla yürünse bile, ayağa taş değmeyecek Arnavut kaldırımlı yolları var Safranbolu’nun. Ve billur gibi serin suların aktığı sayısız çeşmeler yer alır süslü kitabeleriyle sokak başlarında. Evlerine, dantel gibi ince bir işçilikle işlenmiş ahşap tavanları vardır Safranbolu’nun. Özel odalarda ruha ferahlık veren su şırıltılarının nameye döndüğü havuzlar, taş duvarların ardındaki avlularda yaşanan masalsı hayatlar. Günümüz yazarlarının kayıt altına alarak kitaplaştırdığı gelenek görenekler… Bağ evleri, Safranbolu’nun yamaçlarına güneşi görmek için saygıyla dizilmiş sarı, beyaz, menekşe renkli mütevazı evler. Ki hiçbiri saygısından diğerinin önüne geçmez, ışığını kesmez. Arasta çarşısı başka bir dünyadır Safranbolu’nun. Cıvıl cıvıldır Safranbolu.
Evet Cinci Hoca’nın bir dokunuşu ile olmuştur bütün bunlar. O dokunuşla Safranbolu için yeni bir süreç başlamış ve tılsımlı, büyülü bir dünya kurulmuştur. Kurulmasına kurulmuştur da Cinci Hoca’yı
unutmuştur Safranbolulular. Tanımazlar, saygı göstermezler ona. Onu tanısalardı onun yaşadığı devri de tanıyacaklardı. Osmanlı’yı tanıyacaklardı…Cinci Hoca’nın Safranbolululardan beklediği sadece bir Fatiha’dır. Tüm Safranbolu adına, ruhu şad olsun…

Safranbolu akşamları

Cinci Han’dan sonra hedefimizde otel var. Konaklayacağımız otel Safranbolu’nun girişinde. Butik otel. Sımsıcak bir konaklama yeri, saygı ile karşıladı bizi. “Hazır gelmişken yatın dinlenin artık, çok yoruldunuz” diye yalvardı. “Sabahtan beri ayaktasınız, kendinize acımıyor musunuz?” dedi.
Ancak Emin rahat bırakmadı bizi. “Programda akşam yemeğinden sonra türkü bara gidilecek diye yazıyormuş. Onu atlayamazmışız. Orada bizi bekliyorlarmış. Gitsek de gitmesek de parasını ödemek zorundaymışız.” Mecburen gittik. Üstelik bir de yürüyerek gittik. Yolda birbirimizi kaybettik. Kimimiz hızlı kimimiz yavaş gidince olacağı buydu. İyi ki cep telefonu varda buluşmamız zor olmadı.

Mekân yol üstünde. Havanın sıcak olmasından olacak galiba, açık bir mekân. Bizim için ayrılan yerlere oturduk. İkramlar geldi. Halk türkülerinden ve sanat musikisinden örnekler sunuldu. Biraz sonra oyun havaları çalınmaya başlandı. Oynayanlar oldu arkadaşlardan. Sebahattin mükemmel bir performans sergiledi. Ramazan Gezer ve Neşe hanım ondan geri kalmadı. Oğuzhan da öyle. Ama biraz kurs alması gerekiyor. Daha genç ne de olsa. İslamoğlu Zeybeğini oynadılar. Türkülere eşlik edenler de oldu. Bana da mikrofon tuttular. Emin ayarlamış. Çanakkale Marşı’nı okudum. Ama saz ile uyumu bir türlü tutturamadığım için okumaktan vazgeçtim…Sonra arkadaşlar koro halinde sazlara eşlik ettiler. Mekânda fazla kalmadık, ayrıldık.

Tatsız bir olay

Bazı arkadaşlara ödedikleri para fazla gelmiş. Mekân sahibi ile tartışmışlar. Biz sonradan öğrendik. Doğru yapmamışlar. Kişi başı ne kadar ödeyeceğimiz önceden belli idi, Emin söylemişti. Menü de belli idi. Neymiş efendim menü kendilerine sine sormadan önlerine gelmiş, onlar da hepsini yiyememişler, içememişler. Dolayısıyla yediklerinin ve içtiklerinin parasını ödeyeceklermiş. Ödeyecekleri para da para olsa. Velhasıl iyi bir intiba bırakmadık o mekânda. Arkamızdan ne dediler kimbilir.

Ulvi İntepe

Saydığım, hürmet ettiğim, büyüğüm Ulvi İntepe’yi ziyaret etmem gerekiyordu Safranbolu’da. Telefonunu eşim Saniye Temelyurt’tan almış. Programıma da almıştım. Saniye hanım komşumuzdu. Ulvi İntepe’yi Berlin’den tanıyorum. Yıllar önce kesin dönüş yapmıştı. Uzunca bir süre Berlin Ayasofya Camii’nin başkanlığını yaptı. Oğlu Âdem Berlin İslâmî ilimler Okulu’ndan öğrencimdi. Sesi çok güzeldi ve de çalışkandı. Çok istememe rağmen, gruptan ayrılıp kendilerini ziyaret edemedim. Grup sorumluluğu ağır bir yükt. Bütün gün hiçbir şey olmaz, bir dakika ayrılırsın herkes birbirine girer. Adem’i telefonla aradım, en azından selamlaşayım istedim. Âdem, “telefonla olmaz hocam, sen Berlin’den buraya kadar gelmişsin, ben sabah otele gelirim, görüşürüz” dedi. Bekledim, en azından birlikte kahvaltı yaparız diye düşündüm, gelemedi. İstanbul’dan bir tüccar gelecekmiş ve onunla buluşacakmış, önceden sözleşmiş, onunla buluşacağını sonradan hatırlamış… Telefonda öyle dedi ve vedalaştık…

Sabah erken kalkmamız gerekiyor. Kahvaltıdan sonra hedefimizde Safran tarlaları, İncekaya Su Kemeri ve Kristal Teras var.

İncekaya Su Kemeri

Sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından Tokatlı Kanyonu üzerine yaptırılan bu eser günümüze kadar ayakta kalabilmiştir. İlçe merkezine 7.5 km uzaklıktadır. 116 metre uzunluğunda, 6 kemerli ve 220 cm. genişliğinde görkemli bir yapıdır. Su kaynağından ilçeye su getirmek amacıyla yaptırılmıştır.

Kristal Teras

Kristal Teras, Safranbolu turizmine katkıda bulunmak amacıyla yapılmıştır Tokatlı Kanyonu üzerine. Yerden 80 metre yükseklikte ve 11 metre genişliğindedir. 75 ton ağırlığı taşıyabiliyor. Roketatar mermisiyle dahi kırılmıyormuş Kristal Teras. Her bir gözeneği 750 kilogram ağırlığı taşıyabilirmiş. 3 santimetre kalınlığında 3 parça camdan oluşuyormuş. Yaklaşık 400 kişiyi taşıma kapasitesine sahipmiş. Alan 100 metrekareymiş. Bir seferinde sadece 30 kişi bulunabilirmiş üzerinde Terasın. Eşsiz bir manzara. Yükseklik korkusu olanlar terasa çıkmamalıdır.”

Elveda Safranbolu

Safranbolu’ya doyum olmaz. Ancak Amasra bizleri bekler. Yolcu yolunda gerek. Fazla gecikmeden Amasra’ya intikal etmek lazımdır. Hedefimizde Amasra var. Otobüste Safranbolu izlenimlerini anlatıyorduk heyecan oldukça yüksek. Birdenbire bir ses duyduk, çat çat... Otobüs şöyle bir sallandı. Kaptan Sezgin tecrübesini konuşturdu, hemen yavaşladı. Paniklemeyelim diye hiçbir şey yokmuş gibi yavaş yavaş yoluna devam etti. Otobüs sanki bir yere sürtünüyor da oradan sesler geliyor gibi. Sesler rahatsız etmeye başladı. Kaptan Sezgin telaşa gerek yok diyerek bizi sakin olmaya davet etti.
Az sonra bir yerleşim merkezine vardık. Küçük bir yer, Abdi Paşa. Bartın’a fazla uzak değilmiş. Otobüsü çektik sağa. Lastik patlamış. Yola devam etmek mümkün değil. Biz aramızda o günün bittiğini konuşurken, Emin Oruç, önce bir araç ayarlamış, sonra otobüsün lastiğini sipariş etmiş. Lastik Bartın’dan gelecekmiş.
Biz lastiği beklemeden kiralanan araçla önden gidecekmişiz. Otobüs, lastik takıldıktan sonra arkadan gelecekmiş. Vazife aşkı ve işletme sorumluluğu böyle bir şey. Aferin Emin. Emin araç kiralamayabilirdi. Biz de tabiatıyla ona bir şey söyleyemezdik. Durum ortada derdik… Tebrik ettik, kucakladık Emin’i…Otobüsü kaptan Sezgin’le birlikte bıraktık Abdi Paşa’da, yolumuza devam ettik…
Ve Amasra…
“Lala Lala Çeşm-i Cihan bu mu ola?”

Devam edecek



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder