29 Nisan 2020 Çarşamba

UZUN GÜNLERDE ORUÇ 2020

MÜFTÜ EMEKLİSİ CENGİZ KESİMLİ'NİN BERLİN İLAHİYATÇILAR DERNEĞİ’NE CEVAP YAZISINA CEVAPTIR (2020)
Eskişehir Müftülüğünden emekli olduktan sonra bir Hac şirketi kurarak, hacca ve umreye müşteri taşıyan ve böylece Müslümanların sırtından para kazanmaya devam eden sevgili Cengiz'im. Konunun hassas olması sebebiyle sosyal medya üzerinden dünyanın her tarafından E-Mailler ile sorular alıyorum. Çoğu hakaret dolu ve küfür içerikli ve aşağılayıcı bir üslupla yazılanları cevaplamıyorum; bilgi almak amacıyla yazılanları cevaplıyorum. Bir de senin gibi eski dostların yazdıklarına aynı üslupla yazılmasına rağmen itibar ederek cevaplıyorum. Vaktimin olmamasından dolayı cevabını geciktirdim...
Ali Tekkoyun, Halil Yavuz ve Halil Şahan'da senin grubundan müftüler ve İlahiyatçılardır, onlara da cevap yazdım.
İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü mezunları için Facebook sayfasında açılan "Zümre-İ Muhabbet" ve "Ankara Okulu" gruplarının sayfalarında yazılarım yayınlanıyor, onların desteklerini alıyorum. Ayrıca "www.dibace.net" ve "www.ha-ber.com" internet sayfalarında yazılarım yayınlanıyor. "www.rustukam.blogspot.de" bloğumda da. Takipçi sayım 130 bin civarında.
Hani diyorsun ya sizler marjinalsiniz diye; güneş balçıkla sıvanmıyor sevgili Cengiz. Asıl sizler gün güne marjinalleşiyorsunuz haberiniz yok.
Sevgili Cengiz’im,
Orucun başlama ve bitiş zamanını getirdin yine güneşin doğmasına ve batmasına bağladın ya. Tarih içinde bu konuyla ilgilenen bu konuları kendisine dert edinen İslâm alimlerinden de örnekler verdin ya. Sevgili kardeşim ben o yazılanları biliyorum ki; onların bıraktıkları yerden konunun yeniden ele alınması gerektiğini savunuyorum, sadece savunmuyorum gerekçelerini de açıklıyorum.
Oysa ben senden, sana ait bir açıklama bekliyordum. Nakilcilik yapmanı istemiyordum. Bu konuyla ilgilenenler o nakilleri zaten bilirler. Tereciye tere satmanın anlamı nedir?
Sevgili Cengiz’im.
Şöyle deseydin olurdu ve seni tutarlı bir müftü emeklisi olarak kutlardım. "Kutuplarda yaşayan Müslümanlara oruç farz değildir, çünkü şartlar oluşmamıştır" deseydin evet alnından öperdim.
Oruca başlamanın ve bitirmenin şartı, güneşin doğması ve batması ise orada güneş doğmuyor ve batmıyorken. Onlar için bu şarttan vazgeçerek 'takdir' ile oruçlarını tutabileceklerini söylüyorsun ya; paradoks derler buna Cengiz’im. Eğer prensibini bozduysan "Uzun günleri olan yerler" için de bozacaksın. Onlar içinde "takdir" usulünün yolunu açacaksın.
Sevgili Cengiz’im;
Kur'an bütünlüğü içinde Allah Müslümanlar için kolaylık prensibini esas alır. Bırakınız Kur'an bütünlüğünü Bakara suresini 184. ayetinde Allah, "Allah sizin için kolaylık diler zorluk dilemez" (çeviri, Mustafa Öztürk) buyurur. Oruç ayetinin içinde buyurur bunu. Buna rağmen kolaylık yolunu kapatıp zorluk yolunu hangi mantıkla açıyorsun anlamak mümkün değil. Dinin Sahibi ‘ne kafa tutmak değil midir bu yaptığın sevgili Cengiz’im. Bu işi ben Sen'den daha iyi bilirim demek değil midir bu yaptığın. (Hakka suresinin 44-47'inci, Nahl Suresinin 116'ıncı ayetleri okumalısın)
Akşam ve geceyi aynı kelimeyle açıklamaya devam ediyorsun. Türkçe ‘de de akşam demek gece, gece demek akşam demek değildir. "Mese ve ışeü" kelimesiyle "Leyl" kelimesine aynı manayı vermenin ve özellikle oruç için bu anlamı benimseme gayreti içinde olmanın altında yatan inadın sebebi nedir Cengiz’im.
Açlık konusunda, bilhassa az yemek konusunda teşvikler vardır. Ama susuzluk öyle değildir. Susuzluğun verdiği tahribat çok fazladır. Vücudun %90'ının su olduğunu düşünürseniz ve de beynin %70’inin su olduğunu düşünürdeniz, susuzluğun vücuda verdiği tahribatı anlayabilirsiniz.
Oruç, aç kalmak, susuz kalmak ve cinsel ilişkiden uzak durmak olarak anlaşılıyor tarafınızdan. Terk-i Kelam da var olmalı o şartların içinde. -Malayani konuşmalar, hakaret içeren sözler, aşağılamalar, küfürler, yalan gibi-. Maşallah Müslümanların Ramazan ayı içinde en çok yaptığı ameller, kötü ameller değil midir bunlar. Başta zat-ı âlileriniz olmak üzere..." Hani insan oruçlu iken kendini tutacaktı ...Hani birisi sataşırsa "ben uçluyum" cevabını verecekti...
Sevgili Cengiz’im,
"Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın" (2/Bakara ,195, Çeviri Diyanet İşleri Başkanlığı) ayetinin anlamı nedir, üzerinde hiç düşündün mü?
Sevgili Cengiz’im,
Uzun günleri olan yerlerde insanlar 18-22 saat oruç tutmak zorunda kalıyorlar, çoğu da oruç tutmuyor işinin oruç tutmaya müsait olmamasından dolayı, gücü yetmiyor. Senin için cız etmiyor. Bunlar için kılın bile kıpırdamıyor. Orucu sevap kazanmaya getirip dayayabiliyorsun. Arınmayı, sorumluluk sahibi olmayı, kişinin oruç ile eğitimini hiç düşünmüyorsun. Orucun fakir fukarayı düşünmek için farz kılındığını söylüyorsun. Peki Cengiz’im o zaman fakirler niçin oruç tutuyorlar? Oruç fakirlere niçin farzdır?
Allah bütün ruhsatları açıkladıktan sonra, "oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" (çeviri, Diyanet İşleri Başkanlığı) derken sizler gibi Müftülerin yüzünden bu insanlar daha hayırlı olan bu ameli yerine getiremiyorlar. Ramazan’ın bereketinden istifade edemiyor bu insanlar. Sana bir tavsiyem var, bir ay boyunca iş elbiselerini giy ve bir inşaatta amele olarak çalış veya bir fırında veya haddehanede, veya tarlada veya fabrikada veya dönercide çalış...Ve bunu Ramazan ayında yap...Sonra da otur şapkanı önüne koyarak düşün...Belki o zaman emekçilerin halinden anlarsın. Belki o zaman susuzluğun halinden anlarsın. O ilahiyatçı arkadaşlardan öğretmenlik yapan Halil Şahan "Berlin'de kaç kişi oruçtan öldü" diye sorabiliyor. Akla ziyan bir soru.
Sevgili Cengiz’im,
İslam’ı Maalesef Katolikleştirdiniz, onlar dinlerini kiliseye hapsetti, sizler de camiye. Sokakta-cadde din yok. İşyerinde din yok. Kilisenin Hristiyanlara Endülijans belgesi/senedi sattığı gibi Cennet satıyorsunuz. Ne kadar zorlanırsa insanlar o kadar sevap alacaklar. Hatta bu sevabı mukabele okuyarak alacaklar, mevlit okutarak alacaklar 22 saat oruç tutarak alacaklar, çünkü ona göre sevabı fazla olacak değil mi Cengiz’im... Kabahat sizlerin de değil, sizleri yetiştirenler de. Diyanet İşleri Başkanlığı'nda. Oruçla ilgili konuları sadece Diyanet'in memurlarına bıraktıkları için bu gibi kısır fetvalar üretiliyor. Üniversite hocalarına ve de sağlıkla ilgili akademisyenlere bu konuda danışılmıyor, onların görüşleri alınmıyor.
Rusya'da bu yapılıyor. Ruslar Müftüler Konseyi kurmuşlar ve o konseye uzman olan sağlıkçıları çağırmışlar (17.07.2013). Onlara “bir insanın açlık ve susuzluk açısından sağlıklı olarak hayatını devam ettirebilmesi için süre ne kadar olmalıdır" sorusunu yöneltiyorlar. 12 saattir cevabını alınca da karar veriyorlar. "Mekke-Medine'deki süre esas alınacaktır" fetvası veriliyor. Türkiye'de Diyanet İşleri Başkanlığı bu yola neden baş vurmaz anlaşılabilir gibi değildir. Veya Bayraktar Bayraklı 'nın teklifine kulak verilmelidir. "Orucu mart ayına sabitleyelim "her sene mart ayında oruç tutarak "Uzun Günler “sorunu ortadan kalksın...
Sevgili Cengiz’im,
bir de bilerek ve isteyerek oruç bozana "61 gün keffâret cezası meselesi var" diye yapmışsın. Allah'tan korkun be Cengiz’im. Adam bir gün bile oruç tutamamış sen ona 61 gün oruç tutturacaksın...
Sevgili Cengiz’im,
bu konuda ne ayetten ve ne de hadisten bir deliliniz var. Cinsel ilişki ile ilgili bir hadis delil olarak gösteriliyor ki; evlere şenlik bir delil. Sadece Hanefi mezhebi bu hadisi delil olarak almış deniyor. Aklı ön planda tutan, hadislere fetvalarında yer bile vermeyen Koca İmam'a böylesine bir iftira akla ziyandır.
Şafii Mezhebi bu hadise dayanarak "keffâret sadece zina yapan erkek içindir kadın için değildir, çünkü cinsel ilişkide aktif olan erkektir, kadın erkek tarafından zorlanmıştır" demiştir.
Diğer iki mezhep ise sırasıyla uygulanabilir demişlerdir. Yani sonunda af vardır...Kalkıp da bu hadisin, İslâm da keffâret vardır şeklinde bir cümle ile hüküm olarak ortaya konulması komediden de öte bir şeydir.
Şayet Hanefi Mezhebi'ne ait olan bu görüş İslâm'ın görüşü ise; Şafii, Hambeli ve Maliki Mezheplerini İslâm'ın neresine koyacaksın. Yoksa onlara İslâm dışı mezhepler mi diyeceksin.
Sevgili Cengiz’im,
sana verdiğim değerden ötürü bu cevabı yazdım. Yoksa senin şartlanmış, kiraya verilmiş kafanı kiralayandan kurtarmak için değil...Bu saatten sonra da düzenceni netleştireceğine dair bir ümidim yok...
Seni eskiye dayanan dostluğumdan dolayı kırmamak için özel gayret sarf ettim. Buna rağmen seni üzecek bir kelime kullandıysam şimdiden özür dilerim...Selam ve dua ile…
Rüştü Kam

20 Nisan 2020 Pazartesi

ORUÇ 2020

Kitabımız Kur’an Ramazan ayında indirilmiştir. Âdem Peygamberimizden beri devam edegelen bir dinin (İslâm Dini) son kitabıdır. Mükemmeldir. Anlaşılır bir Kitaptır. Belirli bir zümrenin, grubun, milletin değil herkesin kitabıdır. Okunsun ve anlaşılsın diye indirilmiştir. Allah kelâmı olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. Hem kendisi hakkında hem de içeriği hakkında şüphe yoktur (Lâ raybe fîh). Bu ifade Kur’an’ın ifadesidir.
-“Bu kitabın, âlemlerin Rabbi tarafından indirildiğinde hiçbir şüphe yoktur.” (2/Bakara 2; Çeviri Suat Yıldırım)
-“Bu Kitap’ın indirilişi, hiç şüphe yok ki âlemlerin Rabb’indendir...” (32 /Secde 2-3; Çeviri Muhammed Esed)

Oruç işte bu Kitap’ta farz kılınmıştır. Buyruk şöyledir: “Ey Mü’minler! Günahlardan sakınıp arınmanız, sorumlu ve duyarlı bir Mü’min olmanız için oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.” 2/Bakara 183; Çeviri Mustafa Öztürk)

“Oruç size de farz kılınmıştır” buyruğunun hemen arkasından farz kılınışın sebebi olarak “arınmanız, sorumlu ve duyarlı bir Mü’min olmanız” içindir, vurgusu yapılmaktadır. Amaçlanan; oruç tutarak günahlardan arınmamızdır. Sorumlu ve şuurlu bir Mü’min olduğumuzun şuuruna varmamızdır. Yani Mü’min, bir aylık süre içinde kendisiyle sıkı bir hesaplaşmanın içine girecektir. Sorumluluklarını hatırlayacaktır, günahlarıyla yüzleşecektir ve sonrasında orucu niçin tutması gerektiğinin şuuruna varacaktır. Bu yüzleşmeden sonra nasuh (samimi ve içten) bir tövbe yapacaktır, Yaratıcı’dan af/özür dileyecektir. Böylece arınacaktır. İşte, orucun amacı budur.
Orucun amacının içinde aç kalmak, susuz kalmak, cinsellikten uzaklaşmak yoktur. Aç kalmak susuz kalmak, cinsellikten uzaklaşmak amaca ulaşabilmek için alınması gereken ön tedbirlerdir, baş vurulan vasıtalardır. Tedbirler abartılmamalıdır, vasıtalar amaç haline getirilmemelidir. Eğer abartılırsa, araçlar amaç haline getirilirse sağlık açısından zararlı olabilirler.

Tedbirlerin abartılmaması, araçların amaç haline getirilmemesi için, Kur’an Müslümanları uyarır ve onlara kolaylıklar önerir: “Bu farz oruç (sürekli olarak değil) başı-sonu belli bir süre zarfında, (Ramazan ayı boyunca) tutulur. İçinizde her kim (Ramazan ayında) hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca daha sonra oruç tutsun. (Hasta veya yaşlı olmadıkları halde), oruç tutmaya dayanamayan kimseler ise tutamadıkları her gün için bir fakiri doyuracak kadar fidye versin. Fidye miktarını gönlünden koparak artırırsa, kendisi için elbet çok daha hayırlı olur. Bununla birlikte, orucun manevi değerini düşünürseniz, (fidye ödemek yerine) oruç tutmanın mutlak hayrınıza olduğunu anlarsınız.” (2 Bakara 184, Çeviri Mustafa Öztürk)

Ramazan o aydır ki; insanlara kılavuz olan, iyi-kötü ayrımıyla hidayetten kanıtlar getiren Kur'an, onda indirilmiştir. O halde bu aya ulaşanınız onu oruçlu geçirsin. Hasta olan veya yolculuk halinde bulunan, tutamadığı gün sayısınca başka günlerde tutsun. Allah sizin için kolaylık ister; O sizin için zorluk istemez. Tutulmamış olan günleri tamamlamanızı, sizi doğru yola kılavuzladığı için Allah'ı yüceltmenizi ister. Ve sizin şükretmeniz umulmaktadır. (2 Bakara 185; Çeviri Yaşar Nuri Öztürk)

(Gündüz) tutulan oruçtan sonraki gece boyunca kadınlarınıza yaklaşmanız helaldir: Onlar sizin için bir elbise gibidirler ve siz de onlar için bir elbise gibisiniz. Allah bu konuda kendinizi sıkıntıya sokacağınızı bilir; bu yüzden O size mağfireti ile yönelmiş ve bu zorluğu üzerinizden kaldırmıştır. Şimdi öyleyse onlara yaklaşabilir ve Allah'ın sizin için uygun gördüğünden yararlanabilirsiniz ve gecenin karanlığından tanyerinin aydınlığı fark edilinceye kadar yiyip içebilirsiniz. Sonra gece çökünceye kadar oruca devam edersiniz. Ama mescidlerde itikafta iken kadınlara yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır: O halde bu sınırları ihlal etmeyin; [İşte] böylece Allah mesajlarını insanlara açıklıyor ki O'na karşı sorumluluklarının bilincinde olabilsinler. (Bakara 187; Çeviri Muhammed Esed)

Kur’an’ın bu ifadelerinden anladığımız şudur ki;

1-    Orucu sağlıklı olanlar tutacaktır. Hasta olanlar tutmayacaktır. İyileşince tutacaklardır. Kronik hastalığı olanlar hiç tutmayacaktır.

2-    Yolculuk yapanlar orucu erteleyebileceklerdir.

3-    Yaptıkları işten dolayı oruç tutmaya güç yetiremeyenler maddi olarak yeterli birikime sahiplerse “fidye” vereceklerdir. Fidye; fakir-fukarayı görüp gözetmek için verilir. Hastanın kendisi fidye almaya layık bir Müslüman ise, bu durumda sadece dua edecektir.

4-    Oruçlu kalınacak süre, güneşin doğmasının hemen öncesinden itibaren gece karanlığına kadardır. Güneşin doğması ve batması orucun şartlarından değildir. Orucun süresi, insanların işe gitme ve işten gelme saatleri göz önünde bulundurularak tayin edilmiş olmalıdır. “Tan yerinin ağarmasından gece karanlığına kadar” ifadesinin kullanılması gözden kaçırılmamalıdır. Yoksa, güneşin doğmasıyla imsak ve güneşin batmasıyla da iftar ediniz denirlirdi.

5-    Bu sürenin dışında kalan zamanlarda alınan tedbirlerden vazgeçilecektir. Hayat normale dönecektir.

6-    Oruç, Ramazan ayı boyunca tutulacaktır. Ayın dünyanın etrafındaki hareketine göre 29 veya 30 gün sürebilir.

Kanun koyucu oruç ibadetiyle ilgili kuralları böyle koymuştur. Oruçlu kalınacak süre içinde, hiçbir yiyecek yenilmeyecek, içecek içilmeyecek, cinsel ilişki kurulmayacaktır. İnsan onuru zedelenmeyecek, yalan söylenmeyecek, hoşgörü sahibi olunacak, muhtaç olanlar görüp gözetilecektir. Bu kuralların koyulduğu coğrafya, Hicaz bölgesidir. Özelde Medine’dir. Medine gece ile gündüzü eşit olan bir bölgedeki şehirdir. Hitap, özelde o bölge insanınadır. O bölgenin dışında yaşayan Müslümanlar oruç ibadetinin süresini o bölgedeki süreyi takdir ederek kendi bölgelerine uyarlayacaklardır.

Müslümanlar, bilhassa süre açısından Medine şartlarını gözardı ederek oruç tutarlarsa hem kendilerine zarar verirler hem de oruç ibadetinin amacının dışına çıkmış olurlar. Bu durumda Yaratıcı’yı unutkanlık, bilgisizlik ve zulüm sıfatları ile töhmet altında bırakmış olurlar.

İlim sahiplerinin, kanaat önderlerinin, yöneticilerin Yaratıcı’ya karşı dürüst olmaları gerekir. Kur’an’ın buyruklarını akıl ile işleyerek insanlığın istifadesine sunmak onların görevidir. İnsanların içinde bulundukları şartlar göz önünde bulundurularak bu çalışma yapılmalıdır. İnsanlar ibadetlerini zorlanmadan gönül rahatlığıyla yapmalıdırlar. Çok sevap kazanmanın veya iyi bir Müslüman olmanın yolu ibadetleri zorlaştırarak yapmaktan geçmez. İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’ân’ın ibadetler için kolaylaştırıcı ve çözüm sunan bir kitap olması, onun yaşanabilir olmasını sağlayan en önemli hususlardan biridir.

Kur’ân ibadetler konusunda yapması gerekeni yapmış, tanınabilecek kolaylıkları tanımıştır. Bu şekilde İslam’ı yaşanabilir hale getirmiştir. Allah’ın kolaylıklar olarak Müslümanlara sunduğu imkanlar, yapılması gerekenin nasıl yapılacağını bilmekle alakalıdır. Önemlidir. Eğer bunlar bilinmezse yapılması gerekenler yapılmaz ve yapılanlar ibadeti ibadet olmaktan çıkarır ve ibadet çileye dönüşür.

Mesela;

1-    Uzun günleri olan yerlerde veya kutuplarda yaşayan Müslümanlar Medine’deki oruç süresini esas alarak oruçlarını tutmalıdırlar. Bu süre yaz-kış değişmez. Yazın da kışın da yaklaşık 14 saattir. Öyleyse orucun süresi de yaklaşık 14 saat olmalıdır.

2-    Böyle yapılmazsa, Allah yarattığı diğer bölgeleri(kutupları ve gündüzü uzun olan coğrafyaları) unutmuş olur; oysa Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Allah unutkan değildir.

3-    Böyle yapılmazsa, Allah Hicaz bölgesinde yaşayan insanları koruyup kollamış olur. Onlara 14 saat oruç tuttururken, diğer bölgelerde yaşayan insanlara 19, 20 saat oruç tutturarak kendi koyduğu adalet ilkesini zedelemiş ve onlara zulüm yapmış olur. Oysa Allah adalet ilkesini ayakta tutmak ister, zalim değildir.

4-    Böyle yapılmazsa, Hicaz Bölgesi dışındaki (kutuplar ve gündüzü uzun olan coğrafyalar) Müslümanlara, şartlar oluşmadığı için oruç farz değildir denilmelidir ki; bu da mümkün değildir. Çünkü “oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi sizin için de farz kılınmıştır” buyruğu genele şamildir.

5-    Bu durumda fetva şöyle olmalıdır; zamanları tam teşekkül etmeyen coğrafi bölgelerde yaşayan Müslümanlar Medine’yi esas alarak oruçlarını takdir ile tutmalıdırlar. Bu durumda fetva böyle olmalıdır.

İbadetleri basite indirmek gibi bir niyetim yoktur. Aksine daha fazla Müslümanın Ramazan ayının bereketinden istifade etmesi için bir çabam vardır. Aynı maksadı hadislerde yapılan uyarılarda da görmek mümkündür. Örneğin Allah Resûlü’nün şu sözü dinde itidalin önemini açıkça ifade etmektedir: “Dinde aşırı davranmaktan sakınınız. Muhakkak ki sizden öncekiler aşırılıkları sebebiyle helak oldular.” (Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, 4/127, 5/318, 330)

Kulun, uzun ve bıktıran bir ibadetin sonunda usanmış bir ruh haliyle Allah’a münacatta bulunması Peygamberimiz tarafından doğru görülmemiştir. Böylesi bir psikoloji ile yapılan ibadetin ve duanın Allah katında makbul olması pek de mümkün olmasa gerektir.

İslam’da ibadetin temel ilkelerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Birinci sıraya isteklilik ve samimiyet konmalıdır. İkinci sıraya gösterişten uzak olmayı koymak gerekir. Üçüncü sıraya da kolaylık ve güç yetirebilirlik konulmalıdır. Bu sıralama Allah’ın buyruklarına uygun bir sıralama olsa gerektir.

İslam dini kolaylık dinidir. Zira Peygamber Efendimiz “Bu din her şeyiyle kolaylıktan ibarettir. Kim amellerim eksiksiz olmasın diye kendini zorlarsa din mutlaka ona galip gelir ve neticede o kişi ezilip büsbütün amelden kesilir. O hâlde istikâmet üzere dosdoğru gidin ve itidalli olun! Yapmak istediğiniz ameli tam olarak eksiksiz bir şekilde yerine getiremezsiniz. Siz gücünüz yettiği kadar mükemmele yaklaşmaya gayret edin! Böyle yaparsanız size müjdeler olsun! Zîrâ amellerin azına da pekçok ecir vardır.”(Buhârî, Îmân, 29) buyurmuştur.

Prof.Dr. Mehmet Said Hatipoğlu,
Prof.Dr. Hayri Kırbaşoğlu,
Prof.Dr. İlhami Güler,
Prof.Dr. Mehmet Azimli,
Prof.Dr. İsrafil Balcı,
Prof.Dr. Şaban Ali Düzgün,
Prof.Dr. Ömer Özsoy,
Prof.Dr. Süleyman Ateş,
Prof.Dr. Bayraktar Bayraklı,
Prof.Dr. Mustafa Öztürk,
Diyanet İşleri Başkanlığı,
Berlin İlahiyatçılar Derneği,
Rusya Federasyonu Müftüler Konseyi,
Musa Carullah Bigiyev
Gürer ve Dürer yazarı Molla Hüsrev gibi İslâm âlimlerinin fetvaları da bu yöndedir.

Sözü, sözün Sahibi’ne bırakarak yazımızı sonlandıralım; “…Allah, sizin için kolaylık ister, zorluk istemez…” (2 Bakara 185, çeviri Şaban Piriş)


Berlin İlahiyatçılar Derneğinin hazırladığı İmsakiye 2020’yi istifadelerinize sunuyorum. Allah orucunuzu kabul eylesin.

6 Nisan 2020 Pazartesi

BATI KARADENİZ GEZİSİ (VI) -Bolu-Şile-Ağva-Polonezköy-


Bolu

Önce Yedigöller, sonrasında Abant. Akşam Bolu’da konaklayacağız. Bolu hakkında genel bilgiyi rehberimiz Mehmet Doğan Öz otobüste verdi:
“Bolu Batı Karadeniz Bölgesi’nde bir ilimizdir. Nüfusu 153.783 civarındadır (2017). Tarihi M.Ö. 1200’lü yıllara dayanır. O zaman bütün Hitit toprakları gibi Bolu da Friglerin elindeydi. Sonra M.Ö. 6. asırda Persler bölgeye hâkim oldular. M.Ö. 336’da ise Büyük İskender Persleri yenerek Anadolu’nun birçok yeri gibi Bolu’yu da ele geçirdi. Büyük İskender’in ölümü üzerine Makedonya yıkılınca Bolu bölgesinde "Bithynia" Krallığı kuruldu. 1071 Malazgirt zaferinden sonra Bolu, Horasanlı Aslahaddin tarafından fethedildi. Bolu yöresinin tümüyle fethi ise Orhan Gazi döneminin ilk yıllarına (1324-1326) rastlar.”

Yedigöller
Yedigöller’deyiz. Otobüs park alanında kaldı. Bundan sonrasına yürüyerek devam ediyoruz. Ormanların içinde kuş sesleri ve ağaç hışırtılarının arasında yürüyoruz. Burada sevgililer el ele tutuşmayacak da nerede tutuşacak. Evet tam da öyle oldu. Belli ki bekar olanların içi buruk. Onlar da kendi aralarında gruplar oluşturmuşlar, yürüyorlar. Herkes mutlu. Kimisi huri kimisi gılman olmuş. Burası Cennet’ten bir köşedir denilse, evet denirdi. İlerliyoruz bir köşeden öbür köşeye, hayran bakışlarla. Ve sessizliği rehberimiz bozuyor:

“Yedigöller Havzası, 1965 yılında milli park olarak korumaya alınmıştır. Rakım 780. Havza, yüzeysel ve yeraltı akışlarıyla birbirine bağlı 7 gölden oluşur.
Milli park bünyesinde Büyükgöl, Seringöl, Deringöl, Nazlıgöl, Küçükgöl, İncegöl ve Sazlıgöl olarak 7 göl vardır. Büyükgöl, canlı alabalık için damızlık balık yetiştirme amaçlı kullanılmaktadır. Ülkemizde ilk alabalık üretme istasyonu 1969 yılında burada kurulmuştur.
Yedigöller Milli Parkı bilimsel inceleme ve araştırmalar için de kuvvetli bir altyapıya sahiptir. Çok sayıda bitki türünü içeren milli park, yurdumuzun en güzel, karışık doğal ormanlarına sahiptir. Başlıca ağaç türleri olan kayın, gürgen, meşe, kızılağaç, akçaağaç, karaağaç, titrek kavak, sarı ve kara çam, köknar, fındık, ıhlamur ve dişbudak ağaçları vardır bu parkta.
Milli Park sahasında 100’ün üzerinde kuş türü tespit edilmiştir. Bu özellikleriyle Yedigöller Milli Parkı tam bir doğa cenneti konumundadır. Her yıl mayıs-eylül dönemlerinde Büyükgöl ve Deringöl’de ücret karşılığı sportif olta balıkçılığı da yapılabilmektedir.”

Öğle yemeği Yedigöller Cennet’inde yenilecekmiş. Bizler elimizi bile sürmeden yiyecekler ve içecekler önümüze gelecekmiş. Şırıl şırıl akan suların eşliğinde, püfür püfür esen rüzgârın verdiği keyifle, ağaç yapraklarının hareketlendirmesiyle çıkan hışırtıların eşliğinde yiyecekmişiz yemeği... Bizler bu azığı önden göndermişiz, hakkımız olanı yiyecekmişiz. Belli ki; para ile elde edilemeyecek nadir mutluluklardan birisini yaşayacağız Yedigöller Cenneti’nde.  

Emin Bolu’dan mangal işi yapan bir ekip ayarlamış. Biz Yedi Göller gezisini tamamladığımızda mangal orada hazır olacakmış. Öyle de oldu. Ormanda kuş seslerinin de eşlik ettiği güneşli bir havada mangal keyfi, tarif edilemez bir mutluluğun yolunu açtı bizlere. Servis 10 numara. İşin ehli oldukları besbelli ekibin. Domates, biber, soğan ve patates de var et çeşitlerinin yanında. Bol oksijenli bir hava. Suyu da dağdan, ormanların arasından süzülüp gelen çeşmeden içiyoruz... Dayıyoruz ağzımızı çeşmenin oluğuna iç içebildiğin kadar…32 dişe birden keman çaldıran cinsten bu su. Buzdolabı halt etmiş yanında… 
Emin Oruç kardeşimiz, gerçekten unutulmayacak olan hatıraların temelini atıyor her gezimizde. Yedigöller’de olduğu gibi. Tekrarı yok. Böylece her seferinde yeni yeni hatıralarla zenginleşen bir hatıra haznemiz oluştu.

İlk gezimizi İstanbul ve Çanakkale’ye yapmıştık. İkincisini Güneydoğu Anadolu’ya, üçüncüsünü Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’nun bazı illerine, dördüncüsünü Selçuklu ve Osmanlı Başkentlerine, beşincisini Ege ve Akdeniz’e (7 Kiliseler), altıncısını Batı Karadeniz’e, ölmez sağ olursak yedinci ve son gezimizi Doğu Anadolu’ya yapacağız. Böylece Türkiye’yi; coğrafyasıyla, tarihi eserleriyle, kültürüyle, örf ve adetleriyle, mutfak kültürüyle, folkloruyla bütünüyle tanımış olacağız. Sağ olasın Emin kardeş. İyi ki varsın. Ve Abant.

Abant

 

Abant resmi toplantıların, sempozyumların, konferansların verildiği tebliğlerin sunulduğu meşhur yerdir. Burada Türkiye çapında büyük organizasyonlar yapılmıştır geçmişte. Bu organizasyonlar ile katılımcıların bilgi dağarcıklarını, yeni bilgilerle zenginleştirmeye çalışanlar seçimi doğru yapmışlar. Burada konferans dinlenir, sonrasında da yürüyüşler yapılarak alınan bilgiler hazmedilir. Alınan bol oksijenle beyin hücreleri yenilenir. Uyku keyfine ise şapka çıkarılır.

15 Temmuz’un temellerinin atıldığı yerdir aynı zamanda Abant. Abant denince akla hemen onun adı gelir. Fetö, fetö, fetö…


Önce gölün etrafında grupla birlikte tur attık. Bu sırada rehberimiz bize Abant ve Abant’ta yapılabilecek etkinliklerle ilgili bilgiler verdi:

 

“Abant Gölü yeraltında meydana gelen tektonik çöküntüler sonucunda büyük taş bloklarının vadiyi doldurmasıyla oluşmuştur. Deniz seviyesinden yüksekliği 1328 m.dir.  Abant Gölü’nü dağlardan gelen kar suları ve bir iki küçük dere beslemektedir.
Abant Gölü etrafında yürüyüş yapılabilir, her mevsim harika bir manzaraya sahip olan göl izlenebilir, Abant Doğal Yaşam Müzesi gezilebilir. Yamaç paraşütü yapabilir. At binilebilir veya gölün etrafında fayton ile romantik bir gezi de yapılabilir.
Velhasıl, Abant Gölü yılın her ayında büyüleyici bir güzelliğe sahiptir. Abant hem günübirlik gezip görmek hem de konaklamak amacıyla tercih edilen çok popüler bir tatil merkezidir. Abant Gölü’nün kenarları çeşitli su bitkileriyle ve nilüferlerle doludur. Balık meraklıları yılın belirli dönemlerinde gölde, ücret mukabili olta ile balık avlanabilmektedir. Göl kenarlarında su samurları da görülmektedir. Göl çevresindeki ormanlarda yabani hayvanlardan tilki, çakal, kurt, ayı, domuz, geyik, karaca, tavşan, sincap, gelincik; su kuşlarından yaban kazları, yaban ördekleri, balıkçıl, sakarmeke, karabatak, turna, yırtıcılardan; şahin, doğan, kara akbaba, kaya kartalı, atmaca, baykuş, diğer kuş çeşitleri olarak; toygar, alakabak, puhu, gökdoğan, ağaçkakan, karatavuk, bülbül, ispinoz ve saka görülmektedir.”

Ve bir saat serbest zaman. Yapılabilen her etkinlik arkadaşlarımız tarafından yapıldı. Köylü kadınlar sergilerinin başındalar. Alışveriş yapmamızı bekliyorlar. Beklentilerine cevap verdik. Bal alanlarımız fazlaydı. Abant’a son noktayı toplu hatıra fotoğrafı çekilerek koyduk. Akşama Bolu’da olmamız gerekiyor. Vakitlice varırsak Bolu’ya, şehri gezme imkânımız olabilirmiş. Emin öyle dedi.

Bolu’ya gelince ilk işimiz otele yerleşmek oldu. Yarım saat kadar dinlendik ve yaya olarak şehir turuna çıktık. Yolda kime rastlasak soruyoruz; Bolu’da gezilecek, oturulup çay içilebilecek yerler nerelerdedir? İstisnasız herkes “akşam 18:00 den sonra Bolu’da hayat durur” cevabını veriyor. Bize ters geldi bu söylenenler. Kocaman üniversite şehrinde hayat nasıl durur, burada bir yanlışlık olmalı dedik. Yürümeye devam ettik. Yaklaşık bir saat yürüdük. Gerçekten açık yer yok. Derken şehrin merkezinde bir iki açık mekân bulabildik. Ancak önce Köroğlu’nun anıtını bulmak, o ‘halk kahraman’ına selam vermek ve sonra da bu mekanlardan birinde oturmak üzere anlaştık arkadaşlarla. Sonunda Köroğlu’nun anıtını bulduk. Ona yaptığı yiğitliklerden dolayı şükranlarımızı arz ettik. Hatıra fotoğraflarımızı da çekildik. Tam geriye döneceğimiz sırada Oğuzhan İnci karşıda bir mekân görmüş. Bakıp gelmesi için görevlendirdik. Koşa koşa gitti ve oradan el salladı. Mekân bulunmuştu. Hep beraber yürüdük Oğuzhan’a doğru. Merdivenlerle çıkılıyor. Tarihi bir eser ve mükemmel bir mekân.

Taşhan

Taşhan Osmanlı’nın son döneminde yaptırılmış. Kesme taş ile inşa edilmiş, günümüzde görselliği ile ilgi çeken bir han, Taşhan. Taşhan’ın üzerindeki kitabede şöyle yazıyor: “Taşhan ülkemizde bulunan sayılı tarihi eserlerden bir tanesidir. Eşsiz bir güzelliğe sahiptir. 1750 yılında Emin Ağa tarafından yaptırılmıştır. Yaklaşık 300 yıllık geçmişi olan Taşhan Bolu’nun sembolü olarak bilinir.
Taşhan; kesme, küfeki ve dere taşlarından, iki katlı ve açık avlulu olarak inşa edilmiştir. Yapıldığı günden beri hiçbir restorasyon görmemiştir. Bugün kafe ve restoran olarak hizmet vermektedir. 17 adet odası, 1 avlusu, 1 salonu, 3 adet terası olan bir handır Taşhan.”
Odaların kimisi küçük kimisi büyük. Demek ki ihtiyaca göre yapılmış. Bir delikanlı bize odamızı gösterdi. Şark köşesi gibi dizayn edilmiş. Oturduk ve başladık muhabbete. Yaşar Cimşit’in soruları bitmediği için muhabbetimiz de uzun sürdü. Recai’nin performansını da unutmamak gerekir. Menü zengindi. Kimse kalkmak istemiyordu. Geç saatte Taşhan’dan yaya olarak döndük otelimize…




Köroğlu

Hepimizin bildiği halk kahramanı Köroğlu’nun hikayesini rehberimiz Sayın Öz şöyle anlattı Taşhan’da muhteşem Türk Kahvesi eşliğinde: “Zengin ve kudretli Bolu Beyi atlara olan ilgisi ile nam salmış bir beydir. Seyisi Yusuf da atlar konusunda çok bilgili ve son derece beceriklidir, o da nam salmış bir seyistir. Bir gün Bey, Yusuf’tan uzak illere gidip kendisine bir tay almasını ister. Bunun üzerine Yusuf yollara düşer. Birçok tay görür ama hiçbiri beyine layık değildir. Nihayet Fırat kenarında, beyin isteğine uygun bir tay bulur. Ufak tefek bir şeydir bu tay. Ama büyüyünce beyin isteğine uygun bir at haline gelecektir. Seyis Yusuf bu durumu bir türlü beyine anlatamaz, etraftaki şakşakçılar da beyi provoke edince bey Yusuf’un gözlerine mil çektirir ve Bolu’dan kovar, getirdiği o tay ile birlikte.

Tayı yanına alan Yusuf büyük bir intikam isteğiyle köyüne dönüp oğluna her şeyi anlatır. Oğlu Ruşen Ali (Köroğlu) de intikam yemini eder. Gel zaman git zaman tay, Seyis Yusuf’un istediği o at haline gelir. Ele avuca sığmaz savaşçı bir at olmuştur.  Ruşen Ali de cesurluğu ve savaşçılığı ile etrafta nam salmış bir babayiğide dönüşür. Bu arada babası Seyis Yusuf ölür.
Babasının ölümünden sonra Ruşen Ali intikamını almak için dağa çıkar. Köroğlu’nun öncelikli hatta yegâne derdi, Bolu Beyi’nden babasının intikamını almaktır. Çamlıbel Dağı’nı üs edinerek özellikle Bey’in adamlarının, askerlerinin yolunu keser, onlara baskın düzenler, kellelerini vurur, mallarına el koyar… Bu haliyle esasen; ‘kanun kaçağı bir eşkıyadır, ancak, zulme uğramış olmasını ve sevilmeyen zalim Bey’e karşı verdiği mücadeleyi içten içe destekleyen kalkın gözünde, o bir ‘eşkıyadan ziyade bir ‘halk kahramanı’dır. Üstelik halk, haksızlık eden başka ağalara karşı, haklarını almak için namı yayılmış olan Köroğlu’na başvurur. O da mazlumlarla bir olup zalimleri haklamaya başlamıştır. Dahası, talan ettiği ele geçirdiği malların ihtiyaç fazlasını, yöredeki muhtaçlara dağıtır…

Köroğlu, bu arada aşık olduğu , Bolu Beyi’nin kardeşi Döne Hatun’u da kaçırır ve onunla evlenir. Kısa süre sonra da Bolu’yu basıp yakar yıkar. Bolu Beyi’nin evini yağmalar. Ve intikamını alır. Ancak Bolu Beyi’ni öldürememiştir. O günden sonra Bolu Beyi de Köroğlu’nun peşine düşer ama bir türlü ele geçiremez.
Ve yıllar sonra Kırat’ıyla birlikte Köroğlu ortadan kaybolur. Bunun üzerine birçok rivayet söylenir; bir söylentiye göre, yeni icad dilen tüfekle oynayan Köroğlu’nun beyleri, birbirlerini vururlar, Köroğlu da ‘Tüfek icat oldu mertlik bozuldu’ diyerek beyliğini dağıtıp ortadan kaybolur. Ölümü bir sır perdesi arkasında gizlense ve birçok söylentiye sebep olsa da Köroğlu’nun destanı yıllara meydan okuyarak bugünlere kadar gelmeyi başarmıştır.

“Benden selam olsun Bolu Beyi'ne
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
Ok gıcırtısından kalkan sesinden
Dağlar gümbür gümbür seslenmelidir

Düşman geldi tabur tabur dizildi
Ak alnıma kara yazı yazıldı
Delik demir çıktı mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır

Köroğlu düşer mi yine şanından
Çoğunu ayırır er meydanından
Kırat köpüğünden düşman kanından
Çizme dolup şalvar ıslanmalıdır.”

Ne kadarı gerçek, ne kadarı ekleme bilemesek de, ‘gerçek olan’ şu ki; bugün, Bolu meydanlarında, zalim beylerin değil, Köroğlu’nun heykeli vardır. Birçok il ‘o kişiliği’ sahiplenmek istemekte, O’nun menkıbelerini anlatmakta O’nun türkülerini söylemektedir… Anadolu, ‘Köroğlu dağları, tepeleri yaylaları, çeşmeleri, Köroğlu belleri, geçitleri’… ile doludur. Köroğlu adına festivaller düzenlenir, kültür dernekleri kurulur.

Ayvaz

Köroğlu, baskınlarını, yol kesmelerini genellikle yalnız yapar, ancak, yine de, yaptığı mücadeleye destek vermek isteyen hayranlarından, zulme uğramışlardan, kanun kaçaklarından… az da olsa kendisine katılanlar olur. Hiç ayrılmamak üzere kendisini Köroğlu’na adayan ‘meşhur yaveri’ ve arkadaşı Ayvaz’ın kendisiyle tanışmasının da ayrı bir hikayesi vardır; Köroğlu gailesinden iyice bunalan ve itibar kaybeden Bolu Beyi, Köroğlu’nun başarılarındaki en önemli faktörlerden biri olarak öne çıkan meşhur Kırat’ını çalarak gücünü kırmak ister. O Kırat ki, kenarda beklemesi gerektiğinde bekleyen, kendisine ihtiyaç olduğu anda göreve koşan, Köroğlu’nu, en sıkıştığı zamanlarda, salim bölgelere uçarcasına kaçıran… emsali bulunmaz bir attır. Atın çalınması için, o konuda maharetli olduğu bilinen Ayvaz isimli birisini görevlendirir Bolu Beyi. Ayvaz, atı çalmayı başarır. Ancak bu arada gerçekleri de öğrenir. Bolu Beyi’nin, Seyis Yusuf’un gözlerini kör ettiğini, Köroğlu’nun Yusuf’un oğlu olup, babasının intikamı için mücadele ettiğini, çaldığı atın o olaya sebep olan ‘tay’ olduğunu, gerçekte, Köroğlu’nun iyi kalpli, mazlum ve muhtaç halka yardım eden bir yiğit olduğunu öğrenince, fikir ve taraf değiştirir. Hiçbir beklentiye girmeden, ayrılmamak üzere Köroğlu’nun emrine ve hizmetine girer.  Sonuçta, çocuklarını evden uçurmuş olan karı- kocalar için söylenen, “Bir Köroğlu bir de Ayvaz kaldık” atasözüne malzeme olurlar.”

Ağva

“Ağva'nın tarihi Roma, Ceneviz, Bizans egemenlikleri ile geçmiştir. Tarihi M.Ö 7. yüzyıla kadar uzanan Ağva'da, Hititlere ve Friglere ait kalıntıları, ayrıca Roma ve Bizans döneminden kalan kilise kalıntılarını, mezar taşlarını görmek mümkündür.
Ağva günümüzde hafta sonlarında dolup taşan tatil kasabası haline gelmiştir. Ağva Latince bir isimdir. “İki dere arasına kurulmuş köy” anlamına gelir.
Ağva, sonbaharın sarı, kırmızı ve turuncu renklerini denizin mavilikleri ile buluşturan, doğal güzellikleri ile insanı mest eden bir yerdir. Kilimli Koyu, Göksu Nehri ve temiz plajları ile Ağva, tam bir tatil kasabasıdır. Şile’ye 28 km uzaklıkta bulunan Ağva, Göksu Nehri’nin Karadeniz’le buluştuğu yere konumlanmıştır.”

Önce nehir kenarında yemek yedik. Menüde balık vardı. Ancak Amasra’daki balığa kıyasen  tatmin edici değildi. Yemekten sona tekne ile gezinti yaptık. Kısa bir gezinti. Sonrasında Ağva’da öğle namazımızı ve ikindi namazımızı cem ederek kıldık. Yukarıda tepede küçük ama şirin bir camisi var. Hemen sonra da Şile’ye doğru yola çıktık. Şile, beziyle meşhur bir ilçe.

Şile

“İlçede yaşam, yapılan son araştırmalara göre Cilalı Taş Devri’ne kadar gider. Kefken ile Bulgaristan sınırı arasındaki Karadeniz sahil kesiminde yapılan tarih öncesine ilişkin kazılarda, çeşitli yerlerde Paleolitik çağın muhtelif bölümlerine ve özellikle Epi-Paleolitik döneme ait birçok konak yeri ve işyeri tespit edilmiştir.
Şile, antik çağda iki defa istilaya uğramıştır. Roma döneminin izleri hala görülmektedir. Doğu Roma İmparatoru Diokletianus zamanında (284-305), İnkese, Sofular gibi Şile mağaraları ilk inanan Hristiyanlar için tabii korunaklar olmuştur. Gürlek Mağarası, Doğu Roma askerlerinin yakaladığı ilk inanan Hristiyanları hapsettikleri bir cezaevi olarak kullanılmıştır.
Selçuklu Türkleri, Kutalmışoğlu Süleyman Şah ile 1090 senesinde Şile'yi ele geçirdiler. Şile, I. Dünya Savaşı'na kadar 500 yıl boyunca Türklerin yönetiminde rahat bir yaşam sürmüştür. Daha sonra İstanbul'un işgaliyle birlikte İngilizler'den cesaret alan Rumlar Şile çevresine yerleşerek Dumlupınar Zaferine kadar işgallerini sürdürmüşlerdir.
Anadolu topraklarında farklı kültürler ve tarihler birlikte yaşamış, birçok uygarlık derin izler bırakarak ve diğerleriyle harmanlanarak tarihteki yerini almıştır. İstanbul’un güzel beldelerinden biri olan, tarih ve kültürle yoğrulmuş Şile; Hitit, Frigya, Lidya, Pers, Bitinya, Roma, Bizans ve Selçuklu ve Osmanlı gibi birçok kültür ve medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Bu kültür ve medeniyetlerden Şile’ye miras kalan unsurların başında ahşap tezgâhlarda dokunan Şile bezi gelir.”

Şile’yi, dünyaya tanıtan en önemli ürün, bezidir. Şile bezi, geçmiş yaşamların bugüne taşınmasında önemli bir köprü ve etmen işlevi görmektedir. Şile’de geçmişin izlerini bezin motiflerinde görmek mümkündür. İnsanların sevinçleri, hüzünleri, ayrılıkları, özlemleri kadınlarımızın sanatsal yorumları motiflere işlenmiş; her motifin bir hikâyesi, her hikâyenin adı olmuştur.
Şile bezi almak için birçok dükkân dolaştık. Sonunda istediğimizi bulamasak da uygun bir şeyler aldık. Alışverişten sonra, tepede denize nazır bir mekânda eşimle birlikte çayımızı da yudumladık.  Serbest zaman 1 saat olarak verilmişti. Konaklayacağımız otel de Şile’de olduğu için oldukça rahat davrandık.
Otele geldiğimizde gün batmamıştı. Kocaman otelde sadece biz vardık. Sezon açılmadığı için otele bakım da yapılmamış. Yıldızına uygun bir otel değildi. Gezinin sonuna doğru yorgunluğumuz arttığı için hemen odalarımıza çekildik. Sabah yine kendi saatimizde Polonezköy’e uğrayacağız. Sonrasında ‘kelebekler’ diyarına. Daha sonra ise Süleymaniye Camii ziyaret edilecek ve orada kuru fasulye yenilecek.

Polonezköy

“Polonezköy, İstanbul'un Beykoz ilçesinde yer alan, eski adı "Adampol" olan Polonyalıların köyüdür.
1938 yılında Polonezköy sakinleri T.C. vatandaşlığına kabul edildiler. 1968 yılında işledikleri topraklar üzerinde tapu hakkına sahip oldular. Öte yandan, Czartoryski ailesinin vârisleri ise Polonezköylüler lehine mülkiyet haklarından/iyelik haklarından vazgeçtiler.
18.yüzyılın sonunda, Rusya, Prusya ve Avusturya tarafından bölünerek istila edilen Polonya, Prens Adam Czartoryski başkanlığında 1918 yılında tekrar kuruldu ve özgürlüğüne kavuştu. Bu zaman zarfında sadece Osmanlı İmparatorluğu, Polonya’nın parçalanmasını kabul etmedi.
Daha sonra Michael Czartoryski ‘Şark Ajanlığı’ adıyla anılan Polonya Temsilciliği’ni kurdu İstanbul’da. Michael Czartoryski din olarak da İslam’ı seçti. Neticesinde Mehmet Sadık Paşa isim ve rütbesini aldı.
Sultan Abdülmecit de harp sonrası yayınladığı bir fermanla savaşa katılan subay ve askerleri ödüllendirdi ve köyde yaşayanlara vergi muafiyeti getirdi. İşte bu köyün adıdır Polonezköy.

Czestochova Meryem Ana Kilisesi

Kilise, tarihin tozlu sayfalarını aralamanıza yardımcı, ayakta kalan tek şahittir. Ne yazık ki hafta içinde kapalı tutuluyor.

Kelebeğin Hikayesi

Kelebek çiftliğinde rehberliği, orada görevli bir bayan yaptı.
“Ülkemizde tek, Avrupa'nın ise sayılı kelebek çiftliklerinden biri, İstanbul Kelebek Çiftliği. Çiftlik, kimya öğretmeni Çiğdem Ünlü ve akademisyen Nafiz Ünlü çifti tarafından 2014 yılında kuruldu. Çocukların doğa ile barışık olduğu bir mekân yaratma amacıyla kurulan çiftlikte yaklaşık 20 nadir tür tropikal kelebek yaşıyor.

Kelebekler doğanın en güzel ve en sevilen yaratıklarıdır. Güneşli bir yaz günü, can alıcı renklerle bezenmiş bir kelebek gördüğümüzde içimize bir mutluluk dolar. Peki dünyada boyları 1,5 ila 30 cm arasında değişen 200.000 farklı kelebek türü olduğunu biliyor muydunuz?
Kelebekler hakkında en dikkat çekici şey, hayatlarının çoğunluğunu bir tırtıl olarak geçirmeleridir. Sürünen, bitkilerin üzerinde yaşayan, bazen bir yaprak veya kuş dışkısına benzeyen bu yaratıklar kâğıt inceliğinde rengarenk kanatlara sahip uçan böceklere dönüşene kadar, hiç de ilginç görünmeyebilirler. Acaba kelebekler göründükleri gibi güzel ve dertsiz midirler?

Kelebeğin hikayesi hayatta kalma hikayesidir. Yumurtadan kelebeğe dönüşüm yolculuğu, doğanın en inanılmaz mucizelerinden biridir. Bütün zorluklara ve sayılarını azaltan düşmanlarına rağmen, savunmasız görünen bu muhteşem canlıların yumurtadan çıkmalarından itibaren gösterdikleri hayatta kalma mücadelesinin ödülü, renkli bir uçuşla geçen kısacık birkaç gündür.
Bulunan en eski kelebek fosilleri 50 milyon yıl öncesine aittir. Böylesine olağanüstü uzun bir zaman soylarını sürdürebilmelerine rağmen, son yıllarda yaşam alanlarında görünen daralma bu güzel canlıların birçok türünün geleceğini tehdit etmektedir.

Biz kelebek çiftliğimizi kurarken özellikle bu noktaya dikkat çekmek istedik. Doğal hayatın devamlılığı kelebek türlerinin azalmadan soylarını sürdürmeleri açısından çok önemli... Kelebek serasındaki kelebekler doğal hayattan alınmış değiller. Sadece tüm dünyadaki çiftliklerde bulundurulmak üzere özel olarak üretilmekteler. Kelebekler, üretim yapılan köylerdeki yaşayanlar için de önemli bir gelir kaynağı oluşturuyorlar.”

Kelebek bahçesinde dolaşırken bir kelebek geldi ve benim elime kondu. Korkup kaçmadı da. Kızım Dilruba o anı ölümsüzleştirdi. Eşim ve kızım çok şanslı olduğumu söylediler. Ben de “Eğer şanslı olmasaydım sizin gibi iki güzel bayanı Allah bana nasip eder miydi” dedim, şakalaştık. Ve o kelebeğin kanadında çıktık Berlin yolculuğuna…

Elveda Batı Karadeniz ve elveda İstanbul.

Bitti