26 Kasım 2017 Pazar

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDA GEÇEN YILLARIM XIX/19



IGMG Genel Merkezi’nde 3 yıl eğitim uzmanı ve icra kurulu üyesi olarak çalıştıktan sonra, tekrar Berlin’deyim. Bu arada Mahmut Gül’ün bölge başkanlığı tartışmalı hale gelmiş. Teşkilatlanma Başkanı Abdurrahman Akgül ve ekibi Mahmut(Mehmet) Gül’ü hal’ etmek için bir gayret içine girmişler. Ekip Haldun Algan döneminden beri yapılan yolsuzlukları bir dosya haline getirmiş. Nail Dural’ın başında olduğu İslâm Federasyonu’nda işlenen yolsuzlukları da eklemişler bu dosyaya. Sonra gereği yapılsın diye, Köln’e ve Ankara’ya göndermişler. Köln’den kendilerine sabır tavsiye edilmiş, Ankara’dan ise ses çıkmamış. Abdurrahman bu olup bitenleri bana da anlattı ve Erbakan Hoca’ya ulaşabilmeleri için ne yapmaları gerektiğini sordu. Bu işin peşini bırakmak niyetinde olmadıklarını da kararlı bir şekilde vurguladı.  Kardeşim Ömer Selami o zaman Denizli Refah Partisi İl başkanı idi. Abdurrahman’a “ dosyayı Ömer Selami’ye gönderelim, o bizzat kendi eliyle Hocamıza ulaştıracaktır” dedim.  Kabul etti ve dosyayı Hoca’ya ulaştırdık. Hatta Selami konunun önemini şifahi olarak  bizzat anlatmış Hoca’ya.  

Abdurrahman Akgül kimdir:

Abdurrahman Akgül Denizlilidir. Ortaokulu bitirince ailesinin yanına Berlin’e gelmiş. Berlin’de meslek yapmış. Bu arada halkına hizmet etmek için IGMG o günkü adıyla (AMGT) teşkilatlarına üye olmuş. Gençlik teşkilatının yönetiminde bulunmuş. Başarılı çalışmalarından dolayı daha sonra AMGT Berlin Bölgesi Teşkilatlanma Başkanlığı’na getirilmiş. Teşkilatta çalıştığı süre içinde adalet ilkesinden asla taviz vermemiş. Doğrunun yanında, yanlışın hep karşısında durmuş. Teşkilat üyelerinin verdiği aidatlarla, bağışlarla ayakta duran teşkilatın, bir kuruşunun bile çar-çur edilmesine tahammülü olmayan bir yapısı var Abdurrahman Akgül’ün. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim:

Bölge Başkanının azli

“Benim Teşkilatlanma başkanlığı yaptığım teşkilat maalesef şaibeli hale gelmiş. Teşkilat çalışması için gittiğim cemiyetlerde teşkilatın üst yönetimindeki bazı yöneticilerin yaptıkları yolsuzlukları dile getiriyorlar ve bana bu konularda sorular soruyorlardı. Cevap vermekten aciz kaldığım sorulardı bunlar. Açıkçası sorulanların çoğuna vakıf da değildim. Çalışma arkadaşlarıma durumu anlattım, bu konuda bir araştırma yapılması gerektiği konusunda hem fikirdik. Bir heyet kurduk ve başladık araştırmaya. Bu heyetin içinde; İdris Kahraman, Rasül Bayram, Hasan İstanbul, Necmettin Kanlı ve Mevlüt Başkaya vardı. Araştırma uzun sürdü ama sonunda bir dosya hazırlamayı başardık. Ortaya kangren olmuş bir teşkilat çıktı. Konuyu cemiyet başkanları ile istişare ettik. onlar durumun vahametine bizden önce vakıf oldukları için o kadar şaşırmadılar ve “biz size demiştik” dediler. Hiç vakit kaybetmeden bu araştırma ekibinin cami başkanlarından oluşan ayağını da oluşturduk:  Ayasofya Camii başkanı Bilal Nas, Emir Sultan Camii başkanı Mevlüt Başkaya, Ensar Camii başkanı Ahmet Baş, Fatih Camii başkanı Şahin Altınok, Gazi Osman Paşa Camii başkanı Hüseyin Gültekin, Meriendorf Camii başkanı Soner Sezer, Mevlana Camii başkanı Hasan Aydın’dan oluşuyordu.  Bu ekibin içinde yer almak istemeyen cami başkanları da vardı.

Aldığımız orak karara göre, hazırlanan dosyanın ilk önce  Genel Merkez’e gönderilmesi gerekiyordu. Hiyerarşiyi bozmak olmazdı. Genel Merkezden uzun süre cevap gelmeyince biz aradık, aldığımız cevap; “Sabredin, acele etmeyin, biz zamanı gelince sorunu çözeceğiz.” şeklinde oldu. Bizlere sabır tavsiye ediliyordu.  Berlin Teşkilatı ve cami başkanları bir dosya hazırlamış ve bu dosyayı da çözüm için Genel Merkez’e göndermiş, onlar da bizlere sabır tavsiye ediyorlar. Olacak şey değildi. İçimiz içimize sığmıyordu, ağızları açılınca yolsuzluk yapmanın haramlığından bahseden bir teşkilatın mensupları olarak bu olup bitenlere bir anlam veremiyorduk. Arkadaşlarla bir araya geldik ve Genel Merkez’e son kez bir ikaz daha yapma kararı aldık ve bu kararımızı Genel Merkeze ulaştırdık: “Ya gelir bölge başkanını iki hafta içinde azledersiniz, ya da biz bölge başkanını hal ederiz ve yeni bölge başkanımızı kendimiz  seçeriz.” Kararlıydık, blöf yapmıyorduk. Bu kararlı duruşumuzdan mıdır, yoksa Ankara’nın olaya el koymasından mıdır bilmiyorum, kısa süre içinde Mahmut (Mehmet) Gül İGMG Berlin Bölge başkanlığından azledildi. Bu azilde genel başkan Yavuz Çelik Karahan’ın samimi gayretlerinin var olduğunu biliyoruz.
Sonradan duyduğumuza göre Mahmut Gül görevden, kendisinden sonrası için pazarlık yapılarak alınmış. Pazarlığa göre;  Celal Tüter vekâleten bölge başkanlığına getirilecek, bir süre sonra da bölge muhasibi Siyami Öztürk bölge başkanı olacakmış. Teamüllere aykırı olan bir uygulama bu. Oysa teamüllere göre bazı sebeplerden dolayı boşalan bölge başkanlığına teşkilatlanma başkanı vekâlet eder. Uygulama böyledir. Bu geleneğe uyulmamıştır. Anlaşılan, rafların temizlenmesi gerekiyordu ki teamüller çiğnendi. Çünkü ben vekalet etseydim rafları temizlemezdim ve neden bu raflar bu kadar pislenmişi diye sorgulamaya başlar ve gereğini yapardım.

Yolsuzluklar

Berlin bölgesinde IGMG ile birlikte çalışmalarını sürdüren cemiyetlerin ve o cemiyetlerin çatı kuruluşu olan İslâm Federasyonu’nun ve de İslâm Vakfı’nın 5 milyon Euro civarında izahı yapılmamış açıkları vardı. Kurulduğu günden beri İslâm Federasyonunun ve Vakfın başkanı Nail Duraldır. Ehliyetsiz veya sorumsuz sorumlular yüzünden Mevlana Camii’nin ve Ensar Camii’nin 2 sefer alınmasından, bölge için alınan arsanın bilinmeyen akıbetinden, förderungların (İş ve işçi Bulma Kurumu Destekleme Fonu) amacına uygun olarak kullanılıp kullanılmadığından, mülkiyet alımlarındaki kredi ve ödeme uyumsuzluğuna kadar bir dizi yolsuzluktan bahsediliyordu. İşte bizim heyet bunları dosya haline getirdi ve sonra da bu dosyayı Genel Merkez’e ve Ankara’ya ulaştırdı.

Bölge trafiği hızlandı

Yaptığımız o son uyarıdan sonra  Ankara’ya gidip gelmeler sıklaştı, aynı zamanda Köln trafiği de hızlandı. Mahmut Gül’den boşalan koltuğa vekaleten Celal Tüter getirildi. Celal Tüter Hacı Bayram gençliğindendir. Zeki bir delikanlıdır. Berlin’de Üniversite okudu, uçak Mühendisi oldu. Keşke doktorasını da yapsaydı.
Celal Tüter’i Berlin Milli Görüş Teşkilatlarına Bölge Başkanı olarak asaleten atasalardı bana göre daha isabetli olurdu, ama yapmadılar. O zaman Genel Merkez’de Üniversiteliler başkanı olarak görev yapıyordu. Celal, Genel Merkez’e gitmeden önce Berlin’de Üniversiteliler derneğinin(BSV) başkanlığını yaptı. İGMG üyesi olan üniversiteli gençleri ayağa kaldırdı desem abartılı olmaz. Celal Tüter, Murat Dere, Ersin Kocakaya, Zülfikar Kam, Hakan Yıldız bunlar sıkı çalışan iyi organize olmuş bir ekipti. Hedefleri vardı, tutarlı bir ekip çalışması yapıyorlardı. Dücane Cündioğlu’nu Berlin’e getirdiler ve ondan iki sene felsefe ve mantık dersleri aldılar. Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nu(T.C.62. Hükümeti Başbakanı), Doç.Dr. İbrahim Kalın’ı (T.C.Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü), Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nu, Prof. Dr. İskender Pala’yı Berlin’e getirdiler ve onlardan da dersler aldılar. Celal Köln’e Üniversiteliler Genel Başkanı olarak gidince Berlin Üniversiteliler Derneği zayıfladı ve sonra da sönüp gitti. Şimdilerde varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktur (2017).”

Bölge başkanının seçimi (!)

İGMG Berlin Bölge başkanı kim olacak? sorusunun cevabını bulmak için, hummalı bir çalışma başladı. İsimler havada uçuşuyordu. Rasül Bayram, İdris Kahraman, Sedat Şener, Mevlüt Başkaya, Abdurrahman Akgül başkan aday adayı olarak isimleri geçen kişilerdi. Abdurrahman Akgül’ün başında bulunduğu heyet, Sedat Şener ismi üzerinde anlaşmışlar, istişarede herkes Sedat Hoca’yı önerecekmiş. İGMG’ de görevli olmadığım halde, Celal Tüter bölge başkanlığı istişaresine benim de katılmamı istemiş, davet ettiler, gittim. Sami Ganioğlu ve ekibi istişare yapıyor. Ganioğlu Genel Merkez’de teşkilatlanma başkanı. Ben Genel Merkez İcra Kurulu Üyesi iken o Stuttgart Teşkilatlanma başkanı idi. O zaman Stuttgart Bölge Başkanı Eyüp Fatsadır. Eyüp Fatsa daha sonra Refah Partisi’nden Samsun Millet Vekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girdi... Ben İGMG Genel Merkezi’nin Stuttgart sorumlusu idim.
Ganioğlu Genel Merkez’e gelince havalanmış, saygı, yerini gurura bırakmış. Tavırları, konuşmalarındaki ciddiyetsizliği, bıyık altından gülmeleri beni tedirgin etti. Tedirgin etti etmesine de onun seviyesine inmek bana yakışmazdı. Ben bana yakışanı yaptım, sorulanlara cevabımı verdim.  Abdurrahman Akgül tarafından bana söylenildiği şekliyle de Sedat Şener’in Berlin Bölge başkanılığına uygun olacağını tavsiye ettim. Bölgede olup bitenleri bilen birisi olarak Sedat’ın Bölgeye daha faydalı olacağını söyledim, ’Okumuş adamdır, üniversite mezunudur, eğitimcidir’ dedim… Sonradan duyduğuma göre Yavuz Çelik Karahan bölge başkanlığı sözünü aynı zamanda Rasül Bayram’a da vermiş. Rasül Bayram, Akgül’ün heyetinin içinde olduğu halde, heyete rağmen aday olmasını ve adaylığını heyete söylememesini yadırgadım. Bu adaylıktan Akgül ekibinin de haberi yokmuş. Sedat’ın oylarını bölmek için ona da bir mavi boncuk takmışlar anlaşılan. Rasül o günden beri bana, “bana oy vermedin” diye hâlâ tavırlıdır.

Heyetin ve Sedat’ın bana anlattıklarına göre, Sedat Genel Merkez’deki sınıf arkadaşı olan İcra Kurulu üyesi Celil’den kesin söz almış ve aldığı bu sözden sonra,“ben adayım” diye ortaya çıkmış. Dolayısıyla bizler Sedat’ın Bölge başkanı olacağına kesin gözüyle bakarken, adaylar arasında ismi geçmeyen istişaresi bile yapılmayan birisi çıktı geldi bölge başkanı olarak tombaladan: Siyami Öztürk. Böylece Mahmut Gül görevden alınırken kendisine verildiği söylenen sözler doğrulanmış oldu. Demekki Rasül Bayram’a mavi boncuk takanlardan daha güçlü olan birisi daha varmış. Onu da anlamış olduk. Peki bu kadar insan istişare için niye toplandı, Akgül heyeti niçin Sedat Şener’in bölge başkanı olması için uğraştılar, sonucu belli olan maç niçin oynandı?  Skor, seyircinin önünde resmen açıklansın diye herhalde...İslâmi kurallara uygun(!) olan bir seçim yapılmış oldu...
Siyami Öztürk dönemi

Siyami Öztürk Bölge’nin muhasibidir, yani Mahmut Gül’ün Muhasibidir. Bahçe düzenleme işleriyle uğraşan birisidir. Mahmut Gül’ün sağ koludur demek daha doğru olacaktır. Bir bölge başkanı yolsuzluk iddialarıyla görevden azlediliyor ve onun muhasibi olan kişi bölge başkanlığına getiriliyor. Ne kadar anlamlı bir uygulama,  al gülüm ver gülüm, evlere şenlik bir durum.  Buyurun buradan yakın. Anladık ki, Siyami Öztürk rafları temizlemek ve yolsuzlukların üzerini örtmek için bölge başkanı yapılmış. Bu bir kıyamet alameti değildir de nedir?
İtirazlar yükseldi Berlin’den; “olmaz böyle şey bizler koyun muyuz, madem böyle yapacaktınız neden bizlerle istişare yaptınız, bizi ahmak yerine koydunuz, bizler işlerimizi bırakarak geldik bu istişareye…” sesler Berlin semalarında yankılanıyordu. Ancak bu sesleri takan olmadı. Ve böylece Siyami Öztürk yolsuzluklar için mahkemeye son başvuru tarihine kadar (Müruru’z-zaman/verjährung) görevde kalıverdi. Zaman aşımı diyorlar bu duruma. Ve görev yerine getirilmiş oldu. Toprağın altında ne yapacaklar onu bilmiyorum...Bildiğim şey, orada zaman aşımının olmadığıdır...

Siyami’nin ilk icraatları

Siyami ilk icraat olarak kendisinin bölge başkanı olmasına vesile olan Teşkilatlanma Başkanı Abdurrahman Akgül ve heyetini görevden uzaklaştırdı.
İkinci icraat olarak, yolsuzluklarla mücadele sürecinde Akgül ve heyetinin yanında yer alan Cemiyet başkanlarını birer birer görevden aldı.
Bölge başkanı seçimi için istişare yapılırken kandırıldıklarını söyleyen  Milli Görüşçüler Siyami Öztürk’ün iktidarından memnun olmasalar da, ‘Şeriatın kestiği parmak acımaz.’ dediler ve yattılar kulaklarının üstüne. Siyami de borusunu öttürmeye devam etti, hem de yüksek sesle öttürüyordu boruyu. Meşru bir başkan olduğunu kanıtlamak için Erbakan Hocamızı o yaşlı halinde Berlin’e bile getirebildi. O da geldi. Bana göre Erbakan Hoca’yı Berlin’e itibarsızlaştırmak için getirmiş olabilirler. Gelmiş mi getirmişler mi, orası fazla açık değil. Siyaminin arkasında Oğuzhan Asiltürk var denildiğine göre, hocanın Berlin’e gelmesinin kendi iradesiyle olmadığını gösteriyor. Necip Fazıl Kısakürek onun için şöyle demiş diye anlatılır; “Bir insanın adı hem Oğuz hem Han hem Asil hem de Türk ise vardır onda bir çapanoğlu.”

O zaman Erbakan Hocamızın Berlin’e gelişiyle işgili bir yazı yazmıştım. Yazının başlığı şöyleydi: 

Bir tüccarın kârı % 36 dan %2,5' ğa düşmüşse ya malı kalitesizdir ya da pazarlamacı ehil değildir (27 Nisan 2010)

-"Bu yazıyı yazan yapılan iyiliğin karşılığını Allah'ın vereceğini bilen bir kişidir. Onun anlatmak istediği, Allah'ın değil kulun verecekleri ile ilgilidir."
"Ya Muhammed sana tabi olanlara kanadını indir" buyruğunun muhataplarının neler yapması gerektiğinin peşindedir o. Yazıyı lütfen bu anlayış çerçevesinde okuyun.
"Bir çiçek ile bahar olmaz, ancak o bir çiçek olmasa bahar başlamaz."
"Heyecanınız nerede sizin! Kime söylüyorum ben!...
" Söze böyle başladı 14 yıl sonra Hocamız Berlin'de. Kırk yıl önce de aynı heyecanı istiyordu muhataplarından ve istediği heyecanı buluyor ve o bir kaç çiçekle birden başlatıyordu baharı. Oysa 2010 yılında Berlin'de mevsim bahardı, yaprak dökümü başlamıştı.
Baharın yeniden gelmesi için gerekli olan o çiçek belki hiç açmayabilir. Ortada ne bağ var ne de bağban. 40 yıl önce 17 yaşın verdiği heyecanla, yeni bir dünya kurulurken tarafsız kalınamayacağının şuuruyla bakıyorduk dünyadaki gelişmelere. Büyük Doğu Nesli diyorlardı o zaman bizlere. Sakarya'nın ayağa kalkmasını istiyorduk: Çünkü o yüzüstü çok sürünmüştü. O ayağa kalkarsa bizler de ayağa kalkabilecektik. Salon programlarında Üstad Necip Fazıl Kısakürek "Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı" diye tanımlıyordu bu gençliği. Üstadın aradığı o genç biz olabilirdik, olmalıydık, bu inançla ve bu azimle çalışıyorduk gece gündüz demeden sokakta, dernekte, okulda, her yerde.

Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) çatısı altında sürdürüyorduk çalışmalarımızı. Her hafta seminerler veriliyordu,  şiirler ezberleniyordu, piyesler sahneleniyordu, dergiler çıkarılıyor, bildiriler dağıtılıyordu, kahramanlık türküleri söyleniyordu orada. Milli Türk Talebe Birliği sağduyulu gençler için hayat mektebiydi.
O gün içinde bulunduğumuz ortam bu şiirlerin ve sahneye konan piyeslerin millî ve dini içerikli olmasını icap ettiriyordu. Mehmet Akif Ersoy dememiş miydi, "Asımın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek/ İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek" diye. İşte biz o namusunu çiğnetmeyecek olan nesildik. Olaylar bizleri böyle düşünmeye sevk ediyordu. Bu güzel dönemin arkasından öyle bir dönem geldi ki; gerçekten çok korkunçtu. Kardeş kardeşine, çocuğu babasına, karısı kocasına düşman olmuştu. O öyle bir dönemdi ki, ortaokul öğrencileri bile politize edilmişti. Kavramlar havalarda uçuşuyordu. ‘Sağcılık, Solculuk, Milliyetçilik, Şeriatçılık'. Her bir kavramın içi doldurulmuştu ağa babaları tarafından. Gençlere sadece bu düşünceleri muhataplarına servis yapmak kalıyordu. Herkes kendi kabulünü bir şekilde gündeme getirmeli ve grubuna yeni sempatizanlar ve üyeler kazandırmalıydı. Okulda, sokakta, pastanede ve derneklerde hararetli tartışmalar oluyordu. Zaman zaman bu tartışmalar yerini şiddete bile bırakabiliyordu. Sonraki zamanlarda bu şiddet içerikli kavgalar yerini karşılıklı olarak ölümlere bırakmaya başlamıştı. Üyelerini 1969 yılına kadar bu kavgaların dışında tutmasını bilen M.T.T.B. , bu tarihten sonra zorlanmaya başladı.

Sahneye yeni bir siyasi parti çıkmıştı. Heyecan isteyen gençler hemen o tarafa kanalize oluverdi. M.T.T.B' yi tamamen içlerine çekemeyen bu siyasi parti, gençlik teşkilatı olarak Akıncılar adıyla yeni bir kuruluşu hemen sahneye çıkardı. Akıncıların kurulmasıyla, yeni yeni sloganlarla tanıştık.
"Şeriat gelecek vahşet bitecek",
"Ne sağcıyız ne solcu, Müslümansız Müslüman",
"İslâmî devlet kurulacak elbet",
"Şeriat İslâm'dır Anayasa Kur'andır "v.d.
Ortalık iyice toz duman olmuştu. Bir tarafta, Lenin, Stalin, Mao sesleri yükseliyor, öbür tarafta Turancılık, buu tarafta şeriatçılık. Bu günün ulusalcısı Doğu Perinçek'i o günün hızlı Maocusuydu. Öyle bir zaman geldiki, Allah’ın yardımıyla, şeriat isteyenler, İslâmi devlet isteyenler zaman zaman iktidara ortak oldular. İktidar olunca; kendilerini oraya taşıyan inançlı, saf, tertemiz olan o gençleri unuttular, kadrolar eskiden olduğu gibi yine malum çevrelerin insanlarıyla dolduruldu. O gençlere de sabır tavsiye edildi. Hatta; “Siz zaten bizim insanımızsınız, onları göreve alalım ki, onlar da bizim insanımız olsun” gibi tamamen saçma sapan tavsi gerekçeleriydi bunlar. 
80 darbesinde o heyecanlı gençlerin çoğu içeri alındı, işkencelere tabi tutuldu. İktidar nimetinden istifade eden ekâbir takımı maalesef o gençlerin kapısını bile çalmadı. Hatta onlarla aynı cümlenin içinde isimlerinin geçmesine bile tahammül edemediler. Haliyle ekâbir takımından bazıları da bir süre içerde kaldı. Ancak içerden çıkar çıkmaz, kaldıkları yerden başka isimler altında tekrar siyaset sahnesinde yerlerini aldılar. Yeniden başladılar biz kardeşiz demeye, birlik ve beraberlik nutukları tekrar atılmaya başlandı, maddi ve manevi kalkınma, adil düzen konuları sanki hiç bir şey olmamış gibi yeniden sahneye konuldu. Tek başına iktidara gelememenin sıkıntısından bahsedilerek, gençler tekrar kazanılmaya çalışıldı.

28 Şubat'la son bulan Refah-Yol hükümeti keşke kurulmasaydı. Bu tarih refah Partisi’ni iktidara taşıyan insanların hayallerinin bittiği tarihtir. Hiç bir şey değişmemiştir. Ondan önceki iktidarlarla, o iktidarın arasında vaat edilen beklentiler açısından hiç bir fark yoktur. Değişen bir tek şey vardır; bu iktidardan sonra artık toplantılarda tekbir çekilmeyecektir, alkış yapılacaktır. Şalvar giyenler şalvarını çıkaracak, sakal bırakanlar sakallarını kesecek, çarşaf giyenler de çarşaflarını çıkaracaktır. Değişmeyen bir şey daha var o da Hocamızın söylemleri. Mübarek 1970 de ne söylediyse 2010 da da aynen onları söylüyordu. "Avrupalının tuvaleti bilmediğini, yüzünü lavabonun deliğini kapatarak aynı suyla yıkadığını, yıkanmadıklarını, Goethe'nin bile seneden seneye yıkandığını" söylüyordu kendisini dinlemeye gelenlere, 27 Nisan 2010 yılında Berlin'de Hocamız yine.
Buna mukabil Müslümanların o çağlarda, sıfırı bulduklarını, cebir'i bulduklarını, astromide fevkalade yollar kat ettiklerini anlatarak o günün Müslümanlarının Avrupalıdan ne kadar ilerde olduklarını 2010 yılında Avrupa'da yaşayan dinleyicilerine anlatıyordu Hocamız.
Hocamızın kırk yıldan beri anlattığı bu bilgiler elbette doğruydu. Ancak doğru olmayan bir şey var, o da hocamızın Avrupalıları tarihe mahkûm ederken, günümüz Müslümanlarını provoke etmesidir, bu doğru değildir.

Avrupa'da yaşayan bu insanlara Avrupalıları hedef göstermek hocamıza hiç yakışmadı. Sonra Avrupalılar, tarihlerinde ne varsa onu inkâr etmiyorlar. Hatta hocamızın da söylediği gibi müzelerde geçmişlerini teşhir etmekten çekinmiyorlar. Biz eskiden böyleymişiz diyorlar. Peki, o sıfırı bulan, cebir'i bulan insanlar bu gün ne durumdadır.
Bu günün müslümanının hangi artı değerin altında imzası var? Sıfır ve cebir gibi ilimleri bulan o Müslümanların varisleri neden bugünkü teknik seviyeyi yakalayamadılar. Sıfırı Müslümanlardan alan Avrupalılar sıfır sayesinde bugünkü teknik seviyeyi yakalarken o varisler ne ile meşgul oluyordu? Tuvaleti Müslümanlardan alan, yıkanmayı Müslümanlardan öğrenen Avrupalının dört odalı evlerinde bugün iki tuvalet ve iki banyo bulunuyor. Umuma açık olan tuvaletleri bile pırıl pırıl oluyor Avrupalının. Ama tuvaleti Avrupalılara öğreten Müslümanların camilerindeki tuvaletlerine pislikten, kokudan girilmiyor. Umuma açık olan yerlerde ki tuvaletleri ise hiç sormayın. Geçmişle övünmek elbette güzeldir. Gururumuzu kabartır, kendimize olan güveni artırır. Ancak geçmişin güzelliği o insanların güzelliği ile ilgilidir, orada kalır. Bizi ilgilendirmesi gereken bizim güzelliğimiz olmalıdır. Dünya insanlığına mal olmuş hangi başarılı projenin altında günümüz Müslümanlarının imzası vardır?

Günümüz Müslümanlarının dünya çapında yetiştirdiği kaç tane ilim adamı vardır?
Hangi müslümanın Müslümanlığı, bu günün insanına örnek olarak gösterilebilir güzelliktedir. 50 seneden beri Avrupa'da yaşayan Müslümanların yaşantısının, kendilerine örnek teşkil etmesinden dolayı kaç tane Avrupalı, sırf bu yüzden İslâm'ı din olarak seçmiştir?
Hocamızın cemaatinde parmakla gösterilebilecek kaç tane örnek Müslüman vardır: İnsani davranışlarda örnek, ticaret ahlakında örnek, aile yapısında örnek, konuşmasında örnek, paylaşımcılıkta örnek, ilimde örnek, güzel sanatlarda örnek, insan haklarına saygılı olmakta örnek, kaç tane Müslüman vardır o cemaatte?

Liderler ve toplum mühendisleri, öncelikle kendi mensuplarının arasında adaleti sağlamalıdır. Kendi içlerinde ki eksiklikleri gidermelidir. Söylemleri İslâm'ın güzelliğine yakışır güzellikte olmalıdır. "Gidin Firavuna anlatın, ama en güzel şekilde anlatın" ilahi buyruğuyla paralellik arz etmelidir. "Onların putlarına küfretmeyin ki, sizin İlahınıza küfretmesinler" uyarısına ters düşmemelidir.
"Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletten ayırmasın" anlayışına uygun olmalıdır.
"Birbirinizin ayıplarını araştırmayın" ,
"Birbirinizi kötü lakaplarla da çağırmayın" uyarısına muhalif olmamalıdır. Yoksa inandırıcılığınız kaybolur. Bir tüccarın kârı yüzde otuz altıdan yüzde iki buçuğa düşmüşse, ya malı kötüdür, ya da malını pazarlayamıyordur. Kaliteli mal her zaman alıcı bulur ve o mal her zaman aranan maldır ve piyasası da vardır. Geriye dönüp baktığım zaman yaşananlar filim şeridi gibi geçiriyor gözümün önünden. Tekrar yaşıyorum o günleri. Geride kalan kocaman kırk yıl. Bu süre içinde; Büyük Doğu Nesli kaybolmuş. Sakarya yüz üstü bırakılmış. Asımın nesli tırpanlanmış, paramparça olmuş. Lime lime doğramışlar onun idealini siyaset tacirleri. Şimdi Asım, bu kırk yılın hesabını kimden soracak Hocam...”-

Üçüncü icraatı, bir gece baskınıyla Sedat Şener’in Müdürü olduğu İslâmi İlimler Okulu’ndan 5 hocayı birden görevden almasıdır. Sedat Şener, Faruk Kahya, Mehmet Erol, Fatmana Kam ve Aliye Hocahanım…Bu baskından sonra Fatmana Kam hoca hanım 25 yıl görev yaptığı Vakıf Camii hocalığından da alınıverdi… Daha sonra vakıf camii hocalığına ve kadın kolları başkanlığına hocahanımın bir öğrencisi olan Sultan Beyazıt getirildi, getirilmesine getirildi de cami kapanmaktan kurtulamadı, kadınlar ve çocuklar dağıldı gitti.
Dördüncü icraatı, Soner Sezer’in başkanı olduğu Mariendorf Camii yönetimini feshetmek oldu.
Beşinci icraatı ki, en önemli icraatı budur: Kendisinin bölge başkanı olmasına vesile olan rafları gıcır gıcır etti, “Ariel” ile temizlemiş olmalı. IGM Berlin bölgesinde görevini, rafları temizleyerek yerine getiren Siyami Öztürk tam 8 sene sonra İslâm Vakfı’nın başına da getirildi.  Mevlüt Başkaya’nın yeterli temizliği yapamadığını gören Genel Merkez yönetimi, temizlik konusunda uzmanlaşan Siyami’yi Vakfın başına getirmekte terettüt bile etmediler. Hem de Siyami’den sonra İGMG Berlin Bölge Başkanı İrfan Taşkıran’a rağmen. Anlatılanlara göre, İrfan Taşkıran Siyaminin vakıf başkanı olmaması için ciddi uğraşlar vermiş. Ancak Siyaminin vakfın başına gelmesine mani olamamış. Kendisinin, süresi dolmadan bölge başkanlığından alınmasının nedenlerinden birisi de Siyaminin muhalefeti imiş.
Siyaminin neden vakfın başına gelmesinde israr edildiğini anlamak zor değildir. Zira milyonlarla ifade edilen yolsuzluktan söz edilen kurumların başında İslâm Vakfı geliyor. Mülkiyetler bu vakfın üzerinden alınıyor.

Akgül ve heyeti

Teşkilatlanma başkanı Abdurrahmnan Akgül’ün anlattığına göre; yolsuzluklarla mücadele heyetinde yer alan herkesin teşkilattaki görevlerine son verildiği halde, heyet, yaptıkları çalışmaların kesin olarak hedefine ulaşması için görevini sürdürmüş. Olayın sadece Mahmut Gül’ün başkanlıktan alınmasından ibaret olarak kalmasını istememişler. Suçlulara hesap sorulsun diye bir çalışma içine girmişler, ilk adım olarak Mevlüt Başkaya’yı İslâm Vakfı’nın başına getirmişler ve onunla birlikte çalışmasını istedikleri kişileri de onun yanına yerleştirmişler.
Mevlüt Başkaya ve heyeti göreve hızlı başlamışlar. Hemen, Nail Dural’ı ve Mahmut Gül’ü hesaba çekmek için onları vakfa davet etmişler, ancak başaramamışlar. ’Siz kimsiniz ki, bizi hesaba çekeceksiniz?’ şeklinde sert bir yanıt almışlar onlardan.
Bölge başkanı, Federasyon başkanı ve onların etkisi altında kalan diğer görünmeyen yandaşlar bir araya gelerek zamanla Mevlüt Başkaya’yı tesirsiz hale getirmişler. Mevlüt Başkaya ve ekibi maalesef soruşturmayı sürdürememişler, başarısız olmuşlar. Başkaya mı başarısız olmuş, yoksa Başkaya’nın vakfa gelmesine müsade eden güç odakları mı başarısız kalmasını istemişler tahmin etmek o kadar da zor değil.
Başkaya’nın yanında yer alan heyet üyeleri, bakmışlar Başkaya le bu işi becerilemeyecek, başarılamayacak, birer birer heyetten ayrılmışlar. İlk ayrılan Battal Aslan olmuş, daha sonra Hasan Akyol... Heyetten ayrılış gerekçelerini, “Yapılanları içimize sindiremedik” şeklinde açıklamışlar.

Mevlüt Başkaya İslâm Federasyonu Başkanı
Ve Mevlüt Başkaya İslâm Vakfı başkanlığından İslâm Federasyonu başkanlığına yükseltilmiş. İslâm Vakfı’nda gösterdiği mutlak sadakata karşılık olsa gerek. Abdurrahman Akgül Mevlüt Başkaya’ya şöyle demiş: “İslâm Vakfı’ndaki yolsuzlukların üstünü sana kapattırdılar, şimdi de sana İslâm Federasyonu’ndaki yolsuzluk dosyalarını temizlettirecekler. Sen bunlara alet oluyorsun. Biz seninle yola çıkarken bu şekilde anlaşmamıştık, yazıklar olsun sana. Federasyonun seçiminin yapılacağı salona geleceğim ve sana yaptığın bu gayri meşru işlerin hesabını orada soracağım.”
Seçim günü Abdurrahman salona gitmiş, ancak görevliler ‘Kesin talimat var seni içeriye alamayız.’ Demişler ve salona sokmamışlar.

Devam edecek

16 Kasım 2017 Perşembe

Berlin’de Cumhuriyet Bayramı




- Farklılıklarımızdan ziyade ortak yanlarımızı öne çıkarmamızın gerektiği bir dönemden geçiyoruz-

 
Bu sene ilk defa başkonsoluslukla büyükelçilik Cumhuriyet Bayramı’nı birlikte kutladılar. Mantıklı bir uygulama. Aynı şehirde devletin iki kurumunun ayrı ayrı kutlama yapmaları uygun düşmüyordu.  Halkımız bu uygulamayı hem masraf hem de zaman israfı açısından uygun görmüyordu.

Cumhuriyet Bayramı  kutlamalarında önceki yıllarda maksadını aşan konuşmalar yapılırdı. Sanki Türk Milleti’nin önceden bir devleti yokmuşta 1923 te ilk defa bir devlet kurmuşlar   gibi nutuklar atılırdı. Türk Milleti’nin geçmişinden bahsedilirken, karanlık bir tablo çizilirdi. Konuşmacılar; gericilik, yobazlık, hainlik gibi kavramları kullanalarak atalarını linç etmekten zevk alırlardı.

Dünyada geçmişini yerin dibine batırmak için uğraşan, atalarının değerlerini ayaklar altına alan, tarihi şahsiyetlerini ve o dönemde olup biten olayları manipüle ederek yabancı milletlere anlatmaktan zevk alan başka bir millet olmasa gerektir.

Köklerini inkar eden, kendilerini  yepyeni bir devletin mensupları gibi gösteren dışa bağımlı bir hastalıklı zihniyet oluşmuştu. Köle ruhlu bu insanlar hastalıklı beyinleriyle geçmişlerine kin kusarlardı. Padişahlarını hain ilan edecek, onlara Kızıl Sultan diyecek kadar tarih bilgisinden ve de şuurundan yoksun hain monşerlerdi bunlar. O kadar ki; Ramazan’da, Cuma günü ve de  Cuma saatinde  Cumhuriyet resepsiyonu vermekte  sakınca bile görmüyorlardı. Bu yaptıkları hainliğin adına da ilericilik diyorlardı, cumhuriyetçilik diyorlardı,  laiklik diyorlardı, demokratlık diyorlardı, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak diyorlardı. Cumhuru olmayan  cumhuriyetçiler, halkı olmayan demokratlardı bunlar. Kendi halkına, kendi halkının  inancına, geleneklerine, kültürüne, sanatına yabancı monşerlerdi bunlar...

2017 de Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu

30 Ekim 2017 Pazartesi günü Cumhuriyet resepsiyonuna davet edildim. Kalabalık bir davetli vardı. Sivil Toplum Kuruluşları’nın temsilcileri, Yabancı Misyon Şefleri, Dini Liderler hepsi oradaydı. Büyükelçi Ali Kemal Aydın misafirlerine hoşgeldiniz diyerek konuşmasına başladı. Türkiye’de çıkarları olan ülkelerden ve o ülkelerin Türkiye üzerinde oynadıkları oyunlardan bahsetti. Sahip olduğumuz değerlerin çok kıymetli olduğundan ve o değerlerden asla vazgeçilmeyeceğinden bahsetti. Türkçenin ve Türk Kültürü’nün altını çizdi, ikili ilişkilerdeki olumsuzlukların burada yaşayan insanlara yansıtılmaması gerektiğinden bahsetti. İnsani yardım konusunda dünyanın neresinde olursa olsun zulme uğrayan birisi varsa Türkiye’nin oraya koşarak gittiğinden, şahsiyetli dış politikadan, insan haklarından, din, dil, ırk ayırımı yapılmadan hak sahibine verilmesi gereken insan haklarından bahsetti, farklılıklarımıza rağmen birlik ve beraberlik içinde olmamızdan bahsetti daha neler neler... Kompleksleri olmayan özgüven sahibi bir Büyükelçi böyle olur, benim ülkem işte böyle temsil edilir dedim. Rahatladım ve gururlandım. O konuşmanın tamamını sizlerle paylaşmak istedim:

“Değerli Misafirlerimiz, Sevgili Vatandaşlarımız;
Cumhuriyetimizin kuruluşunun 94. yıldönümü resepsiyonumuza hoşgeldiniz.
Millet olarak ciddi sınavlardan başarıyla geçtiğimiz, haklı mücadeleleri kazanmakta olduğumuz bu dönemde, Cumhuriyetimizin kuruluşunu her zamankinden daha büyük bir coşku ve sevinçle kutlamayı hak ediyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana, milli egemenliğine ve siyasi, ekonomik ve askeri bağımsızlığına halel getirecek hiçbir müdahaleye izin vermemiştir, bundan sonra da vermeyecektir. Türk milletine ve onun bağımsızlığına ve özgürlüğüne karşı kurulan tuzaklar hep hüsranla sonlanmıştır.
15 Temmuz’da anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye kalkan FETÖ terör örgütünün darbe girişimi de aynı akıbete uğramıştır. Türk halkı, hür iradesini yok saymaya kalkışan zorbalara karşı, canı pahasına da olsa demokrasiye güçlü bir şekilde sahip çıkmış, hak ve hukukunu korumuştur. Bu noktada, hain darbe girişimi sırasında hayatını kaybeden aziz şehitlerimizi bir daha rahmetle anıyor, yiğit gazilerimizi buradan selamlıyorum.
Aynı anda birden fazla terör örgütüne karşı mücadele etmekte olduğumuz bu kritik dönemde, ülkemizin güvenliği her şeyin önünde gelmektedir. Dostlarımızdan beklentimiz bu önemli süreçte bizimle olmaları, dayanışma sergilemeleri ve gerekli anlayışı göstermeleridir. Bu alanda asgari bir işbirliği tesis edilmeden ilişkilerde ilerleme sağlamayı beklemek gerçekçi değildir.

Siyasi, ekonomik, ticari ve en önemlisi insani bakımlardan en yoğun ilişkiler içinde olduğumuz Almanya ile münasebetlerimizde zor bir dönemden geçtiğimiz ortadadır. Son zamanlarda yaşadığımız bunca sorun ve görüş ayrılıklarına rağmen, geçmişi 300 yıla yaklaşan geleneksel dostluk bağlarımızın olduğu Almanya’yla ilişkilerimizin önümüzdeki dönemde karşılıklı adımlarla yeniden normalleşme sürecine girmesi hepimizin ortak temennisidir.

Tabiatıyla üç buçuk milyonluk Almanya Türk toplumu ikili ilişkilerimizi özel ve biricik kılan en önemli unsurlardan biridir. Bugün, yani 30 Ekim, aynı zamanda Türk işçilerinin Almanya’ya gelişini başlatan Türkiye-Almanya İşgücü Anlaşması’nın 56. yıldönümüdür. Bugün burada bulunan bu ilk kuşağın fedakar temsilcisi büyüklerimizi Büyükelçiliğimizde görmekten ve kendilerini ağırlamaktan da ayrıca memnuniyet duyduğumu belirtmek istiyorum.
Sadece çalışma ve iş hayatında değil; siyasette, kültürde, sporda, sağlık ve eğitim sektörlerinde ve medya gibi daha bir çok alanda Almanya’nın sosyal hayatına zenginlik katıyorsunuz. Bu başarılarınızın daimi olmasını ve iki toplum arasındaki birleştirici konumunuzu güçlendirerek sürdürmenizi diliyorum.
Ancak bu noktada, Almanya’daki toplumumuzun son yıllarda giderek artan bir şekilde yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve İslam karşıtlığına maruz kaldığını da üzülerek belirtmek durumundayım. Bu mağduriyet, fiili ve fiziki saldırıların ötesinde, ülkemiz ve toplumumuz aleyhinde yaratılan yanlış algı ve menfi atmosfer nedeniyle günlük hayatta ve kamusal alanda dışlayıcı ve ayrımcı davranışlar şeklinde de vücut bulmaktadır. Bu olumsuz gelişmeler buradaki toplumumuzu gönülden yaralamakta ve haklı endişelere yol açmaktadır.
İnsanlarımız arasında, özellikle de genç nesilde dışlanmışlık ve ötekileştirilmişlik duygusunun giderek yer ettiğini gözlemliyoruz.

Maalesef, üzülerek görüyoruz ki, ikili ilişkilerimizdeki gerginliklerin faturası da buradaki toplumumuzdan çıkarılmak istenmektedir. Bunun son örneğini, Berlin’deki bazı belediyelerin Türkçe dersleri için ücret talep etmelerinde görüyoruz. Bu haksız talebe karşı dernek ve kuruluşlarıyla Türk toplumu gerekli tepkiyi ortaya koymaktadır. Bu yanlıştan bir an önce dönülmesini bekliyoruz.
Son zamanlarda giderek güçlenmekte olan yabancı düşmanı ve İslam karşıtı aşırı sağ görüşlü akımlarla mücadele edilmesini ve bunlara karşı gerekli bütün önlemlerin alınmasını acil olarak bekliyoruz.  

Türk ekonomisi, yükselen sanayisi, genişleyen ticareti ve artan yatırımları ile büyümeye, istihdam yaratmaya devam etmektedir. Yapılan tüm olumsuz yayınlara ve kampanyalara rağmen Türkiye’yi ziyaret eden turist sayısında geçen yıla göre önemli bir artış sağlanmıştır.
Bu yılın ilk iki çeyreğinde yüzde beşin üzerine büyüyerek Avrupa’nın en hızlı gelişen ekonomisine sahip olan Türkiye, yabancı yatırımcılar için güvenli ve kazançlı konumunu sürdürmektedir. Ulaştırma ve enerji alanları başta olmak üzere çeşitli sektörlerde devasa yatırım projeleri hızla ilerlemektedir. Özetle, ekonomimiz, bazı çevrelerin çizmeye çalıştığı kara tablonun tam aksine güçlü ve sapasağlam ayaktadır.  

Türkiye’nin istikrarı Avrupa’nın istikrarı demektir. Son mülteci krizinde olduğu gibi Türkiye uluslararası camianın ortak sorumluluğunun önemli kısmını taşımaya devam edecektir. Bizim kültürümüzde ekmeğimizi komşumuzla, misafirimizle paylaşmak vardır.
Ülkemizdeki 3 milyonu aşkın mülteciye de bu gözle bakıp, onları toplum olarak kucakladık. Ekmeğimizi paylaştık. Bir milyona yakın Suriyeli çocuğa eğitim verebilmek için kısıtlı imkanlarımızı zorladık. Kimseden de takdir beklemedik. 

Türkiye, insani yardımlar alanında günümüzde milli gelire oranla dünyanın bir numaralı donörü haline gelmişse, Myanmar’dan Yemen’e, Somali’den Filistin’e dünyanın dört bir tarafına elini uzatabilen, muhtaçların yardımına koşan bir ülke olmuşsa, bu son yıllarda izlenen insani dış politikaların sonucudur. Bu yaklaşımımızın savaştan kaçan insanlara kapıyı kapatma payesi üzerinden seçim kazanan bazı Avrupalı siyasetçilere örnek teşkil etmesini ümit ediyorum.
Farklılıklarımızdan ziyade ortak yanlarımızı öne çıkarmamızın gerektiği bir dönemden geçiyoruz. Sizlerin burada ortak asgari paydalarda birlikte hareket etmeniz, hak ve menfaatlerinizin korunması açısından hayati önemdedir... 
Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun!”