8 Aralık 2018 Cumartesi

"KAPİTALE DEĞİL KAPİTALİN ENRİNE GİREN MÜSLÜMANA KARŞI"

"KAPİTALE DEĞİL, KAPİTALİN EMRİNE GİREN MÜSLÜMANA KARŞI"

Berlin Türk Eğitim Derneği’nde (TED) sevenleriyle buluşan tiyatrocu Ulvi Alacakaptan, eleştirilerinin yanlış anlaşıldığını söyleyerek: “Sanmayın ben kapitale karşıyım, benim eleştirim kapitale değil, kapitalin emrine giren Müslümanlaradır.”dedi.
Alacakaptan; TED’de sevenleriyle yaptığı sohbette,“İslâm tarihinde, bir tek muhafazakar peygamber bulamazsınız, Allah hiçbir dönemde muhafazakar  bir peygamber göndermemiştir. Allah’ın gönderdiği peygamberlerin hepsi devrimcidir. Muhafazakar değildir. Ortada bozuk işleyen bir düzen vardır, Peygamberler o düzeni düzeltmek için gelmiştir” şeklinde konuştu.

Zülfikar Kam

Berlin-Ulvi Alacakaptan Türk Eğitim Derneği’nde sevenleriyle buluştu. Alacakaptan burada yaptığı sohbette, Türk insanının tiyatro, sinema ve medyayı kullandığını ama kendinden bir şey katamadığını söyledi.  Tiyatrocu, Ulvi Alacakaptan hatta sinema, tiyatro ve medyada İslâmî kesimin olmadığını ifade etti ve “İslâmî kesimin 500 bin satan bir gazetesinin olacağına inanmıyorum.” dedi. Müslümanların kapitalistleştiğinin altını çizen Alacakaptan;sözlerini şöyle sürdürdü:“Meğer Müslümanlar önceki iktidarlar döneminde duygularını bastırıyorlarmış, ellerine imkan geçmediği için sessiz kalıyorlarmış. Ellerine imkan geçince önceleri attıkları nutukları unutuverdiler. Haktan adaletten, adil bir düzenden bahsedenler, mazlumun yanında zalimin karşısında olacaklarını söyleyenler bu söylemlerini unutuverdiler. Meğer Müslümanların bu söylemleri dünya nimetlerine olan özlemden kaynaklanıyormuş. Son model arabalar, lüks villalar, saraylar Müslümanların özledikleri şeylermiş.
Sanmayın ben kapitale karşıyım, benim eleştirim kapitale değil, kapitalin emrine giren Müslümanlaradır. Benim eleştirim, kapitali, insanlığın, Müslümanların yararına kullanacağına sedece kendisi için kullanan ve sahip olduğu bu güçle Müslümanları ezen ne oldum delisi kifayetsiz Müslümanlaradır. Dün İslâmî duyarlılığınız varsa, tiyatroda, sinemada, medyada yer bulamıyordunuz bugün de bulamıyorsunuz.”

Soru cevap şeklinde devam eden sohbette Alacakaplan konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Biz televizyon seyretme konusunda 8.5 saatle dünya ikincisiyiz. Birinci Amerika. İslâmi duyarlılığı olmayan televizyon kanallarını seyrederseniz ahlakınız bozulur, İslâmi duyarlılığının olduğunu söyleyen televizyon kanaallarını seyrederseniz hem ahlakınız hem de dini yaşantınız bozulur. Bu bugün böyledir. İslâmi duyarlılığının olduğunu söyleyen televizyon kanallarında dinin gerçeği anlatılmıyor. Dini magazinleştirdiler.
Cumhuriyet’le birlikte Müslümanlar tiyatro, sinema ve güzel sanatlara düşman yapılmıştır. Bu düşmanlıkta devletin payı kadar Müslümanlara yön veren hocaların, ilim adamlarının da payı vardır. Mesela Cumhuriyet’le birlikte Müslümanların bütün kazanımları yok sayılmıştır, Cumhuriyet bizden olan herşeyi silip süpürmüştür. Cumhuriyet Müslüman Türk’ün geleneklerini yok farzetmiştir, dilini, dinini, kültürünü, musikisini yok farzetmiştir. Tiyatrolarda misafirlere yer göst eren kişinin smokinli olması gerekir. Bu geleneğin baştan reddididir. Cumhuriyet’in bu tavrı o günkü Müslümanları tiyatrodan, sinemadan güzel sanatlardan soğutmuştur. Din adamları da bu durumda tiyatroyu, musikiyi, güzel sanatları haram kabul edince; halkı güzel sanatlara tavır almaya davet edince olan olmuştur. Bugün çektiğimiz sıkıntının temelinde bunlar vardır.

Ben başka bir hayat yaşamak için Müslüman oldum. Bugün Müslümanlar da başka bir hayatın özlemi içindedirler, ancak benim yaşamak istediğim hayat değildir Müslümanların özlediği. Benim yaşamaktan sıkıldığım hayatı yaşamak istiyorlar. Orada mutluluk olsaydı ben oradan ayrılır mıydım?. Müslümanlar Müslümanlaşmalıdırlar, Müslümanlar, isimlerinin Müslüman olmasını Müslümanlık için yeterli görüyorlar. Yusuf İslam’a (Cat Stevens) bir sohbet sırasında aynı masayı paylaşan kızın biri sorar, “Müslüman olmakla eline ne geçti, Müslümanlık senin neyini değiştirdi?”
Cat stevens;” Ben Cat stevens iken sen bana yaklaşamazdın, ben Yusuf İslâm oldum sen şimdi aynı masayı benimle paylaşabiliyorsun” der. Evet benim Müslümanlığım da böyle bir Müslümanlık.

Oyun esnasında bazı seyirciler tekbir çekiyorlar, tek kişiyse seslenmiyoruz, birden fazla kişi tekbir çekiyorsa salonun ışıklarını hemen yakıyoruz. Müslümanlar heyacanlarını sloganlara sarılarak söndürmemelidirler, mücadele sahada yapılır, can ile ve mal ile yapılır, çıkın sahaya ve yapılması gerekeni orada yapın. Biz bu tavrımızdan dolayı çok seyirci kaybettik. Bizden kopan seyirciler, gözyaşı geceleri gibi uyduruk oyunların peşine düştüler. Biz sahabe hayatı gibi konuları tiyatroda canlandırmayız, seyirci bu oyunun şuuruna  varamıyor, hikaye gibi algılıyor, geçmişte yaşayan herhangi bir insanın hayatı gibi algılanıyor, vay be ne adammış gibi ahlar vahlar söyleniyor oyun esnasında. Kimse o canlandırılan sahabe gibi olmak istemiyor.

İslâm tarihinde, birtek muhafazakar peygamber bulamazsınız, Allah hiçbir dönemde muhafazakar  bir peygamber göndermemiştir. Allah’ın gönderdiği peygamberlerin hepsi devrimcidir. Muhafazakar değildir. Ortada bozuk işleyen bir düzen vardır, Peygamberler o düzeni düzeltmek için gelmiştir. Müslüman da Peygamberlerinin yolundan gitmelidir, devrimci ruha sahip olmalıdır. Korkmamak lazımdır, boşvermemek lazımdır. Zora talip olmak lazımdır, zorluklar insanı kamçılar, yaratıcı bir ruha sahip kılar. “

1 Aralık 2018 Cumartesi

ALMANYA İSLÂM KONFERANSI'NIN ARDINDAN 2018


Almanya'da İslâm, genelde müslüman Türklerin açtığı cami ve mescitlerde temsil edilmektedir. Ayrı ayrı cemaatlere bağlı olan müslümanların; Almanya kültürü, ekonomisi, siyaseti ve coğrafyasını göz önünde bulundurarak çalışmalar yaptığını söylememiz mümkün değildir. 
 
Cemaatler/ dînî ve lâdini hepsi Turkiye'nin sosyo-kültürel ve siyasi yapısına göre çalışmalarını sürdürmektedirler. Aralarında İslâm'a hizmet konusunda bir işbirliği ve dayanışması da yoktur.
Müslümanları temsil eden bir çatı kuruluşu da yoktur. Hepsinin ortak yanı sembolik ibadetlerle Müslümanları oyalamaktır. Anlı-şanlı akademisyenlerimizin bazıları da yardım kuruluşlarına alet olarak para toplamak gayesiyle bu kervanın lokomotifi durumundadırlar. Gayeleri, sembolik ibadetler üzerinden- Zekat, Fitre, Hac ve Kurban- para toplamaktır/ kazanmaktır.

İslâm bilim ve düşünce tarihi konusunda, Müslümanları misyon sahibi kimseler olarak yetiştirmek gibi bir dertleri yoktur bu cemaatlerin. 

Müslümanlar işte tam da bu yüzden Almanya'da/Avrupa’da ciddiye alınmıyorlar. Sadece döner ve lahmacun kültürü ile, apartman katlarında açılan ayak kokusundan alnımızı secdeye koyamadığımız, kokudan tuvaletlerine giremediğimiz mescid kültürüyle, İslâm'ı Almanya’da/Avrupa'da temsil etmek mümkün değildir.

Nitekim, Müslümanlar; Almanya İçişleri Bakanı  Horst Seehofer'in başkanlığını yaptığı 4. Berlin İslâm Konferansı'nda ‘domuz eti ve sucuğu’ ikram edilerek aşağılanmıştır. İslâm Konferası'nda Müslümanlara yapılan bu hakaret hepimizi derinden yaralamıştır/üzmüştür. 

O toplantıda hazır bulunan ve aşağılanan davetlilerden toplantıyı terketme cesaretini gösteren ciğeri sağlam,  davasına aşık delikanlı, adam gibi adam bir temsilci de çıkmamıştır. Müslümanları üzen, temsilcileri olarak oraya çağrılan kişilerin bu duyarsız davranışı olmuştur. Seehofer Müslümanların bu duyarsızlığını iyi analiz etmiş olmalı ki, o toplantıda onlar “domuz eti ve sucuğu” ikram etmiştir. Seehofer “İslâm Amanya’nın parçası değildir” diyerek safını çok önceden seçen  bir devlet adamıdır. Bu davranışıyla Seehofer görevini yapmıştır. Görevini yapan insanlar tebrik edilirler, ben de Seehofer’i inancından kaynaklanan bu asil görevini yerine getirdiğinden dolayı tebrik ediyorum.


Benim kızmam, öfkelenmem; görevini yapmayan Müslümanlaradır. Madem seni insan yerine koymadılar, inancından dolayı seni aşağıladılar; sen de delikanlılık yap ve terk et o toplantıyı. Ve Müslümanlar da seni görevini yaptığın için şuurlu Müslümanlar sınıfına koysunlar ve tebrik etsinler... Yüce Mevlâmız Kitabı’nda, konu ile ilgili şöyle der: “Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini gördüğünüzde/işittiğinizde, orada olan bu saygısızlığa mani olamıyorsanız, hiç olmsazsa, o toplantıyı terkedin/onlarla oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.” (4/Nisa 140)

Ne yapmak gerekir?
1-Alt yapısı güçlü olan İslâm araştırma merkezleri kurulmalı,
2-Bu merkezlerde çalışacak elemanlar yetiştirilmeli, bunun için akademik kariyer yapacak öğrencilere ciddi denebilecek miktarlarda burslar verilmeli, bunun için gerekli olan vakıflar kurulmalı,
3- Arapça ve Türkçe kütüphaneler kurulmalı, neşriyat merkezleri kurulmalı.
4-Toplanacak zekat gelirleri ve kesilecek kurbanlar bu işlere harcanmak üzere bu vakıfta toplanmalı, insanımız ve bilhassa gençler kitap okumaya teşvik edilmeli,
5- Cuma vaaz ve hutbelerinin konusu ayda bir ortak hazırlanmalı,
6-Kültür Merkezleri kurulmalı; Türk- İslam Kültür ve Sanatı genç nesle akrarılarak geleceğimiz inşa edilmeli,
7- Hepsinden önemlisi tüm bu işler için gerekli olan finans kaynağı oluşturulmalıdır. 

Sonuç
1-Bugünün müslümanında;
Aşk yok.
Heyecan yok.
Hedef yok.
Dava yok.
Ortada sadece din yorgunu müslümanlar var.
Yazık. Hem de çok yazık. 

2- Yaşadığımız ülkede tebliğ vazifemizden hesaba çekileceğimizi de unutmayalım. Birbirimizi uyaralım. 

3-DİNİMİZİ DOĞRU ANLAMAYA VE DOĞRU YAŞAMAYA ÇALIŞALIM!!!

Not:
Almanya'da 5 tane İlâhiyat Fakültesi mevcut. Lütfen buluduğumuz yerdeki bu kurumlarla diyalog kuralım. Fakülte olarak ihtiyaçları varsa onlara destek olalım. Oralarda okuyan öğrencileri vereceğimiz burslarla destekleyelim...Mezun olanlarını da camilerimizde ve kuracağımız araştırma merkezlerinde istihdam edelim...

SELÂM VE DUA İLE

28 Kasım 2018 Çarşamba

CANER TASLAMAN VE EMRE DORMAN’A AÇIK MEKTUP...



Sayın Prof. Dr. Caner Taslaman ve Sayın Dr. Emre Dorman; “Yardımeli Derneği” nin kuracağı “Yetimler Köyü”ne para toplamak için Almanya’ya gelmişsiniz. Para toplamadan sadece konferans ve seminerler vererek, Almanya’da yaşayan insanımıza hizmet yolunu seçseydiniz çok anlamlı bir hizmet yapmış olurdunuz. Almanya’da, Almanya’da yaşayan insanımıza karşılıksız hizmet eden, almadan veren ilim adamına veya hocaya fazla rastlamadık bugüne kadar. Sizler de Yardımeli adında bir yardım kuruluşuna para toplayacakmışsınız. Ekranlardan geleneksel İslam’ın savunucularına eleştirel yaklaşan değerli iki akademisyen olarak tanıyoruz sizleri. Şimdi ise, eleştirdiğiniz o insanların cebindeki parayı alabilmek için Almanya’dasınız. Ne kadar inandırıcı olacaksınız onu bilemiyorum. Bildiğim tek şey; yapacağınız konuşmalarda ekranda söylediğiniz düşüncelerinizi söylerseniz, sizlere kimsenin para vermeyeceğidir. Para toplamak için geldiğinize göre o insanların hoşuna gidecek, duygularını harakete geçirecek, okşayacak şeyler söyleyeceksiniz. Belki 'deve sidiği içme' konusuna hiç değinmeyeceksiniz. Bu durumda kendinizle çelişeceksiniz ve Almanya’daki insanımızı Allah ile aldatmış olacaksınız. Akademisyen kimliğinizle bu sıfat ne kadar örtüşür onu bilemiyorum.

Sayın Taslaman ve Sayın Dorman; Türkiye 80 milyonluk bir ülkedir. Almanya’da 3 milyon Türkiyeli var. 57 yıldan beri eline makbuzu alan Almanya’ya geliyor ve çeşitli isimler altında gurbetçilerden paralar topluyorlar. Vatan hasretiyle yanıp tutuşan bu insanlar da kendi ihtiyaçlarını düşünmeden “çok güzel konuşan” sizlere kanıyorlar. Sonra “Ekinler kuruyor, kaos ve sıkıntı ortamları oluşuyor.” Maalesef hâlâ bu alışkanlık devam ediyor.

Sayın Taslaman ve Sayın Dorman; Almanya’daki insanımız perişandır. Çocuklarımız kaybolmak üzeredir, çoğu zaten kaybolmuştur. Önce Almanya'daki yetimler için gerekli olan “Gurbetçi Köyleri” ni kurmanız gerekirken, duygu sömürüsü yaparak Almanya dışındaki bir ülke için para topluyorsunuz. O insanların ülkeleri var, devletleri var, Birleşmiş Milletleri var. Almaya’da yaşayan insanımızın devleti yok, Türkiye’den bakarsan adı “Gurbetçi”, Almanya’dan bakarsan adı “Yabancı”. Almanya bu insanlara seçme ve seçilme hakkı vermiyor. Türkiye de sadece seçme hakkı veriyor, seçilme hakkı vermiyor. Türkiye bu insanlara seni emekli yapacağım diyor, paralarını alıyor ve sonra da kesin dönüş yapmayınca maaşını vermem diyor. Böylece uzun vadeli faizsiz kredi alıyor binlerce gurbetçiden.

Sayın Taslaman ve Sayın Dorman; Almaya’daki insanımızın evinde yangın var, sizler insanımızı komşunun evindeki yangını söndürmeye davet ediyorsunuz. Yazık, hem de çok yazık. O insanlar döndüklerinde evlerini yerinde bulamayacaklar, bunu bile bile o insanları, provoke ediyorsunuz. Şimdiden Almanya’daki insanımızla vedalaşabilirsiniz, bu gidişle 20 sene sonra Almanya'daki nesil kaybolmujş olacaktır.
Sayın Taslaman ve Sayın Dorman; Almanya'daki dini cemaatler; ibadet yapmak için, kendiliğinden camiye gelen insanların cebindeki paraları nasıl alırızın hesabını yaparlar. Sizler de aynı şeyi yapıyorsunuz. Bugüne kadar Almanya’daki insanımıza yardım amaçlı bir el uzatılmadı. Kimse buradaki insanlara “bir ihtiyacın var mı?” diye sormadı. Sadece para ver dedi..
Sayın Taslaman ve Sayın Dorman; dini cemaatlerin camilerinde; zekatlar, fitreler, kurbanlar toplanır. Bu sadakalar; “Yetimler Köyü” kuruyoruz denir toplanır, Ortadoğu’daki, Afrika ve Asya’daki Müslümanlar için denir toplanır... Bu paralar, sinevizyon gösterileriyle insanların manevi duyguları tetiklenerek toplanır. Hedefleri, duygu sömürüsü yaparak daha çok para toplamaktır. Bu kadar para toplanmasına rağmen, bu cemaatlerin hizmet portföyünde çocuk okutmanın dışında elle tutulacak bir hizmet yoktur desek yalan olmaz. Bu işi de balık yakalamak için oltanın ucuna takılan yem olarak düşünebilirsiniz. Aslında camilerde çocuklara dini eğitimin verilmesi de aynı amaca yöneliktir.

Sayın Taslaman ve Sayın Dorman; Almanya’da dinî cemaatlerin:
-Vakıfları yoktur.
-Hastaneleri yoktur.
-Öğrenci yurtları yoktur.
-İmam yetiştiren yüksek okulları yoktur.
-Kur'an öğretmeni, din dersi öğretmeni yetiştiren kurumları/okulları yoktur.
-Gazeteleri, dergileri yoktur, televizyonları yoktur.
-Tam gün mesai yapan hukukçuların çalıştığı hukuk büroları yoktur.
-Danışma merkezleri, araştırma merkezleri yoktur.
-Sosyal konutları yoktur...
-İhtiyaç duyulan kitapları Almanca'ya çeviren tercüme büroları yoktur.
-Kültür Merkezleri yoktur..., velhasıl gelecekleri yoktur.

Onlar topladıkları paraların büyük bir bölümünü Almanya dışına çıkarmakla meşguldürler. Bazen bu paralar, Somali'ye yardım diye çıkar Almanya’dan, bazen Afganistan'a yardım diye çıkar, bazen Filistin'e, Suriye'ye yardım diye çıkar... Sadece bu görev için kurulan yardım kuruluşları vardır. Yıllardan beri bu iş böyle yürür. Ancak ne Afganistan'ın problemi çözülmüştür ne Filistin’in ne Çeçenistan’ın ne de Irak’ın. Bırakın problemlerin çözülmesini bu halkalara yenileri eklenmiştir. İşte 7 yıldır gözümüzün önünde çoluk- çocuk, kadın-ihtiyar demeden bombalanan Suriye...
Sayın Taslaman ve Dorman; Papaz Martin Niemöller der ki: “Naziler, önce komünistleri götürdüler; sesimi çıkarmadım, çünkü, ben komünist değildim. Sonra Yahudileri götürdüler; yine sesimi çıkarmadım, çünkü, ben Yahudi değildim. Sonra sosyal demokratları götürdüler; yine sesimi çıkarmadım, çünkü, ben sosyal demokrat değildim. Sonra sendikacıları götürdüler; yine sesimi çıkarmadım, çünkü, ben sendikacı da değildim. Benim için geldiklerinde ise, sesimi duyacak kimse kalmamıştı…”

Evet Sayın Taslaman ve Sayın Dorman; önceliklerimizi iyi analiz edemediğimiz zaman, elimizde avucumuzda olanları kendi geleceğimiz için değilde, güzel konuşan hatiplere, akademisyenlere, duygu sömürüsü yapanlara vermeye devam ettiğimiz sürece sonunda sıra mutlaka bize gelecek ama o zaman sesimizi duyan kimse kalmayacak...

Evimiz yanıyor diye bağırıyoruz, kimse sesimize kulak vermiyor. Ortalık toz duman göz gözü görmüyor. Sizler burada olup bitenlerin farkında bile değilsiniz.

Niçin böyle öfkeliyim ben? Çünkü elimizdeki son deva da kendisini bizatihi o umudun, o çarenin, o devanın sahibi zannedilen adamlar tarafından alıp götürülüyor.

Allah’ın, Müslümanları Allah ile aldatacak vaizlere de, hocalara da, akademisyenlere de ihtiyacı yok vesselam...

17 Kasım 2018 Cumartesi

BERLİN TÜRK ŞEHİTLİĞİ ve KÜLTÜR VE TURİZM ATAŞESİ 2018

‘Mezâristan-ı İslamî’ye’ / İslâm mezarlığı

Osmanlı İmparatorluğu’nun  Berlin ilk Daimi Büyükelçisi Giritli Ali Aziz Efendi 29 Ekim 1798 yılında vefat eder.  ‘Tempelhofer Feldmark’a  şimdiki Urban sokağı ile Blücher sokağının arasındaki mezâr yerine 30 ekim salı günü defnedilir. 1804 yılında Prusya Krallığı nezdindeki ikinci Osmalı Maslahatgüzarı Mehmed Esad Efendi de vefat edince aynı yere defnedilir. Dönem, III.Selim dönemidir. Araya savaşlar girer ve zamanla bu mezarlar unutulur.  Aradan 38 sene geçmiştir. Birgün (1836) tarla haline dönmüş mezâr yeri  bir çiftçi tarafından tesadüfen keşfedilir. Çiftçi durumu yetkililere haber verir. Bizimkiler gibi mezar taşlarını ev veya bahçe duvarlarında kullanmaya kalkmaz. 

Prusya Kralı III. Wilhelm mezarflığa sahip çıkar; koruma altına aldırır ve ağaçlandırır. 1839 yılında Büyükelçilik Kâtibi Rahmi Efendi ve daha sonra vefat eden hariciye görevlisi Aziz Ağa vefat edince  bu mezarlığa defnedilirler. 1853 yılında Almanya’da öğrenim gören Rasim Efendi de buraya defnedilince sayı yükselmeye başlar ve yetkili taraflar mezarlığın başka bir yere taşınmasına karar veririler. Dönem  Sultan Abdülaziz  dönemidir. Yer bulunuyr ve  Osmanlı Elçisi Aristaki Bey’in de bulunduğu bir tören ile ‘Mezâristan-ı İslamî’ye, adı ile (19 Aralık 1866)  mezarlık bugünkü yerine taşınır. Mülkiyet Osmanlı İmparatorluğu’nundur. (Colombiadamm 128 ) 

Sultan Abdülaziz’in emri ile (1867) burada medfun olanların anısına Mimar Voigtel tarafından bir âbide inşa edilir. Mezârlıktaki bu sekiz köşeli Abide’deki kitabelerin bir yüzünde şöyle yazar:
“Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye’nin Prusya Devleti nezdinde Fevkalâde Murahhas Orta Elçisi olduğu halde terk-i dağdağa-i cihan eden Ali Aziz Efendi. Hicri 1213.”


7 mart 1924 tarihinde Büyükelçilik din görevlisi Hafız Şükrü Efendi de vefat eder ve  bakımını yaptığı bu mezârlığa defnedilir. Şükrü Efendi’den sonra 1930’a kadar mezârlığın bakımını Alman eşi Nûriha Hanım yapar ve ondan sonra da Nûriha Hanımın kızkardeşi bu görevi sürdürür ve 1965 yılında  bu görevi vefakâr ilk nesil göçmen Türk işçileri devralır.

1921 yılında Ermeni  Soğomon Tehliryan tarafından Berlin’de öldürülen Talat Paşa da buraya defnedilmiştir. 1943 yılında Türkiye’ye nakledilmiştir. Yine, Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale’de yaralanıp Belin’de tedavi görürken vefat eden ve bu mezarlığa defnedilen Zeki Memduh Bey ve Süleyman Efendi’nin mezârları da 1976 yılında Türkiye’ye nakledilmiştir.

1942 yılında mezârlıkta 35 Türk ve 69 diğer (İran, Pakistan, Arap, Afgan, Kırım, Filistin, Mağrip, Türkistan, Kazak, Sudan ve sair) müslüman kökenli mezar sayısı tesbit edilmiştiştir.
Mezarlığa 1867 yılında Sultan Abdülaziz’in fermanıyle yapılan abide anıt zaman zaman tamirat görmüştür. İkinci Dünya Savaşı’ndan etkilenen anıtın savaş sonu yapılan tamiratı en son 1987 yılında Berlin Senatosu tarafından yapılmıştır. Tamirata 350 bin Mark harcanmıştır. 

Bugünkü adıyla Berlin Türk Şehitliği  Türkiye’nin, Türkiye dışındaki önemli topraklarından biridir. Ancak geçmişi itibariyle çok önemli olan  mezarlık, anıt ve  mezar taşları bugün itibariyle (15.11.2018)   oldukça gariptir, bakımsızdır, sanki terkedilmiş gibidir.  Berlin Senatosu tarafından 350 bin Mark  harcanarak tamir ettirilen o tarihi anıt, maalesef bugün delik deşik olmuş durumdadır. Mezar taşlarındaki yazılar yok olmak üzeredir. Yani, tarih 300 bin Türkiyelinin, Büyükelçilik ve Başkonsolosluk görevlilerinin gözü önünde yok olup gitmek üzeredir.  

Tarihi yok etmek konusunda üstümüze yoktur bizim, onu bilirim. Başta Giritli Ali Aziz Efendi olmak üzere mezarlıkta medfun olan şahıslar için yapıln  anıtın tanıtım kimliği bile maalesef yazılmamıştır.  Kimse ne olduğunu bilmiyor. Ortada duran bir direk gibi görüyorlar anıt. 

Berlin’de Kültür Ataşemiz de var
Berlin’de ne gibi çalışmalar yapıyor Türk Kültürü adına Ataşemiz onu bilmiyorum. Ataşemiz, I.Dünya Savaşı sırasında Wünsdorf/Zossen’de Müslümanlar için yapılan Halbmondlager Esir Kampı (HİLAL) Camii‘ne gitmiş midir? 

Ateşemiz Almanya’daki Türk izlerini takip etmiş midir? Bu konularda hazırladığı ve bize ulaştıramadığı broşürler var mıdır Turizm ve Kültür Ataşeliği’nde. Berlin’e ilk gelen Türkler Ali ve Hasan ile  ilgili bir çalışması var mıdır Ataşemizin onu da bilmiyorum.
Ataşemiz, Türk Şehitliği’ndeki tarihi mezar taşları ve anıt için ne gibi girişimlerde bulunmuştur bugüne kadar onu da merak ediyorum. 

Konu ile ilgili www.ha-ber.com internet sitesinde  bundan önce de yazdım. Ses çıkaran olmadı. Geçtiğimiz hafta G.Aziz Efendi’nin ruhuna Fatiha okumak için tekrar gittiğimde içim parçalandı. Anıttaki delik sayısı fazlalaşmış, Hafız Şükrü Efendi’nin mezar taşı üzerindeki yazılar neredeyse tamamen kaybolmak üzere. Diğer mezar taşlarını da aynı akibet bekliyor. 

Bir kez daha yazarak sorumsuz sorumluların dikkatini çekmek istedim. Belki sorumluluk bilinciyle vazife yapan bir devlet yetkilisinin dikkatini çekerim de tarihe mal olmuş değerlerimiz için bir görev yapmış olurum diye düşündüm. 


Teklifimdir:
Türk Şehitliği ismi de değiştirilmelidir. Orada şehit yoktur. Eski ismi verilmeslidir. ‘Mezâristan-ı İslamî’ye’ / İslâm mezarlığı.



28 Ekim 2018 Pazar

SELÇUKLU VE OSMANLI BAŞKENTLERİ (XI) –İSTANBUL (VI)-



-“İstanbul’un başka bir yüzünü göreceğiz bugün. Turumuza Edirnekapı‘dan başlayacağız. Balat’ı boydan boya  yaya olarak geçeceğiz, birgün boyunca yürüyeceğiz Balat sokaklarında. Tarihe tanıklık edeceğiz. Rehberimiz Edirnekapı‘da bizi bekliyor“ olacak dedi ve düdüğünü çaldı Emin. Sezgin bey de bastı gaza. Hedef Edirnekapı. Rehberimiz Nurcan hanım güzel ve nazik bir bayan. Tanışma faslından sonra gün boyunca gezeceğimiz güzergahlarla ilgi bilgi verdi, „burası Balat…“:

Balat

„Bu tur, tarihe tanıklık yapma turudur. 3 büyük dine mensup insanların bir arada yaşadığı yerdir Balat. Turumuz akşama kadar sürecektir. – Mihrimah Sultan camii, Karye müzesi, Kadir Has Üniversitesi/ Tarihi Küçük Mustafa Paşa Hamamı/ Gül Cami/ Ayakapı Hamamı / Özel Maraşlı Rum İlkokulu/ Rum Ortodoks Patrikhanesi/ Renkli Kapılar/ Dimitrie Cantemir Evi/ Özel Yuvakimyon Rum Kız Lisesi/ Moğolların Meryemi Kilisesi (Kanlı Kilise)/ İstanbul Fatih Özel Fener Rum Lisesi Ve Ortaokulu/ Kiremit Caddesi Evleri/ Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı/ Balat Kültür Evi/ Metroloji Kilisesi/ Sveti Stefan Bulgar Kilisesi/ Tahta Minare Cami/ Merdivenli Yokuşu/ Balat Ahrida Sinagoğu/ Balat Surp Hireşdagabet Ermeni Kilisesi/ Balat Yanbol Sinagoğu/ Hz. Cabir Cami-

Bu mekanlar gezi güzergahımızdaki bazı tarihi  mekanlardır. Balat eski bir Yahudi semtidir. Balat isminin, Rumca saray anlamına gelen “palation” sözcüğünden türediği varsayılır. 15. yüzyılda, 2. Beyazıt’ın davetiyle, engizisyondan kaçıp İspanya’dan İstanbul’a göç eden Sefarad Yahudileri, İstanbul’a geldiklerinde ilk bu bölgeye yerleştirilmişler ve burada kendi cemaatlerine ait sinagogları inşa etmişlerdir. Zamanla sadece İspanya Yahudileri değil, Gürcistan Yahudileri de Balat‘a gelmişlerdir. Yahudilerin büyük bir kısmı 1950’lerdeki toplu İsrail göçlerinin ardından Balat’ı terk etmişler. Geride kalanlar da şehrin Taksim, Nişantaşı ve Şişli gibi diğer bölgelerine yerleşmişlerdir. Daha sonra Balat Romanların yerleşim mekanı olmuştur. Son zamanlar da onlar da Balat’ı terketmektedirler. Balat yeniden keşfediliyor dersek yanlış olmaz. Çukur dizisi burada çekiliyor.“ Özet bir Balat bilgisinden sonra başladı rehberimiz Mihr-î-Mâh Sultan Camii’nden başlayarak Balat’ı anlatmaya.

Mihr-î-Mâh Sultan Camii
Mihr-î-Mâh Sultan Camii, İstanbul'un Karagümrük semtinin Edirnekapı bölümünde surların hemen yanında bulunan camidir. Mimar Sinan tarafından aşık olduğu kız olan, Mihr-i Mâh Sultan adına yapılmıştır. Mimar Sinan derin bir tutku ile aşık olduğu Mihr-i Mâh Sultan’a, aşıktır, ama aşkına izhar edemediği için sevdiğine kavuşamamıştır, ona olan aşkını, sanatına yansıtmıştır. (1562-1565)
Dikdörtgen planlı caminin etrafında medrese, mektep, türbe, hamamlar vardır. 37 m yükseklikteki kubbe üçer kemere yaslanır, yanlarda ikişer sütun, sağ ve solda üç kubbe ve mahfelleri bulunur. Mihrap ve minber taş işçiliğiyle yapılmıştır.
Caminin büyük avlu kapısından dik merdivenlerle cami içine çıkıldığında sağ tarafta medreseler ve karşısında 7 kubbeli 8 mermer granit sütunlu son cemaat yeri bulunur. Caminin tek minaresi ve şadırvan bahçede, sağdaır.
Osmanlı’nın büyük cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın ve büyük aşkı Hürrem Sultan’ın bir kız çocuğu gelir dünyaya.
Efsane bir aşkın meyvesidir bu çocuk, ismi Mihr-i Mâhtır. Mihr-i Mâh Farsça’da güneş ve ay demektir. Zaman hızla geçmiş, Mihr- i Mâh Sultan büyümüş 17 yaşına gelmiştir. İki talibi vardır, birisi Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa, diğeri ise sarayın baş mimarı Mimar Sinan’dır…
Padişah, biricik kızını Mimar Sinan ile değil, Rüstem Paşa ile evlendirir. Sinan kahreder bu duruma ve 50 yaşına kadar hiç evlenmez. Mihr-i Mâh Sultan’ı unutamaz, ona dedliler gibi aşıktır.

Üsküdar Mihr-i Mâh Sultan Camii
Ve Mimar Sinan’dan, İstanbul’un en güzel yerlerinden biri olan Üsküdar’a Mihr-i Mâh Sultan adına bir cami yapması istenir. Emir yüksekten gelmiştir, hayır demesi mümkün değildir Sinan’ın. 1540 yılında inşa etmeye başladığı camiyi 1548 yılında tamamlar.
Sinan camiyi inşa ederken duvarlara sanki aşkını nakşeder. O kadar ki; camiye “Eteklerini giymiş bir kadın ” silueti verir. Cami iki minarelidir, padişah fermanı ile yapılmış bir eserdir.
Sinan’ın söyleyecekleri bununla bitmemiş olacak ki, bu eserden 14 yıl sonra, İstanbul’un en yüksek tepesine, o güne kadar ilk defa padişah fermanı olmaksızın bir cami yapar. Edirnekapı’da surların hemen yanına yapar camiyi. Burası o zaman ıssız bir yerdir. Sanki Sinan bu yaptığı cami ile aşkını ve yalnızlığını, aşkının büyüklüğünü haykırmak istermiştir. Edirnekapı Camii.
Derler ki, cami Mihr-i Mâh Sultan’ın arı duru, gösterişsiz ve bir o kadar da asil güzelliğine istinaden küçücük yapılmıştıor. Minaresi sadece 38 M.dir. Caminin tek minareli olarak yapılması Sinan’ın yalnızlığının simgesidir.
Kubbesi inceciktir ve üzerinde 161 Pencere vardır. Bu kubbenin dünyada başka benzeri yoktur. Caminin içi oldukça aydınlıktır ışıklar içeride dans eder. Bu kadınsı bir danstır.
Cami içindeki pandatiflerde ve minare kenarlarındaki upuzun işlemelerde, Mihr-i Mâh Sultan’ın ayak tapuklarını döven uzun şaçları tasvir edilmiştir. Sinan, aşkını öyle sihirli bir tılsımla mühürlemiştir ki camiye, bu sırra şaşırmamak, o sevdaların naifliğine imrenmemek elde değildir. İki caminin de yeri özenle seçilmiştir. Camiler, güneşin doğuş ve batış yerleri tespit edilerek yapılmıştır. Edirnekapı’daki Mihr-i Mâh Sultan Camii ile Üsküdardaki Mihr-i Mâh Sultan Camii’ni aynı anda görebilirsiniz. Mihr-i Mâh Sultan’ın doğum günü olan 21 Mart gecesi göreceğiniz muhteşem manzarayla büyülenirsiniz. Edirnekapı Camii’nin tek minaresinin arkasından güneş batarken, Üsküdar’daki caminin minareleri arasından ay doğmaktadır! Bu nasıl bir hesaplama, bu nasıl bir estetik ve  bu nasıl bir aşktır…

Cibali
Cibali, Osmanlı surları içinde, Eminönü ve Tahtakale’nin bittiği, Fener ve Balat gibi gayrimüslim mahallelerinin başladığı noktada kalan bir Müslüman mahallesidir. Özellikle Osmanlı’dan kalma cami ve hamamlarıyla meşhurdur burası. Cibali isminin nereden geldiğine dair birkaç söylenti vardır. Bunlardan ilki aslen Mısırlı olan Cebe Ali, Osmanlı’da Subaşı, yani askerbaşı görevine getirilir. Cibali, savaş zamanında giyilen ve adına cebe denilen bir tür zırha benzeyen cepkenle gezermiş. Rivayete göre, İstanbul’un Fethi sırasında Cebe Ali ve adamları, Haliç’i karadan yürütülen gemilerle değil postlarının ve cepkenlerinin üzerine binip geçmişler. Bunu gören Bizans askerleri de korkudan kaçmışlardır. Bu nedenle de şehir surlarının bu kısmına düşen semte Cebeali denmiştir. Cebeali zamanla Cibali‘ye dönüşmüştür.

Kadir Has Üniversitesi
Bugün Kadir Has Üniversitesi olan bina 2. Abdülhamit Dönemi’nde 1884’te Düyunu Umumiye’ye bağlı ve tütün tekelini elinde bulunduran Reji Şirketi binası olarak inşa edilmiş. 1924’te tüm imtiyazlar kaldırıldığında ise Cumhuriyet Hükümeti’ne devrolmuş. Endüstri tarihimizin ilk ve en önemli yapılarından olan binanın tasarımı, dönemin ünlü mimarı, Levanten asıllı Alexandre Vallaury’in mimarisi ise Housef Aznavur’un elinden çıkmadır. Demir, döküm, cam, tuğla gibi Batı tarzı malzemelerle yapılan modern fabrikanın ülkemizdeki ilk örneklerinden biri olduğu için önemlidir.
Fabrikanın en işlek zamanlarında 1500 kadın 662 erkek çalışanı varmış. İmalethanenin yanında, adeta bir yaşam merkezi gibi onu çevreleyen hastane, kreş, bakkal, okul, itfaye ve spor salonu gibi ek binaları varmış. Anlayacağınız bugün bile böylesine kapsamlı bir üretim kompleksine rastlamak zor ama o dönemde fabrikada çalışan işçi kadınların gündüz çocuklarını bırakabilecekleri kreşler bile düşünülmüş. 1946’da ilk yerli puro, 1956’da ilk yerli sigara olan Samsun burada yapılmış. 1995’te kapanmış. 1997’de 29 yıllığına Kadir Has Üniversitesi’ne devredilerek 2002’de eğitime başlanmıştır.

Kariye Müzesi
Kahro/Kariye, eski Yunanca’da vahyi okuyanlar, vahiy okuyucuları anlamına geldiği gibi kent dışı, kırsal alan anlamına da geliyor. Kariye Müzesi'ndeki mozaik ve fresklerin, Bizans resim sanatının son dönemine, XIV. yüzyıla tarihlenen en güzel örnekler olduğu biliniyor. Giriş duvarının dış tarafı İsa'nın hayatını, iç tarafı ise Meryem'in hayatını anlatan mozaiklerle bezenmiş. Mozaiklerde derinlik fikri ve figürlerdeki hareketli üslup, üstün bir sanatsal değer taşıyor.

Bu kilise 330 yılında Bizans İmparatoru I. Jüstinten tarafından (527-565 yıllarında) yaptırılmış. Blakhernai Sarayı’na yakın olduğu için bir dönem, önemli dinî merasimlerde saray kilisesi olarak da kullanılmış. Kilise 1204–1261 yılları arasındaki Latin işgalinde tahrip edilmiş. İmparator II. Andronikos (1282- 1328) zamanında tekrar tamir edilen kilise, bu dönemde mozaiklerle ve fresklerle yeniden süslenmiş. Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’u fethinden sonra kilise olarak kullanılmaya devam edilmiş. Kilise, Sultan II. Bayezit döneminde, Sadrazam Hadım Ali Paşa tarafından 1511 yılında camiye çevrilmiş ve yanına bir de medrese ilave edilmiş. Osmanlı’dan sonra kurulan Cumhuriyet devrinde cami bakanlar kurulu kararı ile 1945 yılında müzeye dönüştürüldü ve Amerikan Bizans Enstitüsü’nün yaptığı çalışma sonunda, sıvayla kapatılan mozaikler ve freskolar ortaya çıkarıldı.

Karye’nin kaderini belirleyen olay 289 yılında gerçekleşir. Aziz Babylas, 84 müridiyle beraber İzmit’te hunharca katledilir. Hristiyanlar ne azizleri Babylas’ın ne de müritlerinin cesetlerini, her türlü tehlikeyi göze alarak, surların dışındaki bir bölgeye gömerler. 50 yıl sonra(339) da Aziz Babylas ve müritlerine ait kutsal emanetler Karye Kilisesi’ne getirirlir. Dolayısıyla Khora kutsal bir Kilise olmuştur artık. Kilise Bizans imparatoru İustinianos (527-565) tartafından, İsa’nın, Meryem’in ve azizlerin ikonalarıyla süslenmiştir. 726 yılında ikonların çoğu Hristiyanların resim düşmanlığı nedeniyle söküldü, tahrip edildi, neredeyse tamamıyle yıkıldı. 843 yılında ise İkona düşmanlığı/ kırıcılığı bitti. Artık muhalefetinin meyvelerini toplamanın zamanı gelmişti Khora Manastırı için. Ve topladı da. Bu arada itibarı epeyce arttı Khora’ nın ve simgeleşti. O kadar ki, İznik metropoliti ölünce buraya defnedildi.

Khora için sahneye en son Bizans’ın maliye bakanı, din bilgini, filozof ve tarihçi Metokhides çıktı. Metokhides 1313 yılında Khora Manastırı’nı yüzlerce ikonayla ve birbirinden değerli mozaiklerle donattı. Öyle ki manastırın duvarlarına komple incili resmetti. İçerideki ikonaları görünce hayran kalırsınız. Yukarıdaki kubbelere bakmaktan boynunuz ağrır.

İç nartekste ise en önemli mozaik Deisis mozaiğidir. Mozaikte, ortada İsa, solunda Meryem, Meryem’in altında İsaakios, Kommenos ve İsa’nin sağında bir rahibe görülür. Bu kadın Moğol Prensi ile evlendirilmiş ve kocasının ölümünün ardından İstanbul’a dönerek rahibe olmuştur. Fener Rum Lisesi yanında bulunan Kanlı Kilise bu rahibenin kilisesidir.

Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi
Kilise 1595 te Patrikhaneye dönüşmüş. Ortodoks alemi için İstanbul Fener’deki Konstantinopolis Ekümenik Patrikhanesi Ortodoksların dini merkezidir. Patrikhane 1836’da bugünkü planıyla inşa edilmiş. Patrikhane’ye ahşap 3 anakapıdan giriliyor. Bunlardan ortada olanı 1821’den beri kilitli. Çünkü orta kapı, 10 Nisan 1821’de Paskalya Yortu gününde, o dönem çıkan Yunan ayaklanmasını desteklediği gerekçesiyle Patrik Grigoryos’un asılarak infaz edildiği kapı. Patriğin cesedi 3 gün ipte kalmış ve üzerine de devlete ihanet ettiği için cezalandırıldığına dair bir yafta takılmış. Daha sonra da ayağına bir ip bağlanıp Haliç sahiline kadar sürüklenip denize atılmış. İstanbul, Rumlar tarafından yeniden fethedilinceye kadar bu  kapı açılmayacakmış. O kapının fotoğrafını çekmek yasak. Çekmeye kalkarsanız polis engelliyor. Kilisenin girişinde, Patrik tacı bulunuyor. Kapıdan içeri girdiğinizde ise mum yakılan dilek bölümü, 5. yüzyıl tarihli, fil dişi ve sedeften bitkisel motiflerle süslü, ceviz ağacından yapılma Patrik Tahtı, altın kaplama panel, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önce bağlanarak kamçılandığı, Kudüs’ten getirtilen ve diğer parçası da Vatikan’da olan siyah granit sütun, kutsal Aya Yorgi tasviri, Meryem Ana ve çocuk ikonaları. Ayrıca 3 azizenin lahitleri var.

Moğolların Meryemi Kilisesi (Kanlı Kilise, Panagia Muhliotissa)
Tura, Dimitri Kantemir’in evi önündeki merdivenlerden çıkarak devam ediyorsunuz. Merdivenlerden çıkıp ilerlediğinizde karşınıza Moğolların Meryemi (Kanlı Kilise) çıkıyor. „Bu kilisenin en önemli özelliği, Bizans’tan beri kesintisiz olarak ibadete açık kalan tek kilise olması. Kilisenin adının Moğolların Meryemi olmasının hikayesi şöyle: Bizans İmparatoru Mikail Palaiologos, 1264’te kızı Maria Despina’yı Moğollar ile iyi geçinmek için İlhanlı Hükümdarı Hülagü Han ile evlendirmek istemiş. Maria çeyizi ile beraber İstanbul’dan yola çıkmış ama yolculuk haliyle aylar sürdüğünden bu arada damat adayı Hülagü Han ölmüş. Maira da onun yerine Hülagü Han’ın oğlu Abakan Han ile evlendirilmiş. Maria orada 15 yıl yaşamış ve öncesinde Şaman olan Abaka Han’ı da Hristiyan yapmış. Bunun üzerine Abaka Han’ın Müslüman olan kardeşi durumu öğrenip Abaka Han’ı öldürüp Maria’yı da İstanbul’a geri yollamış. Maria İstanbul’a döndüğünde şu anki kilisenin yakınında bir kadınlar manastırı kurmuş ve rahibe hayatı yaşamış.
Zaman gelmiş, İstanbul’u Fetheden Fatih Sultan Mehmet, kendi adına yaptırdığı Fatih Cami’nin mimarı Rum Hristodulos’u (Atik Sinan Paşa) mükâfatlandırmak için ona emeğinin karşılığı olarak ne istediğini sormuş. Hristodulos, annesiyle birlikte ibadet ettiği Panayia Muhliotissa Kilisesi’nin kilise olarak kalmasını istemiş. Fatih Sultan Mehmet onun isteğini kabul etmiş ve bu kiliseye asla dokunulmaması konusunda bir ferman çıkartmış. Bu kilisenin bir diğer özelliği de dört yapraklı yonca planlı Bizans kiliselerinin günümüze kadar gelen tek örneği olmasıymış. Kilisenin bir diğer adının da Kanlı Kilise olmasının sebebi ise İstanbul’un Fethi sırasında Bizans savunmasında görevli askerlerin kanlarının kilisenin bulunduğu tepeden oluk oluk akmasıymış.

Fener Rum Erkek Lisesi (Kırmızı Mektep)
Halk arasında Kırmızı Mektep olarak anılan okulun bugünkü görünümünün yapımına 1881’de başlanmış. 600 kişi kapasiteli, 3 katlı, kırmızı tuğla ile örülü okulun bugünkü hali 1883’te tamamlanmış. Aslında Rumların İstanbul’da açtıkları en eski eğitim kurumu olan okul, Bizans döneminde de Patrikhane Akademisi işlevi görmüş. İstanbul’un Fethi’nin ardından, 2. Mehmet ile görüşen Patrik 2. Gennadios, okulun 1454 yılında Fener Rum Mektebi Kebir adı altında eğitim verebilmesi için gerekli izni alır. 19. yüzyıla kadar eğitim teolojik ağırlıklı gider ama 1861’de klasik lise eğitimine geçer. Dini eğitim Heybeli’de verilir. Bugün halen daha eğitime devam ediliyor ama 2013 kayıtlaranına göre sadece 59 öğrencisi varmış.

Balat Kültür Evi
Türkiye Soroptimist Kulüpleri Federasyonu (TSKF) tarafından kurulmuş, sosyal sorumluluk çerçevesinde işleyen bir kültür evi. Temel amacı, Balat’ın toplumsal yaşamını, özellikle de bölge kadınlarının ekonomik hayata katılımını arttırıcı sürdürülebilir projeler geliştirmek. Bunu yaparken de yine bölge insanının bir araya gelip çalışabileceği, kaynaşabileceği ve sorunların görüşülüp çözüme kavuşturulabileceği ideal toplanma alanını yaratmak. İçinde sergi salonu, cafe, İngilizce, müzik, el işi ve kişisel gelişim gibi eğitimlerin gerçekleştiği eğitim alanı ve kadınların meslek sahibi olmalarına bir destek olarak aşçılık eğitimi alabildikleri profesyonel mutfak gibi bölümler var. Bu mutfaktan çıkan el emeği ürünleri de yine Balat’ta bulunan, Vodina Cafe’de satışa sunuluyor. Kültür Evi’nin geliştirdiği tüm projelerin ve cafenin geliri yine özellikle kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere bölge halkının eğitim ve istihdamı için tasarlanan projelere aktarılıyor.

Metroloji Kilisesi
Aya Yorgi Metakhion Jerusalem aslında bir Ortodoks Kilisesi ama kilise diğerleri gibi Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlı değil. Çünkü bu kiliseyi Kudüs Patrikliği zamanında kendi şubesi olarak yaptırmış. Kilisenin özelliği, kilise duvarına monte edilmiş mermerden patriklik simgesi, çift başlı kartal figürü ve bahçesindeki 5.000 yıllık anıt çınar ağaçları. Ayrıca ünlü matematikçi ve fizikçi Arşimed’in 10. yüzyıldan kalma çalışmalarının yer aldığı orjinal parşömenlerinin bulunmuş olması da kiliseyi ilginç kılan bir diğer özelliği. Buradan çıkan parşömenlerde, Arşimed’in küre, silindir ve spiraller üzerine çalışmaları, düzlemlerin dengesi ve çemberlerin ölçümü gibi hesaplamalar varmış. 1906’da Kopenhag Üniversitesi’nden gelen bir profesör tarafından ortaya çıkarılmış ama sonrasında Türkiye’den bir şekilde kaçırılmış. 1998’de New York’ta bir açık arttırmada 2 milyon dolara satılınca yeniden ortaya çıkmış. Bugün ABD’deki Baltimore şehrindeki Walters Sanat Müzesi’nde görülebiliyor.

Hobbit House
Burası gönüllülerin başlattığı “Paylaş kurtul” projesiyle kullanmadığınız eşyaları binlerce ihtiyaç sahibine ulaşmasını sağlayan bir merkez, ama aynı zamanda bir kahvaltı noktası ve cafe. Adeta ütopyanın küçük bir cafeye sığmış hali. Bir gün pazar kahvaltısına buraya gelirseniz hem tatlı insanlarla tanışmış, hem mükellef bir kahvaltı yapmış, hem de atmaya kıyamadığınız eşyaları, oyuncakları, kitapları yeni sahiplerine ulaştırmış olursunuz.

Merdivenli Yokuş Tarihi Balat Evleri
Merdivenli Yokuş Balat ziyaretinin vazgeçilmezlerindendir. Eline fotoğraf makinesini, telefonunu alan burada birkaç kare çekmeden gezisini bitirmez.
Balat’ın en renkli, belki de en çok aranan sokağıdır burası. Sıra sıra, renkli cumbaların gökyüzüne doğru merdiven misali çıktığı yokuş. Yokuşun solundaki evler Unesco projesi kapsamında aslına uygun olarak yenilenmiş, özenle seçilmiş pastel renklerle boyanmıştır. Balat sokaklarında gezerken renkli ve tarihi kapılar da güzel kareler oluşturur.

Balat Surp Hreşdagabet Ermeni Kilisesi
Ermenice Baş Melek demek olan Hreşdagabet, Mucizeler Kilisesi olarak da geçiyor. Çünkü burada her sene  Eylül ayının 2. Cumartesisi yapılan ayinde hastaların şifa bulduğuna inanılıyor. Kilise Baş Meleklerden olan Mikail ve Cebrail’e adanmış. Aslında eski bir Ortodoks Rum kilisesiyken bölgede Ermeni cemaatinin artmasıyla Ermeni cemaatine tahsis edilmiş. Bu nedenle de kilisenin altında normalde Ermeni kiliselerinde rastlanmayan küçük bir kutsal su alanı daha varmış.

Hz. Cabir Camisi
Kiliseden Camiye çevrilmiş 9. Yüzyıldan kalma bir cami. Aya Tekla Kilisesi. Atik veya Koca Mustafa Paşa olarak bilinen sadrazam, 2. Beyazıt döneminde 1490’da kiliseyi camiye çevirmiş. Önündeki çeşmesi de 1692’den kalma Şatır Ahmet Ağa Çeşmesi. Caminin ön tarafında bir vaftiz havuzu varmış, ama şimdi Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyormuş. Bu yapının da Kuzey duvarında güneş saati var„. Cuma namazımız bu camide kıldık.

Demir Kilise
Fener’in Haliç kıyısında bulunan bu süslü Bulgar kilisesinin en önemli özelliği, tamamının demir döküm olması. Osmanlı Devleti’ndeki Ortodoks Bulgar cemaati zamanında Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne bağlıymış ama kendi kiliseleri olmadığından ibadetlerini Rum kiliselerinde yaparlarmış. 19. yüzyıldaki Milliyetçilik haraketlerinden etkilenerek Bulgarlar da kendilerine ait bir kilise talebiyle gelmişler. Cemaat liderlerinden Stefanaki Bey, 1848’de devlete başvurarak içinde ibadet edebilecekleri bir ev yapılmasını bunun için de Fener’deki şahsına ait arsasını bağışlayacağını bildirmiş. Padişah evin yapımına izin vermiş. Bu ibadethane evden sonra, bugünkü kilisenin yerine ahşap bir kilise yapılmış. Daha sonra İstanbullu Mimar Housep Aznavur’un projesiyle ta Avusturya’da bugünkü demir döküm kilisenin tüm parçaları yapılarak, 1896’da Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden gemiyle getirilip burada monte edilmiş. Böylece Bulgar kilisesi, Rum Patrikhanesi’nden tamamen bağımsız bir kurum olmuş.

Ortodoks Bulgar Cemaati tarafından inşa edilmiş olan Demir Kilise ‘Hoşgörü bizim geleneğimizde var‘ sloganıyla uzun bir restorasyon sürecinden sonra yeniden açıldı. Rivayete göre, İstanbul’da yaşayan Bulgarlar 19. yüzyılda Rum Patrikhanesinden ayrılarak kendileri için bağımsız bir kilise yaptırmak isterler. Zamanın Osmanlı padişahına isteklerini arz ederler. Fakat Sultan Abdülaziz, Bulgarların Fener Patrikhanesi’nden bağımsız bir kilise yapmalarını istemez. Bulgarların isteklerini doğrudan reddetmemek için de, imkansızı teklif eder, “Kilise inşaatını üç ay içinde bitirmek koşuluyla izin veririm” der.
Bunun üzerine Bulgarlar kiliseyi, Viyana’da demirden döktürüp, sonra da Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden taşıyarak Haliç’in kıyısına üç ay içinde kurarlar. Kilisenin söz verildiği sürede bittiğini gören Sultan Abdülaziz de verdiği sözü tutmak zorunda kalır. Başka bir rivayet daha var:
O dönemde İstanbul’daki Ortodoks kiliselerinde Rumca ayin yapılmaktadır. Bu nedenle İstanbullu Bulgarlar kendi dillerinde ayin yapabilmek için Fener Rum Patrikhanesi’nden bağımsız bir kilise kurmak isteseler. Patrikhane Bulgarların bu isteğine karşı çıkar. Ancak dönem Panislamizm dönemidir ve Rusya’yı arkasına alan genç Bulgar devleti, Osmanlı üzerinde bir güç gösterisi yapmayı arzulamaktadır.
1849’da Osmanlıdaki Bulgar cemaatinin ileri gelenlerinden ve o dönemde milletvekili olan Stefan Vogoridis, Bâb-ı Âli’den bir kilise yapılması için izin alır. Kilisenin yapımı için de içinde konağı da olan kendi arazisini hibe eder.
Böylece 1850 de Bulgar Eksarhlığı (önderliği) açılır. Eksarhlığın tam karşına da ahşap bir kilise yapılır ve kiliseye bağışçının adına ithafen Sveti (Aziz) Stefan adı verilir. Bulgarlar on yıl sonra Fener Rum Patriğini dini önder olarak kabul etmeyeceklerini deklare ederler. Bunun üzerin Fener Rum patriği 1872’de Bulgarları aforoz eder. Bulgarlar da ahşap kilisenin yerine daha büyük ve gösterişli bir kilise yapma iznini Osmanlıdan alırlar.

 

Dünyadaki tek örnek

Zamanında tüm dünyada sadece 2 adet olan demir kiliselerden diğeri zamanla yok olunca Balat’taki Sveti Stefan Kilisesi dünyadaki tek demir kilise olarak kalır. Üç kubbeli ve haç şeklinde olan kilise, dış süslemelerinin zenginliği ile de dikkatleri üzerine çeker. Mihrabı Haliç’e dönüktür. Çan kulesi giriş kapısının üzerinde ve 40 metre yüksekliğindedir. 9 yıldır restorasyon nedeniyle kapalı olan Demir Kilise 7 Ocak 2018’de yeniden ibadete ve ziyarete açıldı.“

Yemek zamanı
Öğle yemeği yiyecek bir mekan bulamadık Balat’ta. Ya biz bulamadık, ya da gerçekten yok. Yok derken albenisi olan bir mekan yok. „Gelin kardeşim müessesimiz temizdir, fiyatlarımız uygundur“ diyen lokantaya girdik; girdik girmesine de zevkle bir yemek yiyemedik. Midelerimizi susturduk o kadar. Akşam yemeği de öyle olmasın diye, Recai kardeşimize karnımızı doyurabileceğimiz bir lokantaya götür bizi dedik. O da sizi öyle bir mekana götüreceğim ki; yediğiniz yemeğin tadı damaklarınızda kalacak dedi ve düştük Recai’nin peşine. O sokak senin bu sokak benim, ayaklarımız şişti, derken bir lokantaya girdik. Ambiyans sıfır. Vitrinde göründüğü kadarıyla yemekleri göz zevkimize uygun. „Üst kata alacağız sizi „ dedi yaşlıca bir teşrifatçı. Sonradan öğrendiğimize göre oranın sahiplerindenmiş. Çıktık üst kata.  „Yemeklerinizi kendiniz alacaksınız, yani selfservis.“ Dedi teşrifatçı.  Benim şarteller attı. O kadar yorgunluktan sonra selfservis bizi bozar dedim ve hadi gidelim arkadaşlar, burada yemek yenmez dedim. Aşağıya ineceğim, yemeğimi alacağım ve merdivenlerden çıkaracğım da ikinci katta yemek yiyeceğim…
Lokantanın sahibi başladı dil dökmeye, ben de geri adım atmadım. Sonunda çare bulundu, aşağıda bizim için masalar ayarlandı, sorun ister istemez halledildi.
Ancak yemekler gerçekten lezzetliydi.

Yemekten sonra tatlı yemek için düştük yine Recai‘nin peşine, kaybettik onları yolda.Yeni Cami‘nin hemen arkasında Niğmet kızımızla karşılaştık, ailecek lale festivaline gitmişler ve sırf bu sebepten dolayı geç kalmışlar ve Balat gezisinde bizimle olamamışlar. Recai’yi kaybettik ama kızımız Niğmet ved annesiyle yolumuza devam ettik ve nihayet tatlımıza ulaştık.

Geç saatte otelimize döndük, valizlerimizi hazırladık ve sabah Atatürk havalimanından Berlin’e doğru havalandık…10 günlük Batı karadeniz Kültür gezisini böylece Balat’ta noktalamış olduk. Seneye Allah nasip ederse Doğu Anadolu Kültür gezisi için niyetlendik…Haydi hayırlısı…

Bitti