15 Mayıs 2025 Perşembe
ÖZBEKİSTAN III
BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ(III)
- Bazen en iyi hatıra, objektife sığmayan bir sessizliktir. Fotoğraf kareleri elbette dönüşür albüme. Ama içten içe yaşanan düşünce molaları, insanın belleğinde yer eder. Timur Müzesi’nde çekilen en kıymetli fotoğraf; belki de hiç fotoğraf çekilemeyen o andır-
Rüştü KAM
İkinci Gün
Taşkent’te ikinci güne uyandık. Otelin kahvaltı salonuna inen herkes, sanki yeni bir güne değil de, yeni bir hatıraya hazırlanıyor gibiydi. Üzerlerinde özenle seçilmiş giysiler, yüzlerinde taze bir tebessüm vardı. Masalara birer ikişer yerleşen grup üyelerinin üzerinde, parfüm kokularına karışmış tatlı bir merak dolaşıyordu: Bugün nereleri göreceğiz, kimlerle tanışacağız, hangi taşın altında hangi hikâye gizli?
Ben masalar arasında dolaşıyor, selam veriyor, hatır soruyor, bir yandan da dünkü yorgunluğun izlerini arıyordum yüzlerde. Görünürde bir yorgunluk yoktu. Nabız normal, tansiyon da yerindeydi. Herkesin yüzünde sadece o tanıdık heyecan vardı: İkinci günün merakı ve bilinmeyene duyulan ilgi fark ediliyordu gözlerde.
Kahvaltı menüsü hayli zengindi. “Bir kuş sütü eksik” derler ya, işte tam da öyley. Kahvaltıdan sonra bahçede toplandık. Hüseyin, bugün ve bundan sonraki günlerde bize eşlik edecek yeni rehberimizi tanıttı: Yıldız Amangaldiyeva. Güler yüzlü, sevecen, sesi kadar yüreği de yumuşak bir Özbek kızı. Hiva doğumluymuş. Daha ilk anda ısındık kendisine. Sevdik onu, hem de çok sevdik. Öyle ki, gezi sonunda vedalaşırken içimizde bir şeyleri Özbekistan’da bırakıp gideceğimizi hissediyorduk.
Elinde bir çubuk, sırtında geleneksel Özbek kıyafetiyle karşımızdaydı. Çubuğun ucunda, yan yana dalgalanan Özbek ve Türk bayrakları vardı. Rüzgâr estikçe bazen birbirlerine yaslanıyor, bazen usulca uzaklaşıyorlardı. Ama her durumda sırt sırta, birlikteydiler. Aynı geçmişin, aynı medeniyetin iki farklı sesi gibi…
Emir Timur ve Özbekistan
Yıldız, yolculuğa başlamadan önce, çubuğunu yere hafifçe vurup Emir Timur’la ilgili kısa bir açıklama yaptı otelin bahçesinde:
“Bugün Taşkent sokaklarını yaya olarak gezeceğiz. Çünkü bugünkü rotamızda bir hükümdarın, Emir Timur’un izleri var… Emir Timur’un kurduğu imparatorluk, 14. ve 15. yüzyıllarda Orta Asya’dan Orta Doğu’ya, Hindistan’dan Anadolu’ya kadar uzanan uçsuz bucaksız bir coğrafyayı kapsar. 1370 yılında Semerkand’ı başkent ilan ettiğinde, Moğol İmparatorluğu çoktan dağılmış, topraklar kimin hâkimiyetine gireceği belli olmayan birer satranç tahtasına dönüşmüştü. Timur işte bu karmaşa içinde yükseldi. Karizması, askeri dehası ve örgütleyici gücüyle kısa sürede büyük bir imparatorluk inşa etti.
1370 ile 1405 yılları arasında Harezm’den İran’a, Azerbaycan’dan Delhi Sultanlığı’na, Irak’tan Suriye’ye ve hatta Osmanlı topraklarına kadar pek çok bölgeyi fethetti. 1391’de Altın Orda’nın güçlü hükümdarı Toktamış Han’ı mağlup etti. 1402 yılında ise tarihin seyrini değiştiren Ankara Savaşı’nda Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid’i yendi ve onu esir aldı.
Fakat Timur’un kudreti yalnızca savaş meydanlarıyla sınırlı değildi. O, aynı zamanda ilme, sanata ve mimariye gönül vermiş bir hükümdardı. Fethettiği topraklardan mimarları, hattatları, bilim insanlarını ve zanaatkârları toplar; hepsini Semerkand’a getirirdi. Bu şehri yalnızca bir başkent değil, bir medeniyet merkezi hâline getirdi. O dönem için gerçek anlamda bir “Timurlu Rönesansı”ndan söz edebiliriz. Semerkand’da kubbeler yükseldi, kütüphaneler açıldı, matematik ve gökbilim çalışmaları yapıldı. Bilim gökyüzünü, sanat ise yeryüzünü şekillendirdi.
Ve torunlarından biri —Uluğ Bey— bu mirası göklere taşıdı. Semerkand’da kurduğu rasathanede yıldızları inceleyen bir âlim oldu. Onun cetveliyle gök kubbe ölçüldü. Timur’un soyu 'Timurlu Hanedanı' olarak anıldı. Bu hanedanın bir kolu ise 1526’da Hindistan’da Babür İmparatorluğu’nu kurdu.
Ne var ki hiçbir saltanat ebedi değildir. Timur’un 1405’teki ölümünden sonra başlayan taht mücadeleleri imparatorluğu zayıflattı ve 1507 yılında bu büyük yapı tamamen çöktü. Geride yalnızca fethedilmiş topraklar değil; köklü bir kültür, zengin bir sanat ve derin bir hafıza bıraktı.
Bugün Özbekistan’da Emir Timur’un izleri sadece taşlarda, camilerde ve müzelerde değil… Bu toprakların dilinde, ezgilerinde, gölgelerinde ve dualarında hâlâ yaşamaya devam ediyor.
Emir Timur, kimine göre bir fatih, kimine göre bir zalimdir. Ancak ne denirse densin, kurduğu medeniyetin izleri bugün hâlâ dimdik ayakta. Bir şehrin ruhunu anlamak istiyorsanız yalnızca yapılarla yetinmeyin; halkın hafızasına, gündelik diline, hatta çocuklara verilen isimlere bakınız. Özbekistan’da “Timur” hâlâ sembol isimdir: “Kuvvet adalette, adalet ise devlette gizlidir.”
Timur denince, zihnimde hep bir çelişki uyanır benim: Bir yanda yakıp yıktığı şehirler, diğer yanda inşa ettirdiği medreseler... Savaşla yoğrulmuş bir hayatın ardından böylesine zarif bir kültür mirası bırakabilmek, her hükümdarın harcı değil. Taşkent’te onun adına yapılmış meydanda yürürken, heykeline bakarken, aslında sadece bir hükümdarı değil; karmaşık, derin, hem hayranlık uyandıran hem de sorgulanan bir geçmişi selamlıyoruz.
Hem kılıç hem kalem hem zırh hem de sanat eserleri… Timur’un ardında bıraktığı asıl miras, belki de tam buralarda saklı: Yıkanın ve yapanın aynı elde birleştiği o ince sınırda.
Taşkent’te ikinci güne başlarken fark ettik ki, bu gezi yalnızca bilinmedik yerleri görmek değil; insanları tanımak, seslere ve bayraklara başka bir gözle bakabilmekti. Yolculuk dediğin, bir çubuğun ucundaki iki bayrak kadar sessiz ve derin bir hikâyedir.
Sonra, elinde çubuğu ile düştü önümüze; biz de sessizce arkasından yürümeye başladık Yıldız’ın. Çubuk birbirimizi kaybetmemek için bir işaret…
Emir Timur Meydanı
Meydanda kocaman bir heykel var. O bildik heykel. At üzerinde hedef gösteriyor. Selam verdik kendisine. Aldı selamımızı ve bizi muhabbetle bağrına bastı. Kucakladı, hem de nasıl kucaklama… Ama bizdeki kuyruk acısı, o sıcak karşılama ile tam anlamıyla örtüşmedi. Dayanamadık, sorduk kendisine:
“Niye yaptın bütün bu rivayet edilenleri?”
“Mutlu musun şimdi?”
“Madem geri dönüp gelecektin, neden Osmanlı’yı 25 yıl geriye attın?”
Daha çok şey söyledik…
O da belli ki pişmandı. Bizi kucaklayışı boşuna değildi. Belki de en çok bunu söylemek istiyordu: “Ben de keşke demeyi öğrendim bu arada ama…”
Yıldız, elindeki çubuğu kaldırarak, “ey Anadolu Kervanı” diye başladı söze. Sesi meydanın genişliğine yakışır bir tonda yankılandı:
“Şu an Taşkent’in kalbindeyiz. Emir Timur Meydanı. Burası, şehrin yalnızca coğrafi değil, aynı zamanda tarihî ve kültürel merkezidir. Yerli halk için bir buluşma noktasıdır, sevdiklerine kavuştuğu yerdir. Turistler içinse adeta Taşkent’in vitrinidir; bu meydanı görmeden şehirden ayrılan eksik gitmiş sayılır.”
Yavaşça etrafımıza bakıyoruz. Geniş ve bakımlı bir alan; çimenler arasında yürüyüş yolları, sıra sıra özenle dikilmiş, desenlerle de al benisi artırılmış çiçekli alanlar, gölgelenmek için dikilen ağaçlar ve tam ortada bronz bir heykel: Emir Timur.
“Buranın hikâyesi de en az Timur’unki kadar anlamlı,” diye devam ediyor Yıldız yeniden söze: “Bu meydan 19. yüzyılda Rus İmparatorluğu döneminde Konstantin Meydanı olarak düzenlenmişti. Sonrasın Sovyetler geldi, meydanın adı değişti; Lenin heykeli dikildi. Aslında iktidar değiştikçe meydanın adı değiştiği gibi heykeller de değişti. Gün geldi Karl Marx, gün geldi Stalin ve Lenin’in heykelleri meydan da yerlerini aldı. 1991’de Özbekistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, bu alan Emir Timur’un adıyla yeniden hayat buldu ve bugünkü halini aldı.”
Emir Timur Müzesi hemen arkamızda duruyor. Sağda, şehrin en bilinen yapılarından biri olan Özbekistan Oteli tüm heybetiyle yükseliyor. Karşı cephede ise devlet kurumlarının resmi binaları, meydanı sanki saygı duruşuna geçmişçesine çevreliyorlar. Bu yapıların her biri, Emir Timur’un gösterdiği hedefe bakıyorlar sanki.
Yıldız, Emir Timur heykeline dönerek devam ediyor sözlerine: “Heykelin kaidesine dikkat edin. Timur’un meşhur sözü burada dört dilde yazılmıştır: ‘Güç adalettedir.’ Bu yalnızca bir söz değil. Onun bütün devlet anlayışının özüdür. Atının üstünde dimdik duran bu figür, yalnızca bir komutanı değil, bir çağın ruhunu temsil eder.”
Gerçekten de Timur heykeli yalnızca geçmişi değil, Özbekistan’ın bugününü ve yarınını da sırtlanmış gibi. At şahlanmamış; çünkü meydan sakin, ama Timur hâlâ ufka bakıyor. Timur’un kurduğu devletin izlerini takip ederken, bir tarih kitabının sayfaları arasında değil, adeta geçmişin içinde yürüyormuş gibi hissediyoruz kendimizi.
Taşkent Metrosu
Emir Timur Meydanı'nın gölgesinden usulca uzaklaşıyoruz. Betonun içinden yükselen tarihî heybet, arkamızda kalırken; yolumuz bu kez taş kaldırımlara, ara sokaklara, oradan da yerin altına, Taşkent metrosunun derinliklerine uzanıyor. Girişte bir serinlik çarpıyor yüzümüze, iklim değişiyor biden bire. Dışarısı neredeyse 28 derece, ama içerisi oldukça serin. Bilet almamız gerekiyor. Önce rehberimizin etrafında toplanıyoruz ve metro hakkında bilgileniyoruz:
“Taşkent metrosu, Sovyetler Birliği’nin Moskova ve St. Petersburg’dan sonra inşa ettiği üçüncü metro sistemidir. İnşaatı 1970 yılında başlamış, 1977’de halkın hizmetine açılmıştır. Ama bu metro yalnızca bir ulaşım aracı değil. Aynı zamanda yeraltında inşa edilmiş dev bir sanat galerisidir.”
Gerçekten de öyle, tavanlardan sarkan dev avizeler, duvarlarda Özbek tarihinden sahneler, ustalıkla işlenmiş mozaikler... Sütunların arasına serpiştirilmiş geometrik desenler; sanki müze.
Berlin metrolarında alıştığımız o soğuk hava burada yok. Direklerin dibinde pinekleyen ‘evsizler’ de yok burada. Oraya buraya atılmış, çöpler ve şişler de yok. Burada her bir istasyon tertemiz, Özbek ruhunun taşlara işlenmiş bir sureti adeta. Duvarlar rastgele boyanmamış; kültürle, sanatla yoğrulmuş bir yeraltı medeniyeti burası. Taşkent, güzelliğini yerin altına da işlemiş. Metrosu sadece insanları bir yerden bir yere taşımıyor; aynı zamanda zamanın içinden geçiriyor. Her istasyon, tarih ve sanatla iç içe geçmiş, sessiz bir anlatı.
“Taşkent metrosundaki her istasyon, Özbek tarihine, kültürüne ya da edebiyatına adanmıştır. Örneğin, Ali Şîr Nevaî istasyonu... Tıpkı onun şiirleri gibi zarif ve derinliklidir. Mavi tonlardaki çinilerle süslenmiş tavanlar, sanki bir divan sayfasının içine adım atmışsınız hissini verir. Kosmonavtlar' istasyonu, Sovyet uzay kahramanlarına ithaf edilmiştir. Tavanında yıldız haritaları, duvarlarında Yuri Gagarin’in rölyefleri yer alır. Geçmişin idealleriyle geleceğin hayalleri burada yan yana durur.”
Yürümeye devam ediyoruz. Grubumuz koridorlarda usulca ilerliyor; başlar yukarıda, gözler her detayda. Sütunlar sanki bir sarayın avlusundan buraya taşınmış. Renkler, ışıklar, sesler... Hepsi birbirine karışmadan, bir bütünlük içinde. Metroda değil de bir sanat galerisinde yürüyor gibiyiz. Her durakta başka bir hikâye, başka bir hafıza karşılıyor bizi.
Metroda Bir Şair
Ali Şîr Nevaî İstasyonu’na vardığımızda Yıldız Hanım bir süre sustu. Gözleri önce tavana, sonra yavaşça duvarlara kaydı. Sanki sessizliğin içinden bir şey arıyordu. Ardından kendine has o yumuşak, içli tonuyla konuşmaya başladı:
“Burası, bizim en büyük şairimiz, dilimizin cevheri Ali Şîr Nevaî’ye adanmıştır. 15. yüzyılda yaşamış olan Nevaî, yalnızca bir şair değil; aynı zamanda bir devlet adamı, bir sanat hamisi, bir dil savaşçısıdır. O, Türkçeye onur kazandırmış bir isimdir. Farsçanın edebiyatta yegâne dil sayıldığı bir çağda, Nevaî çıkıp demiştir ki: ‘Türkçeyle de büyük eserler yazılabilir.’ Hatta şöyle der kendisi:
“Türkî bilmek gerektir her kişigə,
Kimse bilmez bu tilni, anga işi yoq.”
(Türkçeyi bilmek gerekir her kişiye,
Kimse bilmez bu dili, ona da iş yok.)
O an metro bir durak değil, bir zaman boşluğu hâline geldi. Sanki yüzyıllar ötesinden gelen bir ses hepimizi yakaladı. Gözler istasyonun yüksek kubbelerine, mavi çinilerine çevrildi. Mavi, beyaz ve altın sarısı arasında gezinen desenler, adeta Nevaî’nin mısralarını metro tavanına ilmek ilmek işlemiş gibiydi.
“Ali Şîr Nevaî, Çağatay Türkçesinin en güçlü sesidir. Onun sayesinde dilimiz yalnızca konuşulan değil; yazılan, yüceltilen, onurlandırılan bir dile dönüşmüştür. Hâmse sahibi ilk Türk şairidir. Hâmse, beş mesnevîlik bir külliyattır. Fars edebiyatında Nizâmî ile başlayan bu gelenek, Nevaî ile bizim edebiyatımıza geçmiştir.”
Sonra elindeki çubuğu hafifçe kaldırarak saymaya başladı Yıldız:
“Nevaî’nin hamsesi şunlardır: Hayretü’l-Ebrâr, Ferhâd ü Şîrîn, Leylî vü Mecnûn, Seb‘a-i Seyyâre ve Sedd-i İskenderî. Bu eserler yalnızca aşkı, hikmeti ya da güzelliği anlatmaz; aynı zamanda bir milletin diliyle neler inşa edebileceğini gösterir.”
Hafifçe gülümsedi ve sözünü tamamladı:
“Ey Anadolu kervanı! Nevaî yalnızca şiir yazmadı… Bir milletin diline kimlik kazandırdı. O olmasaydı, bugün belki de Türkçenin edebiyat dili olarak varlığı bambaşka olurdu.”
Bir dilin kaderi bazen bir kalemin ucuyla değişirmiş meğer. Ali Şîr Nevaî yalnızca dizeler kurmamış; Türkçeye bir omurga kazandırmış.
Taşkent metrosu yalnızca bir ulaşım aracı değil; her istasyonu, Özbekistan tarihinin ve kültürünün bir sayfası gibi. Ali Şîr Nevaî İstasyonu da bu sayfalardan belki de en şiirsel olanı. Burada sadece bir şairin değil, bir dilin yürüyüşü anlatılıyor. İstasyondaki mavi çiniler, yüksek kemerler ve sade ama anlamlı süslemeler, Nevaî’nin “Türkçeyi bir edebiyat dili hâline getirme” ülküsünü görsel bir dile çeviriyor. Metrodan geçen her yolcu, aslında farkında olmadan bir dil mücadelesinin içine düştüğünü anlıyor.
Kozmonotlar İstasyonu
“Bu istasyonun adı ‘Kozmonotlar’ — yani ‘Uzay Yolcuları’ istasyonudur. Sovyetler döneminde, özellikle 1960’lı ve 70’li yıllarda uzaya gönderilen kozmonotlara adanmıştır. O dönemde uzaya çıkmak sadece bilimsel değil, ideolojik bir başarı olarak da görülüyordu. Bu istasyon, işte o büyük hayalin yeryüzündeki yansımasıdır.”
Tavan ve duvarlar boyunca uzanan mozaiklerde Yuri Gagarin’in yüzü beliriyor — insanlığın uzaya çıkan ilk temsilcisi. Bir duvarda Valentina Tereşkova'nın silueti var; ilk kadın kozmonot. Hepsi, taşın içine oyulmuş cesaret hikâyeleri gibi duruyor.
“Taşkent metrosu yalnızca kendi tarihini değil, bir dönemin dünyayı etkileyen Sovyet rüyasını da yansıtır. Bu istasyon, o dönemin bilim ve teknoloji idealizmini taşır. Burada göğe bakarsınız ama yerin altındasınızdır. Sanki gökyüzü yere indirilmiş gibidir.”
Gerçekten de öyle. Buradan metro değil, sanki hayal treni geçiyor. Yıldızlar hâlâ hareket ediyormuş gibi. Belki de bu durakta zaman biraz farklı akıyor. Taşkent metrosu, yerin altına hem tarihi sığdırmış hem de gökyüzünü sığdırabilmiş bir anlatı.
Serbest Zaman
Taşkent Meydanı’na girmeden hemen önce Yıldız Hanım, elindeki çubuğu yere hafifçe vurdu ve sonra da omuzuna aldı:
“Anadolu kervanı! Yoruldunuz,” dedi ve ekledi: “Biraz soluklanın. İsterseniz çevrede dolaşın, bir banka oturun ya da sadece meydanı izleyin. Taşkent’i anlamanın yolu bazen sadece onu dinlemekten geçer. 30 dakika sonra da burada toplanalım.”
Grup yavaşça dağıldı. Kimileri gölgelik aradı, kimileri kameralarını çıkarıp çevreyi incelemeye başladı. Ben meydanın ortasındaki yürüyüş yolunu takip ettim. Sağlı sollu dizilmiş seyyar satıcılar, ekmek parası derdindeydi.
Sıcaklık artmıştı ama havada hafif bir esinti vardı. Ağaçların yaprakları nazlı nazlı dalgalanıyor, şehir sanki derin bir nefes alıyordu.
Biraz ileride birkaç çocuk bisikletleriyle tur atıyordu. Taşkent’in gündelik yüzü, süslü meydanlardan daha içtendi. Az ilerideki küçük bir hediyelik eşya tezgâhı dikkatimi çekti. Tahta bir masa üstüne dizilmiş renkli seramik tabaklar, minyatür Emir Timur heykelleri, el işçiliğiyle oyulmuş ahşap kutular... Yanlarına gitmeden, sadece göz ucuyla bakıyordum ki; yaşlı bir adam, satıcıyıdı, bana dönüp Özbek aksanıyla tatlı bir Türkçeyle seslendi: “Türkiye’den misiniz? Hoş geldiniz!”
Ya bir şeyler satmak için seslendi ya da Türk dostu olduğu için onu bilemiyorum. Ama hoşuma gitti. “Türkiye’den misiniz? Hoş geldiniz!”
Hafifçe gülümsedim. Bu topraklarla aramızdaki bağın yalnızca tarihte ya da dilde değil, yüzlerde ve seslerde de yaşadığını bir kez daha anladım. Buralar bize yabancı değildi; her adım, tanıdık bir iz taşıyordu. Grup arkadaşlarımız da orada bir masada oturmuşlar, kimisi dondurma yiyor, kimileri de bir şeyler içiyordu. Davet ettiler, davete icabet ettim. Sultan, Esra, Semra, Hatice ve Hayriye hanımlar oradaydı. Şükrü de oradaydı. Alışveriş yapanlar da vardı. Fahri bey ve Meral Hanım el ele tutuşmuşlar volta atıyorlardı…Sebahattin de Selda Hanımın elinden tutmuş ve başında Özbek takkesiyle bir tezgâhın önünde duruyorlardı. Hikmet ve Demet Hanım da volta atanlar arasında. Ne güzel.
Şehirler bazen, hiçbir şey yapmadığınız anlarda kendilerini gösterir: Bir ağacın gölgesinde otururken, bir çocuğun gülüşünde, yabancı bir yüzün sıcak selamında… O anda Taşkent, müzelerden ve heykellerden çok daha fazla kendisi oldu: Yaşayan bir hatıra, paylaşılan bir geçmiş.
Geziler, sadece görülecek yerlerden ibaret değildir. Bazen şehrin ruhu; bir satıcının sesinde, bir çocuğun bisikletinde ya da bir ağacın gölgesinde kendini gösterir. Rehber anlatmasa da şehir konuşur. Göz ucuyla bakılan bir tezgâh, verilen bir selam, duyulan tanıdık bir aksan… Tüm bunlar, kalbe işleyen asıl hatıralardır. Taşkent, bu yönüyle sadece bir tarih değil, yaşayan bir kardeşliktir.
Serbest zaman sona erdi. Grup birer ikişer toplanma noktasına geldi. Gelmeyenler vardı. 20 dakika geçti. Özlem hanım yoktu. Nihayet o da geldi. Yavuz ceza uygulamaya kalktı ama başarılı olamadı. Çünkü o saate kadar geç kalanlara bir ceza uygulaması olmamıştı. Özlem hanım durumu hatırlatınca söyleyeceği bir şey yoktu Yavuz’un. Sadece sustu.
Grup tamamlanınca, çubuk havya kalktı ve ucundaki bayrak yavaşça dalgalanmaya başladı. Hepimiz, düştük Yıldız’ın peşine. Yürüdüğümüz yol geniş ama dingin, binalar gösterişsiz ama vakurdu. Her şeyde bir denge, bir ölçü vardı.
Hürriyet Meydanı
Burası, Özbekistan’ın bağımsızlık sonrası kendine çizdiği yeni kimliğin taşla şekillenmiş yüzüydü. Meydan sadeydi, her detay, güçlü bir mesaj taşıyordu: Sadelikte kararlılık, tevazuda duruş.
Meydanın tam ortasında yükselen Bağımsızlık Anıtı, göğe dönük ama köklerinden kopmamış bir duruşun simgesiydi. Parlak granitin üstünde, bir heykel duruyordu: Genç bir anne heykeli, kucağındaki bebeği ile.
“Bu anıt, Özbek halkının Sovyet sonrası kazandığı bağımsızlığın simgesidir. Anne figürü, ‘vatan’ı temsil eder. Kucağındaki çocuk ise ‘gelecek kuşakları.’ Burada yalnızca geçmişe değil, aynı zamanda yarına da selam verilir.”
Duygu dolu kelimeler dökülüverdi Yıldız’ın dudaklarından. 1991, bugüne fazla uzak değildi. Acılar öyle kolayca silinmez hafızalardan… Silinmemiş işte…
Çevre düzenlemesi titizlikle yapılmıştı. Çiçeklerin yerleştirme biçimi muntazamdı, yürüyüş yolları tertemiz, kuş seslerinin dışında başka bir ses de yok. Sanki meydan her zaman misafirlerini ağırlamak için hazırdı: Bir devlet töreni de olsa, bir yaşlı gelip dua da etse, bir çocuk annesinin elinden tutup gelse de aynı vakar ve aynı özenle karşılıyordu misafirini.
Ben de oldukça duygulandım. Anne bir başkadır. Hele bir de kucağında bebek varsa…
Burası bir ülkenin, kendisini anne ve bebek figürüyle sessizce dile getirdiği bir matem yeri.
Sloganlara ihtiyaç duymayan bir anlatı var burada…
O taştan heykel adete konuşuyordu burada. Gölge konuşuyordu. Ateş konuşuyordu. Her şeyden önce o sessizlik, kelimelerin önüne geçiyordu.
Bağımsızlık bir sloganla değil, bir annenin duruşuyla anlatılıyordu.
Hürriyet Meydanları, yüksek sesle bağırmadan, taşın ve toprağın diliyle konuşurlar.
Burada millî kimlik annenin heykelinde değil, o heykelin kucağında bebeğiyle verdiği mesajdadır. Ve bazen en gür ses, sessizliğin sesidir.
Huma Kuşu
Hürriyet Meydanı’ndan biraz daha ileriye yürüdük. Meydanın tam ortasında, gözümüze, gökyüzüne doğru yükselen zarif bir siluet ilişti. İki geniş kanat yukarıya doğru açılmış, tam ortasında efsanelerden kopup gelmiş gibi bir kuş figürü… Huma Kuşu. Dedim ya, burada millî kimlik bir heykelde değil, bir duruştadır ve bazen en gür ses, hiç konuşmayanın sesidir, diye. Evet aynen öyle. Ciltler dolusu kitap yazılsa bu iki heykelin bizlere anlattığını anlatamazdı.
Yıldız grubu topladı ve hemen söze başladı. Bu kez bir rehber gibi değil, sanki geçmişten çıkıp gelmiş bir halk kahramanı gibiydi. Sesi hafiften titriyordu; belli ki içinde taşıdığı hürriyet duygusunu bastıramıyordu. O an sadece Yıldız değil, meydan da özgürdü. Ve meydan hürriyetini sessizce, ama derinden yaşıyordu.
“Bu gördüğünüz kuş, bizim mitolojimizde ‘Huma’ olarak bilinir. Derler ki, başının üzerinden uçtuğu kişiye baht, şans ve hatta hükümdarlık nasip edermiş. Uğurun ve kutun simgesiymiş. Huma kuşunun en dikkat çekici özelliği şudur: O yeryüzüne asla konmaz. Hep göklerde süzülür. Çünkü o, ulaşılmaz olanın, yüksek ideallerin sembolüdür.”
Bu açıklamadan sonra daha bir dikkatle bakıyoruz Huma kuşuna, Heykelin çizgileri yalın ama zarif. Bronzun mat parıltısı, güneş ışığında sanki ince bir buğu gibi titreşiyor. Baktıkça, bu kuşun gerçekten uçtuğunu hissediyorsunuz. Taştan değilmiş gibi. Sanki birazdan havalanacak ve göğe karışacakmış gibi…
Huma Kuşu, Özbekistan’ın yeni kimliğinde artık sadece bir efsane değil. O, bağımsızlıkla yeniden doğan bir halkın geleceğe uzanan sessiz inancı olmuştu. Umutlar yerde değil artık; gökyüzünde, kanatların ucundaydı.
Yıldız heyecanını yenemiyor ve anlatmaya devam ediyordu: “Bağımsızlık Anıtı ile Huma Kuşu arasında bilinçli bir anlam zinciri vardır. İnsan ve vatan. O ikisi, yerde yan yana duruyorlar; onların üstünde ise idealleri temsil eden Huma yükseliyor. Özbekistan kendini böyle tanımlıyor: Geçmişten gelen bir kararlılık, halkın merkezde oluşu ve geleceğe açılan özgürlük arzusu. Ben buraya her geldiğimde başımı göğe kaldırırım. Şu Hüma kuşuna bir bakarım… Hep yukarıya bakan bir milletiz biz. Ayağımız toprağa, ama gönlümüz göğe bağlı. Hüma kuşu bizim mitolojide talih kuşudur. Kimin başına konarsa ona devlet, ona baht, ona izzet gelir. Bugün Huma bizim başımızda. Anadolu Kervanı. Ama bu bahtı biz oturup bekleyerek değil, mücadele ederek kazandık. Şimdi de korumak için çalışıyoruz.
Bağımsızlık Meydanı, sadece bir gezi rotası değil, bir bilinç rotasıdır. Buraya her adım atışta millet ne demekmiş, devlet nasıl ayakta dururmuş, onu hatırlarsınız. Ve en güzeli: Burada hiçbir tabela “geçmişte kaldık” demez, “geleceğe yürüyün” der.”
Heykele tekrar tekrar baktık ve bulutların üzerinde uçarak herkese umut taşıyan Huma kuşuyla bütünleşen Özbek halkını anlamaya çalıştık. Defalarca deklanşöre bastık. Göğe açılmış o iki büyük kanat, sanki hepimizi altına alacakmış gibiydi. Koruyacak gibiydi. Yüceltecek gibiydi.
Bu kuş, yere inmiyor olabilir…
Ama kalbe konuyor.
Bazı heykeller gözle görülür, bazılarıysa kalple. Huma Kuşu, taş bir forma bürünmüş olsa da aslında göğe yazılmış bir dua imiş meğer. Yürüdüğünüz yolda sizi hep izlermiş; yere konmazmış ama size yön verirmiş. Çünkü bazı umutlar yalnızca yükseklerde yaşarmış...
Emir Timur Müzesi
Fotoğraflarımızı çektikten sonra Huma Kuşu’nun gölgesinden usulca ayrılıyoruz. Sessiz ama anlamlı bir yürüyüşle ilerlerken, gökyüzünün mavi tonları yavaş yavaş yerini, karşımızda yükselen o kubbeye bırakıyor. Emir Timur Müzesi’ne.
Uzaktan bile dikkat çeken o görkemli kubbe, yaklaştıkça detaylarıyla insanı büyülüyor. Klasik İslam mimarisinin zarafetini, modern çizgilerin ölçülü sadeliğiyle birleştiren bir yapı çıkıyor karşımıza.
Müzenin girişinde rehberimiz duruyor ve gözlerini binaya doğru kaldırarak konuşmaya başlıyor:
“Burası, resmi adıyla Emir Timur Tarih Müzesi. 1996 yılında, Timur’un doğumunun 660. yılı vesilesiyle açıldı. Amaç yalnızca Timur’u anlatmak değil… Aynı zamanda onun kurduğu imparatorluğun bilimde, sanatta, siyasette bıraktığı izleri gün yüzüne çıkarmaktı. Bu müzede yalnızca zırhlar, sikkeler ya da haritalar yok. Burada fikirler var. El yazmaları, fermanlar, maalesef unutulmuş ama zamanı değiştirmiş ilim adamlarının isimleri var.”
Sessizce içeri giriyoruz. Ayakkabılarımızın sesi mermer zeminde yankılanırken gözlerimiz yukarıya kayıyor. Mavi ve altın tonlarındaki kubbe süslemeleri devasa bir gök kubbe hissi veriyor insana. Tam ortada, yere inmiş bir yıldız gibi dev bir avize sarkıyor. Müze, içeriye ayak bastığımız ilk andan itibaren sadece bir bilgi merkezi değil de; geçmiş zamana yolculuk hissi uyandırıyor bizde.
Duvarlarda imparatorluğun sınırlarını gösteren haritalar… Cam vitrinlerde el yazması kitaplar, minyatürler, dönemin giyim ve zırhları… Her köşede başka bir hikâye, başka bir iz var. Bazı tablolar, Timur’un sefere çıkışını canlandırıyor, bazı tablolar var ki, bir bilim insanını medresede ders verirken canlandırıyor. Hepsi geçmişe açılmış birer pencere.
Adımlarımız yavaşlıyor. Çünkü burada yürümek, sadece mekânda ilerlemek değil; tarihin içinden geçmek gibi.
Bazı yapılar bilgi verir, bazıları ise hafızayı uyandırır. Emir Timur Müzesi, sadece nesneleri değil, bir zihniyeti sergiliyor. Her cam vitrin, geçmişin bugüne söylediği bir cümleyi fısıldıyor. Ve bu cümlelerin içinde, sadece Timur’un değil; Timur’un öncülüğünde yükselen bir medeniyetin sesi duyuluyor. Duyan duyuyor o sesi elbette…
Beş Büyük Zihin
Rehberimiz bizi sessiz bir bölmeye yönlendiriyor. Burası diğerlerinden farklı. Ne savaş sahneleri var ne de gösterişli zırhlar. Bu bölümde sergilenenler, bir milletin ve insanlığın hafızasına, hatta vicdanına kazınmış beş büyük zihin. Başlarında sarıklarıyla, yüzlerinde kimliklerine anlam katan sakallarıyla ve sırtlarında cübbeleriyle oradan öylece geleceğe bakıyorlar. Bizlere çok sıcak davrandılar. Tanıdılar bizi. Gönülden gönüle akan muhabbetimiz çok duygulandırdı onları. Aynı duygu bizlerde de vardı. Yıllarca anlatılanlardan ve kitaplardan okuduğumuz o insanlar ile şimdi kucaklaşıyoruz, sarmaş dolaş olmuşuz, bundan daha büyük nimet mi olurmuş…Kahve içmeye davet ettiler bizi ama vakit sıkıntımız vardı.
“Burada, yalnızca Orta Asya’nın değil, tüm İslam dünyasının ve insanlık tarihinin en büyük âlimlerinden beşinin önündeyiz. Bu isimler, Özbekistan’ın bilimle, düşünceyle ve ilimle kurduğu kadim bağın temel taşlarıdır.” Diyor ve başlıyor onların isimlerini birer birer anarak tanıtmaya rehberimiz:
1. İbn Sînâ (980–1037)
Buhara yakınlarında doğdu. Tıbbın prensi… El-Kanun fi’t-Tıbb adlı eseri, Avrupa’da yüzyıllar boyunca ders kitabı olarak okutuldu. Ama sadece hekim değildi. Felsefede, psikolojide, fizikte, mantıkta… Adım attığı her alanda iz bıraktı.
2. Uluğ Bey (1394–1449)
Timur’un torunu. Semerkand’da kurduğu rasathane ile göğe bakanların dilini değiştirdi. Zîc-i Uluğ Bey adlı cetveli, gökyüzünün haritasını asırlara armağan etti. Sadece gökbilimci değil, aynı zamanda bir matematikçiydi. Gözleri semada, zihni hesapta bir bilgeydi.
3. El-Bîrûnî (973–1048)
Harezmli. Yerçekimini tartıştı, Hindistan’ı inceledi, dünya kültürlerini karşılaştırdı. Onun düşünce dünyası, çağları aştı. Fizik, astronomi, coğrafya ve tarih onun kaleminde birleşti. Sadece bilim adamı değil; aynı zamanda bir dünya vatandaşıydı.
4. Zemahşerî (1075–1144)
Arap dili ve belâgatının büyük üstadı. Türk’tü ama Arapçayı en incelikli kullananlardandı. el-Keşşâf adlı Kur’an tefsiri hâlâ en çok başvurulan kaynaklardan biridir. Dil onun elinde yalnızca bir araç değil; bir sanat, bir tefekkür yoluydu.
5. El-Hârezmî (780–850)
Cebirin babası. El-Cebr ve’l-Mukâbele eseriyle sadece bir bilim dalı kurmadı, insan aklının düzenli düşünme biçimini de şekillendirdi. Algoritma kelimesi onun adından gelir. Modern dünyanın matematiksel omurgasını onun çizgileri belirledi.
Yıldız bir süre susuyor. Bu sessizlik, bir boşluk değil. Bilginin, düşüncenin ve tarihe gösterilen saygının sessizliğidir. Ardından hafifçe başını eğerek ekliyor: “Bu isimler sadece geçmişin parlak yıldızları değil… Onlar, bizim bugünümüzü de aydınlatan rehberlerimizdir.”
İkide bir görevli bayanlar yaklaşıyor bizlere ve fotoğraf çekmememiz için uyarıyorlar. Tamam ama o mümkün değil. Biz dünyanın öte yakasından her türlü engeli aşarak çıkıp gelmişiz buraya kadar, fotoğraf çekmeyeceğiz öyle mi? O mümkün değil, çekiyoruz, uyarılara rağmen çekiyoruz. Görevli de zaten uyarıp gidiyor. Görevini yapmak için yapıyor o uyarıları anladığımız kadarıyla. Yoksa başımızda durur ve gerekeni yapardı. O da anlıyor bizleri…
Devam ediyoruz müzeyi gezmeye. Cam vitrinlerin ardında duran sararmış el yazmaları, minyatürlü kitaplar, ustalıkla çizilmiş astronomi haritaları… Hiçbiri yalnızca sergi malzemesi gibi durmuyor. Her biri sanki içimizden birine aitmiş gibi.
Ben vitrinlere değil, o fikirlerin bıraktığı ışığa bakıyorum.
Ve her bir portrede, sadece bir âlimin yüzünü değil, bir çağın parıltısını görüyorum.
Bazı insanlar çağına aittir, bazıları ise zamandan taşar. Bu beş büyük zihin, sadece bir millete değil, bütün insanlığa sesleniyor. Cam vitrinin ardındaki yazılar silinebilir… Ama fikirler, fikir düşmanları tarafından ne kadar sansürlense de bir gün gelir bir yerlerden ışığını sızdırır. Çünkü fikirler ebedîdir…Sansürlenemez…
Fotoğraf ve Düşünce Molası
Yıldız Hanım, beş büyük ismin anlatımını tamamladıktan sonra çubuğunu hafifçe yere vurdu. Gülümsedi, sesi yine nazik ama neşeliydi:
“Şimdi yarım saat serbest zaman. Fotoğraf çekebilir, vitrinlere biraz daha yakından bakabilirsiniz. Merak ettikleriniz olursa beni bulun, gelip anlatayım.”
Grup bir anda sessizce dağılmaya başladı. Kimileri kubbenin tam ortasına geçip başını göğe kaldırdı — mavi kubbedeki süslemeler ve dev avize, kadrajlara girmek için hazır bekliyordu sanki. Kimisi vitrinlere yaklaştı, altın yaldızlı Kur’an sayfalarının kenarındaki incelikli minyatürleri uzun uzun inceledi. Herkesin bakışı bir başka yöne takılmıştı, ama içinden geçenler aynıydı: Burası sadece gezilecek bir yer değil, insanın kalbini bir süreliğine orada bırakabileceği bir mekân.
Ben bir süreliğine orada köşede durdum ve etrafa bakarak düşünmeyi tercih ettim. Müzenin ikinci katındayım. Ne kadraja bir şey sığdırmak istedim ne de bir bilgi panosunu kaçırmamak için telaşlandım. Sadece o anı yaşamak istedim. Müzenin içindeki o derin sessizlik, kelimelerden daha çok şey anlatıyordu bana.
Burası yalnızca bir müze değildi.
Bu toprakların kendine ait, ağırbaşlı bir aynasıydı.
Her vitrin bir pencere değil, birer hatırlatmaydı.
Bazı anlar vardır, insan o anda bir şeyi değil; kendini fotoğraflar.
İşte bu an da o onlardan biriydi.
Bazen en iyi hatıra, objektife sığmayan bir sessizliktir. Fotoğraf kareleri elbette dönüşür albüme. Ama içten içe yaşanan düşünce molaları, insanın belleğinde yer eder. Timur Müzesi’nde çekilen en kıymetli fotoğraf; belki de hiç fotoğraf çekilemeyen o andır.
Samsa Molası
Müze çıkışında hem ayaklarımız hem midemiz aynı şeyi söylüyordu: Artık bir mola vakti. Gün boyunca aklımız bilgiyle, gözümüz mimariyle, ruhumuz tarihî şahsiyetlerle dolmuştu. Şimdi ise bütün dikkatimiz tek bir şeye yönelmişti: Samsa molasına. Rehberimiz Hüseyin samsayı çok övdü. Bizi götüreceği mekân da samsa yenilebilecek en güzel yermiş. Tadından hijyenine varıncaya kadar.
Müze yakınlarındaki geleneksel bir taş fırın lokantasına geldik. Dışarıdan bakıldığında pek albenisi yok gibi; sade, küçük bir yapı. Ama kapıdan girer girmez bambaşka bir âleme geçtik. Mis gibi börek kokusu… Baharatın burnuma çarpan o bildik sıcaklığı… Mekân tıklım tıklım. İğne atsan yere düşmez derler ya işte tam da öyle. Keriman Hanım beni masalarına davet etti. Hakikatli kadın. Erşan’ın hanımı. Erşan benim öğrencimdir. Oğulları Erenhan ile katıldılar geziye. Kabul ettim ve oturdum. Dört çeşit samsa varmış. Kıymalı, kuşbaşılı, patatesli ve bal kabaklı. Ve tabii ki taş fırından yeni çıkmış samsalar geldi önümüze. Hâlâ el yakacak kadar sıcak üç çeşit samsa. Dışı altın sarısı, kıyır kıyır; içiyse baharatla yoğrulmuş, kıymalı, kuş başılı, patatesli. Yemede yanında yat…Bir ısırık, sanki bin yıllık bir geleneği damağımıza taşıdı.
Yıldız Hanım gülümseyerek yanımıza yaklaştı ve hafifce: “Samsa sadece bir börek değil… Özbek misafirperverliğinin ilk lokmasıdır.”
Kız doğru söylüyor. Tam da öyleydi. Bu, yalnızca açlığın bastırıldığı bir an değil, bu, Özbek kültürünün sofraya dökülüşüydü. İçinde bal kabağı vardı, ama aynı zamanda gelenek de vardı. Et vardı, ama aynı zamanda dostluk da vardı.
Sıcak lokmalar eşliğinde sohbetler açıldı, yüzler gevşedi, yorgunluk yerini keyfe bıraktı. Ben bir yandan lokmamı bitirirken, içimden geçirdim: Bir de kabaklı mı yesem acaba. Fikrimi Erşan’a söyledim. Kuyruk da vardı ama. Sonra da söylediğime pişman oldum. Onu da söyledim Erşan’a. Hatta bana kızdı, hocam lütfen… Erşan kuyrukta çoktan yerini almıştı bile…
Bazı sofralar açlığı gidermez sadece, bir halkın ruhuna da dokunur. Samsa, taş fırının içinden çıkıp gönüllere konan bir lezzet. Ve bazen bir lokma, bütün bir günü anlamlı kılar. Çünkü kültür, midede değil, birlikte yenen o sessiz anlarda sindirilir.
Devam edecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder