3 Haziran 2025 Salı
ÖZBEKİSTAN V
BERLİN TÜRKEĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (V) - Türk Eğitim Derneği üyeleri olarak çıktığımız Özbekistanve Türkistan yolculuğu; bir coğrafyayı gezmenin çok ötesindeydi. Aslında biz,bu yolda kendimizi arıyorduk. Gördüğümüz her taşta bir iz, her durakta birhatıra saklıydı. Bu gezi, sadece bir kültürü tanımak değil; geçmişimizi,kimliğimizi ve bizi biz yapan değerleri tanımak ve titreyerek kendimize gelmek içinyapılan bir yolculuktu - Rüştü KAM18 Nisan2025ha-bar.com
Hiva’dan Buhara’ya Sabah saat dokuzda Hiva’dan ayrılıyoruz.Güzergâhımızda Buhara ve Semerkant var. Önce Buhara. Özbekistan’ın iki parlayanyıldızı derlermiş Buhara ve Semerkand için. Her birinin ışığı ayrı, havası ayrıymış.Otobüsle gideceğiz Buhara’ya. Kızıl Kum Çölü’nden geçerek. Yolculuğumuz yaklaşık7 saat sürecekmiş. Öğle yemeğini de çölde bir restoranda yiyecekmişiz. Viva’da, konakladığımız butik otelinönündeyiz. Arkadaşların toplanmasını bekliyoruz. Kimimiz ayakta sohbet ediyor,kimimiz bir taşın üzerine oturmuş, telefonuyla meşgul. Sabahın mahmurluğuüzerimizde; bir de güneşin ilk huzmeleri eklenince, adeta uyur gezer gibiyiz.
Viva’daki son dakikalar... Bazı arkadaşlarımız, “Bir gün daha kalmalıydık,”diye dertleniyor ama yapacak bir şey yok. Yol bizi bekliyor.
Otel sahibi çıkageldi; memnun kalıp kalmadığımızı sordu, röportaj havasındasordu. Muhtemelen sosyal medyada paylaşacak. Arkadaşlar da içtenlikleyanıtladı.
Üzerimizdeki rehavetle Hiva’ya veda etmeye hazırlanırken, sohbet birden yöndeğiştirip tarihe uzanıverdi. Osmanlı’nın beceriksizliğinden söz edildi,hainliğine kadar gidildi. Ardından Cumhuriyet’e, oradan da Mustafa Kemal’egeldi dayandı. Sonunda sanki tatlıya bağlandı gibi göründü ama birkaç gönül,hafiften kırıldı gibi. Tartışma usulünü de bilmediğimiz için kalpler çabukkırılabiliyor. Şunun şurasında sohbet ediyoruz değil mi? İnsan düşünüyor ister istemez... Üç gündürÖzbekistan’dayız; adım attığımız her yerde İslâm’dan ilham alan mimarlarınyaptığı eserlerle karşılaşıyoruz. Her biri hayranlık uyandırıyor ve önlerindesaygıyla eğiliyoruz. Bu mimarinin, bu estetiğin, bu ruhun benzerleri bizim ülkemizde de yapılmış. Aynıruhla yapılmış. Aynı milletin evlatları yapmış, dedelerimiz yapmış. Altı Yüz yılboyunca gittikleri her yerde aynısını yapmışlar.Zamanla Osmanlı‘ya muhalif olanlar güçkazanmışlar, acımasızca saldırmaya başlamışlar. Osmanlı da bir gün gelmiş tökezlemişve beklenen son gelmiş. Özbekistan’ın da bir dönem yaşadığı gibi… Ama Özbekhalkı, tarihine sırt çevirmemiş. Geçmişine sahip çıkmış ve bugün yeniden ayağakalkmış. Timur’a küfreden yok burada. Oysa bizde, ne acıdır ki, geçmişine öfkeduyan, onu yok sayan bir kesim var.
İnsanın kendi tarihine, kendi köklerine yabancılaşması kadar yıpratıcı bir şeyolabilir mi? Merak ediyorum doğrusu: Kendi geçmişine bu kadar mesafeli yaklaşanbaşka bir millet var mıdır? Ayıptır, günahtır. Unutmayalım: Kurtuluş Savaşını verenler,Osmanlı ordusunun subaylarıydı, askerleriydi. O yıllarda devletin adı hâlâOsmanlı’ydı, başında padişah vardı ve başkomutandı. Tarihimizle kavga etmeyibırakmalıyızAraplar Müslüman olunca, İspanya’da veSicilya’da medeniyet kurdular. Üstelik bu medeniyet dokuz yüz yıl sürdü.Türkler de Müslüman olduktan sonra, Asya’da ve Balkanlar’da büyük medeniyetlerinşa ettiler; o da altı yüz yıl boyunca ayakta kaldı.
Şimdi sormak gerekiyor: Türk, Müslümanlıktan uzaklaşınca hangi medeniyetikurdu? Varsa, bilen anlatsın…
Bir milletin ayağa kalkması, sadece bugünü inşa etmekle değil, geçmişiyle barışiçinde yaşaması ile mümkündür. Özbekler, Timur’u bağrına basıyor. Bizde ise hâlâtarihine küfredenler var. Oysa ne Osmanlı’ya küfrederek Cumhuriyet anlaşılır,ne de Cumhuriyet’i görmezden gelerek Osmanlı... Bu toprakların hikâyesi,ayrıştırarak değil, anlayarak tamamlanır.Türk, İslâm’dan uzaklaştırıldıkça, sadecekendi kimliğinden değil, dünyanın dengesinden de bir şeyler eksildi. Bugün dünyanınyeniden Orta Çağ karanlığına sürüklendiği açıkça ortada.
Afganistan, Ukrayna, Suriye, Irak, Keşmir, Filistin, İran, Kırım, Libya, Mısır,Yemen, Can Azerbaycan… Hepsi gözümüzün önünde, hepsi cayır cayır yanıyor.
Bu kadar kötü örnek varken önümüzde hâlâ olanları görmemek, hâlâ susmak...Etmeyin, eylemeyin. Yazıktır, günahtır. Kendi topuğunuza sıkmayın… Hatıraları çoğaltarak devam ediyoruz Türk insanı, yıllardan beri aynı konubaşlıkları etrafında dönüp duruyor dolap beygiri gibi: Din, Osmanlı, siyaset,Atatürk... Tartışmalar hep bu eksende. Oysa çoğumuzun bu konularla bilgisi de yok.Daha çok sezgilerimizle konuşuyoruz, aidiyetlerimiz belirliyor fikirlerimizi. Kendimizihangi siyasi eğilime ve mezhebe, tarikata yakın hissediyorsak, onun görüşünüsavunuyoruz. Muhalif safta olan kimsenin konuştuklarını yanlış görüyoruz. Hatta,doğru da söylese yanlış diyoruz. Aynı otobüste yolculuk etmek demek, aynışehri gezmek değildir sadece. Bazen bir bakışta, bazen bir cümlede birbirimizetemas ederiz. Bu yolculuklar, şehirlerden çok insanı tanıma fırsatıdır. Enkıymetlisi de kırmadan, kırılmadan yapılandır. Biz o kıymetli olanı yaptık.Bazen insan ne aradığını bilmeden yola çıkar.Yol boyunca gördükleri, duydukları ve yaşadıklarıyla fark eder neyin peşindeolduğunu. Bizim hikâyemiz de böyle başladı. Kültür turuydu yaptığımız. Taşkent’in,Hiva’nın sokaklarında yürürken, medreselerinde yankılanan sesleri dinlerken,sadece tarih ile değil, kendi benliğimizle de yüzleştik.
Daha da önemlisi, birbirimizin sesine, bakışına, suskunluğuna alışmaya başladık.Kimi zaman bir tartışmanın eşiğinde, kimi zaman bir hatıranın gölgesinde durdukve orada soluklandık. Ama her seferinde yeniden toparlandık. Çünkü biz buyolculuğa sadece bir grupla değil, bir niyetle çıktık: Anlayacaktık, öğrenecektik,hatırlayacaktık…Yol devam ediyor, bizler de öğrenmeye devam ediyoruz. Hatıralarıçoğaltarak devam ediyoruz yolumuza. Bazen fark etmezsin neyi aradığını, kendindiraslında aradığın. Yola çıkınca her adım, sendeki bir hatırayı uyandırır. Herdurak, seni biraz daha sana yaklaştırır.Hiva geride kaldı. Otobüsün lastikleri yolaalışkın, biz ise sessizliğe… Otobüs ilerledikçe, gözlerimiz dalıyor,zihinlerimiz yavaş yavaş başka bir hikâyeye hazırlanıyordu ama Hiva bizibıramıyordu. Bazı şehirler geride kalmaz; yola çıktığında bile seninle gelir.Hiva da o şehirlerden biri. Amu Derya Bir başka kapı, bir başka zaman aralığı.Hiva’dan aldığımız hissiyat, Buhara’da yeni sorulara dönüşecek belki. Gözlerimizi açtığımızda, kendimizi uçsuzbucaksız bir çölün ortasında bulduk. Rehberimiz Yıldız, kum fırtınalarının yolukapatmaması için yol kenarlarına çöl bitkileri dikildiğini anlatıyordu. Bubitkiler daha küçüktü ama görevlerini de icra ediyorlardı. Kısa bir yürüyüş molası verdik. Çöle ayakbasmak, bu tenhalığın ortasında yürümek farklı bir histi. Fotoğraflar çekildik,birbirimizle şakalaştık. İçimizdeki çocuk ortaya çıktı: Koşanlar, bağıranlar,kahkahaya boğulanlar...Aman ne güzel. İnsan kaç yaşına gelirse gelsin bir yanıbiraz çocuk kalıyormuş… Bu mutluluk uzun sürmedi. Yıldız, “Fazlaoyalanırsak Buhara’da Özbek pilavını kaçırırız,” deyince hemen toparlandık.Otobüs yeniden yola koyuldu. Camdan dışarıyı seyretmek bile başlı başına birkeyif; çöl bitkileri bizimle beraber akıp gidiyordu yanımızdan. El sallar gibi…Bir süre sonra önümüzde kocaman bir demirköprü belirdi. Çölün ortasında böyle bir köprü. Şaşırdık kaldık. Ön tarafageçip fotoğraf çekmek istedik ama şoför izin vermedi. Yasakmış. "Rejim komünistolunca birçok şey yasaklanıyor demek ki," dedi biri önden. Gülümsedik.Meğerse Ceyhun Nehri’nin, yani Amu Derya’nınüzerinden geçiyormuşuz. Amu Derya Boru Hattı Köprüsüymüş bu. 1964 yılındayapılmış. Özbekistan’ın Harezm ili ile Türkmenistan’ın Lebap ilini birbirinebağlıyormuş.
“Amu Derya, Orta Asya’nın en büyük nehirlerinden biridir. Tarih boyunca birçokmedeniyete hayat vermiştir. Üzerinden geçtiğimiz Amu Derya Boru Hattı Köprüsü,Sovyetler Birliği döneminde (1964) inşa edilmiştir. Hem karayolu hem de boruhattı taşımacılığı için kullanılan bu köprü, Özbekistan ile Türkmenistan’ıbirbirine bağlar. Çölün ortasındaki bu demir dev, hem coğrafyanın zorluğuna hemde dönemin mühendislik anlayışına dair ipuçları sunar. Fotoğraf çekmenin yasakolması, Sovyet döneminden kalan güvenlik alışkanlıklarının bir yansımasıdır.”
Yemek zamanı geldi. Yol üzerindeki o malum restorana varmışız. Zahratun (Çölakşamı) restoran. Masalara oturduk, garson bekliyoruz. Öyle hemen gelmiyorlarmasaya garsonlar. Hüseyin garsonu çağırdı ve birlikte siparişleri aldılar. Aldılaralmasına da yine karıştırılmış. Arkadaşlardan seslerini yükseltenler oldu“kardeşim ben bunu sipariş etmedim!” “Ben bu işin böyle olacağını biliyordum”diyerek sitem etti Hüseyin cevaben. Belki haklıydı ama siteme de gerek yoktu.Garson tekrar masaya davet edilerek sorun çözülürdü. Öyle de oldu zaten. Grupgezilerinde ufak tefek sıkıntılar olur elbet. Sabır böyle zamanlardagereklidir. Yemeklerimizi yedik, sonra da tek sırayagirerek ödemelerimizi yaptık. Namazlarımızı da burada cem ederek kıldık ve duamızıyaparak yolumuza devam ettik.
BUHARA “Arkadaşlar, Buhara’ya girdik” anonsuylauyandık uykudan, yemekten sonra ağırlık çöküyor insanın üstüne. Uyumuşuz. İçimizkıpır kıpır oldu. Yıllarca kitaplardan okuduğumuz, hocaların anlata anlatabitiremediği, o şehre gelmişiz. Kolay değil, İmam Buhârî’nin, İbn Sînâ’nındoğup büyüdükleri, çelik çomak oynadıkları topraklardayız. Düşünsenize, öndegiden ve de önden giden o büyük insanlar bu sokaklarda yürüdü, buranın havasınısoludu. Şimdi (2025) biz de o havayı teneffüs ediyoruz. Ne kadar şükretsek azdır... Saat 18.00’de restoranda olmamız gerekiyormuşama önce otele uğrayacakmışız. Otobüs otele yaklaşınca dışarıda birhareketlilik başladı. Resmi kıyafetli sanatçılar karşıladı bizleri. Ellerinde ‘Karnay’larla,gökyüzünü de haberdar ediyorlar bizim Buharaya geldiğimizi. -Karnay; dörtmetre kadar uzunluğunda bir zurna düşünün altın renginde, işte o karnay. Tokbir sesi var- Kırmızı halı bile serilmiş yere. Açıkçasıhoşumuza da gitti. Herkes bize bakıyor, “Kim bunlar?” der gibi. Eh, bizizelbette: Berlin Türk Eğitim Derneği! Koltuklarımız kabarmadı dersem yalan olur. Otele eşyaları bırakır bırakmaz tekrar yolaçıktık. 18.30’da restoranda olmamız gerekiyordu. Sadece bize özel olarak osaate kadar açık kalmış restoran. İçeri girince koca koca kazanlarda kaynayanÖzbek pilavı karşıladı bizi. Servisler hemen yapıldı. Üstüne güvercin yumurtasıda kondurmuşlar. Lezzetliydi vallahi. Pilavı bitirdik, yeşil çayımızı da içtik.Sonra otele döndük. Sabah erken kalkacağız, çünkü Buhara bizi bekliyor.Sokaklarda yürürken yüreğimiz kıpır kıpırediyor. Şaka gibi. Buhara’dayız. İmam Buhari’nin şehrinde. Bu şehir sadece taş,toprak değil. Her kemer, her kubbe bir şeyler anlatıyor bizlere. Sadece tarihinağırlığı değil bu; sanki insanlığın vicdanı konuşuyor bu sokaklarda.İmam Buhârî’nin ilimdeki titizliği, İbnSînâ’nın aklı ve hikmeti, bir de Şah-ı Nakşibendî Hazretleri var ki; “Halkiçinde Hak ile olmak” anlayışı tam da buraya yakışıyor. İlim dediğin sadeceakılla değil, kalple, sabırla, adanmışlıkla taşınır. Bu insanlar sadeceBuhara’ya değil, koskoca bir medeniyete yön vermişler.Şimdi kendi kendimize soruyoruz: Biz bumirasa ne kadar layığız? Çocuklarımızı bu ruhla nasıl tanıştıracağız?
Çünkü Buhara’ya gelmek, sadece geçmişi görmek değil; aynaya bakmak gibi birşey. O taşlara sinmiş sükûnet, o türbelerdeki vakar gerçekten bizde var mı? Busorulara samimiyetle cevap vermek lazım. Asıl mesele şu: O insanların yürüdüğübu dikenli yolda biz nasıl yürüyeceğiz, hangi izleri bırakacağız?Unutmayalım, bazen en derin hakikatler ensessiz yollarda, duvarlarda, minarelerde gizlidir. Yeter ki, kendimizi tanıyalım, silkinelimve kendimize gelelim. Yeter ki, bizim olana, bizden olana sahip çıkalım. Buhara deyince ne geliyor aklımıza? İmamBuhârî, İbn Sînâ, Şah-ı Nakşibend... Her biri kendi alanında birer yıldız.600.000 hadis derleyen bir İmam’dan, tıbbın babası kabul edilen bir hekimden,milyonların gönlünü etkileyen bir tasavvuf büyüğünden söz ediyoruz. Batı ona“Avicenna” dermiş, desin dursun; biz onu İbn Sînâ diye biliriz. Güneşi balçıklasıvayamazsınız.Ve işte biz, bu büyük insanların yürüdüğüsokaklarda yürüyoruz bugün. O insanlarla aynı havayı soluyoruz, aynı yollardayürüyoruz, aynı camide cuma namazı kılıyoruz. Daha ne ister insan?
Şükürler olsun Mevla’mıza, bize bu günü de gösterdi ya... “İslam’ınKubbesi” Orta Asya’nın kalbinde, İpek Yolu’nun tamortasında bir şehir var, Buhara. Buhara; 2.500 yıllık geçmişiyle tarih boyuncaticaretin, bilimin ve maneviyatın merkezi olmuş. İlk dönemlerinde Soğdlar’ınyaşadığı bu topraklar, Zerdüştlükten Budizme oradan İslam’a uzanan geniş birinanç yelpazesine tanıklık etmiş bir şehir.674’te İslam’la tanışan Buhara, 9.yüzyılın sonlarında Sâmânîler Devleti’nin başkenti olmuş ve bu dönemde altınçağını yaşamış. Medreseler kurulmuş, minareler yükselmiş, kitaplar yazılmış ve çoğaltılmış.İmam Buhârî, İbn Sînâ, El-Bîrûnî gibi âlimler bu dönemin ikliminde yetişmişler.Buhara artık sadece bir şehir değil, “İslam’ınKubbesi” olarak anılmaya başlanmış. Sonrasını rehberimizdendinleyelim: “Moğol istilasıyla büyük bir yıkım yaşayanBuhara, kısa sürede toparlandı. 14. yüzyılda Bahâeddin Nakşibend öncülüğündedoğan Nakşibendiyye Tarikatı, şehri tasavvufun kalbine dönüştürdü. Ardındangelen Şeybânîler ve Buhara Hanlığı dönemlerinde şehir, yeniden siyasi vekültürel bir cazibe merkezi oldu.1920’de Sovyetler tarafından işgal edildi vezorlu bir döneme girdi. Dinî yapılar kapandı, geleneksel hayat baskılandı. Amaşehir ruhunu kaybetmedi. 1991’de bağımsız Özbekistan’ın bir parçası hâlinegeldi.Bugün hâlâ Buhara’nın dar sokaklarındayürürken taşlara değil, tarihin sesine basarsınız. Medreseler, türbeler,sinagoglar, çarşılar... Her biri bu şehrin çok katmanlı ruhunu taşır. Buhara’daher an sessizliğe karışmış bir Yahudi ezgisiyle ya da bir havuz başında oturan birihtiyarla karşılaşabilirsiniz. İslâm’ın Kubbesi olarak anılan bu şehir, sadecebir şehir değil; yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa kalkan bir hafızadır.”
Şamar oğlanı gibi her gelen vurmuş, kimisi sağdan kimisi de soldan vurmuş.Tökezlemiş, sarsılmış, yıkılmış, vücudu yara bere içinde kalmış ama o Buharaolarak ayakta kalmasını becermiş..
İsmail Samanî Türbesi “Kıymetli Anadolu Kervanı; önündebulunduğumuz bu türbe sadece Buhara’nın değil, bütün Orta Asya'nın en önemlitarihî yapılarından biridir. İsmail Samanî Türbesi.Bu yapı, 9. yüzyılınsonlarında inşa edildi. Sâmânîler Devleti’nin kurucusu ve ilk büyükhükümdarı olan İsmail Samânî için yaptırılmıştır. Dikkat ediniz türbetaşla değil, tuğlayla örülmüş. Ama öyle bir ustalıkla yapılmış ki, sanki tuğladeğil de geometrik motiflerle işlenmiş bir sanat eseri gibi duruyor. O dönemdebu kadar sağlam, bu kadar zarif bir yapı yapmak gerçekten büyük bir mühendislikbaşarısıdır. Bu yapı Orta Asya İslâm mimarisinin ilk örneklerindenbiri kabul edilir. Hem sadeliğiyle hem de taşıdığı anlamla öncü biryapıdır. Daha önceki geleneklerden de izler taşır: Zerdüştlerin ateşgede planıburada İslamî bir forma dönüşmüştür. Yani bu türbe, bir geçiş dönemininsembolüdür. Moğol istilasından bile sapasağlam çıkmış nadir yapılardanbiridir. Burada sadece bir kişinin mezarı yok; bir medeniyetinözü yatıyor.
Bu türbe, sadece mimarisiyle değil, başından geçenlerle de çok kıymetlidir.Pişmiş tavuğun başına bile gelmemiş türbenin başına gelenler. 1220 yılındaCengiz Han’ın orduları Buhara’yı işgal ettiğinde şehir tarumar edilmiş. Camiler,medreseler, kütüphaneler… Hepsi yakılmış, yıkılmış.Ama bu türbe hâlâ ayakta. Neden mi? ÇünküBuharalılar Türbeyi kurtarmak için onu toprakla örtmüşler. Adeta birtümseğe çevirmişler. Moğollar da burayı tepe sandıkları için dikkat etmeden yanındangeçip gitmişler. Yani bu yapı, bir halkın sevgisiyle, sahiplenmesiyle korunmuş.Bugün burada bu türbeyi görebiliyorsak, biraz da o isimsiz kahramanların zekâsıve cesareti sayesindedir. O kadar anlamlı ki; bir türbeyi kurtarmak için onutoprağa gömmek... Bugün gördüğümüz her detay, biraz sabır, biraz sadakat ve pazarlıksızbir inançla ayakta kalabilmiştir.”
Rehberimiz Yıldız bu konuşmayı yaparken neredeyse ağlayacak gibi oldu. Sesi titredi.Çekilen sıkıntıları yaşamasa da anlatılanlarla büyüdüğü için ve samimi bir dinve vatan sevgisiyle büyüdüğü için olsa gerektir. Kalan Camii ve Minaresi “DeğerliAnadolu Kervanı, kıymetli misafirler, şimdi bulunduğumuz yer Kalan Camii(Ulu Camii) ve Kalan Minaresi. Burası, Buhara’nın kalbi sayılır. Zaten “Kalan”demek, “büyük” ya da “yüce” demektir… İsmi gibi yüce bir yapı. Caminininşası 16. yüzyılda, Şeybânîler döneminde tamamlanmıştır. Önümüzdeki bubüyük avlu ve çevresindeki revaklar klasik Orta Asya cami mimarisinin en güzelörneklerinden biridir. Cami 10.000 kişiyi alabilecek kadar geniş bircemaat alanına sahiptir. Kalan Camii, İbn Sînâ’nın zaman zaman inzivayaçekildiği, tefekküre daldığı camidir. Onun yalnızca bir hekim değil, aynızamanda bir mutasavvıf ve düşünür olduğunu hatırlarsak, bu mekânın onun için neifade ettiğini daha iyi anlarız. Kalan Camii, sadece namaz kılınan bir yerdeğildir; ilmin, irfanın, içe dönmenin mekânı olmuştur yüzyıllar boyunca.Ama asıl dikkat çekici olan yapı, şu karşımızdagöklere doğru uzanan görkemli minaredir...Kalan Minaresi. 1127 yılındaKarahanlı hükümdarı Arslan Han tarafından yaptırılmıştır. 46,5 metreyüksekliğindedir. Öyle sağlam inşa edilmiş ki, ne zaman bir düşman ordusuBuhara’ya yaklaşsa, bu minare bir direniş sembolü gibi karşılarmış düşmanı,dimdik... Kalan Minaresi’yle ilgili meşhur bir efsane vardır...
Yıl 1220. Cengiz Han, Buhara’yı fethetmiş. Şehir yerle bir edilmiş neredeyse.Saraylar, medreseler, camiler... Ne varsa yakılmış, yıkılmış. Ama bu minareyedokunulmamış. Dokunulmamış ki gördüğünüz gibi hâlâ ayakta duruyor. Neden mi? Sebebişu anlatacağım olayda gizli.Cengiz Han, ordusuyla birlikte Buhara’yagirerken bu minarenin önüne gelmiş ve başını yukarıya doğru kaldırmış. Minareye,“sen ne kadar ihtişamlı da olsan benden büyük değilsin,” der gibi bakmış minareye.Tam o sırada, başındaki miğfer ya da şapkası — rivayete göre altın işlemeli birbaşlık — başından yere düşüvermiş.Cengiz Han eğilip şapkasını almak isterken, vezirlerindenbirisi uyarır: “Han’ım, sakın eğilmeyin! Bu sizin, minarenin önünde saygıylaeğildi şeklinde anlaşılmanıza sebep olabilir.”Cengiz Han doğrulur, duraksar ve şöyle der: “Benbu minarenin güzelliğine değil, onu yapan ve yaptıran akla saygı duyarım.”Ve emreder, “bu minareye dokunulmayacak.” Buhara yıkılmış, yakılmış ama KalanMinaresi ayakta kalmış. Cengiz Han, savaşçıydı, düşmandı ama aklı da takdireden bir düşmandı.Cengiz Han’ın eğilmemek için durduğu o an, biryapının değil, bir medeniyetin kurtuluşu olmuş. Kalan Minaresi, sadeceyükselerek değil, anlaşılmayı hak ederek ayakta kalmış olabilir.Ben derim ki; Kalan Minaresi, bir duruşunsembolüdür. Zamana ve İslam’ın yüceliğine doğru sessizce yükselir; adetabize bir şeyleri hatırlatmak ister. Yanındaki cami ise sadece bir ibadet yerideğil, aynı zamanda bir sığınaktır. Rivayete göre İbn Sînâ buraya gelipyalnızca susmuş ve kalbini dinlemiştir. Bu da bize şunu gösterir: Bazen enderin bilgi, sessizliğin içinde saklıdır. Mir Arap Medresesi “Şimdi tam karşımızda duran yapı, MirArap Medresesidir. 16. yüzyılın ortalarında, Şeybânîlerdöneminde inşa edilmiştir. Yani bu medrese yaklaşık 500yıllık bir ilim yuvasıdır.Medresenin banisi, dönemin önemliisimlerinden Mir Arap adlı bir din âlimi ve Nakşibendî şeyhidir. Buyapı sıradan bir medrese değildir. Özbekistan'da Sovyet döneminde bilekapatılmayan nadir medreselerden biridir. Komünist rejim, pek çok camiive medreseyi kapatırken burası bir şekilde ayakta kalmayı başarmış ve birdönem, ülkenin tek resmî dinî eğitim kurumu olmuştur. Sanki duvarları size osesi hâlâ fısıldıyor olmalı: Oku!"
Po-i Kalan Kompleksi’nden biraz ötede Uluğ Beyve Abdülaziz Han Medreseleri varmış. Yıldız’ın çubuğunu takip ederek orayaulaşıyoruz. Medreseler karşı karşıya. Gayeleri aynı olmasına rağmen aralarındangeçen yol, onları birbirinden ayırıyor. “Kıymetli Anadolu Kervanı, Hani demiştim ya,Buhara bir ilim şehridir diye… İşte şimdi bunun en güzel örneğikarşımızda: İki medrese ve iki farklı çağın temsilcisi.
Solunuzda Uluğ Bey Medresesi, sağınızda Abdülaziz HanMedresesi duruyor. Bu yapılar sadece karşılıklı duran iki bina değil; aynıideale hizmet eden, ama bunu farklı yollardan anlatan iki anlayışın yansımasıdır. Birisade ve düşünce odaklı, diğeri gösteriş ve estetik ağırlıklı.Sol tarafta gördüğünüz bu yapı; Timur'untorunu, büyük astronom ve devlet adamı Uluğ Bey tarafından 1417yılında yaptırılmış. Buhara’daki en eski medreselerden biri olmaözelliğini taşıyor. Süslemelere dikkat ederseniz, oldukçasadedir. Çünkü Uluğ Bey’in anlayışı da sadelik üzerine kuruluydu: Bilgi önplanda, gösteriş ikinci planda.
Bu medresede matematik, astronomi ve mantık dersleri verilirmiş. Çünkü,Uluğ Bey’in amacı sadece bir bina yapmak değil; ilmi, hayatın merkezine almakmış.Şimdi de sağ tarafınıza, yani AbdülazizHan Medresesi’ne bakın;
Bu yapı, 1652 yılında, Uluğ Bey Medresesi’nin tam karşısına inşa edilmiş.Sanki Uluğ Bey’e bir cevap gibi…Ama bu cevap, tartışmak için değil; aynıhakikatin başka bir yüzünü göstermek için verilmiş olmalı.Abdülaziz Han Medresesi ilk bakışta farkınıbelli ediyor.
Çünkü bu yapıda ön planda olan estetik, detay ve görkem.
Süslemelerde çini yerine alçı işçiliği ve altın varak kullanılmış.
Duvarlardaki çiçek motifleri ise neredeyse barok bir hava taşıyor.
Geleneksel çizgilerle ama göz alıcı bir şekilde…Bu medrese, sadece bir ilim yuvasıdeğil; sanatın ve zarafetin de bir değer olduğunu hatırlatan bir yapıdır.
Yani bir yanda sade ve derin bilgi, diğer yanda görkemli veetkileyici bir estetik.
Biri aklı besliyor, diğeri ruhu. İlk bakışta bu iki yapı birbiriyle yarışıyorgibi görünebilir.
Ama gerçekte bir çatışma değildir bu; aynı hakikatin iki farklı yüzüdür,birbirini tamamlayan iki yüz. Biri aklın sadeliğini, diğeri ruhunestetikle ifade bulan zarafetini taşıyor.”
Ben derim ki; iki medrese arasındaki farkı anlamak için orada biraz durun ve kendinizidinleyin. Size, birinin “anlam” önemlidir, diğerinin ise “hayranlık” önemlidir”dediğini duyacaksınız, lisan-ı halleriyle.
Ve kendinize şu soruyu soracaksınız: Biz bugün neyin peşindeyiz?
Sessizce derinleşen bir hakikatin mi, yoksa göze ve duygulara hitap eden birparıltının mı?
Devam edecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder