-Koskocaman bir
teşkilat maalesef kifayetsiz muhteristler tarafından itibarsızlaştırlıverdi.
Yazık oldu bunca emeğe, göz yaşına, dökülen tere, harcanan mesaiye-
Hocalar toplantısı
Siyami
Öztürk’ün saltanatının ilk zamanlarında teşkilatta görevli olmadığım halde, ben
de hocalar toplantısına davet ediliyordum. Gündemde olan bazı konuların hocalar
toplantısında tartışılmasını istiyordu Öztürk. Zaman zaman bana, bazen de
isteyen hoca arkadaşlara konular veriyor, bu konuların hocalar toplantısında
anlatılmasını ve sonra da üzeride tartışılmasını istiyordu. Tartışmaların o
kadar sağlıklı olduğunu söylemem mümkün değil. Arkadaşlar sunumu yapılan konuyu
tartışma yerine, o fikrin sahibi olan kişileri tartışmayı tercih ediyorlardı. O
kişiler “mezhepsiz, reformist, Ehl-i Sünnet düşmanı” gibi yakıştırmalarla
itibarsızlaştırılmaya çalışılıyordu. Bir seferinde bana Hz. İsa’nın gelip
gelmeyeceği konusu verildi. Ben de sunumumda ‘Hz. İsa tekrar yeryüzüne
gelmeyecektir. O’nun devri tamamlanmıştır... Cemaati boş hayaller peşinde
koşturmayalım..., Hz. İsa’nın tekrar gelmeyeceğini cemaatimize anlatalım’ ve bu
yanlış inançtan onları kurtaralım dedim. Hocalardan bana katılanlar oldu.
Katılmayanlarda vardı, bazıları da her zaman olduğu gibi konuşmamayı tercih
ettiler. Erol Dağaslanı (Muzaffer İnanç) ve Zülküf Gül Hz. İsa’nın geleceğini
savunanların başında gelen isimlerden. Putlarına dokunmuş olmalıyım. Birden
patladılar, hakaretle karışık bir tarzda açıkladılar görüşlerini. Ciddi bir
delile dayanan açıklamalar değildi bunlar. Ancak toplantının tadını kaçırmayı
başardılar. Önceki toplantılarda da karşılıklı atışmalar oluyordu ama belli bir
seviyede kalıyordu. Bu sefer sanki kavga çıkarmaya yönelik bir amaç için seslerini
yükseltiyorlardı. Kırmızı görmüş boğa gibiydiler. Ellerinden oyuncağı alınmış
çocuğa benziyorlardı. Birdenbire ortam gerildi.
Sonradan
duyduğuma göre Dağaslanı Siyami Öztürk’e; “Rüştü hoca teşkilatta görevli
olmadığı halde bu toplantılara niçin katılıyor...? demiş” başka neler dediyse
demiş. Sekreter Bekir Akbay telefonda bana bir daha hocalar toplantısına
katılmamam gerektiğini nazik bir şekilde mesajla bildirdi. Zaten beklediğim bir
sonuç olduğu için eyvallah dedim ve kendi
yoluma devam ettim.
Beni üzen şey sadece
bu tartışmalardaki seviyesizlik değildi. Genel Merkez’deki fetva heyetiyle, 6
ay süresince İcra Kurulu’nun önünde, benzer tartışmaları yaptığım için
hocaların yaydıkları “hakaret mikrobu”na karşı bağışıklık sistemim güçlenmişti.
Beni üzen
şahsıma karşı yürütülen itibarsızlaştırma kampanyasıydı. Bazı arkadaşlar Mahmut
Gül’e teklif ettikleri gibi Siyami’ye de teklif ediyorlarmış, ‘Rüştü Hoca’ya
görev verin..’ diye. Hatta cümleyi şöyle kuruyorlarmış: “Rüştü Hoca’ya niçin
görev vermiyorsunuz?” O da, “Biz onu Türk Eğitim Derneği’nde görevlendirdik”
dermiş. Tabi ki bu açıklama, biz onun maaşını da ödüyoruz anlamına geldiği
için, benim ağırıma gidiyordu. Siyami’ye duyduğum bu şeylerin doğru olup
olmadığını sordum, geçiştirdi. ‘Bizzat bölge yönetim kuruluna gelip o konuyu
bana söyleyenle Siyami’yi yüzleştirmek istedim. Talebim reddedildi.
Aslında Siyami ile aram iyiydi benim.
Abdurrahman Akgül, Musafa Yücel ve Hamdi İlhan’ın ortak olarak işlettikleri
mekanda (Colores GMBH) haftada bir yaptığımız derslere Siyami de katılırdı. Milletvekili
seçimlerine bile gittik Siyami’nin arabasıyla Türkiye’ye. Hatta Makedonya’da
kaza yaptık, Allah korudu ve bizler arabadan yara almadan çıkabildik. Bölge
başkanı olduğu ilk aylarda da saygısı devam etti Siyami’nin. Daha sonra ne
olduysa oldu, birden viraj aldı ve bana karşı bir cephe oluşturdu. Makam mı
insanı değiştiriyor yoksa o makama getirenler mi değişimi sağlıyorlar
bilmiyorum.
Maide-i Kur’an toplantısı
Berlin’de bütün
dini cemaatler Kutlu Doğum Haftası’nı ilk defa birlikte kutladılar. Dosta
düşmana karşı övünülerek anlatılacak bir uygulamaydı bu. Müslümanlar Berlin’de
bir ilkin altına imza attı diye oldukça gururlanmıştım. Maalesef bu kutlama ilk
ve son defa yapıldı. ‘Diyanet İşleri Başkanı bu toplantıda konuşma yapacak.’
dediler. Başkan’ın konuşmasını merakla beklerken bir de duyduk ki; Siyami Öztürk bu konuşmaya
bazı şatlar ileri sürererk mani olmuş. Kutlu Doğum Haftası’nda bütün dini
cemaatler bir araya gelmişlerken Diyanet İşleri Başkanı’nın orada konuşması ne
kadar da anlamlı olurdu. Böylece Başkan’ın vereceği mesajlar açısından da
fevkalade öemli bir fırsat kaçırılmış oldu. Dini Ceaatler bundan sonra bir daha
bir araya gelemediler(iftar sofraları hariç). Daha sonraları her cemaat Kutlu Doğum
Haftası’nı kendileri kutlamaya başladı. Milli Görüş bu kutlamayı Maide-i Kur’an
adı altında yapıyordu.
Siyami Öztürk, başkanlığının
ilk yılında Maide-i Kur’an programında yapacağı konuşmayı benim hazırlamamı rica
etti, hazırladım. Konuşmasını yaptı. Programdan sonra konuşma ile ilgili
eleştiriler yapıldı. Bilhassa Peygamberimiz’in bıraktığı tek emanetin Kur’an
olması, bazı hocaları ahatsız etmiş olmalı ki, konu hocalar toplantısına kadar
getirildi. Hararetli tartışmalar oldu. ‘Neden tek emanet deniliyor, Kur’an ve
Sünnet demenin ne mahsuru vardır? Bu yapılan sünneti devre dışı bırakmaktır ...’
tartışma uzadı gitti. Bir ben ve bir de Siyami’nin bildiği bo konu nasıl oldu
da deşifre oldu anlayamadım.
Konuşmanın metni aynen şöyleydi:
“Muhterem Genel Başkanım, saygıdeğer misafirler, kıymetli dernek başkanları,
saygıdeğer basın mensupları ve değerli misafirler, IGMG Berlin Bölgesi’nin
hazırlamış olduğu sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’i anma gününe hoş geldiniz
der hepinizi hürmet ve saygılarımla selamlarım. Allah’ın selamı ve rahmeti
bereketi üzerinize olsun.
“Saygıdeğer konuklar,
Âlemlere rahmet olarak gönderilen
Allah’ın elçisi ve son peygamberi Hz. Muhammed (sav), eski dünya olarak bilinen
Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının ortasında yer alan Arabistan Yarımadası’nın
batısındaki Hicaz bölgesinde Mekke’de dünyaya gelmiştir.
Mekke’de, Arabistan Yarımadası’nın
genelinde olduğu gibi putperestlik hâkimdi. Kâbe ve çevresinde sayıları 360’a
ulaşan putların en büyüğü Hübel, Kureyş’in en önemli putu idi.
Böylece Mekkeliler sadece Allah’a
kulluğu öngören tevhid inancından saparak, Allah’a ulaşabilmek için putları
aracı olarak kullanıyorlardı.
İşte Hz.Muhammed böyle bir
coğrafyada böylebir ortamda Miladi 571 yılında dünyaya gözlerini açtı. Şair bu
durumu şu şekilde ifadeye koyar:
"Çevre yanuma
gelüp oturdular
Mustafa'yı birbirine muştular
Didiler oğlun gibi hiçbir oğul
Yaradılalı cihân gelmiş değil
Bu senin oğlun gibi kadri cemîl
Bir anaya virmemişdir ol Celîl."
Mekke’de, kutlu doğumun gerçekleştiği
bu dönemde, Bizans İmparatorluğu, İran ve Habeşistan bölgenin önemli süper
devletlerindendi.
Güçlü olanın haklı görüldüğü böyle
bir dünyanın kaderini değiştirecek olan Peygamber Hz. Muhammed, ferdî plânda,
şirkten uzak, "Bir olan Allah'a"
iman etmek öğretisiyle geldi. O’nun öğretisinde; aşırılıklardan uzak, mutedil,
yaşadığı dünyanın imtihan yeri olduğunun bilincinde, her iyiliği öven ve
yücelten, her çirkinliği yeren ve reddeden bir anlayış vardı. İnsan haklarına saygılı olan duyarlı bir toplum oluşturmak vardı.
Kıymetli misafirler,
Programında, yeryüzünde adaleti tesis
etmek için mücadele olan bu Son Peygamber’i tanımak; onu kabullenmek, yakınlık
hissetmek, örnek almak ve sevmek dinin vazgeçilmez bir esasıdır. Tanımadan ne
iman etmek, ne sevmek ne de örnek almak asla söz konusu olabilir.
Tanımaktan maksat; O’nun beşer üstü niteliğini değil, beşeri kimliğini
bilmek ve anlamaktır: Çünkü, O’nun beşerî kimliği; kavramak, öğrenmek ve örnek
almak zorunda olduğumuz, ilahi vahyin somutlaştığı formattır.
Buyruk şöyledir;
“Biz seni bütün insanlara ancak
müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”
Değerli konuklar,
İçinde yaşadığımız yüzyıl, Hz.
Muhammed’e yabancı bir yüzyıl olarak karşımızda duruyor. Neyazık ki bu durum
sadece Batı ülkelerinde böyle değil, İslâm ülkelerinde de aynen böyledir.
Tüm bu çelişkileri bir yana bırakarak, önder, örnek ve rehber olarak
gönderilen Peygamber’in nasıl bir Resul olduğunu, yeniden öğrenip, O’nu
Kur`an`ın tanıttığı gibi tanımaya ve anlamaya çalışmak zorundayız.
Yüce Rabbimiz, Hz.Muhammed (sav)’i
bir şahit, müjdeleyici, uyarıcı, kısacası rehber ve örnek olarak gönderdiğini
bildiriyor ve gönderdiği bu Elçi’nin nasıl bir Rasül olduğunu yine Kur’an-ı
Kerim’de haber veriyor bizlere: “Ve sen
elbette yüce bir ahlak üzeresin.”, “Andolsun ki, Rasülullah, sizin için,
Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için
güzel bir örnektir ”.
Saygıdeğer konuklar,
Ben Müslümanım deyip de, Kur’an’ı ve
Rasül’ü tanımak için olumlu en ufak bir çaba sarf etmeyen kişiler, kurtuluşları
için Allah’tan birşeyler bekleyemezler. Çünkü dünya ve ahiret kurtuluşunun rehberi Rasül’dür... Bunun içindir ki, Kur’an’ı Peygamber’den, Peygamber’i de Kur’an’dan
tanımak zorundayız…
Değerli konuklar,
Bir Peygamber’e iki tür saldırı
yapılabilir. Birincisi fiziki varlığına yönelik saldırı, ikincisi misyonuna
yönelik saldırı. Misyonuna yönelik saldırı, fiziki varlığına yönelik saldırıdan
bin kat daha beterdir: Çünkü, Peygamber’i
peygamber yapan O’nun misyonudur.
Saygıdeğer misafirler,
Siz de takdir edersiniz ki, O’nun fizik varlığına yönelik saldırı artık
mümkün değildir. Çünkü O görevini yapmış olmanın huzur ve mutluluğuyla ahirete
intikal etmiş ve Sevgili’sine kavuşmuştur. Fakat aynı şeyi O’nun misyonu
için söylemek mümkün değildir. “O’nun
misyonuna yönelik saldırı kıyamet sabahına kadar devam edecektir.
Bu tehlike ve tehdit dün vardı, bugün var ve yarın da var olacaktır.
Hz. Muhammed'in misyonuna yönelik saldırılar, hep onu sevmeyenlerden değil,
bilakis bunların çoğu onu sevenlerden, daha doğrusu onu sevdiğini iddia
edenlerden gelecektir. Böyle bir sevginin zehirli bir sevgi olduğunu dile
getirmeme sanırım gerek yoktur.
Saygıdeğer misafirler,
Peygamberlerin gönderiliş amacı,
insanlığın tevhidi doğru anlamasını temin içindir. Zira insanlığın en kadim
sorunu “anlama sorunu”dur. İnsan,
bilgiyi elde edecek, üretecek ve iletecek bir donanımla yaratılmıştır. Bunu
doğru yapması, ancak doğru anlamasına bağlıdır. Yanlış anlaması halinde bütün
bu bilgi elde etme, üretme ve iletme süreçlerini bir yanlışa alet eder. Sonuçta
Allah'ı yanlış anlar, varlığı yanlış anlar, kendisini yanlış anlar, tabiatı
yanlış anlar…
İşin kötüsü, gönderiliş amacı insanlığın doğru anlamasını temin olan Peygamber’i
de yanlış anlar. Bu anlayış tehlikeli bir anlayıştır.
Sevgili konuklar,
İşte meselenin püf noktası da
burasıdır. Efendimiz aleyhissalatu vesselam, bu probleme daha baştan dikkat
çekmiş, yanlış anlamaya meyilli olanlara karşı sözlü ve fiili tedbirler
almıştır.
O’nun bu hassasiyeti, onu tarihte
kalmış “tatlı bir anı” gibi, sadece anma programlarıyla anmaya kalkan kimseler
tarafından asla anlaşılamaz ve anlaşılamayacaktır.
Allah, Müslümanların anıları arasına girmesin diye, O’nu “örnek” göstermiştir. Bir insanı örnek göstermek, onun yeniden üretilebilir, yaşatılabilir ve yaşanabilir olduğunu söylemektir. Bunun anlamı onu çağa taşımak, onunla çağdaş olmak demektir.
Muhterem misafirler,
Her değerin arısı da olur sineği de. Bir değerin arısı onu üretendir,
sineği onu tüketendir. Değer ne kadar büyükse, arısı ve sineği de o kadar büyük
olur. Allah Rasulü biz Müslümanlar için çok çok değerlidir. Bunu söylemek
kolaydır. Fakat o değerin kadir
kıymetini bilmek, söylemek kadar kolay değildir. Hele onu üretmek,
taşımak ve yaşamak daha da zordur.
Değerli konuklar,
Son Peygamber Hz.Muhammed (sav)’in öne çıkan bazı özelliklerini şu şekilde
sıralamak mümkündür;
O; âlemlere
rahmettir, bir zorba değildir, en üstün ahlaka sahiptir, ıslahatçıdır, keyfine
göre konuşmaz, tebliğ görevini adaletle yapmıştır ve ümmetine düşkündür.
O, çok sade bir
hayat sürmüştür.
O, zengin, fakir,
büyük, küçük ayırt etmez herkesle ilgilenirdi. Kendine gelenleri geri çevirmez,
hakka uygun olmak kaydıyla meşru istekleri yerine getirmeye çalışırdı. Kimseyi
üzmez, kırmaz, küçük görmez, insanları sever onların iyiliğini isterdi. Cömert
ve iyilikseverdi. Cesaretli, sabırlı azimli ve ümitli idi.
O’nun sevgi ve
merhameti, sadece kendisine tâbi olanlara yönelik değildi; inancı, rengi ırkı,
makam veya cinsiyeti ne olursa olsun Allah'ın yarattığı tüm mahlukâtı
kapsamaktaydı. Düşünen varlıkların dışındaki diğer canlıları da ihmal etmeyen
Son Peygamber, hayvanları severdi, ashâbına da hayvanlara kötü davranmamaları
konusunda uyarılarda bulunurdu.
O, sorumluluğunun
bilincinde, insana değer veren, çevresinde bulunan herkesin acısını içinde
hisseden, kendisine inanmayanların bile mahvolup gitmesine olan üzüntüsünden
dolayı kendisini kahreden, özgüven sahibi, başkalarının kimliğine saygılı,
içinde yaşadığı toplumun tabii ve beşerî kültür mozaiğine sıcak, geçmişe ve
peygamberler ailesine vefalı, Müslüman olan ve olmayan herkesle iyi diyalog
kurup onlara güzel davranan, barışın en doğru yol olduğunu, barış ve esenlik
içinde yaşamanın savaştan daha güzel sonuçlar verdiğini, hiç kimsenin inanç ve
kanaatlerini değiştirmeye zorlanamayacağını düstur edinmiş bir sosyal münasebet
çizgisi olan bir peygamberdir. Kısacası
O, savaş değil barış peygamberidir.
IGMG’nin saygıdeğer misafirleri,
O Allah’a kul olmayı kendi için en
büyük şeref kabul etmiştir. Bu yüzden O, kul-rasüldür. Yani insanlara, insan olarak gönderilen bir rasüldür: Çünkü, örnek
alacak insansa, ki insandır; öyleyse örnek olanda insan olmalıdır, melek değil.
Durumun böyle olmasına
rağmen neyazık ki O, günümüzde çok iyi
anlaşılamamıştır, kimileri için O, arkasından gözyaşı dökülen tatlı bir anı
olmuştur.
Onlar O’nun hatırasıyla yaşamayı, misyonuyla yaşamaya tercih ederler. Onlar
O’nun arkasından ağlamayı, onu önlerinde görmeye tercih ederler. Onlar O’nun sakalını
ve hırkasını, misyonundan daha fazla severler. O’ndan bir efsane gibi söz
etmeyi, birlikte yaşanılan bir "dost" olmaya yeğ tutarlar.
Daha başka kimileri için ise, O tarihin konusudur. O,
"bir iletişim aracı" gibi ilahi mesajı iletmiş ve misyonunu tamamlamıştır.
O, bugüne taşınamaz. Biz O’nunla, ancak tarihi bir değer olarak ilişki
kurabiliriz.
Kur'an içinse O, hayatın aktif, kurucu ve inşa edici bir
öznesidir.
Misyonu ölümsüz olandır. Kur'an, O’nu çağa taşımak için
çırpınır.
O’nun tarihe hapsolmasını önlemek için O’nunla ilgili
tarihsel olayları mü’minin yüreğine, imanına, ibadetine taşır.
Kur'an mü’minin hayatında onu güncel kılmak için ne
gerekiyorsa yapar.
Kur'an'ın bak dediği yerden bakanlar ise onu "üretmek" için çaba
harcarlar.
Kur'an'da O’nu, O’nda Kur'an'ı görürler.
O’nu Kur'an'la, Kur'an'ı O’nunla tanırlar. Kur'an'a O’nun
aynası, O’na Kur'an'ın aynası gibi bakarlar.
Çünkü onlar, O’nun risalet mirasına ihanet etmekten korkarlar.
Öyleyse, Rasul’ün nasıl bir insan
olduğunun cevabı, Kur’an’dır. Kur’an ve
Rasul’e nasıl inandığımızın cevabı ise
hayatımızdır.
Sevgili misafirler,
Hz.Muhammed, o çağda insan olarak
bile kabul edilmeyen kadına insan olduğunu hatırlatmış, ve misyonuna sahip
çıktığı sürece Cennet’in onun ayağının
altında olacağının müjdesini vermiş
ve tüm dünyaya yüksek sesle bu müjdeyi
haykırmıştır. Ve kadın kimliğine
bütün zorluk ve güçlüklere rağmen sahip
çıkan ve hikâyesi Kurân'ı Kerim'de
anılmaya lâyık, Hz. Meryem'i kadınlara örnek kadın olarak takdim etmiştir.
Ayrıca O, cemiyetin çok önemli bir
üyesi olan kadınla, daha önce benzeri görülmemiş bir sosyal sözleşme yapmıştır
ve elinden alınan haklarını ona geri vermiştir. Ve ona, o olmadan kusursuz bir
cemiyetin olamayacağını öğretmiştir. Çok daha önemlisi, varlık-yokluk arasında
gidip gelen kadına, Yaratıcı’nın verdiği değeri ve kendini önemsemeyi
öğretmiştir.
Saygıdeğer konuklar,
Kur’an’ın Ehli Kitab’a yaklaşımını
da O, şu şekilde hayata geçirmiştir:
O, Yahudilere ve Hristiyanlara karşı
her zaman son derece adil ve merhametli davranmış, İlahi dinlerin mensupları
ile Müslümanlar arasında sevgi ve uzlaşmaya dayalı bir ortam oluşturulmasını
emretmiştir.
Peygamberimiz, Hristiyan ve
Yahudilerin kendi dinlerini diledikleri şekilde yaşamalarına izin verecek ve
özerk cemaatler olarak varlıklarını devam ettirebilmelerini sağlayacak
anlaşmalar yapmış ve güvenceler vermiştir ve bu güvenceyi tarihe not düşülen şu
cümleleriyle dile getirmiştir:
„Şarkta ve Garpta yaşayan tüm Hristiyanların
dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah'ın, Peygamber'in ve tüm
müminlerin himayesindedir. Hristiyanlık dini üzere yaşayanlardan hiç kimse
istemeden İslâm'ı kabule zorlanmayacaktır. Hristiyanlardan birisi herhangi bir
cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa Müslümanlar ona yardım edecektir".
‘’Hiçbir psikopos ya da keşiş
kilisesinden ya da manastırından edilmeyecektir ve hiçbir papaz, papazlık
hayatını terk etmeye zorlanmayacaktır. Onlara hiçbir eza ya da aşağılama
yapılmayacaktır ve toprakları ordumuz tarafından işgal edilmeyecektir. Adalet
isteyen adalet bulacaktır, ne zalim ne de zulüm bulunacaktır.’’
Sevgili konuklar;
Tüm bunların yanı sıra Resulullah
Kitap Ehli'nin düğün yemeklerine katılmış, hastalarını ziyaret etmiş ve onlara
ikramda bulunmuştur.
Hatta Necran Hristiyanları onu
ziyaretlerinde Hz. Muhammed (sav) hırkasını yere sermiş ve üzerine oturmalarını
söylemiştir.
Değerli misafirler dilerseniz sözü
burada, Sözün Sahibi’ne bırakalım.
"... Kitap
Ehli'yle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki:
"Bize ve size indirilene iman ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da
birdir ve biz O'na teslim olmuşuz."
Ve hüküm, kendisine ve ahiret gününe
iman ederek salih amellerde bulunan Yahudiler ve Hristiyanları onurlandırıcı
bir edayla şöyle konur:
„Şüphesiz, iman edenlerle, Yahudiler, Hristiyanlar ve
sabiilerden kim; Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa,
artık onların Allah katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar
mahzun da olmayacaklardır.“
Saygıdeğer misafirler,
Konuşmamı, ümmeti olmakla şeref
duyduğumuz Sevgili Peygamberimiz’in, Veda Hutbesi’nde bize emanet olarak
bıraktığı mirasını, bu vesileyle sizlere önemine binaen hatırlatarak bitirmek istiyorum. “Size bir emânet bırakıyorum. O“na sımsıkı
sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânet, Allah'ın kitabı Kur'ândır.’’
Allah cümlemize Kur’an ve Sünnete
uygun bir hayat sürmeyi nasip etsin. Allah’a
emanet olunuz.”
IGMG de görev yapan hocaların profili
Teşkilatta görev yapan hocaların
çoğunluğu kargadan başka kuş tanımazlar. Tetikçilik yaparak para kazanmayı
tercih ederler. Bunun için; kürsülerde Milli Gazete’nin reklamını yapmakta
mahsur görmezler, Milli Görüş düşüncesini dillendiren partiyi de kürsüye taşımak
onlar için görevdir. Kitap okumazlar, gazete ve parti bilgileri onlara
yeterlidir, dini de Erbakan’ın kasetlerinden öğrenirler. O hocalara göre; Milli
Görüşçüler herşeyi müklemmel yaparlar, yapılan olumsuzluklar onların hatasından
kaynaklanmaz, ah o düşmanlar yokmu, işte onlar olmasa başarılı olacaklardır,
onların yapacakları hayırlı işlere o düşmanlar engel olurlar, ah şu
düşmanlar...Salla başı al maaşı. Yaratan’a değil de para atana hizmet etmek işte
böyle birşey.
Kürsüye çıktıklarında, rızkın Allah’tan
geldiğini anlatrlar, aşağıya indiklerinde kendileri rızkı Allah’tan değil Milli
Görüşten beklerler. Ya görevlerine son verilirse ne yapacaklardır?
Bu konularda hocalar ne kadar
suçluysa yöneticiler de o kadar suçludurlar. Adil düzen kavramını ağızlarından
düşürmeyen yöneticiler, cami de çalıştırdıkları hocalara haklarını tam olarak
vermezler. Emekli hocalarla hizmetlerini devam ettirmek isterler. Az maaş çok
iş.
Ahiretten, adaletten, hesaptan
bahseden bir teşkilattan bahsediyorum. Veren memnun alan memnun. Allah, bu
yapılanlardan, anlatılanlardan ister memnun olsun istemezse memnun olmasın,
Allah’ı takan kim...Kendi cemaatini inandıkları dini istismar ederek kandıran,
onları Allah ile aldatan teşkilattanve onn hocasından ne hayır gelir, gelmedi
de. Neredeyse kayboldu, olacak...Allah ile aldatmaya şahit olduğum ilginç bir
örneği sizlerle paylaşmak istiyorum:
Satıyorum... Satıyorum... Satıyorum... Saaattım...
Kadir Gecesi’nde Hacı Bayram
Camii’ne gittim. Müzayede salonu mu, yoksa Cami mi bilemedim? Caminin kapısından
içeriye girerken duyduklarımdan dolayı, önce yanlış yere geldiğimi sandım.
Etrafıma baktım geldiğim yer doğru, yani camiye gelmişim. Şok yaşadım.
Ramazan’da sünnilerin camilerinde
istisnasız her akşam para toplanıyor. Bazen zekât ve fitre zarfları dağıtılıyor,
bazen camiye yardım adı altında paralar devşiriliyor. Bazen de Pakistan için,
İslami hizmetler için, dışarıdan gelen başka cemaatlar için v.s. para, para,
para... İbadetten zevk almak mümkün değil ?
Hoca efendiler; "dualarınızın
kabulü için pamuk eller cebe" diyerek, duanın kabulünü bile alacak
oldukları parayla ilişkilendiriyorlar. İnsanların camilere gelmeyişinin, cemaat
sayısındaki azalmanın sebeplerinden biri de bu tür uygulamalar olsa gerektir. Ama
böylesini ilk defa gördüm. Cami dönmüş müzayede salonuna, çığırtkanlığını da
Ramazan Gülmez hoca yapıyor, sakalıyla, sarığıyla sırtında cübbesiyle.
Müzayede başlıyor; “Satıyorum...Satıyorum...Satıyorum...Saaaattım.”
Evet, Kadir Gecesi'nde yapılıyor bu müzayede. Camideyiz. Normal şartlarda hoca,
camide dünya kelamı konşulmaz diye insanları ikaz ederken kendisi şimdi açık
artırmayla satış yapıyor. Açık artırmayla satış yapan hoca, satış yapılan yer
cami, satılan şey ise Kur’an ve Kâbe’nin örtüsü. "Satıyorum, satıyorum,
saaattım..." Satışa ilk konan Kur’an; gümüş kaplı olduğu söylenen bir
Kuran. 300 €'dan başlanıldı artışa, 500 €'ya bir delikanlıda kaldı. Sonra yeni
bir satışa daha başlanıldı. Ramazan Gülmez hoca kürssüden yönetiyor müzayedeyi.
Ve cemaatin duyusuna hitap diyor: “Biz bu gayreti sizin için gösterdik.
Üzerindeki koku tabii kokudur, evinizin devamlı olarak bu kutsal kokuyla
dolmasını istemez misiniz? Bu örtünün kumaşı has ipektir, Mısır'dan gelmiştir,
maliyeti 1500 € dur. Bu kıymetli örtü Kâbe'nin örtüsünden bir parçadır... Yok
mu başka artıran, ....satıyorum, satıyorum, satıyorum, saaattım.” 3.000 €'ya
satıldı. Mesleği doktorluk olan birisi almış bu örtüyü.
Satışlar bitti ama para toplama işi
daha bitmedi. Hoca hemen sonra kumbara soruşturmasına başladı. "Sizlere
kumbaralar dağıtmıştık, dolduranlar getirsinler ve teslim etsinler."
Ve arkasından hoca devam etti, "Zekât ve
Fitre'lerinizi vermekte acele ediniz, bu konu ile ilgili zarfları dağıtmıştık
bu güne kadar zarfları getirmeyenler acele getirsinler!"
Hoca devam eddiyor; "
Pakistan'daki kardeşlerimizi de unutmayınız, bu gece onlar için de para
toplanacaktır, görevli olan arkadaşlarımız hemen kalksın, saflar asında
dolaşarak paraları topasın, çünkü namaz vaktini bir hayli uzattık..."
Bunun adı Allah ile aldatmak değildir de nedir?
Kur’an’ın inmeye başladığı bir gece
olan Kadir Gecesi’nde yapılan bu aymazlığın adı Allah ile alatma değil de
nedir? Beynimden vurulmuşa döndüm. Aman Allah'ım camide sarığıyla cübbesiyle hoca
kürsüye çıkmış, Kadir Gecesi'nde, kutsallarımızı satıyor, Kur’an’ı satıyor,
K’abe’nin örtüsünü satıyor, hem de açık artırmayla. Para, para, para... terbiyesizliğn
bu kadarı da fazla. Kadir Gecesi'nin öneminden bahsetmek yerine, o gece inen
Kur'an'ın hayatımızda yapması gereken değişiklikleri üzerine basa basa anlatmak
yerine, müzayedeyle kutsallarımızı satmak ne kadar onur kırıcı...
Cami doluydu, bilhassa gençlerin
camide olması beni sevindirmişti. Bu doluluk Kadir Gecesi'ne mahsus bir doluluk
olmalıydı. O gencecik beyinler Kur'an ayında ve Kur'an'ın inmeye başladığı ve
"bin aydan daha hayırlı" olduğu bildirilen bu gecede, Kur'an'ın
buyruklarıyla baş başa kalsalar ve Yaratıcı'larına biraz daha yakın olmaları
için gerekli bilgileri alıp da, evlerine öyle gitseler olmaz mıydı?
Oysa gençler o gece Ramazan Gülmez
hoca tarafından iğfal edildi, teşkilat yöetmi de bu şarlatanlğa çanak tuttu. Ve
cemaat müzayede çığırtkanlığıyla kirlenen beyinlerle eve gittiler. Gecenin
kutsallığı yerine filancanın zenginliği konuşuldu eve giderken... Allah ‘Benim
kitabımı para karşılığı satmayın dediği halde bu yapıldı: "...Artık
insanlardan korkmayın, benden korkun da ayetlerimi basit bir ücret karşılığı
satmayın..!’(Maide 44) diye çeşitli vesilelerle ikazlarda bulunurken Kur’an,
Allah'a rağmen O'nun kitabını açık artırmayla satmak... Yazıklar olsun...
Aslında ben hoca efendilerin bu işi
severek yaptıklarına inanmıyorum veya inanmak istemiyorum. Hocaları bu hale
getirenler, onları para toplama memuru olarak görenler varya, benim hıncım
onlaradır. Hoca'yı üstü kapalı olarak maaş konusunda, iş konusunda tehdit
ediyor Milli Görüş Teşkilatı’nın yöneticileri. Teşkilatlarda ve cemiyetlerde
derin devletler var. Allah'ın, "Errızku alellah/ rızık Allah'a
aittir" taahhüdü konusunda zaafı olan bazı hocalarımız da duruşunu belli
edemiyor. Sonuçta hoca tahsildar oluyor. İmam-ı Azam'ı kendisine örnek alsa,
belki bu duruma düşmeyecek. "Resmi makamların istediği fetvayı vermediği
için kırbaç altında ölecek" gerekirse, ama onurunu çiğnetmeyecek, hocalık
onurunu çiğnetmeyecek. Ben böyle yürekli hocaları arıyorum. Bulursam onların
alınlarından öpeceğim...Siz de öpün öpün ki sayıları çoğalsın...
Camiler neden boşalıyor?
Ramazan ayı gelip geçiyor. İbret
dolu, çok güzel anılarla uğurluyoruz Ramazan ayını. Camiler bir ay boyunca
şenleniyor. İftar yemeklerinde dostlar birbirleriyle buluşuyor, kucaklaşıyor,
hal-hatır soruyorlar. Ancak son yıllarda teravih namazlarında camiler istenilen
doluluğa ulaşamıyor. Ama ışıkları devamlı yanıyor, iftar yemekleriyle ihtiyaç
sahiplerinin gönülleri alınmaya çalışılıyor, muhtaç olan insanların karınları
doyuruluyor, bunlar güzel şeyler. Ancak bazı camilerde 2 veya üç saf cemaat oluyor.
90'lı yıllara kadar camilerde yer bulmada güçlük çekilirdi. İster istemez şöyle
bir soru aklımıza geliyor: "90'lı yıllarda insanlarımızın çocuklarının 10-
15 yaşlarında olduğunu düşünürsek ve üçer çocuktan yola çıkarsak bugünün
camilerinin yeterli olmaması gerekmez miydi?
Hesap ortada, camiler niçin cemaat
sıkıntısı çekiyor? Cami yönetimleri ve din hizmetlileri kendilerini hesaba çekmelidirler.
Camilerin gelirini artırmak için Allah ile aldatma yerine, nerede hatalar yaptık,
hala nerelerde hata yapmaya devam ediyoruz? diye kendilerini öz eleştiriye tabi
tutmalıdırlar.
Alkışlanacak bir ayrıntı; eskiden
olduğu gibi bu camilerde hilal kavgaları yapılmıyor. Orucun hilal ile tutulup,
bayramın hilah ile yapılmasının kavgası bitmiş. Takvim esas alınarak oruca
başlanıyor ve iftar yapılıyor. Hoş ve güzel bir ortam. Önceki kavgaların niçin
yapıldığını sorgulamadan geçemiyor insan. Kime yaradı o kavgalar, ne halledildi
o kavgalarla?
Dini Cemaatler ne iş yaparlar?
İslâm dinini
din olarak seçen insanlara müslüman denir. Müslümanların rehber
edinmeleri gereken kitabın adı Kur'an’dır. Kur'an’la müslümanları
tanıştıran kişiye Peygamber denir. O'nu Allah seçmiştir. Seçilen bu kişiler
güvenilir kişilerdir. Son elçi olduğu, Seçen tarafından son peygamberdir diye
ilan edilen kişinin adı Muhammed'dir. Bu isim Hz. İsa tarafından son Elçi'den 6 asır önce İncil'de
ilan edilmiştir. Bunlar Elçi'dirler, kendilerine verilen ''Emanet'e'' birşey
ilave edemezler ve O'ndan birşey eksiltemezler. Dinler insanların dünya
hayatını dizayn etmek için gönderilirler. Arzulanan, ahiret hayatının mutlu bir
hayat olarak devam edebilmesidir. Bu gaye için bir dizi ön şart sıralar Allah,
Elçi'ye emanet ettiği O Kitap'ta. İbadetler, emir ve yasaklar bu ön şartları
oluştururlar. Cemaat olarak yaşamak bu ön şartlardandır. Cemaat topluluk
demektir. Cemaatlerde ortak hedefler olmalıdır. Bu ortak hedefler daha ziyade
insanların dünyada mutlu bir hayat sürebilmeleri için konulmuştur:
-Barış içinde
yaşanılacaktır.
-Zulüm
yapılmayacaktır, zalimler desteklenmeyecektir.
-Eğitime
ağırlık verilecektir.
-Komşuların
hakkı korunacaktır.
-Adaletle
muamele edilecektir.
-Doğa
korunacaktır, tahrip edilmeyecektir, yani, ekolojik denge muhafaza edilecektir.
-Fakirler görüp
gözetilecektir.
-Kurumlaşılacaktır
v.b.
Cemaatleşmenin
amaçlarından sayılabilecek birkaç örnektir yukarda zikredilenler. Faaliyetlerinin
kaynağını din temeline oturtan cemaatlere; dinî cemaat denir. Cemaatleşme
Allah'ın emridir. Güçlerin birleştirilmesini ister Allah. Çünkü, ciddi
çalışmalar güçlerin birleşmesiyle yapılır. ''Hep birlikte Allah'ın ipine
sımsıkı sarılın, fırkalara bölünüp parçalanmayın; Allah'ın üzerinizdeki nimetini
hatırlayın.'' (Âl-i İmrân 103) der Allah. Günümüzde cemaatler güçbirliği yapmak
için değil, sanki güçbirliği yapanları zayıflatmak için oluşturulmuşlardır.
Dinî cemaatler bu amaca uygun olarak kurulmuş gibidir.
Fırka-i naciye
Almanya'da
hizmet verdiklerini söyleyen dinî cemaatlere bir bakarsak; onların Allah'a kul
değil kendilerine üye yatiştirmekle meşgul olduklarını görürüz. İstisnalar her
zaman vardır. Cemaat başkanı veya hocası, kendisinin dışındaki dinî cemaatlerin
yanlışlarını anlatır cemaatına. Kurtuluşa erecek olan cemaat kendi cemaatıdır.
Yani fırka-i naciye kendisidir. Fırka-i naciye, kurtuluşa eren topluluk
demektir. Güya son Elçi: ''Benim ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır, içinden bir
tanesi kurtuluşa erecektir, 72 si dalâlettedir.'' buyurmuştur. Almanya'daki
dini cemaatler ne iş yaparlar sorusuna cevap ararsak; ''Kendiliğinden camiye
gelen insanların cebindeki paraları nasıl alırız''ın hesabını yaptıklarını
görürürüz. Camide çocukların okutulması da aynı amaca yönelik gibidir.
Samimiyetle, canını
dişine takarak hizmet eden, sadece Allah rızasını gözeten gerçek mü'minler bu
dairenin tabii ki dışındadırlar. Allah onlardan razı olsun, onların yar ve
yardımcısı olsun. Ne mutlu o Allah dostlarına...
Toplanan yardımlar
Bazı
cemaatlerin camilerinde, zekatlar toplanır, fitreler toplanır, kurbanlar
toplanır. Bilhassa Afrika ve Asya ülkelerindeki insanların durumu ajite
edilerek anlatılır bu iş yapılırken. Sinevizyon gösterileriyle insanların
duyguları harakete geçirilir. Hedef, duygu sömürüsü yaparak daha çok para devşirmektir.
Bu cemaatlerin hizmet portföyünde çocuk okutmanın dışında elle tutulacak hizmet
yoktur desek yeridir. Çocukları da, pedagojik formasyonu olmayan hocalar okutur
genel olarak. Bazı camilerde bir hoca 50-60 çocuğu bir iki saat içinde okutmak
zorundadır. Bir çocuğa düşen zaman 5 dakika bile olmayabilir. Bazen hocalar iki
üç çocuğu aynı anda okutmak zorunda kalır. Yeteri kadar hoca istihdam etmek
istenilmez. Yeni bir istihdam, artı masraf demektir. Çünkü, toplanan paralar
camilerde kalmaz, genel merkezlere gider. Hocaların aldıkları maaşlar
yaptıkları hizmetlerle doğru orantılı değildir. Çark böyle döner. Çarkın yanlış
döndüğünü farkedenler ve bu yanlışlığı dillendirenler hemen görevden alınırlar.
Hem de çeşitli iftiralar atılarak görevden alınırlar.
Bu yanlış nuygulamadan doay dînî cemaatlerin :
-Vakıfları
yoktur.
-Hastaneleri
yoktur.
-Öğrenci
yurtları yoktur.
-İmam
yetiştiren yüksek okulları yoktur.
-Kur'an
öğretmeni, dindersi öğretmeni yetiştiren kurumları/okulları yoktur.
-Gazeteleri,
dergileri yoktur, televizyonları yoktur.
-Hukuk büroları
yoktur.
-Danışma
merkezleri, araştırma merkezleri yoktur.
-Sosyal
konutları yoktur. Yani gelecekleri yoktur...
Cemaat bu paranın hesabını sormaz veya soramaz
Teşkilat, topladıkları
paraların büyük bir bölümünü Almanya dışına çıkarmakla meşguldür. Bazen bu
paralar, Somali'ye yardım diye çıkar, bazen Afganistan'a yardım diye çıkar,
bazen Filistin'e yardım diye çıkar vb.... Sadece bu görev için kurulan yardım
kuruluşları vardır. Yıllardan beri ne Afganistan'ın problemi çöçözülmüştür, ne
Filistin'in, ne Çeçenistan'ın... Buna rağmen yine de toplanır o paralar. Cemaat
bu paranın hesabını sormaz veya soramaz. Bu sorumsuz sorumluların tutumu
yüzünden; dini cemaatler bir araya gelip, güçlerini birleştirip, hizmet
alanlarını belirleyerek ortak çalışma içine giremezler. Meşrep çalışmaları dini
hizmetlerin devamlı önünde tutulur. Olmazsa olmaz olan, din değil de sanki
meşrepmiş gibi hareket edilir.
Dînî Cemaatler;
50 yıldan beri
kendi ihtiyaçları olan imamlarını kendileri yetiştirememektedirler. İmam
yetiştiren bir yüksek okul açamamışlardır. Bu cemaatlerin böyle bir yüksek okul
açmaya güçleri yetmez mi? Elbette yeter. Ancak bu yetişen imam hangi meşrebe
göre din anlatacaktır, Kur'an'ı hangi meşrebe göre yorumlayacaktır? Hal ilmini
hangi mezhebe göre anlatacaktır. Mesela abdesti bozan şeyleri hangi mezhebe
göre anlatacaktır. Sorun buradadır. Yazıktır, günahtır. Dini cemaatler
birbirlerinin ayağına basmayı bırakarak, en kısa zamanda bir araya gelmeli ve
bu gidişe dur demelidirler.
Türkiye'den
getirilen ısmarlama hocaların çoğu, hizmet aşkıyla gelmiyorlar buraya. Biraz
para kazanarak, ceplerini doldurarak geriye gitmeyi düşünüyorlar. Bundan dolayı
da etliye sütlüye karışmadan zamanlarını doldurmak istiyorlar. Ve işte tam da
bu yüzden ciddi çalışmaların altına imza atamıyorlar.
Cami
derneklerinin de işine geliyor bu uygulama. Böylece ne şiş yanıyor ne de kebap.
Halk, veren el olduğu, alan el olmadığı sürece kervan yürüyor. Tekerin önüne
taş koymak isteyen olursa, ona da haddini bildirmek o kadar zor olmuyor. Bu
duyarsızlık böyle devam ederse 20 yıl sonra camiler birer birer kapanmaya
başlayacaktır. İşte o zaman çok geç olacaktır. Afrika ülkelerine para
göndermenin cezasını 20 yıl sonra gelecek olan nesil çekecektir. Kendi çocuklarımız,
geleceğimiz gözümüzün önünde eriyip giderken, tamamen Afrika'ya el uzatmak
ihanet değildir de nedir? Oradaki insan yarın yine aç kalacaksa, bugün et yese
ne olur yemese ne olur... ''Aklınızı çalıştırmazsanız, sizi pislik çinde
bırakırım.'' (Yunus 100) der Allah.
Kiliselerin papaz yetiştiren;
-Yüksek
okulları vardır.
-Vakıfları
vardır.
-Sosyal
konutları vardır.
-Danışma
merkezleri vardır.
-Meslek
okulları vardır.
-Televizyonları,
dergileri vardır.
-Yayınevleri
vardır.
-Araştırma
merkezleri vardır.
-Meslek
okulları vardır.
-Hastaneleri
vardır.
-Üniversiteleri
vardır.
Müslüman cemaatlerin ise:
-Tarihe mal
olmuş ataları vardır; yenilerini yetiştirmek gerekmez. Yapılacakları dedeleri
yapmıştır.
-Babaları deleri
müftüdür; cennete girmek için onların torunu olmak yeterlidir.
-Kalpleri
temizdir; kendilerinin salih amel işlemeleri gerekmez.
-Somalileri
vardır; oralara gönderilen paraların hesabını vermek kolaydır, çünkü, kontrol
dışıdır.
-Filistinleri
vardır; devletleri olmadığı için Filistin üzerine hamaset yapmak daha
etkileyici olur.
-Afganistanları
vardır; Afganistanlılar da garibandır, onların adını vererek para toplamak
kolaydır.
Ancak
insanımızın, kendi çocukları parklardadır, esrar, eroin bağımlısıdır, kumarhanelerdedir,
meyhanededir, hapishanededir. İş merkezlerinin kapılarında kuyruktadır.
Gayeleri, hedefleri yoktur. Serseri mayın gibi dolaşırlar ortalıkta. Allah
aşkına bu dini cemaatler ne iş yaparlar?
İrfan Taşkıran
Siyami kemal-i
afiyetle görevini tamamladıktan sonra Bölge Başkanlığına aynı usulle İrfan
Taşkıran getirildi. Genç yaştan beri teşkilatın içinde olan bir delikanlıdır
İrfan. Saygılıdır, kalp kırmamaya özen gösterir, yardım severdir. Teşkilatın
dışa bakan yüzünü biraz da olsa aydınlatan kişidir. Milli Görüş’ün dışındaki
teşkilatlar nezdinde ve resmi makamlarda teşkilatı tanıtmıştır. En azından teşkilat
oralarda kabul görmeye başlamıştır İrfan sayesinde. Liberal bir politika izledi
başkanlığı süresince. Bu çalışmaları Genel Merkez nezdinde kabul görmemiş
olacak ki, süresi dolmazdan 6 ay önce görevden alınıverdi.
Kendisine
defalarca söyledim; ‘İrfan’ım yaptığın bu güzel işler bazılarını rahatsız
edebilir. Önce yönetim kurulu üyelerinden başlayarak bir değişiklik yap. Kendi
yönetimini oluştur, sonra pişman olursun.’ dedimse de sözümü dinletemedim,
gerekli değişiklikleri zaman içinde yapacağını söyleyerek işi zamana bıraktı.
Ben haklı çıkmak istemezdim ama, maasef haklı çıktım. Duyduğuma göre, ‘Havaalanında
beni karşılamaya gelmedin!’ diye, sudan bir bahaneyle süresi daha dolmadan
görevden alınıvermiş.
IGMG Berlin
bölgesi Mahmut Gül ve Nail Dural sonrasında
7 şiddetinde büyük bir depremle sarsıldı. Bu depremin artçıları Siyami Öztürk döneminde de
devem etti. İrfan Taşkıran her ne kadar depreme dayanıklı binalar yapmaya
çalışsa da çürük malzeme kullandığı için, onun yaptığı binalar da bir günde
yerle bir oluverdi.
İrfan’dan sonra
göreve gelen Said Jurnal genç ve tecrübesiz bir delikanlı. Ben kendisini
severim, başarılı olması için Allah’tan yardım diliyorum.
Koskocaman bir
teşkilat maalesef kifayetsiz muhteristler tarafından itibarsızlaştırlıverdi.
Yazık oldu bunca emeğe, göz yaşına, dökülen tere, harcanan mesaiye. İnsan
düşünmeden edemiyor; bütün bu hadiseler görünmeyen bir elin projesi olabilir
miydi?
Belki de...?!
Devam edecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder