27 Kasım 2022 Pazar

DOĞU ANADOLU GEZİSİ IV

Biz yapılacakları yapıyor ama tanıtımınıyapamıyoruz. İnsan, oraya, o anıta  tarihi iyi bilen birkaç uzman kişi görevlendirir veonlar da her gün orda ziyarete gelenlere Ermeni Mezalimi Anıtı’nın nedendikildiğini anlatırlar. İnsanlar anıta bakıp fotoğraf çektirip oradanayrılmazlar. Ayrıca, müze içerisinde anlamlı bir müzik çalınmalı.Ermeni vahşeti video görüntüleri ile salonda anlatılmalı. Ama nerede…!!! İçeridesadece bir güvenlikçi var. Onun da kendisinden haberi yok. Zavallı hizmetettiği yer ile ilgili gerekli bilgilerle donatılmamış ki, o ne yapsın.   Rüştü Kam IĞDIR  Iğdır, Türkiye'nin Doğu AnadoluBölgesi'nde. Yapılaşma çok kötü. Çarpık yapılaşma derler ya işte ondan. Nüfusuköy ve belde nüfuslarıyla birlikte 200 bin civarındaymış. Iğdır, Türkiye'nin üç ülkeyle sınırı olan tek iliymiş.Ermenistan, Nahcivan Özerk Cumhuriyeti ve İran ile sınırkomşusuymuş. Iğdır, tarih öncesi çağlardan bu yana önemli bir yerleşimmerkeziymiş ve verimli bir ovaya sahipmiş. Ova, Karasu ve Aras Nehirleritarafından sulanırmış. Iğdır ovası Ağrı Dağı tarafından koruma altına alınmış.Ortalama sıcaklık 11.6 derece imiş. Kışlar ovada daha yumuşak, yazlar isedaha uzun ve sıcak geçermiş. Her türlü meyve sebze yetişirmiş Iğdır Ovası’nda. AkdenizBölgesi’ne benzermiş iklimi. Bilhassa Iğdır Kayısısı kayda değer bir aromayasahipmiş ve bu kayısı dünyada sadece Iğdır’da yetişirmiş. Şehrin en büyük nüfusyapısını Azeriler ve Kürtler oluşturmaktaymış. Günlük konuşulan dil, Azerice veKürtçeymiş. Nevruz ve Muharrem ayı kutlamaları önemli kutlamalardanmış. Iğdır’ınsembolü leylek imiş. Şehrin girişinde iki tane devasa leylek heykeli misafirlerini selamlıyorlar. Xoş gəldiniz, sevinc gətirdiniz... Iğdır,her yıl mart ayı itibarı ile göçmen kuşların konaklama ve geçiş yeri haline gelmiş.Iğdır ülkemizde bulunan 486 kuş türünün 325’ine ev sahipliği yapmaktaymış.Bunların içinde en ilgi çekici olanı Iğdır’ın sembolü haline gelen leylekmiş. Iğdır yöresinde leylek hakkında birçokinanış varmış. Mesela:  Leylek bacalaraveya evin yakın bir yerine yuva yaparsa o evin kötülüklerden korunduğuna, tabiatta bulunan zararlılarıtemizleyerek de bereketi getirdiğine inanılırmış. Leyleği ilk defa havada görenlerin o yıl çok seyahat edeceğine, evinin çatısına leylekkonanların da yakın zamanda ev sahibi olacağına inanılırmış. Çok seyahat edenlere “Leyleği havadagördün galiba…” deyimi buradan gelirmiş.  İşteAnadolu, işte benim ülkem. Neresine giderseniz gidiniz ayrı bir hikâyesi ayrıbir iklimi ayrı bir güzelliği var. Ülkemizi tanıdıkça ne diye bu ülkeyi ısrarlabölüp parçalamak istiyorlar daha iyi anlıyoruz. Ülkeyi yönetenleredir sözüm:“Ne olur özellikle çocuklarımıza, gençlerimize ülkelerini tanıtın. Yerindetanıtın. Okul gezileri düzenleyerek tanıtın. Her yıl bir başka bölgeyerehberler eşliğinde geziler düzenleyerek tanıtın. Bu gezileri cüz’i bir ücretkarşılığı yapın, işadamlarından destekleyici olmalarını isteyin. Ama mutlaka bugezileri düzenleyin. İnsan tanımadığının bilmediğinin düşmanı olurmuş. Okulkitaplarında yazılanlarla ülke tanınmıyor. Oralara gitmek lazımdır, sıcaktemasların kurulması lazımdır, arkadaşlıklar edinilmesi lazımdır.  Bizim bugezimiz Türkiye’ye yaptığımız dokuzuncu gezidir. Her yıl bir bölgesinigeziyoruz ülkemizin. Türk Eğitim Derneği üyeleri yapıyor bu gezileri. Geziyekatılan üyelerimiz Türkiye’ye hayran kalıyorlar. Neden bu yaşa kadar bizburalara gelmemişiz diyorlar. Tanıtmayınca tanınmıyor, teşvik etmeyince degidilmiyor…   Soykırım Anıtı veMüzesi Bu anıt 1915-1920 tarihleri arasında bölgedeyaşayan Ermeni saldırılarını sembolize edermiş.  Türkiye'nin en yüksek anıtıymış. 1997-1999 tarihinde hizmetegirmiş. Müzede Ermenilerin yaptıkları toplu katliamları ispatlayan belgeler veeşyalar varmış. Bilhassa işkence gören insanların işkence aletleriyle birlikte sergilenenkemikleri varmış. Rehberimizin anlattığına göre 4 sene önce kemikler oradaymış.Anıt tamire girince o kemikler oradan kaldırılmış. Resimleri de yok edilmiş.Sadece yazılarla anlatılmış olanlar (2022).  Müzenin giriş kapısı Selçuklu geleneklerine göre yapılmış. Suni bir tepeninortasında konuşlandırılan 5 kılıcın eğri uçları yukarıda birleşerek kubbeşeklini almış. Kabzaların dış yüzlerindeki her kılıçta birer asker figürüvar. Figürler farklı. Her kılıç kabzasında bir tarihi devrin askeri tasviredilmiş. Bunlar sırasıyla, Hun, Göktürk, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye askerleriymiş.  Ermeni katliamlarıyla ilgili, Tarihçi JustinMcCarthy şöyle demiş: “Kafkasya'da Ermeniçeteleri tarafından Türkler ve Kürtlere katliamlar yapılmıştır. Birinci Dünya Savaşı'ndaErmeniler, Doğudaki 6 vilayetin (Sivas, Mamüret'ül Aziz, Diyarbakır, Bitlis, Van ve Erzurum) kendilerinin olduğunu iddia ediyorlardı. Oysa otarihte o vilayetlerde nüfusun yüzde 17'si Ermenilerden, yüzde 78'iMüslümanlardan oluşuyordu. Ermeniler katliam yaparak nüfusu düşürmek istediler.“ Biz yapılacakları yapıyor ama tanıtımınıyapamıyoruz. İnsan, oraya, o anıta  tarihi iyi bilen birkaç uzman kişi görevlendirir veonlar da her gün orda ziyarete gelenlere Ermeni Mezalimi Anıtı’nın nedendikildiğini anlatırlar. İnsanlar anıta bakıp fotoğraf çektirip oradanayrılmazlar. Ayrıca, müze içerisinde anlamlı bir müzik çalınmalı.Ermeni vahşeti video görüntüleri ile salonda anlatılmalı. Ama nerede…!!! İçeridesadece bir güvenlikçi var. Onun da kendisinden haberi yok. Zavallı hizmetettiği yer ile ilgili gerekli bilgilerle donatılmamış ki, o ne yapsın.  Anıtın hemen yanı başında iki tane de apartmanvar. Orada ucube gibi duruyorlar. O ucubeler yıkılmalıdır. Silueti bozuyorlar. Buşehrin, valisi, belediye başkanı, kültür müdürü yok mudur Allah aşkına?Ayrıca böylesine anlamlı bir anıtmüzenin lavabosu olmaz mı? Olur, elbet ama yok. Gerçekten yokmuş. Ben güvenlik görevlisininyalancısıyım. Sordum güvenlik görevlisine, sen nasıl yapıyorsun tuvaletmeselesini? “Bir şekilde yapıyorum işte” dedi. Beklide orada tuvalet var amaaçmıyorlar. Yoksa en yakın yer 10 dakika yürüme mesafesinde. Engellilerin ve yaşlıların müzeye nasılçıkacakları da maalesef düşünülmemiş. Anıt müzesi yapılmış yapılmasına da, tanıtımınaönem verilmemiş. Yazı ve resimlerin dışında görmeğe değer bir şey yok müzede. Sorumsuzsorumlular yönetici olursa böyle oluyor galiba… Muradiye Şelalesi Tendürek Dağı'ndan beslenen Bend-i Mahi Çayı üzerindekigörkemli bir şelale, Muradiye Şelalesi. Şelale, Muradiye ilçe sınırlarıiçerisinde. Van şehir merkezine 80 kilometre uzaklıkta. Şelale adını, Bağdatseferine çıkan Osmanlı Padişahı IV. Murat’tan almış. Şelalenin yüksekliği 18metreymiş. Orada bir de asma köprü bulunmakta. O köprüden geçişi korkusuz vemarifetli olanlar başarabilirmiş. Şelalenin çevresinin biraz daha düzenliolması ve temizliğine önem verilmesi gerekiyor. Şelale kışın-20 dereceleredüşen havada donarmış. Gün batarken geldik şelaleye, o insanı dinlendiren suçağıltısını sindire sindire dinleyemedik. Çağıltıya sebep olan suyun 18metreden düşüşünü de maalesef seyredemedik. Biraz da hava soğumaya başlayıncaEmin‘in düdüğü acı acı çalmaya başladı. Hemen yola koyulduk. Kaptan Sezgin “Vanlıyam”türküsünü havalandırdı. Bizler de koro halinde eşlik ettik. “Giderem Van’a doğri Yolum İran’a doğri Kes başım kanım aksın Kıymet bilene doğriVanlıyam, şanlıyam, kılıcı kanlıyam Bu dağın karı benem Gün vursa erimenem Yedi yıl yerde yatsam Aşığam çürümenemVanlıyam, şanlıyam, kılıcı kanlıyam” Van’a girerken Oğuzhan’ıamcalarına teslim etmemiz gerekiyordu. Babasının isteği böyleydi. İsteğe uyduk.Bir gün sonra kaldığımız otele getirecekler. Oğuzhan‘ın dedesi Çaykaralı. Heyelantehlikesinden dolayı 1965 yılında Çaykara’dan iki köy göç ettirilmiş. Türkiye’nindeğişik bölgelerine göç ettirilmişler. Kimisi Muş’a kimisi Hatay’a kimisiÇanakkale’ye hatta Kıbrıs’a bile göç ettirilenler olmuş. Oğuzhan’ın dedesi deVan’a göç ettirilenlerden. Oğuzhan’ın babası Yunus anlatmıştı bunları.  Bulunduğunuz yerden biryere göç etmişseniz veya göç ettirilmişseniz artık geriye dönüş olmuyor. Birşekilde kök salıyorsunuz, sonra da orada öylece kalıyorsunuz. Bizler de göçedenlerden değil miyiz? Hangimiz geriye gidebiliyoruz. Buralara kök salmışızbir kere, nasıl gideceğiz. Torun torba derken kalıyoruz işte gurbet ellerde. Gurbetelde kalmak istemeyenler uçağın bagajında dönebiliyorlar geriye. Acı ama gerçek…  Van Van, Van Gölükıyısında toprakları verimli, akarsuları bol, iklim koşulları oldukça elverişlibir yerleşim merkeziymiş. Bu yüzden tarihin eski çağlarından beri birçokmedeniyetin kurulduğu yer olmuş. Şehri ilk kuran Asur Kraliçesi Semiramis'miş. Urartular zamanında ise şehir birimparatorluk merkezi haline gelmiş ve Urartuların başkenti olmuş.  O zaman Van’a Tuşpa derlermiş. Urartukralı I. Sarduri Tuşpa’yı başkent yapmış. Urartulardan kalma TuşpaKalesi 3000 yıldır hâlâ ayakta. Kaleye şeytan basamaklarından yürüyerek çıkılıyor.Dik ve zor tırmanıldığından bu adı almış olmalı. Çıkamayanlar aşağıda kaldılar.Hediyelik eşyaların satıldığı yer var orada. Lavabonun yanında, çay kahve deiçilebiliyor.  Urartu Krallığı'na MÖ 612yılında Anadolu'ya gelen Medler son vermişler. Evliya Çelebi, Van Kalesi’nişöyle tanıtmış: “300 kadar yeniçeri ve topçu iç kalede yaşar. Suluk Kulesiüzerindeki bölme hisarlarda evli askerler dururdu. Kale içinde kiliseden bozmaSüleyman Han Camii, saray ve medreseler vardır. Van Kalesi’nin yüksekduvarlarına ok eriştirmek imkânsızdır. Ancak, IV. Murat, Revan Savaşı’ndandönerken Pehlivan Sarı Sulak ile Hacı Süleyman’a ok attırmış ve onların okları kaleduvarlarını aşmıştır.“  Osmanlı döneminden kalanSüleyman Han Camii ve minaresi ile askeri amaçlı kerpiç ve taştan çeşitliyapılar hâlâ ayaktadır.   Kalenin etrafında yerleşimmerkezi varmış. Kaleden bakınca ayakta kalan minareler ve bazı duvarlarla gözgöze geliyorsunuz. O size bakıyor siz de ona. Sadece bakışıyorsunuz. Ruslar nevar ne yoksa hepsini yakmışlar, yıkmışlar (1918). Ani harabelerinde de aynı şekildekatliama şahit olmuştuk. O katliamları da Ruslar yapmıştı. Tarihi eserlerinkatliamı. Moğollar gibi. Türklerin geçmişindetarihi eser katliamı yokmuş. Hatta yıkılan eserler var ise onları inşa etmegeleneği varmış. Türklerin en fazla yaptıkları, kiliseyi camiye çevirmekmiş.  Rehberimiz olmasaydıöylece etrafa bakacaktık, bakışacaktık ve fotoğraf çekilerek geriye dönecektik.Maalesef rehbersiz tarih ve kültür gezisi yapmak çok yanlış, boşuna masraf. Bazıarkadaşlarımız kendi başlarına geziler yapıyorlar. Aslında onları tebrikediyorum. En azından gezip görmek istiyorlar. Koşa koşa köylerine varıp oradanyine koşa koşa geriye dönmüyorlar. Yeni yeni yerler tanımak istiyorlar. Nekadar güzel. Bu güzelliğe bir güzellik daha katmak gerekiyor; madem oralarakadar gidiyorsun, masraf yapıyorsun, oradan bir de rehber tedarik etsen nekadar da güzel olur. Rehber tedarik edemiyorsan en azından bir broşür alıpokusan veya önceden internetten o yerler hakkında bilgi edinsen geziniz daha daanlamlı hale gelmez mi?  Her ilde ve ilçedekültür müdürlükleri var. Oraya gidip başvurmanız yeterli. Sizin yanınıza birrehber katacaklardır. Ancak ücretini ödemek gerekiyor. Van Kalesi, kayalarınüzerine inşa edilmiş. Van’a hâkim bir kayalığın üzerine. Kalenin eteklerinegeldiğimizde otobüs sağa yanaştı ve kalenin yamaçlarındaki Urartulardan kalmabazı adetleri anlattı Emin. Eski devirlerde Göl ile birleşik olduğuanlaşılan bu kayalığın batı ucunda Madır Burcu adı verilen ve I. Sadurtarafından yaptırılan bir iskele varmış. Bu iskelenin inşa kitabesinde çiviyazısı ile şunlar yazılıymış: “Ben, Sarduri Lutipri’nin oğlu; büyük kral, güçlükral, dünyanın kralı, Nairi ülkesinin kralı, eşsiz kral, savaştan yılmayankral, ben derim ki; ben bu taş bloklarını -ortalama 35 ton ağırlığında-,Alniunu kentinden getirdim ve bu duvarı inşa ettim.“ Aşağıdan baktığımızdaUrartu Kralı Argişti’nin ve başkalarının kaya mezarlarını da görebiliyoruz. Dikkatlicebakınca sunakları da görebiliyoruz. Urartular Tanrılarınakurbanlar keserlermiş. Orada yamacın böğründe duran bir kapı var. Taç kapıdenirmiş o kapıya. O kapıda hangi Tanrı’ya kaç tane kurban kesilmiş ise yazarmış.  O kurban ritüellerinin yapıldığı yerlertemizlense ve biz de orijinal haliyle oraları görsek ne kadar anlamlı olurdu.Yüce Mevla’mız “yeryüzünde gezin görün ve ibret alın“ diyor ya. İşte o zaman ibretalınabilecek hale gelir bu eserler. O insanlar neler yapmışlar, nasıl birinanca sahiplermiş, niçin kurban keserlermiş, aile yapıları, mutfak kültürleri,ölülerine gösterdikleri ihtimam, sosyal yaşam vb.Tarihi eserler yeni yenikoruma altına alınmaya başlanmış. Ancak kazılar yavaş ilerliyormuş. İradeoluşmuş oluşmasına da, bu sefer de para yok ve eleman yok diyorlarmış.  Van Kedisi Van Kalesi’nden sonra kedibarınağına gittik. Van kedisi barınağı. 40 yaşlarında bir delikanlı yapmış bubarınağı. Van kedisi, kökeni Van Gölü bölgesine dayanan ve bu sebeple VanKedisi adını alan kedi ırkıymış. Bir gözünün mavi diğer gözünün kehribar veyayeşil olması ve tüylerinin beyaz olması sıklıkla rastlanan bir durummuş. Yurtdışına çıkarılması izne bağlıymış. Giriş 10 TL. içeride 20kadar kedi var. Oradan oraya koşuşup duruyorlar. Çok tatlılar. İnsanlara daalışkın olmalılar, kaçmıyorlar. Birisini omuzuma bile aldım. Barınak sahibidaha büyük bir barınak yapmak istiyormuş ama gerekli desteği alamıyormuşdevletten. “Bizim barınaklarımız var senin de ayrıca bir barınak yapmana gerekyok boşuna masraf“ diyorlarmış. Devletin verdiği cevap böyle midir yoksabaşkaca şartlar var da bize aktarılan bu kadar mıdır? Onu bilemiyorum.  Van kedisinin göz rengiüç gruba ayrılırmış: 1-Her iki gözü mavi(daima turkuaz mavisi), 2-Her iki gözü kehribar(Sarı renk ve tonları, çok nadiren kahverengi) 3-Tek-göz, yani birgözü mavi diğer gözü kehribar renkte olanlar.  Yavru kedinin doğumundan25 gün sonra göz renkleri farklılaşmaya başlarmış ve 40 gün sonra da gözrenkleri netleşirmiş. İki kulağı arasında bir veya iki adet siyah nokta bulunanVan kedisi yavrularının çoğu tek-göz olurmuş. Bu siyah noktalar âdeta tek-gözkedilerin mührü olarak tanımlanırmış. Mehmet Kuşman Mehmet KuşmanÇavuştepede bizi bekliyormuş. Eskisi gibi zamanını Çavuştepede geçirmiyormuşartık. Arayanlar olursa özel olarak gelip onlarla sohbet ediyormuş. Bizimprogramın içinde önceden var olduğu için verilen saatte orada olmamız gerekiyordu.Olamadık. Bir saat gecikmeyle Çavuştepeye ulaştık. Mehmet Kuşman elindebelgeleriyle bizi bekliyordu. Hoş-beşten sonra hemen konuya girdik. Uzun uzunkonuştu bizimle. Çavuştepedeki kazıları da gösterdi ve de heyecanla anlattı. 82yaşında olmasına rağmen bizden hızlı tırmanıyordu tepeye. Yaşamının büyük bir bölümünü Urartucayaadayan 82 yaşındaki Mehmet Kuşman dertli hem de çok dertli. “Gelin bu yazıyısize öğreteyim” diyormuş gelen olmuyormuş. “Üniversitede bana yer verin oradaöğrencilere yardımcı olayım” diyormuş bakarız diyorlarmış. Yine de olmuyormuş. Birtürlü bakamıyorlarmış vesselam. Mehmet Kuşman, kendi çabaları ile öğrenmiş Urartu alfabesinive dilini. 82 yaşındaki Kuşman, dünyada Urartuca yazan, okuyan ve konuşan 12insandan biriymiş.Hakkında birçok araştırma yapılan, kitaplaryazılan, belgeseller çekilen, yurt dışında birçok seminere davet edilen Kuşman,ender yetişen insanlardan birisi. Tam bir alaylı. Mehmet Kuşman, Çavuştepe Kalesinde önce işçi olarak çalışmayabaşlamış, sonrasında da bekçi olarak işe devam etmiş. Sonrasını şöyle anlattı:"Çavuş Tepe’de kazılar yapılmaya başladı. Kazılar sırasında orada birkitabe bulundu. Fakat hocalar o kitabeyi okuyamıyorlardı. Şaşkın şaşkınbirbirlerine bakışıyorlar ve kara kara düşünüyorlardı. Ben de o dönem profesörolanların bu dünyada her şeyi bildiğini düşünüyordum. Fakat öyle değilmiş. O andaben Urartucayı, öğrenmek için karar verdim ve başladım çalışmaya. Bazıkurumlardan yardım istedim. Hatta kazı ekibinden yardım istedim. Bana ödenek ayıramadılar.Beni desteklemediler. Hatta bana güldüler bile. Kendi imkânlarımla yaklaşık 3 yılda Urartu alfabesini biraraya getirdim ve öğrendim. Urartu alfabesini ortaya çıkarabilmek için, İran,Ermenistan, Suriye ve Türkiye’nin birçok şehrine gittim. Üç yıllık bir çalışmasonucunda Urartu alfabesini ortaya çıkardım ve kazı ekibine de takdim ettim. Hemyazıyorum hem de okuyorum. Benim 11 çocuğum var. Şu anda memur olan bir oğlum var.Urartucayı sadece o biliyor. Ona öğretebildim. Fakat o da işi gereği çok fazlauğraşamıyor. Dünyada bu dili bilen çok az sayıda kişi kaldı. Tahmin ediyorumen gençleri de benim ve 82 yaşındayım. Diğerleri benden yaşlılar. Ben 58 yıldırUrartu Kalesi'nde bu işle uğraşıyorum. Yaşlandım ve artık bu işi yapmaktazorluk çekiyorum. Urartuca dili diğer diller gibi üniversitelerin ilgilibölümlerinde ders olarak okutulmalıdır. Yoksa bunca emek yok olup gidecektir. ”Dedim ya Mehmet Kuşman dertli. Hem de çok dertli… Bugüne kadar Türkiye, hangi değerine sahip çıkmış daMehmet Kuşman’a sahip çıkacak.  Keledoş Mehmet Kuşman’dan sonra serbestzaman verildi. Sabah 08:00’ e kadar isteyen istediğini yapabilir.  Önce yemek zamanı. Keledoş yememiz lazım.Van’a özel bir yemekmiş. Biz taksi ile gittik restorana. Yaya gidenler deolmuş. Restoranda buluştuk. Kuşhane Restoranı. Atıştırmalıklardan sonra anayemek geldi. Mis gibi tereyağı kokusu ise önden geldi. En üstte kavurma et var. Etin altında dövülerek ezilmiş özelhazırlanmış bir karışım var. Nohut, ak pancar, kurut, yeşil mercimekten oluşanbir karışımmış. Üzerine bir de tereyağı dökülmüş.  Muhallebi kıvamında özel bir lezzet. Buyemeğin adı Keledoş. Yeme de yanında yat derler ya işte o cinsten.  Bizler gezi süresince ev yemekleriyapılan restoranları arıyoruz. Bu arayışımız rehberleri fazla mutlu etmiyor amabiz yine de arıyoruz. Bulursak orada yemek yiyoruz bulmaz isek rehberlere tabioluyoruz. Keledoş ile ilgili anlatılanlar doğruydu. ”Van’a galip de Keledoşyemeden gidilmez. Gidilirse Van’a geldim dememek lazımdır.“ demişlerdi.gerçekten doğru demişler. Servis yapan gençler de nazik olunca… Yemekten sonra alışverişmağazalarını dolaştık. Hureyre nişanlısı ile birlikte damatlık almak için bizdenayrıldılar. 17 Aralık 2022’de düğünü var. Ben de otele çekildim ve Eminkardeşimle öbür günün gezi güzergâhını gözden geçirdim.    Sabah hareket zamanında herkes yerinialmış. Artık grup, grup disiplinine alışmaya başladı. Dolayısıyla da cezakesilemez oldu. Bir taraftan seviniyoruz grup disiplinine uyulduğu için öbürtaraftan üzülüyoruz geç kalanlara ceza kesemiyoruz. O cezalarla bütçe oluşturupbazı mekânlarda gruba çay kahve ziyafeti çekiyorduk.  Akdamar Sabah 08’de yola koyulduk. HedefimizdeAkdamar Kilisesi var. Akdamar Adası Gevaşİlçesi’nin sınırları dâhilinde yer alıyormuş. Adaya tekne ile geçtik. Kilise buadada. Hava oldukça güzel olunca ve tekne de denizde yüzmeye başlayınca gençlerdurdukları yerde duramıyorlar. Kaptan da gençleri tetikleyen türkülerihavalandırınca gençler başladı halay çekmeye. Her yaşın kendine göregüzellikleri var işte. Ne güzel. Bazen insan keşke ben de genç olsaydımdiyebiliyor.Önce adanın etrafında bir tur attık.Sonrasında yaklaştık iskeleye. Kiliseye ulaşmak için yokuş yukarı tırmanmakgerekiyor. Ortodoks kilisesi. Ermenilere ait bir kilise.  Kutsal Haç adına Vaspurakan Kralı I. Gagiktarafından 915-921 yılları arasında yaptırılmış. Kilise, mimarisi yanında dışcephelerindeki figürlü taş plastiği ile dikkat çekmekte. Kilisenin figürlürepertuarı oldukça zengin. Harita gibi. İncil ve Tevrat'tan alınmış çeşitlisahneler var. Yunus Peygamber’in denize atılması, Hz. Meryem ve kucağında İsa, Âdemile Havva'nın Cennet'ten kovulması, Hz. Davut ile Kral Goliat'ın mücadelesi,Samson Filistinli ikilisi, ateşe atılan üç ibrani genci,  bunlardan başlıcaları. Bunlardan başkacephenin alt ve üst kesimlerinde, asma sarmaşığından oluşan kuşaklardolanmaktadır. Bu kuşakların içlerinde çeşitli dünyevi sahneler işlenmiş. Avsahneleri, çeşitli hayvanlar, güreşçiler ve sarayla ilgili birçok sahneye yerverilmiş. Ayrıca asma sarmaşığı bordürünün içerisinde Abbasi Halifesi Muktedir,başı haleli, bağdaş kurmuş vaziyette bir elinde kadeh, diğer elinde üzüm tutarvaziyette, tasvir edilmiş. Ayrıca hayvan figürleri de hayranlıklaseyredilebilecek figürler arasındadır. Harika bir Kilise. Bu figürlerin açıklamalarıiçin mutlaka iyi bir rehbere ihtiyacınız olacak.  Alçak bir kapıdan eğilerek kiliseye giriyor.Saygı için kapı alçak yapılmış. Asıl kiliseye merdivenlerle çıkılıyor.Kilisenin içerisini de günümüzde büyük ölçüde bozulmuş olan freskler süslemekte.Bu fresklerde genel olarak Hz. İsa ile ilgili konular işlenmiştir. Dönüşte öğle yemeği için balık restoranagittik. İnci Kefal yiyecekmişiz. Van Gölü’ne has bir balıkmış.  İnci Kefali  İnci Kefali, VanGölü’nün tuzlu ve yüksek derecede sodalı sularında yaşayabilen, endemik birbalık türüymüş. Adı kefal olmasına rağmen, aslında o sazangillerin bir üyesiymiş.Son yıllara kadar, göl çevresinde yaşayan insanlar ve bazı bilim insanlarıdışında kimse varlığından haberdar değilmiş. Çünkü o, iç sularımızda bulunanonlarca türden sadece birisiymiş. En fazla yedi yıl yaşar ve üç yaşında üremeyebaşlarmış. Üremek için sürüler oluşturarak akarsulara göç edermiş. Üremedöneminde, büyük sürüler halinde akarsulara göç ettiği için tüm dereler balıkladolarmış. İnci Kefal, Uçanbalık, Van Denizi’nin tuzlu-sodalı sularında yaşayabilen tek canlı türüymüş.  Dünyada sadece bu kapalı havzada bulunmaktaymış.Kış aylarında gölün 75 m derinliklerine kadar inebilirken, yaz aylarında 10-15m derinliklerde beslenmeyi tercih edermiş. Eşsiz Bir Yaşam Döngüsü varmış UçanBalık Van Balığının. Her yıl büyük sürüler halinde göç edermiş. Çünkü VanDenizi’nin tuzlu-sodalı suları üremesine imkân vermezmiş. Van Balığı’nın geleceği güvencealtındaymış. Geleneksel hale gelen Uçan Balık Festivali her yıl Haziranın ilkhaftasında Erciş İlçesindeki Deliçay suyu kenarında bir karnaval havasındakutlanmaktaymış. İşte bu balıktan yedik biz. Biraz kılçıklıydı ama oldukçalezzetliydi. Gülü seven dikenine katlanıyor… Devam edecek

22 Kasım 2022 Salı

BÜYÜKELÇİLİK SALONUNDA ANLAMLI BİR TOPLANTI

Rüştü Kam 17 Kasım 2022 tarihinde Türkiye'nin Berlin Büyükelçiliğinde yapılan öğrenci toplantısına davet edildim. 2022-2023 akademik yılının başlaması münasebetiyle tertip edilmiş bu toplantı. Eskiden kalma bir alışkanlık olarak resepsiyon da diyorlar bu toplantıya. Davetliler, Almanya'da bulunan, lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencileri, akademisyenler ve öğretmenler. Önemli bir toplantı. Türkiye'nin geleceğinin inşasında rol alacak bu gençler. Gençlerimiz cıvıl cıvıl. Kızlı erkekli. Umut vaadediyorlar. Kimisinin başı örtülü kimisinin açık. Kapı da “başörtülü olarak sizi resepsiyona alamayız” diye ikna odaları kurulmamış olmalı ki; başörtülü kızlarımız da resepsiyondalar. Çok geriye gitmeye gerek yok. Daha 30 yıl önce devrin başbakanı başörtüsüyle milletvekili olarak seçilen bir bayana, "Burası devlete meydan okuma yeri değildir. Bu hanıma haddini bildirin" diyebiliyordu. Halkın seçtiği bir vekile meydan okuyordu, yine halkın seçtiği bir başbakan. Hem de halkın meclisinde yapıyordu bunu. Partisinin adı da “Halk Partisi” idi. Halkının çoğunlığu Müslüman olan bir ülkede oluyordu bütün bunlar. Kısa sürede nereden nereye geldik. Ey güzel Allah’ım! Sen nelere kadirsin. Resepsiyonda, Büyükelçi Ahmet Başar Şen’den önce Eğitim Müşavir vekili Sayın Erdal Tanas Karagöl ve Başkonsolos Sayın Rıfkı Olgun Yücekök birer selamlama konuşması yaptılar ve öğrencilere başarılar dilediler. “Yalnız değilsiniz arkanızda devletiniz var” mesajını verdiler. Daha sonra kürsüyü teşrif eden Ahmet Başar Şen konuşmasına 13 Kasım'da İstiklal Caddesi'nde yapılan terör saldırısını kınayarak başladı. Şen, Kendisinden örnekler vererek konuşmasını sürdürdü. “Şu anda sizin yürümekte olduğunuz yollardan ben 1990-1996 yıllarında yürüdüm, hem ailemden ve hem de yurdumdan uzaktaydım. Tıpkı sizlerin gibi. Tecrübeli bir büyüğünüz olarak sizlerin heyecanınızı duygularınızı paylaştığımı belirtmek isterim. Burası sizin evinizdir. Bizler de sizlerin aileniziz. Biz sizlerin başarılarınızdan gurur duyacağız. Sizleri destekleyeceğiz. Yaşadığınız zorluk ve sorunlarda yanınızda olacağız. Almanya ile asırlara dayalı ilişkilerimiz var. İlk Büyükelçi Ahmet Resmi Efendi’nin 1763’te Berlin’e gelişiyle başlayan diplomatik ilişkiler yüzyıllar içinde bugünkü stratejik dostluk ve ortaklığa ulaştı. Yani Almanya da sizlere yabancı bir ülke değildir. 2022 yılında ikili ticaretimiz Cumhurbaşkanımızın koyduğu hedefe göre 50 milyar Dolar’a ulaşacaktır. Almanya’da 3.5 milyon, Berlin’de ise 350 bin Türk yaşıyor. Üniversite okumak için 10 bine yakın Türkiye’den gelen öğrencimiz var. Almanya'da yaşayan Türk öğrencilerin de 40-50 bin civarında olduğunu tahmin ediyoruz. 258 öğrencimiz doktora ve master çalışması yapıyor. Her biriniz aynı zamanda burada “kültür elçilerimizsiniz“. Sakın bu görevinizi unutmayınız. Sizleri kimlikli kılacak olan bu görevinizdir. Bugün burada yakından tanışarak, ilişkiler kurarak birbirinizle kaynaşacağınızı umuyorum. Bu vesileyle hepinizi gözlerinden öpüyor ve yapacağınız çalışmalarda başarılar diliyorum.“ Bir baba şefkatiyle yaklaştı Büyükelçimiz öğrencilere. Ancak bu toplantının ikinci toplantı olması oldukça manidar geldi bana. Bundan önce üniversite okuyan öğrenci yok muydu Almanya'da? Türkiye’den üniversite okumak ve akademik çalışılma yapmak için gelen öğrencimiz yok muydu? Elbette vardı. Ancak o günkü büyükelçilerin, başkonsolosların ve eğitim müşavirlerinin bu taraklarda bezleri yokmuş demek. Onlar halksız bir demokrasinin halksız bürokratlarıymış demek. Boşuna monşer dememişler onlara. Yurtdışı eğitimi başlatan ilk Osmanlı padişahı Sultan II. Mahmut’muş (1830). Değişik Avrupa ülkelerine 150 öğrenci gönderilmiş o zaman. Prusya’da (Almanya) tahsil yapanların sayısı II. Mahmut devrinde üç kişiyle sınırlı kalmış. II. Abdülhamid devrinde iki ülke arasındaki siyasi yakınlaşmayla gelişen işbirliği neticesinde bu ülkeye birçok öğrenci gönderilmiş. Gayrimüslim ve Müslim ayrımı yapılmamış. Kendi bütçesiyle tahsile gidenlerden zor duruma düşüp, yardım talep edenlere bile burs bağlanmış ve memlekete döndüklerinde devlet müesseselerinde istihdam edilmişlerdir. Eğitime ve bu alandaki yatırım ve reformlara büyük önem veren Sultan II. Abdülhamid devrinde yurt dışına gönderilen toplam talebe sayısı 315’e erişmiş. Bunun 109 tanesi Almanya’ya gönderilmiş. Tabi ki bu öğrencilerin kahir ekseriyeti yurt dışına tahsil için gönderiliş amacına sadık kalmışlar ve devlette değişik kurumlarda görev almışlar. Bir kısmı da amaç dışına çıkarak maalesef yemek yedikleri tabağa pislemişler. Ben salonu dolduran o pırıl pırıl genç arkadaşlarıma derim ki; kim olduğunuzu unutmayınız. Nereden geldiğinizi ve nereye gideceğinizi de unutmayasınız. Türkiye’nin aydınlık geleceğini inşa edecek olan gençlerin içinde sizler de olacaksınız. Türkiye'nin Berlin Büyükelçisi Ahmet Başar Şen’in altını çizdiği “kültür elçiliği” sizin asıl misyonunuzdur. Yolunuz açık olsun gençler.

18 Kasım 2022 Cuma

DOĞU ANADFOLU GEZİSİ III

DOĞU ANADOLU GEZİSİ (lll) AĞRI Doğubeyazıt -Madem uzman değilsiniz ne demeye parmak atıyorsunuz sarayın orasına burasına. Yazıklar olsun. Yazıklar olsun o uzman kimlikli maymunlara. Yazıklar olsun o güzelim saraya tecavüz edilmesine göz yuman yetkililere. Binlerce kez yazıklar olsun. O sarayı aslına uygun olarak restore etmek bu kadar zor muydu bre gafiller?! Kaldırın başınızı da etrafınıza bir bakın, Avrupa’da bu işler nasıl yapılıyor bir göz atın- Rüştü KAM Sabah 08:00 de herkes otobüste yerlerini almış. Emel kızımız Kars Doğu Anadolu Bölgesi’nin en soğuk bölgesinde yer almaktadır. Kars'ta kışları uzun ve sert, yazları ılık hatta serin geçen bir iklim vardır. Kışın sıcaklıklar zaman zaman -39 °C'ye kadar düşer. Karla kaplı gün sayısı ortalama 120'den fazladır. Sık sık çığ düşer. Yol kenarlarında gördüğünüz şu çitler kar yağdığında yolun kapanmaması içindir. Kars bozkırında 1250'ye yakın bitki çeşidi vardır. Bitkilerin en az 100 tane endemiktir, bu bitkiler dünyada sadece Kars bozkırında yetişir. İlkbaharın gelmesi ile birlikte yörede rengârenk çiçekler açar. Kardelenler ve düğün çiçeklerinin güzelliği bozkıra ayrı bir güzellik katar. da sayımını yapmış, tekmilini de verdi. Herkes tamamdı. “Allah’ım bizleri kazasız belasız menzilimize ulaştır. Âmin.” Dualarımızı yaptık ve Yüce Mevla’mıza sığındık. Kaptan Sezgin aynı duyarlılıkla çevirdi kontağı. Celil beyi yine yoldan aldık. Onun otobüse girişini alkışlarla karşıladık. Bir gün öncesinden hepimizin sempatisini kazanmıştı zaten. Hemen başladı anlatmaya: “Bu yolculuğumuzda rakım 2200 den 2600’e kadar ulaşacak. Zirveye ulaşınca otobüsümüzü sağa çekeceğiz ve tabelayı fotoğraflayacağız. Kars topraklarının büyük çoğunluğu bazaltik, kestane ve kahverengi topraklardan oluşmaktadır. Akarsu vadileri boyunca sıralanan ovaların arasında yer alan Platolar*, Sarıkamış'ın hemen güneyinden başlayarak, doğuda Arpaçay Vadisi’ne, kuzeyde Başgedikler Düzlüğü ’ne kadar uzanır. Sadece arpa ve buğday yetiştirilen ovalarda, son yıllarda sulamanın da ön plana çıkması ile şeker pancarı önemli ürünler arasına girmiştir. Kars'ta en önemli geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Çayır ve otlak alanlarının geniş yer kaplaması küçük ve büyük baş hayvancılığı geliştirmiştir. Kümes hayvancılığı da oldukça gelişmiştir. Kars kazı, Kars peyniri ve Kars balı sayabileceğim önemli gıdalardandır. Kars Ermenistan’a sınırı olan bir ilimizdir. Ermenistan’ın Türkiye’ye 325 kilometrelik bir sınır hattı vardır. Kars ikinci derece deprem bölgesidir. Dünyanın en büyük fay hattı Etiyopya’dan Karsa kadar uzanır ve Amik Ovası’ndan Türkiye'ye giriş yapar. Ülkemizdeki kısmına Doğu Anadolu Fayı adı verilir.” Yol boyunca sık sık polis çevirmesine takılıyoruz. Sezgin Kaptan bu çevirmelerden bizlerin hasar almadan geçmelerini sağlıyor. “Komutanım bu dördüncü çevirme, biz de bir yanlışlık olsaydı zaten sizleri haberdar ederlerdi.“ Diyor çevirme noktalarına gelince. Diyor demesine de jandarma yine de otobüsün içine girip bir göz atıyordu. Hayırlı yolculuklar dilemeyi de ihmal etmiyordu. Doğu ve Güneydoğu deyice akan sular duruyordu. 50 yıldır terörle mücadele eden bir ülke Türkiye. Düzeni sağlamak kolay olmasa gerek. Bu kadar can gitti. İşin ekonomisi terörün kökünü kazımak için harcandı. Terörle mücadelede sona gelinmiş olmalı ki; bugün biz Doğu Anadolu gezisi yapabiliyoruz. Elhamdülillah. Rehberimiz eliyle işaret ederek, “orada, solda, ilerde kubbesi görünen bir kilise var. Ortodoks kilisesinin en büyük haç’ı oradadır.” Dedi. “Büyük Selçuklu Alpaslan“ dizisinden hatırladım o haçı. Törenle göndermişlerdi ait olduğu yere. O yer bu yer olmalı. Arkadaşlara sordum hatırlayan var mı? yok. Seyretmiyorlarmış o diziyi. Gerekçe; kılıçlarla insanları kesiyorlarmış. Mazeretleri kabahatlerinden daha büyük. Amerikan filmlerinde kan gövdeyi götürüyor, çocuklarımızın elindeki bilgisayar oyunlarında aynı sahneler yer alıyor, bir şey olmuyor. Türk dizisi olunca “ o dizlerde kan var biz dayanamıyoruz o sahnelere“ deniyor. Bu ne yaman çelişkidir Allah’ım böyle. Platonun ortasından etrafımıza baka hızla ilerliyoruz. Arazinin oldukça taşlı olan yerleri de var. Siyah siyah taşlar. O taşları öbek öbek oluşturarak tarıma elverişli hale getirmeye çalışmışlar. Farklı bir toprak yapısına sahip Kars. Zaman zaman da yer kabuğunun altına giriyoruz. Yollar çok sakin, sanki sadece bizim geçmemiz için yapılmış. Digor Celil Hocanın anlatımları o kadar akıcı ki, yolculuğun nasıl geçtiğini bile anlayamadık. Bir ara “şurası Digor” dedi. Vadinin içinde bir ilçe. Rakım 1450. Güneyinde volkanik yağlıca dağı varmış. Yer kabuğunun altından gidişimizin sebebini şimdi daha iyi anlıyoruz. Önceleri Digor’da 8 kilise varken şimdi bir kilise kalmış. Kars merkezine uzaklığı 40 km. Nüfus 3.000 civarındaymış. Anlatılanlara göre, depremler ve PKK, Digor’u fena vurmuş. Yakın geçmişte PKK oradaki askeri birliğe füze bile fırlatmış. Ancak patlamamış. Yeni yeni toparlanmaya başlamış Digor. Digor’a kuşbakışı bakıyoruz. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerleşim merkezi gibi görünüyor. Kars’la birlikte 40 yıl Rus işgalinde kalan Digor; 22 Ekim 1920 tarihinde Rus işgalinden kurtarılmış. Halıkışla köyü Halıkışla Köyü Digor’a bağlıymış. Köyün yarısı Ermenistan tarafında yarısı Türkiye tarafındaymış. Çayın öbür tarafındaki Ermeni köyünün adı Bagaran. Arpaçay, köyü ikiye ayırıyor. Yol kenarında sağda sandıklar görüyoruz. Elma sandıkları, kırmızı kırmızı elmalar. Alt alta üst üste dizilmişler. Kendilerini göstermek için mücadele veriyorlar. “Bizleri almadan geçmeyin” mücadelesi bu. Bizler de gördük olup bitenleri. Kaptan Sezgin otobüsü sağa yanaştırdı. Hep birlikte indik otobüsten. Güneş bütün cömertliğiyle yüzünü gösteriyor, ne güzel. Rüzgâr da püfül püfül esiyor. Başında kimse yok elmaların. Derken bir bayan geldi. Hoş geldiniz dedi. Belli ki elmaların sahibesi. Evi 100 metre ileride. Bahçenin içinde bir ev. Ünal iki sandık elmanın hepsini satın aldı ve arkadaşlara elma ziyafeti çekti. Zaman zaman arkadaşlar böyle cömertlikler yapıyorlar. Elmalar sulu ve oldukça lezzetli. Uzun zamandır böyle elma yememiştim. Aile hayvancılıkla uğraşıyor olmalı. Koyunlar ve ineklerin peşinde bir kız çocuğu gördüm. Başı yarım örtülmüş, basmadan fistanı var. Elinde de değneği. Kendisiyle konuşmak istedim, yaklaştım, kaçtı benden. Hem de koşarak. 15 yaşlarında olmalı. Ya biz ona güven veremedik, ya da o bölgelerde insanlar hâlâ tedirgin yaşıyorlar. Köyün içine girmek köylülerle konuşmak iyi olurdu ama vaktimiz yoktu. Tuz Mağarası Rehberimiz bundan sonraki durağımızın tuz mağarası olduğunu anons etti. “Oradaki sosyal tesislerin ihtiyaç molası için uygundur” dedi. Yüksekçe bir dağ. Görkemli bir girişi var mağaranın. Uzun yıllar Doğu Anadolu bölgesinin sofralık, sanayi ve karla mücadelede kullanılan tuzu buradan çıkarılmış. İçeriye girdik. Yol kenarlarında irili ufaklı mağaralar görüyoruz. Tuz çıkarmak için kazılmış buralar, adeta örümcek ağı gibi. Mağara ışıklandırılmış, pırıl pırıl. Sonuna kadar yürüdük. En sonda biraz yukarıda merdivenle çıkılan bir yer var. Orada sunum yapılıyor belli ki. Oturmak için özel yerler yapılmış. Rehberimize sorduk bu neyin nesidir, burada sunum da mı yapılıyor? “Üniversite öğrencileri ve özel konuklar olduğu zaman veya nefes darlığı çeken hastaları bilgilendirmek, mağarayı ve tuzu tanıtmak için yapılmış. Ancak ben bugüne kadar burada sunum yapıldığına şahit olmadım. Daha ziyade birilerinin para kazanması için yapılmış gibi duruyor.” Tuz mağarası, terapi merkezi olarak kullanılıyormuş. Daha da geliştirmeyi düşünüyorlarmış. Bilhassa solunum yolu hastaları için önemli bir merkez olacakmış. Dışarıya yapılan sosyal tesisler de aynı amaç için yapılmış. Terör belasından yeni yeni kurtulmaya başlayan bölge, kendine gelmeye başlamış. Bölge turizm açısından çok fakirmiş. Oysa turist çekecek zenginlikler oldukça fazlaymış. Bizim de gözlemlemelerimiz o yönde. Mesela tuz mağarasının önünde yapılan tesisler yeni yapılmış. Yeni yapılmış yapılmasına da, sadece tesis yapmak için yapılmış. Düşünülerek planlanarak yapılmamış. Engelliler ve yaşlılar için bir imkân düşünülmemiş. Türkiye’de engelliler ve yaşlılar yok farz ediliyor galiba. Gittiğimiz her yerde aynı sıkıntı. Tuvaletler uygun değil ve pis. Alaturka tuvaletler yapılmış. Bir iki adet de alafranga tuvalet bir de engelli tuvaleti yapılsa kıyamet mi kopardı? Tuvalet kâğıdı da yok. Parayla peçete satın alabiliyorsun. Tesisler yeni de yapılsa, kafa eski olunca işe yaramıyor. İsteyen arkadaşlarımız orada satılan tuzlardan aldı ve yolumuza devam ettik. Doğu Beyazıt Doğubayazıt Ağrı iline bağlı bir ilçe. İran’a otuz beş kilometre uzaklıkta. İshak Paşa Sarayı bu ilçede yapılmış. Osmanlı mimarisinin, Anadolu’da günümüze ulaşabilen tek sarayıymış. Dağın eteğine, ovaya hâkim bir yere yapılmış. Ova ayağının altında. Üç tarafı sarp dik bir tepe üzerinde inşa edilmiş. Tepenin üzerine konmuş bir kartal edasıyla seyrediyor ovayı. Tüm heybetiyle görenleri kendisine hayran bırakıyor. Sarayın temeli 1685 senesinde atılmış, 99 sene sonra 1784 tarihinde tamamlanmış. Saray 7600 metre kare alana kurulmuş. İshak Paşa Sarayı bir sarayda bulunması gereken; harem, hamam, toplantı ve eğlence salonları, cami, muhafız koğuşları gibi tüm bölümlere sahip olarak inşa edilmiş. Her bir odada ocak ve dolap yerleri var. Sarayın dikkat çekici özelliklerinden biri de saraydaki ısıtma yöntemiymiş. Dünyanın ilk kalorifer tesisatı bu sarayda yapılmış. Şöyle ki; ocaklarda ısıtılan sıcak suyun, toprak künkler vasıtasıyla yapı içerisinde dolaştırılmasıyla bir nevi kalorifer sistemi oluşturularak iç mekânların ısıtılması sağlanmış. Özellikle bölgenin iklim koşulları da göze alındığında, o dönem itibarıyla ne kadar ileri bir ısıtma sistemi olduğu bugünün ilim adamları tarafından hâlâ şaşkınlık ve hayranlıkla karşılanıyormuş. Sarayın, bazı bölümleri tek, bazı bölümleri iki, bazı bölümleri ise üç katlı. Zemininden kaynaklanan bir durum olmalı. Sarayın 366 odası varmış. Odaların kendilerine açıldığı iki büyük avlusu var. Saray öylesine büyük ki, içinde barındırdığı cami, divan odası, fırın, mutfak, ahırları ve hamamıyla sanki küçük bir şehir... Topkapı sarayına benzetenler de varmış İshak Paşa sarayını. Konumu, görkemli mimarisi, anıtsal taç kapıları, taşa hayat veren motifleriyle tam bir sanat abidesi. Bu taş yapının her karesinde Selçuklu sanatının karakteristik özelliklerini görmek mümkün. Birinci avludan ikinci avluya anıtsal taç kapıdan geçiliyor. Taç kapı başta olmak üzere, sarayın birçok bölümünde ve mezarlığında servi ağacı motifi var. Uzun ömrü temsil edermiş. Başka kabartma tekniği ile yapılan değişik figürler, geleneksel Türk - İslam sanatının güzel örnekleri de var. Sarayda bir de türbe var. Türbenin İshak Paşa’ya ait olduğu düşünülüyormuş. Sekizgen planlı türbe, hareketli cephesiyle dikkat çekiyor. Ayrıca avluda, bölge halkı arasında 'süt çeşmesi' olarak bilinen, bir musluğundan süt, bir musluğundan su aktığı söylenen bir de çeşme bulunuyor. Attığımız her adımda tarih, baktığımız her bir köşede sanat, incelediğimiz her bir motifte Türk - İslam kültürüyle yoğrulmuş Selçuklu sanatının geleneksel örnekleri karşısında hayran kalıyor ve büyüleniyoruz. Zülfikar’ın saraya inmesi oldukça zor olduğundan onu yukarıda dinlenme tesislerinin yanında bırakmıştık Kadir ile birlikte. Sarayın içine girince mutlaka bu muhteşem eseri Zülfikar’ın da yakından görmesi gerektiğini düşündüm. Emin kardeşimle bu düşüncemi paylaştım. Biraz sonra baktım, Zülfikar gruba dâhil olmuş. Fevkalade duygulandım. İyi ki varsın Emin kardeşim. Çok teşekkür ediyorum. Bu vesileyle bütün grup arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Zülfikar ile yakından ilgilendiler. Hatta Kars’ta otelin salonunda Funda Hanımla uzun uzun sohbet ettiklerine şahit oldum, çay eşliğinde… Sarayı gezmek bizim 3 saatimizi aldı. Müthiş bir yapı, eşsiz bir işçilik, sanat abidesi gibi orada öylece duruyor ve yıllara meydan okuyor. Okuyor okumasına da tabi ki zamanla yorulmuş. 350 seneden beri ayakta duruyor. Kolay değil. Yorgunluğunu giderecek bir dost da bulamamış. Birileri gelmiş, senin biraz yükünü alalım, ağrıyan yerlerine ilaç olalım demiş. İnanmış ona ve kendini teslim etmiş. O da ağrıyan tüm azalarını, kolunu, bacağını, kaburgalarını kırmış. Şimdilerde inim inim inliyor, zor nefes alıyor, gözyaşı döküyor. Kurtarın beni bunların elinden diye her gelene dert yanıyor, yardım istiyor onlardan. Derken, birileri de bu sesi duymuş, tamam ben uzmanım senin yaralarını sararım demiş. Kuyuya düşen yılana sarılır derler ya, o da sarılmış. İnandırmış onu. Oysa onun asıl maksadı para tırtıklamakmış. O da yaralarını tedavi etmek yerine pansuman yapmış ve iyice kötürümleştirmişler o güzelim sarayı. Maalesef ilklerin altına imza atan o muhteşem eseri tanınmaz hale getirmişler. Sarayın restorasyonundan bahsediyorum. Bre gafiller, hiç mi vicdanınız yok sizin, madem uzman değilsiniz ne demeye parmak atıyorsunuz sarayın orasına burasına? Yazıklar olsun. Yazıklar olsun sizin gibi uzman kimlikli maymunlara ve o maymunların o güzelim saraya tecavüz edilmesine göz yuman yetkililere. Binlerce kez yazıklar olsun. O sarayı aslına uygun olarak restore etmek o kadar mı zor bre gafiller? Kaldırın başınızı da etrafınıza bir bakın, Avrupa da bu işler nasıl yapılıyor bir göz atın. Ahmed-i Hani Sarayın biraz yukarısında yaklaşık 500 metre uzakta Şeyh Ahmed-i Hani’nin türbesi var. Yanı başında bir de cami. Ahmed-i Hani 1651 yılında Hakkâri yakınlarında Han köyünde doğmuş. Hâni, Doğu Anadolu’nun birçok yerini dolaşarak Arapça, belâgat ve dinî ilimleri okumuş; ayrıca astronomiyle ilgilenmiş. Bilhassa Suriye medreselerinde antik Yunan Felsefesini, Mezopotamya ve İran medreselerinde tasavvufu, astronomi, şiir ve sanat tekniğini okumuş. Ahmed-i Hâni Arapça, Farsça ve Kürtçe‘ye hâkim bir ilim adamıymış. Mem-û Zîn adlı mesnevisini Cizre‘de yazmış. Ahmed-i Hâni 1707'de Doğubayazıt'ta Hakka yürümüş. Eminin düdüğü acı acı çalmaya başladı, gitme zamanı. Allah rahmetiyle muamele etsin. Bu bölümü Ahmed-i Hâni’nin şiirlerinden örneklerle bitirelim: “Fakat sıradan insanların çoğunluğu bilgisizdir, Kendi nefislerini bilmez, tanımazlar. Olgun değil, ahmak ve akılsızdırlar, Ya da zahit, sofu ve din bilginleridirler, Onlar cahil, kara cahil ve sefildirler, Mürşitsiz, öncüsüz ve kılavuzsuzdurlar.” ****** “Meclisin emiri gülmüyorsa, mutripler ne yapsın? Gülümseyen bir gonca yoksa sevdalı bülbüller ne yapsın? Öğrencinin öğrenmekte, yetişmekte gözü yoksa Bilgenin dağarcığındaki bilgiler ne yapsın? Hâni’nin şiirleri birer incidir, birer uyarıdır ama Memlekette okuyucu yoksa şairler ne yapsın?” *- Plato; rakım açısından yüksek yerlerde, akarsuların yıllar boyu akması sonucunda oluşturduğu hafif engebeli veya düz olan yeryüzü şekilleridir. Akarsular yıllar boyu akarak yeryüzünde derin yarıklar meydana getirir. Bu oluşan yarıkların içerisine girmeyen bölgeler ise yüksekte kalır. Bu şekilde yüksekte kalan yeryüzü şekillerine plato adı verilmektedir.- Devam edecek

9 Kasım 2022 Çarşamba

DOĞU ANADOLU GEZİSİ (l)

KARS -Kars, 1921 yılında yapılan Moskova ve Kars Antlaşmalarıyla yeni sınırlarına kavuşmuş. Cumhuriyet'in ilanından sonra da aynı adlı ilin merkezi yapılmış. Kars, çeşitli etnik grupları ve mezhepleri içinde barındıran zengin ve renkli bir kültüre sahipmiş. Kars'ın toplumsal yapısı çeşitli etnik grupların kültürel gelenekleriyle harmanlanmış- Rüştü Kam 2019’da karar vermiştik Doğu Anadolu gezisine. Bir türlü bu kararımızı uygulamaya koyamadık. Çünkü sekizinci Türkiye gezisinden sonra hesabımızda olmayan birçok olay gelişti. Sıralı olmayan ölümler ve hastalıklar bu gezinin yapılmasını engelledi. Araya bir de Covid-19 girince bütün etkinlikler allak bullak oldu. Türk Eğitim Derneği(TED) kendi yağıyla kavrulan bir dernek olduğu için bu olumsuzluklardan maddi açıdan fevkalade etkilendi. 2022 yılına gelindiğinde Covid-19 konusunda normalleşmeye doğru bir adım atılınca Doğu Anadolu Kültür Gezi’sini hayata geçirmek istedik. Önce Yurt Dışı Türkler Başkanlığı’na (YTB)müracaat ettik. Onlardan destek istedik. Olumsuz cevap aldık. Daha önce de yaklaşık sekiz bin kişinin katılımıyla gerçekleşen ‘Berlin Kurban Şenliği’ ne destek için başvurmuştuk ona da olumsuz cevap almıştık. “Almanya’da Türk İzleri” gezimiz için hazırladığımız projemiz de YTB yetkilileri tarafından desteklemeye layık görülmemişti. 2000 yılında kurulan Türk Eğitim Derneği bugünlere elbette YTB’nin yardımıyla gelmemişti, üyelerinin omuzlarında gelmişti. İş yine başa düştü dedik ve yarım kalan işimizi tamamlamak için bastık gaza. 20 kişilik bir ekip oluşturduk. Gezilerimizde zaten en fazla 30 kişi oluyordu. Fazlası sıkıntı doğuruyordu. Gezi güzergâhımızı belirledik. Tur şirketimizle güzergâhımız üzerinde mutabakat da sağladık. (Kars, Ağrı, Van, Bitlis, Bingöl, Muş, Elazığ, Tunceli, Sivas ve Malatya) 11 günlük bir kültür gezisi. 21 Ekim sabahı saat 05 te Berlin-Brandenburg Havaalanı’ndaydık. Önce Ünal Oğuz Gülcan Yıldırım ve Fatma Seçmen hanımlar gelmişler. İşlemlerini tamamlamışlar bizleri bekliyorlar. Ünal’ın sünnetine uygun olmayan bu davranış hayretimizi mucip oldu. Takıldık kendisine, eşi de bizi destekledi. Özlemişiz bu türden tatlı şakaları. Arkadaşlar birer birer gelmeye başladı alana, herkeste tatlı bir telaş vardı. Ekip ilk defa yüz yüze geliyordu. Tanıdık simaların yanında tanıdık olmayan simalar da vardı. Tanışma faslını zaten Kars’ta otelde yapacaktık. İşlemler tamamlandı, eksik olan yoktu. Rahatladım. Bir kahve içmek istedim ama olmadı. Yolcular uçağa alınmaya başlandı. Herkes kemerlerini bağladı. Pamuk balyalarının üzerinden süzülmeye başladık. Ben buruk bir acı yaşıyordum, yüreğim sızlıyordu. Bundan önceki sekiz gezide yanımda olan eşim bu gezide yanımda değildi. Üç sene olmuştu aramızdan ayrılalı. Geziyi onsuz nasıl tamamlayacaktım. Beni kim toparlayacaktı. Kim elimden tutacaktı. Baktım şöyle bir göz ucuyla yanımda oturan kişiye, acaba eşim mi diye, nafile, gözlerim yorgun olarak geri döndü… Daldığım hayal âleminden hostesin “buyurunuz efendim” sesiyle uyandım. Yemek servisi başlamıştı. İstanbul Havaalanı’ndayız. İç hatlara geçmek için bir buçuk saat zamanımız var. Kars’ta gümrük olmadığı için önce eşyalarımızı almamız gerekiyormuş. Bilmediğimiz bir havaalanı. Başladık koşturmaya. Git git bitmiyor. Terledik, sırılsıklam olduk. “ Doğu Anadolu çok soğuk olur, sıkı giyinin” diye tembih etmişlerdi. -Hiç de dedikleri gibi olmadı- Bazen yürüyen merdiveni kullandık, bazen de yürüdük. Ünal’ın dediğine göre araba da kiralayabiliyormuşsun istediğin yere gitmek için. Yanımızdan hızlıca geçen üstü açık arabalar onlarmış. Bu araçları daha ziyade yaşlılar ve engelliler kullanıyor galiba. Müşterilerinden anladığım odur. Sonunda geldik iç hatlara. Kars Havaalanı’na geldiğimizde saat 14’e gelmişti. Eşyalarımızı aldık ve dışarıya çıktık. Tur sorumlusu ve daimi rehberimiz Emin, kaptan Sezgin ve yardımcıları Kadir, bizleri bekliyorlardı. Üç yıllık hasret bitmişti, kucaklaştık hal hatır sorduk. Emin ilk önce “Hüseyin abi, Sebahattin, Ayhan, Erol ve Recai abiler neden gelmediler başkanım?” diye sordu. ‘İnşallah başka sefere gelirler.’ dedim ve Kars’a doğru yol almaya başladık. Kars Valisi’nden randevu almıştık bir hafta öncesinden. Aynı zamanda şehremini olarak kendisinden destur alarak gezmeye başlayacaktık şehri. Eski bir geleneği canlandırmaktı maksadımız. Yoldan aradık saat 16:00’da makamda olacağımızı söyledik. Telefona çıkan görevli valinin acil bir işi çıktığını söyleyerek nazikçe bizi huzura kabul edemeyeceklerini söyledi. İyi de bir hafta öncesinden randevu vermişsin ve ziyarete katılacak olan kişilerin kimlik numaralarına kadar almışsın, son anda bu neyin nesidir? Acil işiniz çıktıysa yardımcılarınızdan birisi de bizleri karşılayamaz mıydı? Yapacak bir şey yoktu. Vali o, Şehremini o, bundan ötesi yok. Otele gidip bir an evvel gezi programımızı uygulamaya koymamız gerekiyordu. Biz de öyle yaptık. Otele yerleştik ve biraz soluklandık. Giriş işlemleri yapılırken iki gün kalacağımız otele yerleştik. Otel müdürü olan Fatih Bey kardeşimi önceki geziden tanıyorum. O zaman Erzurum’daydı. Özel ihtimam gösterdi gruba. Herkese çay servisi yapıldı. Çay kaçak çay. Ben bu konuda hassas olduğum için sevgili Fatih kardeşime sordum; ‘Niçin kaçak çay içiyorsunuz, çay ülkesinde kaçak çay? Cevab, “Ben otelin sadece müdürüyüm.’ Bu konuda ÇAYKUR genel Müdürü ne iş yapar sorusunu sormak gerekiyordu ve biz de sorduk; Allah aşkına bu ÇAYKUR genel müdürü ne iş yapar? Berlin Büyükelçiliği’ne semaver söz verdiler aylar geçti üzerinden hâlâ gelmedi. Bu makamları işgal edenler, kifayetsiz muhterisler midir yoksa ehliyetsiz dolgu maddeleri midir? Valinin (Aynı zamanda Kayyum) yaptığı nezaketsizliği de anlattım Fatih kardeşime, omuzunu çekti ve dudaklarını büktü… Kel başa şimşir tarak… Kars Kars, Türkiye'nin rakımı en yüksek il merkezlerinden birisi, köyleri ile birlikte nüfusu 100 bini aşıyor. Türkiye'nin Kafkasya'ya açılan kapısı konumundaki bu şehir, Kafkas Üniversitesi’nin açılmasıyla hızla gelişmeye başlamış ve zaman içinde bir öğrenci kenti durumuna gelmiş. Ayrıca şehir merkezine altı kilometre uzaklıktaki havalimanı Kars’a önemli bir hareketlilik kazandırmış. Kars’ta yazılı tarih MÖ 9. Yüzyılda Urartularla başlamış. 1064’te Kars Selçuklu hâkimiyeti altına girmiş. 877-1878 yılları arasında yaşanan ve ‘93 Harbi olarak bilinen savaşın ardından şehir kırk yıl kadar Rusya'nın kontrolünde kalmış. Kars, Türk Kurtuluş Savaşı'yla 30 Ekim 1920'de Türk kuvvetleri tarafından alınmış. Kars halkının Türk millî mücadelesinde gösterdiği fedakârlıktan ötürü şehre Gazi unvanı verilmiş. 1921 yılında yapılan Moskova ve Kars Antlaşmalarıyla yeni sınırlarına kavuşan Kars, Cumhuriyet'in ilanından sonra aynı adla ilin merkezi yapılmış. Kars, çeşitli etnik gruplarını ve mezhepleri barındıran zengin ve renkli bir kültüre sahipmiş. Kars'ın toplumsal yapısı çeşitli etnik grupların kültürel gelenekleriyle harmanlanmış. Çok kültürlülük sayesinde yörenin zengin bir folkloru ve şive ağız özellikleri bulunmaktaymış. Kars'ın nüfusunu Azeriler, Türkler, Terekemeler ve Kürtler oluşturmaktaymış. Kars'ta yaşayan Müslümanların bir kısmı Şii ve bir kısmı Sünni'ymiş. Çok az sayıdaki Rus Malaganlar ve Almanlar ise Hristiyan dinine mensup küçük bir azınlığı oluşturmaktaymış. Kars'ta, çok eskilere dayanan âşıklar geleneği varmış. Âşıklar, deyişlerini ve birbirleriyle olan atışmalarını saz ve kopuz ile yapıyorlarmış. Geçmişi Dede Korkut hikâyelerine ve Manas Destanı'na dayanan sözlü gelenekler âşıkların anlatımları ile yayılmış. Kars Belediyesi´nin resmî internet sitesine göre Türkiye´de en çok âşık Kars doğumluymuş. Buna göre 450 âşıktan 200'e yakını bu şehirde doğmuş. Murat Çobanoğlu ve Şeref Taşlıova, Kars'ın yetiştirdiği en önemli âşıklar arasındaymış. Murat Çobanoğlu'nun ölümüyle birlikte burada her sene Türkiye Murat Çobanoğlu Âşıklar Bayramı düzenlenmekteymiş. Özellikle, Rusların şehre girmesiyle şehir mimarisi büyük değişim geçirmiş. Ruslar, Kars Çayı'nın doğusunda kalan kesimde yeni yapılar inşa ederler. Birbirlerini dik kesen yollar yaparlar. Rus mimarisi bununla da yetinmez, bugün koruma altına alınan eski Rus evlerini inşa ederler. Büyük büyük taşlarla yapılmış müthiş binalar. Rehberimiz Emin otobüste anlattı bunları. Hasan Harakani Vakit geçirmeden hemen hareket ettik. Madem Vali ve de kayyum olan zat bizleri kabul etmedi, biz de şehrin asıl sahibine gideriz dedik ve doğruca Hasan Harakâni Hazretleri’ne gittik. -Otobüste Emel Polat kızımızı sorumlu kişi olarak seçtik. Fatma Mıdık kızımız biraz bozulur gibi oldu ama o hakikatli kızdır anlayışla karşıladı. Çünkü bugüne kadar yaptığımız geziler de o sorumlu kişi idi ve vazifesini başarı ile yerine getirmişti. Sağ olsun gezi boyunca Emel kızımıza tecrübelerini aktarmayı ihmal etmedi.- Meydanda, evliya türbeleri ve Kümbet Camii var. Hasan Harakâni, Selçukluların öncü kuvvetlerinden, fetihten önce şehre gelip gönülleri fetheden kişi. M.S. 963-1033 ( Hicri 352-425) yılları arasında yaşayan Harakani’nin asıl adı Ali Bin Ahmed Cafer. Bugünkü İran'ın Horasan bölgesinde Bistam kasabasına bağlı Harakan köyünde doğmuş. Gençliğinde kervanlara yük taşıyıcılığı da yapan Ebu’l Hasan, Beyazid-i Bestami’nin tasavvufundan etkilenerek Bestami dergâhında bir süre türbedarlık yapmış. 11. Asrın tasavvuf âlimlerinden olan Ebu’l Hasan Anadolu'nun Türkleşmesi için müritleri ile birlikte hizmette bulunmuş. O Anadolu'nun fethi için Alperenlik ruhuyla ilk tohumları atmış, kendisinden bir asır sonra yaşayan Ahmed Yesevi'yi de etkilemiş. Türkmenistan'dan Anadolu'ya M.S.11.yüzyılda Selçuklu akınları sırasında ( 1018-1021) geldiği anlaşılan Ebu’l Hasan 1033 yılında Kars'a 15 km. uzaklıktaki Yahni dağının eteğinde Bizans ordusu ile yapılan amansız savaşta şehit olmuş. Şahadet mertebesine erişen ilk Anadolu evliyalarından birisi olan Ebu’l Hasan Harakâni için 1064 yılında Sultan Alpaslan'nın Kars'ı fethetmesinden sonra bugünkü Kaleiçi mahallesinde bir türbe yaptırılmış. İşte bu türbe o türbe. Selçukluların Anadolu’ya açılan kapısı. Kümbet Camii(Havariler Kilisesi) Türbenin hemen yukarısında Kümbet Camii var. Havariler Kilisesi olarak yapılmış. Şehirdeki Ermeni kiliselerinden birisiymiş. Pakraduni Krallığı döneminde Kral Abbas tarafından MS 932-937 yılları arasında yaptırılmış. Başına gelmeyen kalmamış bu kiliseni. Önce kilise olarak inşa edilmiş. Sonra camiye çevrilmiş. Ancak dış duvarlardaki süslemelere heykelciklere dokunulmamış. 1064 yılında Müslüman egemenliğine geçen yöredeki bu kilise camiye dönüştürülerek Kümbet Camisi adını almış. Bölge Rus hâkimiyetine girince cami Rus Ortodoks Kilisesi'ne çevrilmiş. 1918 yılında şehir Türk hâkimiyetine girince yeniden camiye çevrilmiş. 1964 yılında ise müzeye dönüştürülerek, Kars´ta yapılan kazılardan elde edilen tarihi eserler burada sergilenmeye başlanmış. Kars Müzesi adıyla da bilinen bu eski ibadethane, bu işlevini 1981 yılına kadar sürdürmüş. 1993 yılından bu yana yine cami olarak kullanılmaktaymış. Namaz kılanlarımız namazlarını burada cem ederek kıldılar. Kars Kalesi Kars Kalesi, 1153 yılında Selçuklu Hanedanı'na bağlı Saltuklu Sultanı Melik İzzeddin'in isteği ile o dönemin veziri olan Firuz Akay tarafından yaptırılmış. Dış kale surlarının yapımı 12. yüzyılda inşa edilmeye başlanmış. 1386 tarihinde Timur tarafından yıktırılan kale, 1579 yılında Osmanlı Padişahı III. Murat'ın emri üzerine Lala Mustafa Paşa tarafından yeniden yaptırılmış. Kaleye çıkmadık, Kalelerden bir kale diye düşündük. Kaleye çıkınca seyredeceğimiz şehirde olağan üstü bir güzelliğin olmadığı da aşikârdı. Kale, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra 40 yıllık Rus hâkimiyetinde tahribatlara uğramış, orijinal özelliğini ve kullanımını yitirmiş. Kale ışıklandırılmış gece görünümü etkileyici. 10 dakika fotoğraf çekme zamanı verildi rehberimiz tarafından. Anlatılanlara göre 2006 yılında bu meydana bir heykel dikilmiş, adına özgürlük heykeli deniliyormuş. Belediye başkanından veto yemesine rağmen dikilmiş heykel. 2011 yılında zamanın başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Kars’ı ziyaret etmiş ve o heykele “ucube” yakıştırmasını yapmış. “Hasan Harakânî'nin türbesinin yanına bir ucube koymuşlar, garip bir şey dikmişler. Oradaki tüm vakıf eserlerinin, o sanatkârane eserlerin olduğu yerde böyle bir şeyin olması düşünülemez. Konuyla ilgili olarak belediye başkanımız görevini süratle yerine getirecektir. Bunu süratle bekliyoruz. İnşallah ilk gelişimizde bunu da göreceğiz. O bölgeyi de gayet güzel bir park hâline belediye getirecektir.” O heykel daha sonra oradan kaldırılmış. İyi de kaldırılmış. Yani o doku ile o heykelin ne alakası varsa… Geçtiğimiz senelerde yaptığımız gezilerde de bu türden paradoksları yaşamıştık. Yabancısı değiliz tarihi dokuların katledilmesinin. Kafkas Gecesi Kafkas gecesine başka bir araçla gittik. Şoför oldukça hürmetkâr birisi. Ayaküstü birkaç kelam ettik kendisiyle. Daha çok Kars ile ilgili konuştuk. Etnik yapı, belediye seçimi ve sonrasında kayyum atanması gibi konular. Şoför bana PKK sempatizanı gibi geldi. Seçimle gelen Kars belediye başkanı görevden alınmış ve yerine Kayyum atanmış. Bu durum ona göre demokratik bir uygulama değil. Ona göre Kürt halkı baskılanıyor. Ancak hürriyetlerine kavuşmalarına az bir zaman kalmış. Altılı masa seçimi kazanacak, Erdoğan gidecek ve beklenen hürriyete kavuşulacak. Bunun için az bir zaman kalmış… Bu konular öyle ayaküstü konuşulacak konu değildi ama şoför öyle arkası arkasına cümleler kurmaya başlayınca ben sadece dinlemek durumunda kaldım. Arkadaşlarımız otobüste yerlerini alınca Emin düdüğü çaldı. Öbür gün oturup konuşacak ve kahve içecektik o şoförle ama o iş nasip olmadı. Kafkas gecesi bir anlamda sıra gecesi gibi, ancak sıra gecesinin performansı bir başka. Davul, zurna, türkü, halay, çiğ köfte, çay… Her şey var orada. Kafkas gecesinde, patlamış mısır ve içecek olarak kaçak çay var. Müzik ise tamamen farklı, adı Kafkas gecesi zaten. Atışmalar, solo türküler ve Kafkas dansları, oldukça etkileyici, bizlerin günlük yaşamında olmayan türden müzikler ve oyunlar bunlar. Etkileyici elbet. Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’i canlandırdık gözümüzde. Yıllar var ki, böylesine bir Kafkas performansı izlememiştim. Dansçı kızlar yürümüyordu sanki havada uçuyorlardı. O giysileriyle birlikte melekler gibiydiler. Erkek dansçılar ise daha bir canlıydılar. Dünyaya meydan okuyor gibiydiler. Kalpakları, çizmeleri giysileri asaletin simgesiydi. Giriş ücretli. 150 TL. Arzu Hanım türkülerini okudu istek de aldı. Âşıklar da atışmalarıyla bizleri güldürmesini bildiler. Âşıklar da yöresel giysilerle sahne alsalardı daha anlamlı olacaktı. Günlük kıyafetlerle sahne almaları gölgede kalmalarına vesile oldu. Oldukça hoş bir geceydi. Ancak, ikide bir sanatçıların önümüze şapkalarını koymaları bizleri rahatsız etti. Gerçekten rahatsız etti. İşi dilenciliğe döktüler. Belli ki onlar kazançlarını aldıkları bağışlardan sağlıyorlar, onu bilemiyorum. Ancak sanatçısını dilenci durumuna getiren bir milletin hiçbir değeri üretemeyeceğini biliyorum. Şapkaya para koyduk koymasına da, yapılan işi de yadırgadık. Ağız tadıyla bir gece geçirelim dedik o da olmadı işte. Anladığımız kadarıyla mekân sahibi bilet paralarıyla kendi giderlerini karşılıyor. Sanatçılara da dilencilik yapmak kalıyor. Saat 11.00’ de otele döndük. Ertesi günü sabah 08 de hareket. Emel açıklamasını yaptı. Geç kalana 10 TL. ceza kesilecek. Devam edecek…

DOĞU ANADOLU GEZİSİ (ll)

Ani Harabeleri -İnsanların hem karnını doyuran hem de geleneklerini hatırlatan böylesine geleneğine düşkün o kişiyle, mekân sahibi ve aşçısı ile tanışmak istedim ve tanıştım. Meğer garson olarak bize hizmet edip hal-hatır soranlardan birisiymiş mekân sahibi. Beyefendi bir işadamı. Hemen aşçısını da çağırdı. Genç ve güzel bir bayan. Öğretmenlikten ayrılarak bu mekâna aşçı olarak gelmiş. Menüler onun onayından geçmeden sofraya gelmiyormuş- Rüştü KAM Ha-ber.com İkinci gün. Saat 08, otobüste yerimizi aldık. Sezgin kaptan çekti besmeleyi ve bastı gaza. İlk durağımız Ani Harabeleri. Emin, Kars rehberimiz Celil Hoca’yı yoldan alacağımızı anons ederken, birden arkadan sesler yükselmeye başladı, “Fatma seçmen yok, Fatma seçmen yok!” Emel kızımız görevine alışamamış olmalı ki tam sayıyı almadan otobüse yol vermiş. Biraz ilerden geriye döndük. Fatma Seçmen, otelin önünde bize el sallıyor, otobüs öbür şeritte seyrettiği için de kaptan sezginin, “bekle, oraya geliyoruz” şeklindeki ikazlarına aldırmadan, gidiyor olduğumuzu düşünerek el sallayarak otobüse doğru koşuyor. Biraz sonra olduğu yerde kalakaldı. Geriye döndüğümüzü anladığı için mi yoksa otobüsten ümit kestiği için mi, onu kestirmek zor. Otobüse biner binmez bir alkış tufanı koptu, deme gitsin. “Seçmen, Seçmen” diye tempo tutuyordu arkadaşlar. Neredeyse sevinçten ağlayacaktı Fatma Hanım. Gezilerin güzel tarafları bunlar, şakalaşmak, birlikte gülmek, birlikte ağlamak. Emel affetmedi Fatma seçmeni, ilk günün cezasını hemen kesti. Hem de 20 TL. İtiraz kabul edilmedi. Sayım yapmadan yola çıkmaya müsaade ettiği için 10 TL. da Emin’den Emel’e ceza geldi. Berlin’den beri Fatma Seçmen rahatsızdı. Hastaneye götürelim teklifimizi reddetti. Dinlenirse iyileşirmiş. Öyle dedi. Söz de dinlemiyor. Gece rahatsızlanmış, oda arkadaşı Gülcan hanım Emin’i haberdar etmiş, birlikte hastaneye gitmişler. Serum takmışlar ve birkaç da hap v ermişler. Sabah geç kalmasının sebebi de hastalıkla ilgiliymiş. Kural kuraldır, bir kez delinirse herkes benzer mazeretler üretmeye başlayacağı için Emel geri adım atmadı, haklıydı. Kars rehberimiz Celil Hoca. Evinin önünden aldık onu. Mocca Dergisi’nin birkaç sayısını da verdik. İki gün bizimle olacak. Güven veren bir duruşu var. Hoş beşten sonra hemen aldı mikrofonu eline başladı anlatmaya. İki gün boyunca hiç nefes almadan anlattı. Otobüste de anlattı tarihi eserlerin önünde de, her yerde anlattı. Mesleğine âşık dertli bir kişilik, yapılan yanlışlıkları kabullenemeyen bir duruşu da var. Tarihi eserlerin katlediliyor olması onu çok yaralamış. Yapılan yanlışlıkları gerekli mercilere de yazıyormuş, bildiriyormuş. Ancak olumlu ve olumsuz bir cevap, alamıyormuş, alamamış. Doğubeyazıt’ta ayrıldı bizden. Ruslar Kars’ta 40 yıl kalmış. Bu süre içinde yaptıkları taş binalar iklim şartları göz önünde bulundurularak yapılmış. Hâlâ ayakta olanlar var. Anıt gibi öylece duruyorlar. Ruslardan sonra yapılan binalar ise iklim şartları göz önünde bulundurularak yapılmamış. Estetik ve sağlık düşünülmemiş. Düzensiz bir yapılaşma var Kars’ta. Lenin TBMM ile bir antlaşma yaparak Kars’tan çekilince(1921), göç başlamış. Daha sonra da Kars’a bir çivi bile çakan olmamış, ne yapıldıysa son 20 yılda yapılmış(2022). Zaman içinde Ardahan ve Iğdır Kars’tan koparılıp kendi başlarına il yapılınca da Kars sanki karanlığa gömülmüş. Gelişme durmuş. Bu gezide, oğlum Zülfikar, Hureyre ve onun nişanlısı Zelifa ile birlikte seyahat ediyoruz. Annelerinin yokluğunda benim teselli kaynaklarım. Zülfikar’ı kaptan yardımcısı Kadir’e emanet ettik. Kadir gezi sonuna kadar, hiç ayrılmadı Zülfikar’dan ona müteşekkirim. Onlar faytonla gezdiler Ani’yi. Bizler ise yaya. Üç saatte tamamladık turu. Ani’ye görkemli bir kale kapısından giriliyor. Orijinal motiflerin bulunduğu kapıdan. Celil Hoca, grupta Türkçe bilmeyenler veya az bilenler için İngilizce de anlatıyor. Geçmişte Ani’de 200 bin insan yaşamış. Zamanla bir taraftan Moğol istilaları bir taraftan depremler Ani’nin yerle bir olmasına vesile olmuş. Ayakta kalan eserler bir elin parmağı kadar. Nakkaş kilisesi, Meryem Ana Kilisesi(Katedral), Dikran Honentz Kilisesi, Kızlar Kilisesi, Menuçehr Camii. Agora meydanı da belli belirsiz ayakta kalabilen eserlerden. Rusların, çekilirken yıktıkları caminin temellerini ve minaresinin merdivenlerini de görebiliyoruz. 1947 ye kadar halk mağaralarda yaşıyormuş Ani’de. Mağaraları görebiliyoruz, karşı tepenin eteğinde. Çoğu depremde toprağın altında kalmış. Arpa çayın öbür tarafı Ermenistan bu tarafı Türkiye. Tam Arpaçay’ın kenarında bir kilise ve bir de köprü var. Katedralin önünde ‘Gaziantep Büyükşehir Yardım Gönüllüleri Derneği ile karşılaştık. Kızlardan oluşan bir grup. Onlarla kısa da olsa sohbet etme imkânımız oldu. Cana yakın kızlar. Gözleri pırıl pırıl. Yakalarında rozetleri var. Anlaşılan yaptıkları işleri severek yapıyorlar ve tanınmak istiyorlar. Anlamlı bir organizasyon. Şahinbey ilçesinde kurulmuşlar. Ancak profesyonel bir rehberleri yoktu. O kadar masraf ve o kadar da yol. Profesyonel rehberleri yok. Anlaşılabilir gibi değil. Ani, 961-1045 yılları arasında Pakraduni Hanedanlığının başkenti olmuş. 11. ve 12. Yüzyılda Selçukluların hâkimiyeti altına girmiş. Ani'deki ayakta kalan en önemli İslam eseri Ebu'l Menuçehr Camisiymiş ve 1072 yılında Şeddadî emiri Menuçehr tarafından yaptırılmış. Orada öylece duruyor. Anadolu’da yapılan ilk cami. Aslına uygun olarak yapılacağı günü bekliyor. Her gelen ziyaretçisine dert yanıyor, “Ben çok acı çekiyorum. Benim yaralarımı saracak, uzman hekimlere ihtiyacım var.” Oraya gidip te Menuçehr Camii’nin iniltisini duymamak mümkün mü? Bugün itibariyle Ani ören yerinde, Bronz ve Demir Çağı’na ve Urartular dönemine ait eserler bulunmuş. Ayrıca Zerdüşt Ateşgedesi olabilecek bir yapı da mevcutmuş. 1001 kilise şehri veya 40 kapılı şehir diye de adlandırılan Ani'nin altında bir yeraltı şehri varmış. Oralar daha ziyarete açılmamış. Velhasıl Ani anlatmakla bitecek bir ören yerine benzemiyor, gezip görmek gerekiyor. Han-ı Hanedan Ani’den ayrıldık. Öğle yemeği için Kars’a doğru hareket ettik. Kars kazı yiyeceğiz. Yani tandırda kaz çekmesi. Kaz çekmesinin en iyi pişirildiği ve servisinin yapıldığı söylenilen Han-ı Hanedana gittik. Önce çorba geldi. Yöresel Evelik Aşı (çorba). Yayladan sofraya uzanan şifa olarak tanıtılıyor. Oldukça lezzetli bir çorba. Gezilerin önemi de işte burada yatıyor. Değişik tatlar ve lezzetlerle tanışıyorsunuz. Arkasından ana yemeğimiz geldi. Tandırda kaz çekmesi. Ben yanına yoğurt istedim. Süzülmüş manda yoğurdu getirdiler. Tatlı olarak Pargalı tatlısı. Pargalı İbrahim geldi hemen aklımıza. Görüntüsü fevkalade güzel. Çatalı ve bıçağı tabağa koymuşlar üzerine çikolata serpmişler sonra da çatal ve bıçağı tabaktan almışlar. İzleri tabakta öylece kalmış. Estetik. İştah açıcı. Hani ‘Yeme de yanında yat.’ derler ya o cinsten. Yemekten sonra sade Türk kahvesi ikram edildi. Yanında lokumu ve suyu ihmal edilmemiş. İnsanların hem karnını doyuran hem de geleneklerini hatırlatan böylesine geleneğine düşkün o kişiyle, mekân sahibi ve aşçısı ile tanışmak istedim ve tanıştım. Meğer garson olarak bize hizmet edip hal-hatır soranlardan birisiymiş mekân sahibi. Beyefendi bir işadamı. Hemen aşçısını da çağırdı. Genç ve güzel bir bayan. Öğretmenlikten ayrılarak bu mekâna aşçı olarak gelmiş. Menüler onun onayından geçmeden sofraya gelmezmiş. Yaptıkları işin ne kadar anlamlı olduğunu duygularımı da katarak anlattım onlara… Restoranlarda erkek aşçılara alışık olduğumuzdan, bir bayanın aşçı olarak bizi selamlaması da ezberimizi bozdu elbet. Peynir Müzesi Yemekten sonra Peynir Müzesi’ne gittik. Gravyer başta olmak üzere birçok çeşit peynirin üretildiği Kars'ta, Peynir Müzesi açılmış. Tarihi Süvari Tabyası’nda açılmış bu müze. Tabya restore edilerek müzeye dönüştürülmüş. Ne kadar da hoş olmuş. İstenirse neler oluyor neler. Peynir Müzesinde ahır bölümü, içi süt dolu güğümler, yaylalardaki yaşam ve peynir yapımı ile peynirin imalatının serüveni anlatılmış ve canlandırılmış. Müzenin giriş bölümüne ise yine temsili olarak üst üste onlarca gravyer peynir yerleştirilmiş. Alışageldiğimiz müzelerden farklı bir müze. Türkiye’de bir şeylerin değiştiğini fark edebiliyoruz. Sarıkamış Kars’a gelip de Sarıkamış şehitlerine gözükmeden, onlarla selamlaşmadan gitmek olmazdı. Geç saatte de olsa vardık huzura ama şehitlerimiz yüzümüze bile bakmadılar. “Biz uğruna can verdiğimiz bu toprakları sizlere emanet ettik. Hayatımızın baharında canımızı vererek emanet ettik. Vatan sağ olsun dedik, şimdi sizler bu topraklara o insanları yeniden kendi elinizle davet ediyorsunuz, onlarla işbirliği yapıyorsunuz, yazıklar olsun sizlere!“ dediler. İster istemez boynumuzu büktük, elimizi önden bağlayarak 3.000 kilometre uzaktan geldiğimizi söyledik. Anlayışla karşıladılar. Türkiye’de olup da onlara hiç uğramayanlar da varmış. Yine de bizi bağırlarına bastılar. Kucaklaştık onlarla. Hatıra fotoğrafı çekilmeye müsaade ettiler ve gözyaşları içinde ayrıldık huzurdan. Aziz şehitlerimizin ruhu şad olsun. Sarıkamış, Horasan'da kurulan Selçuklu-Türk İmparatorluğu tarafından vatanlaştırılmış. Selçuklunun gayesi İslam tefekkürünü dünyaya yaymak ve yaşatmaktır. 16 Ağustos 1064 tarihinde Alparslan'ın, Bizans Kalesi Ani şehrine, Kars kalesine, Allahü Ekber ve Soğanlı Dağlarına hâkimiyet kurmasıyla Sarıkamış da bir Türk vatanı olmuş. Ta ki, 3 Mart 1878 de Ayastafanos, 13 Temmuz 1878 tarihinde Berlin Antlaşmaları imzalanana kadar. O tarihten sonra Kars, Batum ve Ardahan harp tazminatı olarak Ruslara bırakılmıştır. Bu hal tam 40 yıllık simsiyah günleri içine almıştır. Bu bitmez tükenmez acı günlerde Sarıkamış yöresindeki halk çektiği ıstırapları yanık türkülerinde dile getirmişlerdir. 1914 yılında Enver Paşa komutasında meşhur Sarıkamış Harekâtı başlamıştır. Ağır kış şartları nedeniyle ordumuz kış şartlarında daha fazla ilerleyememiş ve yenilgiye uğramıştır. Bu sonuç tarihe korkunç bir facia ve acı bir hatıra olarak geçmiştir. 90.000 şehit. Tamamen donarak ölen 90.000 kınalı kuzu. Rus Kafkas Ordusu Kurmay Başkan Vekili Dük Aleksandroviç Pietroviç Sarıkamış'ta gördüklerine anılarında şöyle yer vermiş: "İlk sırada diz çökmüş 9 kahraman. Mavzerleriyle nişan almışlar, tetiğe asılmak üzereler ama asılamamışlar... İkinci sırada cephane taşıyanlar var, sandıkları bir avuçlamışlar ki, kâinattan hırslarını almak istiyor gibiler. Öylesine kaskatı kesilmişler... Ve sağ başta Binbaşı Nihat. Dimdik ayakta, başı açık, saçları beyaza boyanmış, gözlerini karşıya dikmiş... Allahuekber dağlarındaki son Türk müfrezesini teslim alamadım. Bizden çok evvel, Allah'larına teslim olmuşlardı." Aman Allah’ım; Yürek mi dayanır bu acıya. Peynir almak için zaman Emin kardeşimiz peynir alacak zamanımız olmadığı için geç saatte de olsa müessese sahibini bekletmiş. Sarıkamış dönüşü vakit kaybetmeden doğruca o müesseseye gittik. Saat 22:00 de dükkân açık. Önce bize kısaca peyniri tanıttı müessesenin sahibi. Genç bir delikanlı. Anlaşılan babadan oğula devredilmiş müessese. Kars gravyer peyniri genellikle saf inek sütü veya inek ve keçi sütü karışımı ile yapılırmış. Kars gravyeri, 1878 yılında İsviçreli bir peynir üreticisi olan David Moser'in Kars, Boğatepe’yi ziyareti sırasında bölgeyi peynir yapımına uygun bulması ile ortaya çıkmış. Köyde küçük bir peynir fabrikası kurularak üretime başlanmış. Avrupa da ‘Dağ sütleri’, ‘dağ peynirleri’, ‘Alpin peynirleri’ isimli gruplarla yarışırmış Kars peyniri. Kars’ta 2 bin 400 - 2 bin 800 rakım aralığında üretilen bu peynirler de bu değerli peynirler sınıfına giriyormuş. Genellikle kahvaltıda tüketilen gravyer, Kars gibi bazı bölge ve şehirlerde; hazma yardımcı olduğu gerekçesiyle yemek sonrası yeniliyormuş. Alışveriş saat 24:00’e kadar sürdü. Sabah 08:00 de Doğubeyazıt’a hareket. Devam edecek