28 Mart 2023 Salı

DOĞU ANADOLU GEZİSİ (Vlll-8): TUNCELİ/DERSİM

Tunceli Sabah saat 08’de grup üyeleri otobüste yerlerini aldılar. Emel kızımız tekmilini verdi. Eksik yoktu. Hedefimizde Tunceli var. Elazığ gezisini, Tunceli dönüşü yapacağız. Keban Barajı’nın oluşturduğu suni göl kenarından gidiyoruz. Sabah erken olduğu için otobüste bir sessizlik var. Arkadaşlar hâlâ uyuyorlar. Rehberimiz Cem, uyuyanları uyandırmaya çalışsa da faydası yok. Daha kendisini tanımadığımız için de Cem beyle senli benli olamıyoruz. Çekincelerimiz var. Vereceği tepki belli değil. Emin devreye girdi ve başladı düdük eşliğinde otobüsün içinde kültür fizik hareketlerine. Birdenbire herkes canlandı. Ondan sonra da her sabah bu hareketleri yapmaya devam ettik. “Eller yukarı; bir, iki, üç…” Murat nehri üzerinden feribotla Pertek’e geçiyoruz. Biz Niğmet kızımız ile sohbete dalmışız. 15 dakika sonra iniyoruz komutuyla sohbetimizi sonlandırdık. Pertek Tunceli’nin bir ilçesi. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Pertek ile ilgili şu bilgileri veriyor: “Pertek ismi Moğolca’dan gelmektedir. Karakuş demektir. Pertek kalesi üzerinde tunçtan bir karakuş heykeli vardır. Her yıl Nevruz gününde, kanat çırpıp bütün Ekrad (Kürtler) ve Mığdisi kavimlerini bu şehrin pazarına toplamak için işaret verirmiş. Bunun için de bu şehre Pertek denirmiş, Halid Bin Velid bu şehri ele geçirince bu heykeli yıkmış ancak kalenin üzerinde heykelin yeri hâlâ belli olmakta" diye bahsetmiştir.” (Seyahatname 3. cilt sayfa 1439) Murat Irmağı’nın kıyısındaki bir tepenin üzerinde inşa edilen Pertek Kalesi, Keban Baraj Gölü (1965) suları altında kalmış. Bizim gezinin adı; “Kültür ve Araştırma Gezisi.” Kültür varlıkları bizim için önemli. Oradaki tarihi eserlerin suyun altında kalmaları bizi üzdü. Keşke bu baraj buraya tutulmasaydı da o şehirler capcanlı dursaydı yerlerinde… Bu keşkeler anlamlı elbet ama bir de çağın gerçeği var. O baraj oraya kurulmasaydı enerji ihtiyacımızı nasıl karşılayacaktık? Tunceli sarp dağların arasına saklanmış gerçek bir Anadolu hazinesi. Tepeden seyri bambaşka. Tıpkı kabuğundaki inci gibi. Tunceli’ye doğru inerken durup fotoğraf çekme imkanını yakalayamadık. İşte şurası daha güzeldir, fotoğraf oradan daha güzel çekilir, şu virajı dö-nünce duralım derken Tunceli’ye inivermişiz. Güvenlik kontrol noktasındayız. Görevliler tek tek kontrollerini yaptılar ve sonra da iyi günler dilediler. Güzelim memleketimizi ne hale getirdiler ayrılıkçılar. Neredeyse elli yıldan beri güzel yurdumuz terör yurdu olmuş. Kars’tan bu tarafa şehir girişlerinde ve bazen de yol üzerlerinde güvenlik kontrol noktaları var. Yazıktır günahtır. Sözüm Türkiye üzerinde çıkarları olan ve o çıkarlarının peşinde ko-şan dış mihraklara değildir; onların içerideki işbirlikçilerinedir. Bu güzelim vatan topraklarını yabancılara peşkeş çekerek menfaat devşirmenin bir gün sonu gelecek ve hepiniz hak ettiğiniz sona kavuşacaksınız. Birgün güneş ufuktan doğacaktır. “Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın…” Rehberimizin anlattığına göre: Tuncel’inin içinden iki ırmak geçermiş. Munzur Çayı ve Murat Nehri. Öyle bir kentmiş ki Tunceli; ur kekliğinden, çengel boynuzlu dağ keçisine, tek dişli doğal sarımsağından, ışkınına kadar birçok açıdan özel bir coğrafyaymış. Nüfusu 85.000 kadarmış. Topraklarının % 70’i dağlarla, % 25’i platolarla kaplıymış. Tunceli’yi Doğu Toroslar ve Munzur Dağları çevrelemekteymiş. Munzur Dağları’nın doruklarında rakım 3.000 metrenin üzerindeymiş. Tunceli ovasında ise Keban Barajı’nın tutulmasıyla birlikte çok büyük bir göl oluşmuş. Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde, Munzur Çayı için şunları yazmış: “Munzur çayı, Ovacık Nahiyesinde, Munzur Baba Aziz’in dağından çıkan küçük bir kaynak olup Murat Nehri’ne karışır. Bu nehir her sene Ağustos’tan başlayıp kırk gün acı ve kırk gün tatlı akar. Nehrin lezzetli alabalığı olur. Bu pınarın kuzeyinde bir dağ vardır. Orada Munzur Baba’nın diktiği bir ağaç vardır ki, gayet siyahtır. Bu ağacı kim keserse zarar çeker...” Munzur Dağları’nda, başka hiçbir yerde bulunmayan endemik bitkiler varmış: Çan Çiçeği, Erzincan Kirazı, Bindebir Keklik Otu, Munzur Kekiği, Munzur Düğün Çiçeği, Dağ Çayı, Munzur Dağı Oltu Otu ve Menekşe bu bitkilerdenmiş. Bir de Tunceli Yaban Sarımsağı varmış. Dağların zirvesinde yetişirmiş. 1.500-2.000 metre yüksekte. Yalnızca Tunceli’nin Ovacık ilçesinde yetişirmiş bu sarımsak. 1980 yılında keşfedilen Tunceli sarımsağının başları tek dişli olurmuş. Kabuklarının arasında çok sayıda küçük dişçikler bulunurmuş. Çengel Boynuzlu Dağ Keçisi de Tunceli’de yetişirmiş. Kayaların usta tırmanıcısı. Kafatasından dik olarak çıkıp uç kısmına doğru çengel gibi içe bükülen boynuzlarından dolayı bu adı almış. İki bin metreden yüksek alanlarda yaşarmış. Rengi kışın siyah, yazın ise açık soluk veya turuncuya yakın kahverengi olurmuş. Sırtında omuz başından kuyruğa kadar siyah bir şerit uzanırmış. Keçiler, sabahın erken saatlerinde ve akşam serinliğinde beslenirlermiş; diğer zamanlarda dinlenirlermiş. Su ihtiyacını ise yediği besinlerden karşılarmış. Tunceli yemekleriyle de meşhurmuş; Buğday döğmesinden yapılan ‘döğme pilavı’, ‘keşkek, 12 imam çorbası, tarhana, erişte ve haşıl, yörenin yaygın yemeklerindenmiş. Ayrıca, siron, babiko ve Keledoş da önemli yemekler arasındaymış. 12 İmam çorbası, Muharrem’de tutulan 12 gün orucun sonrasında pişirilen bir çorba imiş ve içinde on iki çeşit yiyecek maddesi bulunurmuş. Çorbaya, malzemeleri atarken 12 İmamın adı anılırmış. Genel olarak Muharrem’de 12 İmam’ı anmak için yapılan bu çorba; cenazelerde, kurbanlarda ya da düğünlerde de yapılmaktaymış. Munzur Munzur’la ilgili şöyle de bir hikâye varmış; “Munzur, daha yedi yaşındayken, Ovacık’ın Koyungölü Köyü’nden bir ağanın koyunlarına çoban olur. Yaşı yirmiye yaklaşmıştır. Çobanlıkta uzunca bir yol katetmiştir, ehildir. Ağa hacca gidecektir. Koyunlarını arkasına bile bakmadan Munzur’a emanet eder. Ağa hacdayken, Munzur, ağanın eşinin yanına gelir ve “Hanım’ım, ağamın canı sıcak helva istiyormuş, sen yapıver de ben kendisine götüreyim”, der. Ağanın hanımı önce şaşırır; sonra da “herhalde zavallı çobanın canı helva yemek istiyor, ama utandığı için ağasını bahane ediyor” diye helvayı yapar ve Munzur’a verir. O sırada Hacda namaz kılmakta olan ağa, sağ tarafında Munzur’u görünce şaşırır. Niye geldiğini sorar. Munzur da “Canın çekmiştir diye hanımım sana helva gönderdi; onu getirdim” diye-rek, elindeki bohçayı ağasına uzatır. Helvanın hâlâ sıcak olduğunu gören ağa, bunun nasıl olduğunu sormak için başını çevirdiğinde Munzur’un sırra kadem bastığını farkeder. Hacdan veya savaştan döndüğü gün, herkes, elinde bir hediyeyle, ağayı karşılamaya gelir. Karşılayanlar arasında, kovasındaki sütüyle Munzur’u gören ağa, yanındakilere, “öpülecek el varsa benim değil Munzur’un elidir” der ve Munzur’a doğru hamle yapar. Bunun üzerine Munzur, “aman ağam Allah aşkına. Ben yıllarca senin ekmeğini yedim. Ben sana elimi öptürmem”, der ve kaçmaya başlar. Bugünkü su gözelerin bulunduğu yere gelindiğinde, sendeleyen Munzur’un elindeki süt dökülür. Sütün her döküldüğü yerde, süt gibi bembeyaz bir su fışkırır. Munzur kırk adım daha atar. Fışkıran bu sulardan bir ırmak meydana gelir. Munzur’un arkasından koşanlar bu ırmaktan öteye geçemezler. Munzur da kayanın içinden fışkıran gözede kaybolur gider. Bugün, gösterdiği kerametten sonra Munzur’un sırra kadem bastığı yerden çıkan çaya ve çayın çıktığı yerin arkasında uzayıp giden dağa, adını veren Munzur, bölgenin de sembolik isimlerinden biri haline gelir. Munzur Çayı’nın kaynağının kırk göze olması da ‘Kırklar’ı simgelemektedir. Günümüzde önemli ziyaret yerlerinin başında gelen Munzur adına her yıl, kurbanlar kesilip, lokmalar dağıtılmaktadır.” Anadolu Alevîliğini Naki Dede’den dinliyoruz Bize verilen saatte Cemevinin ana kapısından içeriye girdik. Ziyaretçisi çok fazla olduğu için randevu ile içeriye alıyorlar. Mütevazi bir Cemevi. Naki Dede bizden önceki grubun son üyelerini uğurlamakla meşgul. Dede deyince aksakallı başında sarığı olan elinde bastonuyla ve cübbesiyle yaşını başını almış, başında fötrü ile bir pîrifani hayal ediyorduk. Hayal kırıklığına uğradık. Genç birisini tanıttı rehberimiz. Naki DEDE. Kot pantolonlu. Başı açık, modern birisi. Elinde bir de kitap var. Naki Dede yüzündeki tebessümüyle saygılı bir şekilde “Hoş geldiniz.” dedi. Kendimizi tanıttık. Hal ve hatır sordu. Sonra da kendisinden ne öğrenmek istediğimizi. “Benden ne öğrenmek istiyorsunuz?” - Tunceli deyince Alevîlik akla gelir. Hazır bir Dede bulmuşken ilk ağızdan, Alevîlik hakkında bilgilenmek isteriz. Alevîlik nedir, nasıl bir inançtır? Naki Dede, kim bilir günde kaç gruba anlatıyor Alevîliği. Onun işi de zor. Aynı şeyleri anlatıp durmak sıkıcı olmalı. Yarım ay şeklinde önüne dizildik. Bizden sonra başka grupların varlığından bahisle kısa bilgiler verebileceğini söyleyerek söze başladı: “Alevî”, Hz. Ali ailesinin adıdır. Hz. Ali’ye bağlı olan, O’nu seven, Hz. Ali’nin yolundan giden, Hz. Ali’nin taraftarı olan Müslümanlara Alevî denir. Alevîlik; İslami bir dinsel inanç sistemidir. Alevîlik, İslam kökenli bir mezheptir. Kitabı Kur’an’dır. Allah’a kul, Hz. Muhammed’e bağlı, Hz. Ali’ye talip, Hz. Hüseyin’in yolunu süren, Hacı Bektaş-ı Veli’nin ‘eline, diline, beline sahip’ olmayı ilke edinen, iyi düşünce, iyi söz ve iyi davranışta kendini bulan inançtır. Alevîlik; “Tanrı korkusu” yerine “Tanrı sevgisini benimseyen, “Zâhir’i bâtın’la, bâtın’ı Zahir’le birleştiren”, “Şeriat kapısını aşıp, marifet yoluyla hakikat dünyasına ulaşan”, Kur’an’ın şekline değil, özüne inen, akıl ve gönül ile ruhsal olgunlaşma yoludur. Alevîlik; İslam’ın özüdür, anasıdır. Alevîlik; Ehlibeyt ’in yoludur. Kur’an ve İslâm’ı, Hz. Ali’nin anlattığı gibi anlamaktır. Alevîlik, Muhammed’le Hz. Ali’yi birbirinden ayırmamaktır. Alevîler Allah’ın birliğine, Hz. Muhammed’in Resul olduğuna ve Hz. Ali’nin Velayet makamına sahip olduğuna inanır. Bu nedenlerden dolayı Alevîlik İslam’ın içindedir. Alevîlik; Allah-Muhammed-Ali üçlüsünün sürekli öncelendiği bir inanç biçimidir. Kendine özgü ibadetleri, ritüelleri ve duaları vardır. Alevîler Müslüman olduğuna göre, ibadetlerinde Sünnilerle farklılıkların olmaması gerekir değil mi? “Alevîlikte, Müslümanın insani değerleri, günlük yaşamına ne kadar yansıtabildiği önemlidir. Müslümanın (Can)’ın insanlarla ilişkilerindeki dürüstlüğü, nefsini kontrol altında tutma feraseti, yalan söylememesi, hak yememesi, adaletli olması, kendini kibirden arındırması, içindeki Allah, Muhammed ve Ehl-i Beyt bağlılığını sürekli canlı tutması ve onlara duyduğu sevgiyi içinde büyütmesi önemlidir. Alevîliğin inançsal ve sosyal düzeni; mürşit-pîr-rehber-talip sistemi üzerine kurulmuş dört mertebe oluşturmaktadır. Birinci mertebede bulunan mürşit; pîrin pîridir. Her talibin bir pîri olduğu gibi her pîrin de bir pîri vardır. Pîr, inancın yayıcısı, cemdeki on iki hizmetin yürütülmesinde rehberlik eden, yol bilgilerini taliplerine aktaran dini otoritedir. Evlad-ı resuldendir. Bu yolda her talip bir pîre, rehbere ve mürşide bağlıdır. Hiyerarşik bakımdan her talip mürşit, pîr ve rehber tarafından denetlenir. Talibin suçsuz yere eşini boşama, başkasının namusuna yan gözle bakma, yalancı şahitlik yapma, faizle borç para verme, başkasına iftira atma gibi suçları varsa talip “düşkün” ilan edilir. Toplumdan tecrid edilir. Lokması alınmaz ve ona lokma verilmez. Talibin girdiği yolda kalbi ile ikrar vermesi ve bu ikrarı dili ile onaylaması gerekmektedir. Talip, kibirden, insanları hor görmekten ve incitmekten, hak yemekten, iftira atmaktan, yalan söylemekten uzak durmalıdır. Hakka varmak isteyen talip pîrin eteğini tutar, aynı yolda yürüyen kardeşleriyle bir can olur. Kısaca talibin biricik hedefi bütün ömrü boyunca eline, beline, diline sahip olmaktır. Bu yolda ilerleme süreci, dört kapıyı kırk makamı birer birer geçerek gerçekleşir. Şeriat, tarikat, marifet, hakikat olarak adlandırılan bu dört kapıdan şeriat zahir, diğerleri batındır. Kırk makam ise bu dört kapının ara basamaklarını oluşturmaktadır. Her makamın on esası vardır. İnsan-ı kâmil olma, edep, erkâna uyma, yedi ulu ozanın inançları, kırklar meclisi, tevella ve teberra, miraçlar, düşkünlük, dâr, barış, esenlik, kar-deşlik, eşitlik, toplumsal dayanışma hoşgörü, kul hakkını yememe, iyiliği emretme, kötülükten uzak durma, yalan ve riyadan sakınma, zina vb. çirkinliklerden kaçınma, haksız kazanç edinmeme, zulme karşı çıkma gibi, ahlaksal ilkeleri yaşama egemen kılan tüm değerler Alevî İslâm inancında olduğu içindir ki, Alevîlik İslâm’ın özüdür. Aslında cem törenlerini yürüten her pîrin Alevî şiiriyle ilgili, geniş bir repertuara sahip olması gerekmektedir. Pîr cem törenlerinde, saz eşliğinde özellikle Kerbela zulmünü, On İki İmam’ın ve diğer velilerin kerametlerini konu alan deyiş ve semahlar söylemek zorundadır. Alevîlikte her yıl Muharrem ayında tutulan on iki günlük oruçta da canlar nefislerini köreltmek, dünyevi olandan elini çekmek, yokluğu daha iyi anlayabilmek ve hakla yakınlaşmak için su içmezler, et gibi içinde can barındıran gıdalar tüketmezler, iftarlarını çok basit yiye-ceklerle çok az yiyerek açarlar. Alevî inancında çok eski anaerkil toplumların bazı izleri de görülmektedir. Mesela kavga sırasında bir kadının başörtüsünü çıkarıp ortaya atmasıyla kavga sona erer. Aralarında bü-yük husumetler bulunan ailelerden suçlu olan taraf eşini alıp düşmanının evine giderse bağışlanır ve düşmanlık son bulur. Ayrıca evin en yaşlı hanımı evin her şeyinden sorumludur, onun rızası olmadan önemli kararlar alınmaz. Kadına, Fatma Ana’nın yüzü suyu hürmetine büyük bir saygı duyulur.” Arkadaşların sorularına da uzun uzun cevap verilince sohbet uzadıkça uzadı. Yarım saatlik randevu bir buçuk saat sürdü. Ogün, Cemevi’nde taziye yemeği varmış. Sohbetten sonra, Naki Dede bizi de davet etti yemeğe. Canlarla birlikte taziye yemeği yedik. Cenaze sahipleri bize izzet ikram ettiler. Pilav üstü, et kavurma. Yanında ayran. Tabağını bitirenler bir tabak daha aldı. Müthiş bir lezzet. Yemekten sonra Naki Dede bizi dış kapıya kadar uğurladı. Tunceli Belediyesi Cemevi’nden sonra Tunceli Belediyesi’ne gittik. Türkiye Komünist Partisi (TKP)’ne mensup bir belediye başkanı. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde seçilmiş. Öncesinde Ovacık belediye Başkanı imiş. Türkiye onu Komünist Başkan lakabıyla tanıyormuş. Fatih Mehmet Maçoğlu. Türkiye'nin ilk TKP’li İl Belediye Başkanı. Bir ay öncesinden randevu almıştık. Kendisinin Almanya’da olacağından bahisle bizleri, yardımcısı karşılayacaktı. Öyle de oldu. Bizi salona aldılar. Çay ikram ettiler. Biraz sonra başkan yardımcısı da geldi. Biz kendimizi tanıttık. Başkan yardımcısı da kendisini tanıttı. Belediyede yaptıkları hizmetleri anlattı. Mocca dergimizi ve hediyelerimizi kendisine takdim ettik. Çaylarımızı içtikten sonra vedalaştık. Askıda kitap hizmeti İçeriye girerken salondaki kitaplar dikkatimizi çekmişti. Sorduk; bu kitaplardan vatandaş nasıl istifade ediyor? “Kitap okumak isteyen raflardaki kitaplardan istediğini alır evine götürür. Kayıt falan da alınmaz. Vatandaş isterse geriye getirir kitabı. Getirmeyebilir de. İsteyen vatandaş da evindeki kitabı başkaları da okusun diye bu raflara bırakır. Çark böyle işler.” Örnek alına-cak çok önemli bir hizmet. Askıda kitap hizmeti... Munzur Dağları Munzur Dağları’nın eteğindeyiz. Munzur Dağları senelerce terör korkusundan kimse yaklaşamayınca yalnızlığa terkedilmiş. Şimdi eteğine kadar geldik. Yükseklerde aynı terör tehlikesi hâlâ var mıdır, tam emin değiliz. Ama teröristlerin belinin kırıldığı belli. Dağın eteğinde Munzur Çayı varmış. Belediyeden ayrıldıktan sonra Munzur Çayı’nın kaynağına gittik. Manzara müthiş, şırıl şırıl sular akıyor. Su sesine kuş sesleri eşlik ediyor. Arkadaşlar cıvıl cıvıl. Kimisi çayın kenarına oturmuş ayağını suyun içine daldırmış, kimisi sıvamış pantolonunun paçasını yürüyor suyun içinde. Ellerini yüzlerini yıkayanlar da var. Avuçlarıyla su içenler de. Bir kısım arkadaşımız da deklanşöre basıyor. Sırt üstü yatarak dinlenmeye çalışanlara ne demeli… Arkadaşların sesi de su ve kuş sesine karışınca olağanüstü bir harmoni meydana geliyor. Mevla’m, özene bezene yaratmış sanki bu dağları. Üzerinde envaı çeşit endemik hayvanı ve bitkisiyle, suyuyla, şelalesiyle... Yemekten sonra Munzur Çayı iyi geldi. Doğrusunu söylemek gerekirse yemeği biraz fazla kaçırmışız. Et kavurma ve pilav o kadar lezzetli olunca yeniyor işte. Biz de yedik zaten. Zaman, ne zaman geçtiyse geçmiş. Birden geçmiş. Hem de çok geçmiş. Herkes mutlu. Ah, şu Emin’in düdüğü de olmasaydı, … Organik Dondurma Tunceli Ocak Köyü sapağında bir dondurmacı varmış. Fikret Usta. Tavsiye ettiler. Biz de tavsiyeye uyduk. Onun dondurmasını yemeden geçip gitmek olmazmış. Fikret Usta Yıllarca Ankara’da dondurmacılık yapmış. Emekli olunca köyüne gelmiş. Ocak köyüne yakın bir köyde yaşarmış. Rahat bırakmamışlar Fikret Usta’yı. Yeniden dondurmacılığa başlatmışlar. Amacı para kazanmak değilmiş Ustanın. O güne kadar kazanacağını kazanmış zaten. Dostlar alışverişte görsün anlamında yapıyormuş bu işi. Orada Eğin Belediye Başkanı ve Arapgir Belediye Başkan yardımcısı ile tanıştık. Ayaküstü sohbet ettik. İlçelerine davet ettiler bizleri ama zamanımız bu davete icabet etmeye müsait değildi. Teşekkür ettik kendilerine. Sıcak kanlı insanlar…Dondurmalarımızı yedik. Aroması harika. Fikret Usta dondurma malzemelerini kendisi hazırlarmış. Hepsi organikmiş. Ocak Köyü Vedalaştık Fikret Usta ile. Oradan Ocak Köyü’ne çıktık. Tırmanarak çıktı otobüs köye. Alevî Köyü. Cami de var köyde. Rehberimiz caminin ziyarete gelenlerin namaz kılması için yapılmış olduğunu söyledi. Ancak o köyde mukim olan Süleyman amca bu bilgiyi doğrulamadı; “Bina okul olarak yapılmıştır, hâlâ aynı amaçla kullanılır. Minare de öylesine yapılmıştır.” Dedi. Öyle veya böyle minare çok yakışmış o köye. Hıdır Abdal Ocak Köyüne köy dememek lazım. Adeta minyatür bir şehir. Hıdır Abdal Türbesi’nin yanı sıra; çeşmeler, hamamlar, köy odası, cemevi, köy fırını, kütüphane, müze, kültür merkezi, okul ve yeni konuk evi gibi sosyal amaca yönelik yapılar ve yapıtlar köyün ortak kültür varlıklarından. Köyün sokakları tertemiz. Sokakları köy halkı temizliyormuş. Arkadaşlar köye katkı olsun diye orada satılan hediyelik eşyalardan aldılar. Hem de pazarlık yapmadan. Anadolu’da bir köy var, Ovacık Köyü, o köy dağın tepesinde. Tarihin içinden geliyor. Tertemiz sokakları var. Temizleyen de köy halkı. Burada bir de müze var. Ancak pazartesi günleri kapalıymış. Biz müzeye giremedik. Müzenin önünde elinde sazıyla, yıllardan beri ziyaretçilerini bekleyen Hızır Abdal’ın Heykeli var. Selamlaştık kendisiyle. Bizlere lisan-ı hal ile “Hoş geldiniz canlar” diye cevap verdi. Sonra-sında sohbete daldık. O anlattı biz dinledik; Hıdır Abdal Seyyit imiş. "Yeşil sarık sarma" hakkına sahip bir Seyyit. Ocak Köyü, Hıdır Abdal’ın türbesi etrafında kurulmuş. Hıdır Abdal’ın bize anlattığına göre köy 13’üncü Yüzyılda kurulmuş. Hıdır Abdal’ın ceddi, Hz. Hüseyin'in oğlu Zeynel Abidin'e dayanırmış. Köy Osmanlı devrinde yoldan gelip geçene yemek veren bir vakıf niteliğindeymiş. Bu nedenle de o devirde her türlü vergiden muaf tutulmuş. Selçuklularla başlayan tekke ve zaviye şeyhlerinin korunması ve kurumlarının tamamen vakıflara bağlanmış olması geleneği, Osmanlılar döneminde de süre gelmiş. Cumhuriyet dönemine gelince de tekke ve zaviyeler kapatılmış. Böylece yüzyıllar boyu devam edip gelen bu güzelim gelenek kaybolmuş gitmiş. Sadece o gelenek değil o geleneğin oluşturduğu kültür de yok olmuş. Hıdır Abdal hoş sohbet birisi. Onu dinleyebilmek için onun dünyasını biraz da olsa tanımak gerek… Milli şairimiz Mehmed Akif Ersoy, ne de güzel söylemiş anlayanlar için: “Bir canlı izin varsa şu toprakta silinmez Ölsen seni sırtında taşır toprağın altı Ey gölgeden ümmid-i vefa eyleyen insan!...” Başbağlar Köyü Katliamı Ocak Köyünün tam karşısındaki dağda Başbağlar köyü varmış. Parmağıyla gösterdi rehberimiz. Karşıdan seçebiliyoruz. 5 Temmuz 1993'te, 33 sivilin katledildiği Başbağlar Köyü. Ezanın okunduğu sırada camiye giren teröristler cemaati zorla dışarı çıkarmış ve kur-şuna dizmişler. Burada 29 kişi katledilmiş. Daha sonra köy ateşe verilmiş ve 214 ev, köy okulu, köy camii, halkevi yakılmış. Yakılan evlerde saklanan 1'i kadın 4 kişi de yanarak can vermiş. 2 Temmuz 1993’te de Sivas’ta Madımak otelinde 33 Alevi yakılarak katledilmiş. Başbağlar katliamından 3 gün önce. Başbağlar güya, Madımak’ın rövanşıymış. Kim inanır bu masala. Türkiye’de öteden beri iç savaş provası yapılır. Bazen Alevilerle Sünniler vuruşsun istenir, bazen Kürtlerle Türkler, Bazen Ermeniler üzerinden toplum gerilir, bazen de tarikatçılar üzerinden, bazen de şeriatçılar üzerinden. Bazen de üniversitelerde başörtülü kızlar için ikna odaları kurularak, bazen de başörtülü anneleri ordu evine almayarak toplum gerilmek istenir. Maraş olayları da Alevî Sünnî gerginliği yaratmak için tezgahlanmıştır. (19 Aralık 1978). Bu işlerin gizli bir el tarafından yapıldığı söylenir. Ama o gizli el kime veya kimlere aittir bilinmez. Bilinse bile aşikâr edilmez. Yapılan suikastlar ve faili meçhul cinayetler de aynı amaçla işlenir. Alevî’siyle Sünnî’siyle, Kürdü ile Türkü ile, Ermeni’siyle Rum’uyla; Türk halkının vatanseverliği ve Müslümanlığı bu tezgâhları boşa çıkarmıştır. Bundan sonra da boşa çıkaracaktır. Dünyanın ilk cemevi Dünyada bilinen en eski Cemevi Onar Köyü’nde bulunuyormuş. Onar Köyü Malatya’nın Arapgir ilçesine bağlı. Gittik oraya. Ziyaret ettik Cemevini. Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat döneminde (1221-1237) Sultan Keykubat'tan alınan belge ile kurulmuş. Türkmen şeyhlerinden Hasan Onar tarafından inşa edilmiş. 796 seneden beri ayakta duran Cemevi hakkında Rehberimiz Cem Kaya şu bilgileri verdi: "Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat'ın bölgeye yaptığı bir ziyaret sonrası Türkmen Şeyhlerinden Hasan Onar'a verdiği ‘Zaviye Yerleşim Birimi Belgesi’ ile Türkmen Şeyhlerinden Hasan Onar tarafından inşa edilen Cemevinin girişinde dört kapı bulunur. İlk kapı şeriat, ikinci kapı tarikat, üçüncü kapı marifet, dördüncü kapı hakikat kapısıdır. Dört Kapı, normal bir insanın başlangıçta ham olan ruhunun ve benliğinin dört aşamadan geçerek, ergin olgun hale gelmesini, ilahi sırra ulaşmasını ifade etmektedir. Ağaçlardan yapılan Cemevinin çatı sistemi yedi katlı olup yedi kat göğü simgeler. Tepedeki üçgen şeklindeki havalandırma boşluğuna 'sır lokma' derler. Yani bu boşluktan lokma atılır, kimsenin ne getirdiği ne götürdüğü bilinmez. Lokma, her canın kendi olanakları ve isteği doğrultusunda ceme sunduğu yiyecek, içecek ve diğer yardımlardan oluşur. Cemevine yapılan bağışlar, bu bağlamda birer lokmadır ve bunların da cemi yürüten kişi tarafından tek tek ya da lokma sahiplerinin adları topluca anılarak dualanması gerekir. Bu katkılar, cemin 12 hizmetlisinden lokmacı ve diğer görevliler tarafından ikram edilir.” Devam edecek

18 Mart 2023 Cumartesi

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ DEDİK; GEÇİRMEDİK...

Rüştü KAM Ha-ber.com 1915 yılının temmuz ayı. Ramazan ayı. Mehmetçik Çanakkale Cephesi’ndedir. Oruçludur. Kurşun yağmurunun altında arkadaşının şehadetine tanıklık eden, sıranın her an kendisine gelebileceğinin hesabını yapmadan siperden sipere koşan o Mehmetçik, Çanakkale’de orucundan taviz vermemiştir. Bir Ramazan boyu hoşafla, bir dilim ekmekle tutmuştur orucunu. Siperinden de hiç ayrılmamıştır. Ramazan Bayramı Ramazan Bayramı yaklaşmıştır. Mehmetçik bayram namazının kılınıp kılınmayacağını merak etmektedir. Herkes birbirine sorar, “Acaba bayram namazı kılınacak mıdır? Kılınacaksa nerede kılınacaktır?” Olayı anlatan bir Çanakkale Gazisidir: “Çanakkale’de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydolmuştum. Gelibolu’da siperimdeyim. Hafız olduğum için bir taraftan da devamlı Kur’an okuyordum, dua ediyordum. Savaşın süresi uzadıkça, kayıplar da çoğalmaya başlamıştı, cephedeki din görevlileriyle irtibatlarımız da kopmuştu, herkes ayrı bir siperdeydi. Onlarla konuşup istişare edemiyorduk, savaş tüm hızıyla devam ediyordu, ana-baba günüydü, dehşetli çarpışmalar oluyordu. Bizim gibi gençler -o zaman 28 yaşındaydım- cephede savaşırken, yaşlılar geri hizmetlerde ve hastanelerde görev yapıyorlardı. Ben, savaş bitinceye kadar Seddülbahir Cephesi’nden hiç ayrılmadım. Arefe günü idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı yanına. “Hafız, askerlerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Askerlerin toplu halde bir yerde bulunmaları çok tehlikeli ve bu düşman için bulunmaz bir fırsattır. Ben tekliflerini kabul etmedim. Sen de münasip bir lisan ile anlatırsın onlara” dedi. Paşa’nın yanından ayrılmıştım ki; zamanın ulularından gözü gönlü Hak adına bağlanmış arif, zarif bir zat çıktı karşıma. Bilgide kimse onunla yarışamazdı. Develer yüküyle kitap okumuştu o. Sohbet sırasında onu dinleyenler yangın içinde olsalar bile dinlerler, asla sohbetini bırakıp kaçmazlardı, şimdi karşımda duruyordu, tanıyordum onu. O zat o gün orada idi, evet oradaydı… Gerçek miydi Allah’ım bu gördüklerim diye düşünürken, o zat bana yaklaştı ve dedi ki: “Sakın ola ki askerlere bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! Allah ne derse o, olur!” Sabahı bekle… Bayram Namazı 12 Ağustos 1915 Perşembe günü, sabah erkenden kalktım. Askerler de ayaktaydı, bayram namazını eda etmek istiyorlardı. Aynı göle dökülen sular gibi, Allah sevgisinde birleşen yüzlerce asker saf tutmuştu. Hak katında birlikte secdeye varacaklardı. Hep beraber başımızı göğe kaldırdık, hevenk hevenk beyaz bulutlar gördük. Biraz sonra da bu bulutlar olduğu gibi yere çöküverdi. Bu olağanüstü olay karşısında herkes kendinden geçti ve hep birlikte “Allahü Ekber!” deyip secdeye kapandık. İçimizde ince bir huzur çiçeklenmişti ve Yüce Allah bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. O, arafe günü konuştuğumuz ulu kişi de oradaydı. Askerle birlikteydi. “Dokuz tekbirle vacip bayram namazı için durun divana uyun imama, Allahü Ekber.” Kısa bir sessizlikten sonra, o arif kişi, tatlı ve yanık sesiyle, Fetih Sûresi’nin 1. ayetinden 9. ayetine kadar okudu. Sonra ikinci rekât, tekbirler alındı, secdeye gidildi ve selam verildi, bayram namazı eda edilmişti. Koro halinde yüksek sesle Kelime-i Tevhidi tekrarlıyorduk. O kadar gür sesle okuyorduk ki Kelime-i Tevhidi, dağ taş inliyordu, “La ilahe İllallah”. Seslerimiz yankılanarak geri geliyor gibiydi, ilk başta bize öyle gelmişti. İyice dikkat edince anladık ki bu ses bizim sesimizin yankısı değildi, kulaklarımıza inanamadık, bir yerlerden daha Kelime-i Tevhid okunuyordu, yüzlerce asker hep birden, “La ilahe İllallah” diyordu. Hepimizin beti benzi soldu, kül gibi oldu, herkesin yüreği ağzındaydı. Kimdi bunlar, bu sesler nereden geliyordu. Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi dayanacak yoksa anlatanlar mı dayanacak? “Allah! Allah!” diyen kendinden geçiyor, sanki hep birlikte kanatlanıp göklerde uçmaya başlamıştık. O barut ve kan kokusundan bıkmış olan askerler, Allah ile bütünleşmenin ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi. Allahü Ekber… Zığındere’nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen “La ilahe İllallah” sesleri, onların kalbini kâh varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kâh yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. Hak’tan başka Hak yoktu. Tekrarlanan hep buydu… “La ilahe İllallah...” Sonradan anladık ki bu sesler İngiliz sömürgesi içinde bulunan Müslüman askerlerin sesleriymiş… Bayram namazında okunan duaları ve tekrarlanan şehadet kelimesini duyunca, anlamışlar ki Müslüman Türk Askeri'yle savaşıyorlar, çılgına dönmüşler, kandırıldıklarını anlamışlar ve isyan etmişler. Hemen geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlar. Hepsi de infaz edilmiş. ”(M.İhsan Gençcan, Ç.S. ve Menkıbeler, İst.1998 s. 75) Seyit Onbaşı “İngiliz’i, Fransız’ı, Avustralyalısı dünyada ne kadar güçlü ve büyük devlet varsa toplanmışlar gelmişler Çanakkale Boğazı’na. Gayeleri bizi geldiğimiz yere, Orta Asya’ya sürmekmiş. Çoktan paylaşmışlar bile kendi aralarında Osmanlı Toprağını. Güya, bizimle müttefik(!) olan Almanya, Anadolu haritasının üzerine Almanya (Deutschland) yazarak gelmiş Çanakkale'ye. Savaştan sonra onun payına Anadolu düşecekmiş, böyle anlaşmış olmalılar işgalcilerle. Çanakkale komutanı Liman von Sanders’in çıkarmayı 24 saat geciktirmesinin ve askeri yanlış yerde, Saroz Körfezi’nde mevzilendirmesinin sebebi bu olsa gerektir. İşgalciler, birkaç bomba atarak Çanakkale’yi geçip sabah kahvelerini Marmara Denizi’nde yudumlamak istemekteymişler. Balkan Savaşları’nda yorgun düşen ve hırpalanan Osmanlı’nın dayanacak gücünün kalmadığını düşünmekteymişler. Osmanlı’nın Boğaz’a döşedikleri mayınları, mayın temizleme gemileriyle temizlemek zor olmamış onlar için, sonra da kendilerinden emin bir şekilde 19 Şubat sabahı başlamışlar Osmanlı tabyalarını bombalamaya. Yer yerinden oynamış, neredeyse taş üstünde taş gövde üstünde baş kalmamış. Cesetler havada uçuşmaya başlamış. Komutanı çıkarmış Seyit Onbaşı’yı enkazın altından, ayakta kalan üç kişi varmış. Biri subay, biri er ve bir de Seyit Onbaşı. Yapabilecekleri fazla bir şey yokmuş. Oraya buraya bakınıp neleri yapabileceklerinin hesaplarını yaparlarken, Seyit Onbaşı “Ya Allah bismillah” diyerek almış yerde duran 250 kiloluk o son top mermisini, sürmüş topun ağzına ve yollamış hedefine. Tam isabet. Bir telaştır almış düşman donanmasını. Birbirlerini yedeklerine almaya çalışan diğer gemiler de Anadolu yakasına paralel olarak ne zaman döşendiğini bilemedikleri mayınlara çarparak, başlamışlar birer birer denize gömülmeye. “Gerçekten inanıyorsanız ve sabırlıysanız, Ben sizin 20 kişilik gücünüze 200 kişilik güç veririm”. Seyit Onbaşı Allah’ın bu yardımına mazhar olmuş. Çanakkale Boğazı’ndan geçememiş düşman ve 19 Şubat sabahı, yudumlayamamışlar kahvelerini Marmara’da. Arkalarına bile bakmadan başlamışlar kaçmaya ve deniz savaşı böylece Osmanlı’nın zaferi ile sonuçlanmış. Yahya Çavuş Sahne Alıyor Deniz savaşı böyle sonuçlanmış sonuçlanmasına da düşmanın gayesi Türkleri geldikleri yere göndermek olduğu için pes etmemişler ve karadan boğaza inmek istemişler. Arıburnu’ndan çıkarma yapmışlar Gelibolu’ya. Bu sefer de Yahya Çavuş çıkmış karşılarına, 63 askerle. Gerçek bir destan yazmışlar orada, müttefik ordularını karaya çıkarmamak için direnmişler ve neticede 63 asker hepsi orada şehit olmuşlar. Beklenmedik bir olay da burada gerçekleşmiş. Müttefikler, nihayet 63 askeri şehit edip karaya ayak basınca, Fransız ordusuna mensup Senegalli askerler, Müslüman Osmanlı askerleriyle savaştıklarını fark etmişler, subaylarından ikna edici bir cevap alamayınca da silahlarını çevirmişler Fransız askerlerine, Allah ne verdiyse… Sonra da kalan Fransız askerleri tarafından hepsi şehit edilmişler... Conk Bayırı 63 kişiye karşı kazandıkları bu mevzi başarılarından cesaret alan düşman askeri, Conk Bayırı’na doğru başlamış ilerlemeye. Bigalı köyünde geri hizmette görevlendirilen Mustafa Kemal çıkmış bu sefer karşılarına. Kurmay Yarbay Hüseyin Avni Paşa ile birlikte yapmışlar planı. 57’inci Alay’ın komutanıymış Hüseyin Avni Paşa. Anzaklarla girişilen çatışmada hepsi şehit düşmüş. Önlerine çıkan engelleri birer birer aşan düşman askerleri için an meselesiymiş artık savaşı kazanmak, böyle düşünmeye başlamışlar. Allah’ın yardımı bu sefer de Mustafa Kemal’e ulaşmış. Mermileri bittiği için Anzaklardan kaçan askerlerle karşılaşmış Conk Bayırında. Arkalarından kovalamaktaymış Anzaklar onları. Tehlikeyi gören Mustafa Kemal birden askerlere, “asker yat” komutunu vermiş. Bu komutla askerlerimiz yatarken, birdenbire ne olduğunu anlayamayan Anzak askerleri de yatmışlar o an yere. İşte Çanakkale savaşının kırılma noktası bu komut olmuş. Hemen sonra, “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum” komutuyla şahlanan askerler ‘Allah Allah’ nidalarıyla hücuma kalkmışlar, püskürtmüşler Anzakları. Kara savaşında zafere doğru gidilen yolda ilk adım işte böyle atılmış.” Metrekareye 8.000 merminin düştüğü, bir gecede on bin gencin kaybedildiği, nişanlıları birbirinden, öğrencileri okullarından ayıran Çanakkale savaşı, 250 bini şehit olmak üzere tamamı 316 bin kayıpla 29 Ağustos 1915’te zaferle sonuçlanmış. Bu savaşı en iyi anlayan ve yaşayan kişi hiç kuşkusuz Mehmet Akif Ersoy’dur. Kendisi savaş esnasında gönüllü asker toplamak üzere Mısır’da görevli olmasına rağmen sanki savaşın en kızgın yerinde savaşıyormuş gibi yazmıştır bu destanı. Mehmet Akif olmak işte böyle bir şey… Bu destanı mutlaka okuyunuz, sadece okuyunuz, anlamaya çalışmayınız, inanın, bitirdiğinizde anlamış olacaksınız. Çanakkale Destanı “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi, -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu: bir Avrupalı! “ ... Ben derim ki, Çanakkale anlatılmaz ancak yaşanır. Avrupa ülkelerinde yaşayan ve izinlerini Türkiye’de geçirmek isteyenler, sizlere tavsiyem; Çanakkale’yi mutlaka yaşamanızdır.

13 Mart 2023 Pazartesi

ORUC 2023

Rüştü Kam Ramazan ayı yaklaşıyor. Esnaf, dernekler, dini kuruluşlar imsakiye dağıtmaya başlayacaklardır. İmsakiyeler bu sene de birbirini tutmayacaktır. Her cemaat farklılığını ortaya koyacak ve kendi imsakiyesinde belirtilen zamanların doğru zamanlar olduğunu hararetle savunacaktır. Müslümanlar da tabiatıyla bu tartışmanın dışında kalmayacaktır. İftar sofralarında dünya Müslümanlarının durumları değil de; kimin imsakiyesinin doğru olduğu tartışılacaktır. Sinekli seccade… Ben bu yazımda Almanya’da oruç tutacak olan Müslümanların elinden tutmaya çalışacağım. Oruç tutmak için sağlıklı olduğu halde hasta olduğunu doktoruna söyleyerek hiçbir Müslümanın rapor almaması gerektiğinin altını çizeceğim. Oruç tutmak için yalan söyleyerek rapor almanın kul hakkı olduğuna vurgu yapacağım. İbadetlerin sağlıklı olmasının, bireylerin kendilerini ikna etmeleriyle doğru orantılı olacağını yazacağım. Oruç ayı gelmeden önce Müslümanlara ulaşmaya çalışmamın sebebi budur. Yazdıklarımı sakin bir şekilde düşünenler olacaktır elbet. Ben onları selamlıyorum. Yazdıklarımdan dolayı bana kızanlar da olacaktır. Geçtiğimiz senelerde olduğu gibi beni itham edenler de olacaktır. Ben onları da selamlıyorum. UZUN GÜNLERİ OLAN COĞRAFYALARDA ORUÇ Allah her şeyi bir ölçü dâhilinde yaratmıştır. "Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık" (Kamer suresi, 49) Allah kurduğu bu düzenin bozulmasını istemiyor. Bunun için yaratıklarının içinden insanoğluna farklı bir statü veriyor. İnsanoğlu akıllıdır, zekidir, yetkileri ve sorumlulukları vardır. Yaratıcı insanoğluna bir de yol haritası vermiştir (Kur’an). Allah, insanoğlu Kendisiyle devamlı irtibat halinde olsun ki, ölçü bozulmasın istemektedir. Namaz, oruç, hac gibi ibadetlerle insan Yaratıcısıyla istenilen irtibatı kuracaktır. Bu ibadetler eğitim amaçlıdır. Müslüman bu ibadetleri yaparak kendisini eğitecektir. Bu ibadetleri yaptı diye Müslüman Cennet’e konulmaz. Müslümanı bildiğimiz günlük ibadetler değil, dünyanın imarı ve insanlığın barışı için yaptıkları Cennet’e taşıyacaktır. Bu ibadetlerin genel çerçevesi yol haritasında çizilmiştir. Ancak, yol haritasını tam olarak anlayabilmek için haritanın çizildiği o bölge; o bölge insanının kültürü, anlayışı, yaşam şartları, coğrafi konumları, yaşam standartları iyice analiz edilmelidir, anlaşılmalıdır. Müslüman birey, bu çerçeve içinde kalarak kendi hareket kabiliyetlerini geliştirecektir. Herkes gücü nispetinde görevlerini yerine getirecektir, kimseye gücünün üstünde yük yüklenmeyecektir ve bireyler kendileriyle ilgili kararları kendileri verecektir. Buyruk böyledir. Allah aklını kiraya verenleri sevmez. "Allah hiçbir nefse gücünün yeteceğinden öte yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir. " (Bakara Sûresi 2/286) Oruç ibadeti de eğitim amaçlı ibadetlerden biridir. Nasıl icra edileceği ile ilgili çerçeve bilgiler, yol haritasında mevcuttur: Hitap Kur’an’ın indiği zamandaki bölge insanınadır, bölge insanının anlayabileceği şekilde kolay bir hitaptır. Bu açıklama Kur’an’ın açıklamasıdır. Oruç ibadetinin zamanı ve süresi yol haritasında açıklanmıştır, bu süre içinde nelerin yapılamayacağı da açıklanmıştır. Oruç ibadetinin ifadeye konulduğu bölgede (Hicaz) yaşayan insanlar yol haritasında çizildiği gibi oruçlarını tutacaklardır. Çizgiler oldukça belirgindir, nettir: Evin dışındaki varlıklar çıplak gözle birbirlerinden seçilinceye kadar yenilecek ve içilecek, cinsel ilişkiye girilebilecek (sahur), varlıkların seçilmesinin zorlaşmaya başlandığı zaman gelince de yeme içme ve cinsel ilişki yasağı kalkacaktır (iftar). Kur’an’ın bölge insanına verdiği teknik bilgi aynen böyledir. Hicaz bölgesinin dışında kalan Müslümanlar, bilhassa gece ve gündüzü birbirine eşit olmayan bölgede yaşayan Müslümanlar, kendi şartlarını göz önünde bulundurarak oruca başlama zamanlarını kendileri belirleyeceklerdir. Süre zaten bellidir. Bu çalışmaya içtihad denir: Yol haritası Müslümanların elindedir. Nereye gidileceği de bellidir. Allah’ın rızası kazanılacaktır. Hicaz bölgesini esas alarak kendilerinin yaşadıkları bölgelerle ilgili kararları verebilecek bilgiler ve donanımlar Müslümanların fıtratlarında mevcuttur. UZUN GÜNLERDE ORUÇ NASIL TUTULUR Kur’an’ın indiği yerde gece ile gündüz arasındaki fark oldukça azdır. Orası Ekvator bölgesidir. Kur’an o bölgede inmiş ve o bölge insanına hitap etmiştir. O insanların zaman birimi güneş ve aydır. Kur’an buna rağmen o insanlara, oruca başlama zamanı(imsak) olarak güneşin doğuşunu, bitiş zamanı(iftar) olarak da güneşin batışını esas alacaksınız dememiştir. Güneşle ilişkili ifadeler yoruma açık ifadelerdir. Eski ilmihal kitaplarında zaman tespiti için, ağaçların gölgesi iki misliyken gibi ibareler kullanılırdı. Bu ifadeler yöre insanlarının günlük yaşamları ile ilgili ifadelerdir. Müslümanların kolayca konuya hakimiyeti sağlanmak istenmiştir. Güneşin doğmadığı, geç battığı veya hiç doğmadığı-batmadığı yerlerle ise Allah detay vermemiştir. Ölçüyü koymuş ve o bölgelerdeki kararları Müslümanlara bırakmıştır. Bu belirsizlikten dolayı, Allah oraları unutmuştur diyemeyiz. Allah o insanlara zulmetmek için detay vermemiştir de diyemeyiz. O coğrafyada yaşayan Müslümanlara oruç farz değildir de diyemeyiz. Allah zulmetmekten beridir. Allah, o bölge insanlarının hür iradeleriyle karar vermelerini (içtihad) uygun görmüştür diyebiliriz: Çünkü, Allah insan sağlığına zararlı olan bir ibadeti farz kılmaz. Böyle yapması zulüm olur. Allah kullarının üzerine gücü yetmeyeceği bir yükü de yüklemez. Çerçeve bellidir. Müslüman akıl, bu çerçevenin içinde kalarak o bölge insanının ihtiyacı olan çözümü üretecektir (içtihad). Akıl böyle zamanlarda gereklidir. “Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım.” (Yunus 10/100) Almanya Müslümanları ne yapacaklardır Almanya'nın coğrafi şartları ve iş durumunu göz önünde bulundurarak Almanya’da yaşayan Müslüman bireyler oruç ibadetlerinin zamanını ve süresini kendileri tespit edeceklerdir. Bu yönteme takdir yöntemi denir. Bu konuda; Süleyman Ateş, Mehmet Said Hatipoğlu, Muhammed Hamidullah, Hayrettin Karaman gibi İslâm âlimleri görüş belirtmişlerdir: “Gece ile gündüz arasındaki farkın fazla olduğu bölgelerde “takdir yöntemi” ile oruç tutulabilir demişlerdir. Müslümanların takdir ederek oruç tutacakları bölgelerden biri de Almanya‘dır. Bilhassa yaz aylarında Almanya ‘da oruç zamanı yaklaşık 20 saate kadar uzayabilmektedir. İnsan sağlığı açısından, bu zaman çok uzundur. Oruç ibadetinin farz kılınma sebeplerinden biri de insan sağlığını düzene koymaktır, bozmak değildir. Oruç tutsun diye, Müslümanlar telafisi mümkün olmayan hastalıklara maruz bırakılmamalıdır. Takdir konusunda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fetvası şöyledir “Normal vakitlerin oluşmadığı dönemlerde namaz ve oruç vakitleri hususunda takdir yöntemine başvurulması kaçınılmazdır. Bazı hadislerde de ifade edildiği gibi vakitlerin oluşmadığı yerlerde "takdir yöntemi" ile ibadet edilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Fakat İslam Dini’nin birlik beraberlik ve kardeşliğe verdiği önem gereği bu bölgelerde uygulanacak olan takdir yönteminde belli bir birliğin sağlanması gerekmektedir. Bu birlik de ancak ilgili tarafların bir araya gelerek meseleyi görüşmeleri ve ortak bir karara varmalarıyla mümkün olacaktır. Diyanet İşleri Başkanlığı bu birliğin sağlanabilmesi için öteden beri gayretlerini sürdürmektedir.“ (Tarih: 10-11/06/2009 Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı) Kur’an Mekke’de inmeye başlamış ve Medine’de tamamlanmıştır. Arapların anlayacağı dille inmiştir. Oruç Medine’de farz kılınmıştır ve Medine’nin coğrafi şartları ibadet zamanlarında esas alınmıştır. Dünyanın diğer bölgelerinde aynı coğrafi şartlar geçerli değildir. Altı ay gece altı ay gündüz olan yerler var. Bu bölgelerde yaşayan Müslümanlar var. Onlar “Takdir” ederek oruçlarını tutabilirler, namazlarını kılabilirler. Güneş batmıyor diye 20 saat oruca mahkûm edilemeyecekleri gibi, vakit girmiyor diye namazı ve orucu terk etmeleri de istenemez. Takdir ederek ibadet zamanlarını belirleyebilirler. Takdir edecekleri zaman biriminin Medine’nin zaman birimi olması daha uygundur. Oruca başlama zamanı Orucu farz kılan Allah, oruca ne zaman başlanması ve ne zaman sonlandırılması gerektiğini de açıklamıştır. Bu bilgiler yol haritasında mevcuttur. Kur'an'ın buyruğu açıktır: ''Fecir vakti sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın.'' (5) Ayetten anlaşılacağı üzere, güneşin doğmasına yakın zamana kadar yiyip içilebilir, yani 30 dakika, 45 dakika öncesine kadar. Bu uygulama ayetin ruhuna uygundur. Bu konuda Peygamberimiz ’in uygulaması da var. Hz. Ömer, Huzeyfe, İb. Abbas, Talk İb. Ali, Ata İb. Ebî Rabah, Ameş, Ali İb. Ebû Talip gibi sahâbelerden gelen rivayetler de var: Huzeyfe şöyle der: ''Sabah oluncaya kadar Resûlullah ile beraber yiyip içtik ki, güneş henüz doğmamıştı.'' (4) Bu hadise göre, oruca başlama vakti, sabahleyin yolların dağların, tepelerin belli olacağı zamandır. Yani çıplak gözle eşyaların birbirinden seçildiği zamandır. Zirr b. Hubeyş’ten: "Sahur yemeğini yiyip mescide gittim. Giderken, Huzeyfe'nin evine uğradım. Bir deve sağmamı emretti, sağdım. Sütü pişirmemi emretti, pişirdim, sonra; "iç" dedi. Ben oruç. tutmak istiyorum" dedim. "Ben de istiyorum." dedi. Yedik, içtik sonra mescide geldik, hemen namaza başlanıldı.” Zir b. Hubeyş devam ediyor:“Huzeyfe’ye bu durumu sordum. O da bana "Resûlullah bana böyle yap dedi" veya "ben Resûlullah'la böyle yaptım" dedi. "Sabahtan sonra mı?" dedim. "Evet, sabahtan sonra, ancak güneş henüz doğmamıştı" dedi. (Ateş c.1. s.312- 315) Ebû Davud'un hadîsi de bu görüşün delilleri arasındadır: "Biriniz su ve yemek kabı elinde iken ezanı işitirse ihtiyacı kadar yiyip içsin" (Musned: II-423- Ebu Davud c. 2, s.258, h. 2350) İbnü'l-Münzîr'in rivayetine göre; Hz. Ali sabah namazını kıldıktan sonra; "Şu an beyaz ipliğin siyah iplikten ayrıldığı andır" demiştir.( Ateş . c.1s. 312- 315) İçtihad yapmak farzdır Oruç ibadetinin zamanının tespiti ve süresi ile ilgili çalışmalar yapılmasını Kur’an teşvik etmiştir. Gece ile gündüzün eşit olmadığı yerlerde Müslümanlar şartları göz önüne alarak ve çerçeve içinde kalarak içtihadlar yapma serbestisine sahiptir: “Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan O’dur. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Dinleyen bir toplum için bunda âyetler vardır. (Yunus 10/67) “Görmediler mi; dinlensinler diye geceyi yarattık. Gündüzü de aydınlatıcı yaptık. İnanan bir toplum için bunda göstergeler vardır.” (Neml 27/86) “Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan Allah’tır. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Allah insanlara gerçekten çok ikram eder ama insanların çoğu şükretmezler.” (Mü’min 40/61) Gece, dinlenme; gündüz ise çalışıp kazanma zamanıdır. İlgili âyetlerden biri şöyledir: Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan odur. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Dinleyen bir toplum için bunda âyetler vardır. (Yunus 10/67) Gündüz, yaşama zamanıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Gündüzü yaşama zamanı yaptık.” (Nebe’ 78/11) Güneşe ve duhâsına, onu takip ettiğinde aya, güneşin duhâsını gösterdiğinde gündüze, güneşin duhâsını örttüğünde geceye, (yemin olsun) (Şems 91/1-4) Ayetlerden anlaşıldığına göre. Gece istirahat zamanı, gündüz çalışma zamanıdır. Gece ile gündüz arasındaki fazlalıktan dolayı iş zamanı ile ibadet zamanını, istirahat zamanını saatle tespit etmek gerekiyor. Prof.Dr.Abdulaziz Bayındır bu ayetleri şu şekilde açıklamıştır „Duhâ ile ışık arasındaki temel fark ısıdır. Bu sebeple gece ile gündüz arasında ısı farkı olur. Beyaz gecelerde gökyüzünde dolaşan güneş ışık verir ama ısısı gündüz gibi hissedilmez. Aydınlatan şeyin güneş değil de gündüzün kendisi olması, güneşi gündüzün göstergesi olmaktan çıkarır ve güneşsiz gündüzlerin olabileceğini gösterir. Nitekim Arapçada gündüze nehar denir ve aydınlığın yayıldığı vakit, diye tanımlanır. İnsanların yaşadığı en kuzey yer olan Tromso’da güneşin doğmadığı günlerde, güneşten gelen ışınlarla çevre aydınlanmakta ve gündüz oluşmaktadır. Güneşin hiç batmadığı Haziran ayında Tromso’da gündüz kısa kollu gömlekle dolaşırken gece, pantolonun altına içlik, kalın çorap, yün kazak, ceket, kaban ve başlık giyilir. Ekvatorda güneş ışınları, dünyanın eksenine sürekli 90 derecelik bir açıyla geldiği için o bölgede gece ile gündüz hemen hemen eşit olur. Yazın gece ile gündüz kutup noktalarında da eşittir. Buralarda aydınlığın sürekli olması ve gecenin göstergesinin kaldırılmış bulunması sebebiyle gece ile gündüzden birini diğerinden uzun saymanın delili olmaz. Bu eşitlik, güneşin batmadığı salât dönencesi boyunca devam eder. Diğer enlemlerde güneş ışınlarının geliş açısı gece ve gündüzün uzunluklarını değiştirir. Kışın salât dönencesinden sonra günün uzunluğu, ışığın o bölgeye gelişine bağlı olarak değişir.“( www.suleymaniyevakfi.org) Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır, “Norveç’te yaptığı tespit ve gözlemlerle, insanların burada 13 saatten fazla oruç tutamayacaklarını tespit ettiklerini söylüyor. Molla Hüsrev’in de fetvası böyledir: Gündüzleri 24 saatten daha uzun yerlerde, mesela altı ay gündüz olan yerlerde, oruca saat ile başlanır ve saat ile bozulur. Gündüzü böyle uzun olmayan, vakitleri normal teşekkül eden, yani gündüzleri 24 saatten az olan bir şehirdeki Müslümanların zamanına uyularak oruç tutulur. (Dürer*) Prof.Dr. Mehmet Said Hatipoğlu, bu konuda şöyle der: “Bu gibi bölgelerde Mekke’nin ve Medine’nin zaman ölçüleri esas alınarak, ibadet zamanları belirlenmelidir.” Prof.Dr.Hayri Kırbaşoğlu da bu tespite katılır.** Sonuç Bu açıklamalardan sonra biz de deriz ki, Almanya’da oruç; Mekke ve Medine’deki (Hicaz) oruca başlama ve orucu açma zamanları esas alınarak tutulmalıdır. Almanya gece ve gündüzün 12 saat olmadığı coğrafyadaki ülkelerdendir. Gündüzü 20 saate kadar uzanır. Yukarıda yapılan açıklamaları göz önüne alırsak, Almanya’da sahur ve iftar zamanı güneşin doğuşu ve batışıyla değil, saatle tespit edilmelidir. 13 saat uygun olan süredir. Bu tespit hem Bayındır ve hem de Hatipoğlu ve Kırbaşoğlu’nun görüşlerine uygundur. Dürer sahibi Molla Hüsrev de aynı kanaattedir. 20 saate yaklaşan bir süre oruçlu olmak, oruç ibadetinin ruhuna uygun değildir. Oruç ibadetinin süresi 20 saat olduğu zaman, oruç faydalı değil, zararlı olmaya başlar. Günde en az iki litre su alması gereken vücut 20 saat susuz kalırsa sağlık sorunları başlayabilir. Bu durum beyin kanamalarına, kalp krizlerine sebep olabilir. Dini cemaatlerimiz, Ramazan ayında toplayacakları zekât ve fitre konusunda harcadıkları mesai kadar, veya o çalışmaların yarısı kadar üyelerinin ibadetleriyle ilgili kolaylıklar üzerinde de mesai harcasalar, hem cemaatin sıkıntısını giderecekler, hem de istedikleri meblağı yine de toplamış olacaklardır. “Allah, her kimi doğru yola erdirmek isterse, onun gönlünü İslâm’a açar…” (Enam;6/125) ………………………………………………………… (1) Bakara suresi 3 (2) Bakara suresi / 184-185 (3) Bakara suresi / 187 (4) Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul,1988.1. cilt 312- 315. (5) Bakara 187 * Dürer, Molla Hüsrev’in eseridir. Hanefi Fıkhına göre yazılmıştır. 1460 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından şeyhülislamlığa tayin edilmiştir. Molla Hüsrev, yirmi sene boyuncu bu görevi yürütmüştür. Fatih Sultan Mehmet Molla Hüsrev için ‘Zamanımızın Ebu Hanife'sidir.’ diyerek sevgisini belirtmiştir. Eserinin tam adı: Dürerü’l-Hukkâm Fî Şerhi Gureri’l-Ahkâm, Musannıfı : Muhammed Bin Ferâmûz. **Daha geniş bilgi için, Uzun günlerde oruç; Musa Carullah Bigiyev, İz Yayıncılık, İst.2009).

9 Mart 2023 Perşembe

DEİZM III

DEİZM KUR’AN İLE SAVUNULABİLİR Mİ? (III) -Deizm gibi, dağarcığımıza yeni yeni düşen kavramlar hakkında negatif açıklamalar yapmadan evvel, Müslümanlar kendi eteklerindeki taşları dökmelidir. Deiste deist demeden evvel, ateist demeden evvel, kafir demeden evvel, dinsiz demeden evvel; Deizm ile ilişki kurulabilecek Kur’an buyruklarının, hadislerin kendi zamanlarındaki anlamlarının; şartlar, bölge, örf ve adetler göz önünde bulundurularak çok iyi yorumlanması gerekir- Rüştü KAM İman amelden bir cüz müdür, değil midir? Tartışmalı bir konu. Tarihte de çok tartışılmış. Sonunda bu tartışmalar âlimleri gruplara ayırmış. Birbirlerini tekfir derecesine bir gruplaşmadan bahsediyorum. Tekfir eden de tekfir edilen de Allah adına, Müslüman olarak birbirlerini tekfir etmişler. Her bir grubun İslâm anlayışında diğeri İslâm’ın dışında kalmış. Önce, amel ve iman ilişkisine Kur’an ne diyor ona bakalım: “Ey iman edenler! Cuma günü salat için seslenildiği zaman, alışverişi bırakıp, hemen Allah'ın öğüdüne koşun. Eğer bilirseniz, bu, sizin için daha hayırlıdır.” (Cuma 62/9. Erhan Aktaş Meali) -“Ey iman edenler ! Kat kat faiz yemeyin. Allah’a itaatsizlikten sakının ki kurtu-luşa eresiniz.” (Âl-i İmran 3/130. Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Meali) -“İman edip hayra ve barışa yönelik işler yapanlar için bir bağışlanma ve bol bir rızık vardır.” (Hac 22/50. Yaşar Nuri Öztürk Kur’an Meali) -“İman edip hayra ve barışa yönelik işler yapanlar müstesnadır. Onlar için kesintisiz bir ödül vardır.” (İnşikak 84/25. Yaşar Nuri Öztürk Kur’an Meali) -“İman edip hayra ve barışa yönelik işler yapanlara gelince onlar için, altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Büyük başarı işte budur.” (Bürûc 85/11. Yaşar Nuri Öztürk Kur’an Meali) Bu âyetlerden anladığımıza göre iman başkadır, amel başkadır. İman ile amel aynı şey değildir. İkinci sırada rivayetler var, bir de o rivayetlere bakalım: Ebû Hureyre’den rivayet edilen bir hadise göre Peygamberimiz; *“ Ey Ebû Hreyre! Bu duvarın arkasında, gönülden inanarak “Lâ ilâhe illallah” diyen kime rastlarsan, onu Cennet’le müjdele!” (Müslim, Îmân 52) *“Dünyadan son sözü ‘lâ ilâhe illallah’ olan Cennet’e girer!” (Ebû Dâvûd, Cenâiz 15, 16; Hâkim, Müstedrek 1/503, 678) *“Sadece O’nun rıza ve hoşnutluğunu düşünerek kim ‘lâ ilâhe illallah’ derse Allah (c.c) ona Cehennem’i haram kılar.” (Buhârî, Salât 46, Teheccüd 36, Et’ıme 15; Müslim, Mesâcid 47; Tayâlisî, Müsned 2/357) *“Kim ‘lâ ilâhe illallah’ derse, bu sözünden dolayı Allah ona Cennet’i vacib kılar ve yine bu sözü sebebiyle onu Cehennem’den kurtarır!” (Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 25/164) *“Ölmek üzere olanlarınıza ‘lâ ilâhe illallah’ı telkin edin; zira dünyadan ayrılırken son sözü bu olan Müslüman bir kimseye Allah (c.c), Cehennem’i haram kılar.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef 2/447) Bu rivayetlere göre de iman ile amelin ayrı ayrı olduğu anlaşılıyor. Amel yoksa iman yok olmuyor, devam ediyor. Üçüncü sırada mezhepler var. Önce İtikadî Mezhepler: Hâricîler; “iman’a” öznesi cihetinden baktıkları için yaklaşım tarzları hep olumsuz olmuş. Yani onlar sorgulamaya “kâfir kimdir?” sorusu ile başlamışlar. Bundan dolayı Hâricîler İslâm toplumunu oluşturan bireyleri tespit etmek ve mümini tanımlamak yerine, Müslüman toplumdan kovulacak olanları belirlemeye çalışıp İslâm toplumunu sürekli olarak kâfirlerden temizlemekle meşgul olmuşlardır. Mürcie; “mümin kimdir” sorusuna cevap vermeye çalışmış. Ahlâki davranışın önemini inkâr etmiş, bunun yerine imanı veya toplumun üyeliğini önermiş, bunu ifade etmenin en güzel yolunun da “imanla birlikte günahın zarar vermeyeceğini” söylemek olduğunu ileri sürmüş. Mu’tezîle; Hicri III. asrın başında bir itikat mezhebi olarak zuhur etmiş. Kebîre (büyük günah) işleyen kimselerin ne Hâriciler’in iddia ettiği gibi kâfir, ne de Mürcie’nin iddia ettiği gibi mümin olduğunu iddia etmiş. Böyle birinin iman ile küfür arasında “fısk” denilen üçüncü bir mertebede olacağını savunarak farklı bir izah getirmiş. Her iki görüş arasında orta bir yerde duran Mu’tezîle, “Kebîre işleyen kimse imandan çıkar ama küfre de girmez. Küfür ile iman arasında bir yerde bulunur.” şeklinde bir izah getirmiş. Eş’arî; kebîre işleyeni kâfir değil, günahkâr mümin kabul etmişler. (Eş’ârî, İlk Dönem İslâm Mezhepleri, s. 238‐239) İmam Mâturîdî ise; yalnız kalp ile tasdik etmeyi, iman etmek için yeterli görmüş. (Şerhu’t-Tahaviye, 2/275-Şamile) Cebriye; bu fırka, bize imanı veren de ibadet ettiren de Allah’tır. Allah her işi zorla yaptırır. İnsan kaderine mahkûmdur. Hiç kimse, işlediği günahtan mesul değildir diyerek şu mealdeki âyetleri delil olarak gösteri:” Allah, dilediğini hidayete kavuşturur, dilediğini dalalette bırakır.” (İbrahim 14/4. Muhammed Esed Meali) “Sizi de yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.” (Saffat 37/96. Diyanet İşleri Meali(yeni) Cebriye’nin dışındaki mezhepler iman eden kimse büyük günah işlese bile dinden çıkmaz. Yani iman ile amel aynı şey değildir. Günah işleyen Mü’minin imanı devam eder demişler. Cebriye’de ise sıkıntı yok. Günahı da sevabı da Allah işletmiştir. Dolayısıyla Allah kendi kendine sevap veya ceza verecek değildir. Yani kişi zaten günahsızdır. Kişi Deist olmuşsa Allah istediği için olmuştur. Konu ile ilgili bazı yorumlar da şöyledir: Amel, insanın, dînin emrettiklerini yerine getirmesi, yasakladığı şeylerden de kaçınması demektir. Amelin îman ile alâkası vardır. İnsan önce bir şey`i benimser, doğruluğuna inanır, sonra da o inandığı şey`i yaparak yaşar. Bununla beraber amel, îmanın bir parçası değildir. Yani, insan dînin emirlerini yerine getirmese ve ibâdetini yapmasa dahi, îmandan çıkmış olmaz, inancını inkâr etmiş sayılmaz; sadece günahkâr olmuş olur. Amel imandan bir cüz değil, imanın kemâlinden bir cüz'dür. (Taftezani, Saduddin, Şerhu'l- Akaid, Salah Bilici Kit. İst. 1973, V, 197; Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 183) Eğer iman amelden bir parça (cüz) olsaydı, amelin düştüğü hallerde, imanın da düşmesi gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir.” (Aliyyü’l Kari, Fıkh-ı Ekber, İst:1981, sh. 216. Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları: 206) Amelî Mezhepler: Hanefi mezhebine göre Kelime-i Tevhidi söyleyen herkes cennete girecektir. Amel imandan bir cüz değildir. Malikî, Şafii ve Hanbelîlere göre, amel imandan bir cüz değildir ama amel etmeyen de kâfir olmaz. Çünkü, amel imanın asıl parçası değil, onu kuvvetlendiren tamamlayıcı bir unsurudur. Amelin imanı güçlendiren, onu tamamlayan bir unsur olduğunda şüphe yoktur. Çünkü, aynı kişinin Allah’a ibadet etmekle meşgul olduğu zaman dilimindeki durumu, Allah’a karşı hissettiği sevgi ve saygı ile gaflet içerisinde olduğu zamandaki durumundan çok farklı olduğu tecrübe ile sabittir. (Gazalî, el-İktisad fi’l-İtikad-Şamile-1/73). İslâm alimlerinin büyük çoğunluğuna göre, iman; dil ile ikrar, kalp ile tasdikten ibarettir. Böyle bir iman kişiyi Allah katında mümin yapar. Nitekim Peygamberimiz (s) bazı münafıklara hitaben “Ey kalplerine iman girmeyen, yalnız dilleriyle iman eden topluluk!” diye hitap etmiştir. (Bakıllanî, el-İnsaf, 1/18-Şamile). Bu kadar açıklamadan sonra şunu diyebiliriz: Sadece Allah’a iman etmek kurtuluş için tek başına yeterlidir. Yukarıda zikrettiğimiz ayetlerden, rivayetlerden ve İslâm alimlerinin açıklamalarından anladığımız budur. Deistin dediği de budur. “Bana Allah yeter. Bir başkası gerekmez. Ben de zaten O’na inanıyorum.” Deist böyle diyor. Sonuç Deizm gibi, dağarcığımıza yeni yeni düşen kavramlar hakkında açıklama yapmadan evvel, Müslümanlar eteklerindeki taşları dökmek zorundadır. Deiste; ateist demeden evvel, kafir demeden evvel, dinsiz demeden evvel dini literatürümüzdeki Deizm ile ilişkisi kurulabilecek bazı yerleşik kavramların izahının ya-pılması veya anlaşılır biçimde içinin doldurması gerekir. Yukarıda yaptığımız açıklamalardan anlaşılan budur. Sâbiîlerin kimliği konusunda dini literatürdeki bilgilerimiz net değildir. Literatürümüzde; Yıldıza tapanlar, Mecusiler, Harranlılar, Iraklılar v.s gibi kimliği net olarak belli olmayan gruplar Sabiî olarak açıklanmıştır. Oysa Sabiî Kur’an’ın kurtuluş müjdesine muhatap olan kişidir. Kur’an’ın ifadesi böyledir. Yukarıdaki tanımlara baktığımızda bizim onlara Müşrik dememiz gerekir. Çünkü Mekke Müşrikleri de onlar gibi Allah’a inanıyorlardı. Hatta bir olduğuna da inanıyorlardı. Şirkle mücadeleyi esas alan Allah, Sâbiîleri Ehl-i Kitap’ın içinde zikrediyorsa Ehl-i Kitab’ın yelpazesi oldukça geniş demektir. Bu durumda deizme yeşil ışık yakılmaması için bir sebep yoktur. Zorlama yorumlarla, bizim gibi inanmayanları, sadece kıskançlığımızdan dolayı, Allah’a ve ahiret gününe inanan ve iyi işler yapanları İslâm’ın dışında bırakmanın kimseye fazdası olmaz. Bütün bunlar, Allah’ın gözüne girmek için yapılıyorsa, yapılmakta olandan vazgeçilmesi gerekir. Çünkü Allah herkesin niçin inandığını, neye inandığını gayet iyi bilir. Bize düşen, insanları İslâm dairesinin içinde tutmaya çalışmaktır. Mümkün olduğunca toleranslı olmaya çalışmaktır. Bırakalım sonrasını Allah düşünsün. Din de O’nun kul da O’nun. O zaman şöyle diyelim: 1-Allah inancının yanında, Ahiret inancı ve amel-i sâlih olursa kurtuluş için kapı aralanmıştır. Sadece Allah’a inanmak ve amel-i sâlih işlemek kurtuluş için yeterli olabilecektir. Çünkü ahiret inancı oradaki cezadan korkarak, kişinin salih amel işlemesi için olmalıdır. Çünkü, vurgu ahiret inancına değil, salih ameledir. 3-Sadece Allah’a inanıp da bu benim için yeterlidir, amal-i salih işle-meye gerek yoktur demek kurtuluş için yeterli olmayabilir. En iyisini Allah bilir. 4-Deizm, Allah’a inanıp da Allah’tan gelenleri inkâr üzerine bina edilirse orada deist için bir kurtuluş olmasa gerektir. 5-Toplumdaki yanlış olarak yaşanan, ekranlarda sarık ve cübbe içine sığdırılan din anlayışına, Kur’an’a rağmen yaşanan o din anlayışına, din hizmetlilerinin yaptıkları haksızlıklara, kutsal kitaplarda, rivayetlerde, rivayet külliyatında peygamberleri aşağılayan rivayetlere karşı, tavır koyarak, baş kaldırarak, isyan ederek Tek Allah inancı bana yeter deniliyorsa, Allah’tan gelenler inkâr edilmiyorsa; o zaman deistler için bir kurtuluş yolu vardır denilebilir. Bu şekildeki inaç sahibine, Kur’an yol verecektir. Allah’ın işine karışmamak lazımdır. Geniş bilgi için bakılacak kaynaklar: -19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. Sayı: 39 Samsun – 2015 -Kur’an mealleri ve tefsirleri -https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/188828 -Soruvecevaplar@suleyman-ates.com, -Doç.Dr. Muammer Esen, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 51:1(2010), ss. 93-110, -Sâbiilik-TDV İslâm Ansiklopedisi, -Gündüz Şinasi İslâm ve Sabiilik. İstanbul hikav yayınları 2018, -Dr. İsmail Cerrahoğlu https://dspace.ankara.edu.tr/ BİTTİ