27 Temmuz 2014 Pazar

ELVEDA RAMAZAN 2014


Son İftar Sofraları: Şen’den Şen bir Sofra- Şii Cemaati- Hikmet Kütüphanesi

Ha-ber.com
Rüştü Kam

Berlin’de Ramazan’ın son iftar sofraları kuruldu. Genelde iftar sofralarında aynı simalar olsa da, iftar sofralarının tadı bir başka. Dudaklarda tebessümler, hal hatır sorarak başlayan dertleşmeler, şık giysiler, özenle seçilmiş menüler, Ramazan ayının önemine vurgu yapılan konuşmalar, okunan Kur’anlar, yapılan dualar, tartışmalar ne güzeldi. Bunlar geride kaldı. Vuslat bir sene sürecek. Elveda Ramazan deyişimiz böylesine hayırlı işlerin yapılmasına vesile olan bu misafirimizi çok sevmiş olmamızdandır.  

İftar Sofrasını evinin bahçesine taşıyan T.C Berlin Başkonsolosu Ahmet Başar Şen, birlik beraberlik ve paylaşım mesajları veren konuşmasının sonunda, coğrafyamızda yaşanan acılara dikkat çekti:. “Komşumuz Suriye’de iki buçuk yıldan bu yana yaşanan insanlık dramı iki sene önceki ramazan ayında son derece şiddetlenmiş, o zamandan bu güne kadar yüzbinlerin canına mal olmuş, milyonların yerlerinden edilmesine sebebiyet vermiştir. Türkiye, komşu Suriye’den bir milyondan fazla misafiri, kim olduğuna ya da kimin taraftarı olduğuna bakmadan kabul etmiş ve onların günlük ihtiyaçlarını kayda değer bir uluslararası yardım almadan karşılamaktadır ” dedi.

Şen, İsrail’in Filistin’de yürütmekte olduğu operasyonlara da değinerek, “ İsrail devletinin Gazze’de gerçekleştirmekte olduğu askeri operasyonlar, Gazze’de yıllardır abluka altında zor şartlar altında yaşamını idame ettirmeye çalışan mazlum Gazze halkının acılarını daha da arttırmıştır. Kutsal ramazan ayında başlatılan bu operasyonlar yüzlerce sivilin, çocuk ve kadının hayatını kaybettiği, yaralandığı, evini barkını kaybettiği bir toplu cezalandırma eylemi niteliğine bürünmüştür. Özellikle son birkaç gündür gerçekleştirilen kara operasyonunda meydana gelen masum insan kayıpları hepimizi derinden üzmekte, yaralamaktadır.

Dışişleri bakanlığımız İsrail’in harekâtının Filistin halkı üzerinde, uluslararası hukuk ve insanlık vicdanının asla kabul etmeyeceği kayıplara ve yıkıcı sonuçlara neden olduğunu açıklamış, İsrail’in bu harekâtı derhal durdurmasını ve taraflar arasında en kısa sürede kalıcı bir ateşkes sağlanmasını talep etmektedir.” dedi. Bu konuşma Türkçe ve Almanca olarak yapıldı.

Yas günlerinden birinde, iftar yemeğindeyiz. Rezidans’ın gönderdeki bayrağı yarıya indirilmiş. Başkonsolos lisanı haliyle; Türk milleti yastadır dostlar diyor. Bu yas resmi yastır. Tüm Türkiye halklarının yasıdır diyor. Daha kapıdan içeri adımınızı atar atmaz sevinciniz hüzne dönüşüyor.

Başkonsolos Şen, eşiyle birlikte çadırın önünde misafirlerinin tek tek ellerini sıkarak içeriye buyur etti. Çadırda kurulan iftar sofrası. Mükemmel bir organizasyon. Türkler geçmişlerini ve kültürlerini unutmamalıdır. Biz çadırda büyüdük, çadırda yetiştik ama, o çadırdan çıkan irade imparatorluklar kurdu. İmparatorluklara örnek oldu. Adalet kalkanıyla, mazlumlara siper oldu. Çadırın anlamı buradan geliyor olmalı. 

Türk mutfağından seçilmiş bir menü var. Bizim tatlarımız iftar sofrasındaydı. İç Anadolu yöresinden seçilmiş tatlardı bunlar. Saray şerbeti ikram edildi. Türk kahvesi lokumsuzdu gene. Ama, çay ince belli bardakta seviş edildi. Ancak çay yine Türk çayı değildi. Sayın Şen, “Bak Rüştü bey, bugün çayımız Türk çayıdır, gel sana ikram edeyim” dedi ama, ben ikram edilen seylan çayının kutusunun resmini Mehmet Ayık’a çoktan çektirmiştim. Söyleyince şaşırdı, görevliyi çağırdı ama, görevli sayın Şen’i duymazdan gelerek oradan hemen koyboldu.  Demek ki işgüzarlar, verilen emri dinlemeyen duyarsız görevliler ve insanlar olduğu sürece bu tür eksiklikler devam edecektir.

Türk Milleti, kendine ait kültürü olan bir millettir. Kendine ait mutfağı vardır. Damak tadı vardır. Dini, dili, adetleri, örfü vardır. Bugün bazı devletler sadece gazlı  bir içecekle bütün dünyaya kültürlerini pazarlıyorlar ve kendilerinden söz ettirebiliyorlar. Biz bu konularda duyarsız olursak, sonumuzu kendi elimizle hazırlıyoruz demektir.

İftar öncesi Kur’an okundu. Seçilen ayetler günün mana ve ehemmiyetine uygundu.“İnsanları Allah'a çağıran, kendisi de sâlih amel işleyen ve "Doğrusu ben Müslümanlardanım!" diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?
İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel olan şeyle sav, en güzel şekilde önle. O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.
Buna (bu güzel haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak büyük nasibi olan kimse eriştirilir.”(Fussılet 33-35)

Meali Türkçe ve Almanca olarak verildi. Fazla da vakit almadı. İstenirse olabiliyormuş demek. Fark etmez demek, yanlışta ısrar etmek, dilimizi, dinimizi, geleneklerimizi küçümsemek aşağılık kompleksindendir. Kendimizden olanın yerine başkasınınkini koyarsak fark eder, hem de çok fark  eder. 90 sene sonra geldiğimiz yerden geriye bakarsak, çok şeyin fark ettiğini görürüz zaten. Fark etmez anlayışının sonuçları o kadar da uzağımızda değil. Gözü olan görür.

Şii Cemaatinin İftar Sofrası

Hasan Babur’un davetlisi olarak Şiilerin/Caferilerin iftar sofrasına davet edildik. Ayakta karşıladılar bizi, izzet ikramda bulundular. Kerim Uçar’ın sohbetine katıldık. Değişik bir uygulama. Sünnilerden yaklaşık 20 dakika sonra iftar yapıyorlar. İftardan önce bir cüz okunuyor. Sonra sohbet var. Soru cevaba da zaman ayırıyorlar. Yemekten önce akşam ve yatsı namazı cem edilerek kılınıyor. Namazın ilk iki rekâtında imam duaların ve surelerin hepsini sesli okuyor. İkinci, üçüncü ve dördüncü rekâtların sonunda tahıyyat(ettehıyyatü), salli ve barik duaları okunmuyor. Hamdediliyor, şahadet kelimesi okunuyor. Namaz bitince selam verme yerine tekbir alınıyor.
Teravih namazını cemaatle kılmıyorlar, isteyenler evlerinde kılıyorlarmış. Şii mezhebinde müstehap namazlar cemaatle kılınmazmış. Namazdan sonra İmam Kerim Hoca’ya dedim ki; “Sizin imamların masum olduğu inancınız olmasa, ibadetlerinizin Sünnilerden daha tutarlı olduğunu söyleyebilirim.”.

Yemeklerdeki baharatlar ve pilav, Asya mutfağını hatırlattı. Her akşam iftar verilirmiş camide. Üyeler çocuklarıyla birlikte bir ay boyunca camide yaparlarmış iftarlarını. Yemekler camide pişirilirmiş. Bunun için bir aşçı tutulmuş. Çok güzel bir uygulama. Ah, bir de seylan çayı ve filtre kahve olmasaydı, bu konuda da duyarlı olunsaydı tam not alacaklardı.

Hikmet Kütüphanesinde İftar

Program 20 de başladı. Hakan Doğan, sazıyla ve sözüyle Anadaolu’da gezdirdi bizleri. Duygulandık. Gurbet türkülerini dinleyip de duygulanmamak olur mu hiç? Bektaşi deyişlerine de yer verdi Doğan. Sonra Berlin’in duayenlerinden Atalay Özçakır, Ahmet Külahçı ve Hayati Boyacıoğlu birer selamlama konuşması yaptılar. Konu Gazze’ye geldiğinde, duygusal anlar yaşandı. Ölenlere rahmet dilendi. Birleşmiş Milletler göreve çağrıldı.

T.C. Başkonsolosluğu Çalışma Ataşesi Sayın Ethem Zeybek günün hatibi olarak misafirlere takdim edildi. Emeklilik konusu üzerinde konuşuldu. Sorular da bu konu hakkında oldu. Zeybek özetle şunları söyledi. “Emeklilik yasası birkaç kez değişti. Son şeklini torba yasası olarak bildiğimiz yasa ile bugünlerde alıyor. Artık Almanya’da da sigortalı bir işte başlangıç yapan kişiler Türkiye’den emekli olabilecekler. Mavi kart sahipleri de Türkiye’den emekli olabilecekler. Tabii ki şartları var. Konsolosluklara gelerek detay bilgi alabilirsiniz.
Emekli olanlar, sadece 6 aydan fazla kaldıkları ülkenin sağlık sigortasından yararlanabilecekler. Bağlı olunan sigorta şirketinden alınacak olan bir numarayla sağlık hizmetlerinden yararlanma imkânı getirilmiştir.
Ancak emekli maaşı alınabilmesi için. Sosyal yardım alınmaması gerekiyor. Maaşın alınabilmesi için, mini job dahil olmak üzere hiçbir yerden para alınmaması, kazanılmaması gerekiyor.”

Hikmet Kütüphanesi’nde misafirlere Rize çayı ikram edildi. Bakalım 2015 yılında iftar sofralarında bir değişiklik olacak mı? Ömrümüz varsa göreceğiz.





21 Temmuz 2014 Pazartesi

Berlin'de Halk ile Devlet İftar Sofrasında Buluştu


Berlin Türk Eğitim Derneği’nin (TED)iftar sofrasında güzel bir buluşma gerçekleşti. T.C Berlin Büyükelçiliği Eğitim Müşaviri Rafet Okutan ve T.C. Berlin Büyükelçiliği Berlin Basın Müşaviri Refik Soğukoğlu ve Menonit Kilisesi mensupları ve halkla birlikte iftar ederek karşılıklı görüş alıverişinde bulundular.
Berlin'de Halk ile Devlet buluştu

Berlin'de Halk ile Devlet buluştu

Berlin Türk Eğitim Derneği’nin (TED) iftar sofrasında güzel bir buluşma gerçekleşti. T.C Berlin Büyükelçiliği Eğitim Müşaviri Rafet Okutan ve T.C. Berlin Büyükelçiliği Berlin Basın Müşaviri Refik Soğukoğlu ve Menonit Kilisesi mensupları ve halkla birlikte iftar ederek karşılıklı görüş alıverişinde bulundular.

Berlin- Türk Eğitim Derneği’nin(TED) iftar sofrasında Kilise halk ve devlet aynı sofrada buluştu. Selim Ergen’nin kaval dinletisinden sonra Menonit Kilisesi’nin papazları, T.C. Eğitim Müşaviri Rafet Okutan ve T.C.Berlin Büyükelçiliği Basın Müşaviri Refik Soğukoğlu birer konuşma yaptılar.

Menonit papaz Marius konuşmasında şunları söyledi:” Menonitler tarihi barış kilisesi ve en eski reformcu hür kilise olarak tanımlanıyorlar, 1523 yıllarında İsviçre’de ortaya çıkmıştır. Menonit adı kurucusu olan, Almanya- Hollanda bölgesinde yaşayan, Anabatist hareketinin üst düzey yöneticisi olan Menno Simons`a dayanır.

Menonitler Reformasyon devrinde katolik kilisesinden ayrılan gurubun içinden çıkan, Protestanlığın bir kolu olan ufak bir cemaattir. Öbür mezheplerden birinci ayrıcalığı vaftiz`in çocuk yaşta değil de kişilerin ergenlik çağına gelince, kişilerin bağımsız kararına bağlı olarak yapılmasıdır.

İkinci fark, Menonitler savaş karşıtıdırlar, barışçı bir cemaat olup her türlü şiddeti (savaş) reddederler, yani hiç bir yerde savaşı desteklemiyor ve savaşa katılmıyorlar. Eğer zorlama söz konusu olursa o zaman başka bir ülkeye göç ediyorlar. Bunun için bütün dünya ülkelerinde Menonitlere rastlayabiliyorsunuz. Göç etmeyenler kaldıkları ülkelerdeki toplumlara entegre olmuşlar, bunların içinden savaşa katılanlarda olmuş ve oluyor.

Bu mezhepte İncil’i anlayabilen her bir kişi din adamı olabilir, vaaz verebilir, yani hiyerarşik bir yapısı yoktur.
Bütün dinlerde ve mezheplerde olduğu gibi Menonitlerde de muhafazakâr kanatlar olduğu gibi liberal kanatlar da mevcut.
Bugün dünya çapında yaklaşık 1,6 Milyon Menonit bulunmaktadır, Almanya’da 40 bin civarında Menonit vardır, Berlin Mennoniten- Cemaati’nin (BMG) şu anda 110 kadar kayıtlı üyesi bulunmaktadır.

Menonit- Cemaatinin en önemli günü Pazar, her Pazar saat 10:00 da ibadetlerini yaparlar (dini ayin) daha sonra kahve, çay içerek, bisküvi yiyerek çeşitli konuları görüşüyor, istişare ediyorlar.”

Türkçeye en iyi hizmeti Kemal Sunal yapmıştır

T.C Berlin Büyükelçiliği Eğitim Müşaviri Rafet Okutan ise yaptığı konuşmada eğitimin öneminden bahsetti.

Okutan özetle şunları söyledi:” Bulunduğumuz çevrede kendimizi kabul ettirmenin yolu, kültürümüze, kimliğimize ve dinimize olan bağlılığımızdır. 1998-2002 yılları arasında Almanya’da eğitim Ataşeliği yaptım. Alman Eğitim Sistemi ile ilgili 300 sayfalık bir kitap yazdım. Bizim çocuklar isimli bir çocuk dergisi çıkardık o zamanlar. Eğitim bizim geleceğimizin şifresidir. Yaşam kalitesi eğitim kalitesine bağlıdır. Eğitim kalitesi de eğitime ayrılan zaman ve paraya bağlıdır. Çocuklarımızla yaptığımız kahvaltı, geçirdiğimiz zaman, onlarla maç seyretme, sinemaya gitme, alışveriş yapmak için ayırdığımız zaman eğitimin kalitesini yükseltecektir. Zamanı ödünç veremezsiniz. Geçen zamanı geriye getiremezsiniz. Zamanı uzatamazsınız, kısaltamazsınız, geriye saramazsınız. Geçti mi geçer. Bunun için zamanı bilinçli kullanmak gerekir.

Geliri düşük olanın, bilgi seviyesi düşüm olanın, tasarrufu çok olur. O eğitime eğilmez. Onun için önemli olan eğitim değildir, tasarruftur. Çocuğu biraz büyüyünce hemen işin ucundan tutmalı ve para kazanmaya başlamalıdır. Bu yanlıştır. Bu anlayıştan dolayı bizim gençlerimiz üniversiteyi geç fark ettiler.

Türkçeye de önem vermeliyiz. Çocuklarımız dillerini unutmamalıdırlar. Türkçeye en iyi hizmeti kemal Sunal yapmıştır, çevirdiği o filmlerle yapmıştır bu işi. Tenkit edebilirsiniz filmlerini ama bu bir realitedir. Ben hatırlıyorum, Münih’te insanlarımız, hafta sonlarında birer ikişer Kemal Sunal filmleri seyrederlerdi. Almanya’daki insanlar o filmlerle eğlendiler. Anlatmak istediğim şudur; ne yapıp edin bir yolunu bulun ve çocuklarınızın Türkçeyi öğrenmesine imkân hazırlayın.
En son tespitlere göre, Almanya’da 600 bin öğrencimiz var: Türk vatandaşı olarak üniversiteye gidenlerin sayısı 30.000 dir. 15 binini de Alman vatandaşıdır. 45 bin üniversite öğrencemiz var bugün. Gymnasiuma gidenlerin sayısı 26 bindir. Alman vatandaşı olanlarla birlikte bu rakam 50 bindir. Almanya da mühendislik okuyan 500 bin öğrenciden 18 bini bizim gencimizdir. Toplam 140 bin tıp okuyan öğrenci var Almanya’da . Bunun 7.500 ü bizim gencimizdir. Çinlilerde bu sayı 25 bindir.

1903 tarihinden beri Nobel ödülü olan Alman bilim adamının sayısı 79 dur. Almanya böyle bir ülkedir. Bizim insanımız bu açıdan şanslıdır, bu şansı iyi değerlendirmek lazımdır.

Türkiye’de veli çocuğunu okutmak için çırpınıyor. Buradaki velilerimiz de çırpınmalıdır. Eğitime sırtımızı dönemeyiz. Rabb’im bizi, Müslüman kimliğimizle buraya kadar göndermiştir, kim bilir ne hikmetler vardır bu gelişte, onu bilemeyiz.
Çocuklarımızın beslenmesinden, çalışma odasından, seçeceğe arkadaşından, çevresinden, eline vereceğiniz kitabına varıncaya kadar, tiyatrosuna, sinemasına varıncaya kadar, camisine, sivil toplum kuruluşlarına varıncaya kadar her yere, çocuğumuzu elinden tutarak götürmeliyiz. Çocuklarımızın sosyalleşmesi bu şekilde olur.

Çocuklarımız içinden çıktığı toplumla, onun kültürüyle diliyle, diniyle barışık olmalıdır. Evrensel değerleri de tanımalıdır çocuklarımız.

Berlin, dünyadaki insanların en fazla harmanlandığı yerlerden biridir. Biz, Adem’den kan, İsa’dan da din kardeşiyiz. Bir Fransız bilim adamı şöyle der: “Herkes kendi kültürünün röntgenini çekmelidir.” Biz evrensel kültürle kendi kültürümüz arasında köprüyüz.

Okuyalım, okutalım, eğitelim, eğitilelim, çalışalım, gayret edelim, bir şekilde işin ucundan tutalım. Ancak, Alman’ın sırtına kambur olmayalım.
T.C. Berlin Büyükelçiliği Basın Müşaviri Refik Soğukoğlu da kısa bir konuşma yaptı ve şunları söyledi: “ Türkiye’nin dış politikası değişiyor, Türkiye değişiyor. Türkiye dünyanın neresinde olursa olsun. vatandaşına sahip çıkan bir ülke haline geldi. Avrupa’daki insanımız ilk defa oy kullanacak, Türkiye’nin kaderine müdahil olacak.

50 yıl sonra yatırımlarımızı buralarda yapmaya başladık artık. 20 sene önce bu söylediklerimizin belki anlamı olmazdı. Sevgili gençler, şu anda sizin içinizde belki Almanya’nın gelecekteki başbakanı, cumhurbaşkanı oturuyor. Berlin Büyükelçisi oturuyor. İş buraya geldi.

Sevgili veliler, tamamen para kazanma derdine düşmeyin. Çocuklarımızı vizyon sahibi birer kişilik olarak yetiştirelim. Milli değerlerimize sahip çıkalım ve gençlerimizi o değerlerle yetiştirelim. Buradaki değerler, Türkiye için çok önemledir. Hedefi olmayanın başarısı da olmaz. Hedefi küçük tutanın büyük adam olması da mümkün olmaz, hedefine ulaşabilir ancak, büyüyemez, ilerleyemez.

Bu sene bir proje başlatıyoruz. Bundan sonra her sene başarılı öğrencilerden Türkiye’ye, her eyaletten biri kız biri erkek iki öğrenci götüreceğiz. Bütün masraflarını Türkiye karşılayacaktır bu gençlerin. Geleceğin meslek sahipleri, vizyon sahipleri olacak olan gençlerdir bunlar.”



ha-ber.com/Zülfikar Kam / Berlin

15 Temmuz 2014 Salı

BERLİN’DE İFTAR SOFRALARI 2014

Ramazan ayında davetler haliyle fazlalaşıyor. Sivil toplum kuruluşları adeta birbirleriyle yarışıyorlar iftar sofrası kurmak için. Bu iftar sofraları amacına ne kadar uygundur tartışılır. Peygamberimiz ’in söylemlerine bakarsak iftar sofralarının çoğu şaibelidir. “Sofraların en kötüsü içinde fakirlerin bulunmadığı sofralardır.”(H.Ş.)

Ramazan ayı aslında günlük hayatımızda kişisel zaafları ortadan kaldırmak için bir fırsattır. Bu fırsat iyi değerlendirildiği taktirde, diğer aylarda da o zaaflardan uzaklaşıldığı görülecektir. Oruç tutmanın farz olması da bu zaaflardan kurtulmak içindir. Yemek yememek, su içmemek, cinsel ilişkiden uzak durmak değildir oruç. “Zenginlerin zengini davet ettiği, fakir ve yoksulların unutulduğu, gösteriş ve israf sofralarından uzak durulması gerekir.

Ben bugüne kadar üç davete katıldım. Bu üç davetin üçünde de değişmeyen simalar vardı. Bu simaları her toplantıda görmeniz mümkündür.  Zengin iş adamları, mevki sahibi insanlar, sivil toplum kuruluşlarının çatı hüviyeti taşıyanlarının başkanları ve o yemeğin haberinin yapılması istenildiği için gazeteciler. Fakir fukaranın, garip gurebanın o iftar yemeklerine davet edildiğini görmedim.

Garibanı çağırmadınızsa, yoksulu buyur etmedinizse, fakiri alıp sofranıza getirmedinizse sizin sofranızda eksiklik var demektir. Ne yazık ki, birçok davetlerde, eş dost gönülleniyor amma sofralarında fakir fukara bulunmuyor.  Bir araya gelme adına güzel, kaynaşma adına hoş, ama fakirin yoksulun unutulması adına talihsiz sofralar bunlar.

Ne yazık ki, birileri ‘iftar verdi’ desinler diye sofra açıyor, birileri siyasi rant elde etmek için sofra kuruyor, birileri de sofralarını zenginlere açıp fakirlere kapatıyor. Bu sofralarda hayır yoktur dersem kimse bana darılmasın, gücenmesin. Bunu ben demiyorum, O Yüce İnsan diyor.

MÜSİAD

2011 Yılında Somali’de gerçekleşen kıtlık sebebi ile otelde yapacağı iftarı iptal ederek o parayı Somali’ye bağışlayan MÜSİAD BERLİN, bu geleneğini bu sene de sürdürerek iftar programını üyeleri ile birlikte MÜSİAD BERLİN bürosunda gerçekleştirdi.

İlk iftarı Berlin MÜSİAD da açtım. Mocca dergisi adına iki kişi katıldık iftara. MÜSİAD’IN davetlileri tabiatıyla iş adamlarıydı. Sayın Karakaya’yı tebrik ediyorum. İftar sofrasını Hilton da veya benzeri başka bir otelde açmadığı içindir bu tebriğim.

MÜSİAD BERLİN başkanı Sayın Karakaya masaları tek tek dolaşarak misafirlerine ‘Hoş geldiniz’ dedi, kucaklaştı.  Bir de içinde fakirler olsaydı davetlilerin, Karakaya tam not alacaktı benden.
Yunus Emre Enstitüsü Berlin Müdürü sayın Prof. Dr. Osman Faruk Akyol kısa ama mesaj yüklü bir konuşma yaptı iftardan sonra: „Kur’an’ın ilk emri’ Oku’ dur. Ancak okunacak olan bir şey yoktur. Okunacak olan şey vahiydir, içe doğan o vahiy.“  Enteresan bir yorum. Katılmamak mümkün değil. Keşke, iftar öncesinde yarım saatlik veya bir saatlik bir program yapılabilseydi de sayın Akyol’u uzunca bir süre dinleme fırsatımız olsaydı.

Ayrıca, MÜSİAD’ın çalışmaları, Ramazan ayının anlam ve mahiyeti bu iftarda anlatılmalıydı. Zekât konusu, fitre ve fidye konusu anlatılmalıydı. Herkes biliyor olsa da yine anlatılmalıydı. “İnsanlar kulağından sulanır” demiş atalarımız. 180 defa da olsa yine anlatılmalıydı.

Zekeriya Bayrak vardı yan masada. Beraberinde Sinan Kaplan da vardı. Selam vererek masalarına oturdum. MOCCA DERGİSİ’nin ilerki sayılarına yönelik işbirliği teklifinde bulundum kendisine. Rencide edecek bir üslupla, „Benim dergiyle mergiyle işim olmaz, bunlar benim ilgi alanımın dışında olan şeylerdir“ dedi. Sinan Kaplan kafasını önüne eğdi. Belli ki kullanılan üslup onu da rahatsız etmişti. Paranın verdiği güç vardı tavırlarında Sayın Bayrak’ın. Allah daha fazla versin malında gözümüz yok ama, para insanı bu kadar da şımartmamalı. Sadece dinledim. Sözü bitince yine de bana yakışanı yaptım, ona dua ederek ayrıldım masasından „Allah sana daha çok versin.“.

 UETD

İkinci iftarı Avrupa Demokratlar Birliği (UETD) nde açtım. Mocca Dergisi‘nden dört kişi davetliydik. Ertan Taşkıran davet etti. Görevli gençler iyi organize olmuşlar. Giyim kuşamları ve nezaketleriyle göz doldurdular.  Aferin gençler. Organizasyonda ve iftar menüsünde sıkıntı yok. Salonda gençlerin çoğunlukta olması dikkatimizi çekti.

İftar öncesi programı oldukça yüklüydü. Bir bakan ve bir de eski bakan vardı davetlilerin arasında.    Steigenberger Oteli'nde verilen iftara eski AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, AK Parti İstanbul Milletvekili Metin Külünk, UETD Genel Başkanı Süleyman Çelik, Berlin Büyükelçiliği Elçi Müsteşarı Hidayet Çilkoparan, Berlin Başkonsolosu Ahmet Başar Şen, Alman Hristiyan Demokrat Parti (CDU) Milletvekili Oliver Wittke ve çok sayıda sivil toplum kuruluşu temsilcisi katıldı.

Egemen Bağış hem İngilizce hem de Türkçe yaptığı konuşmasında, Ramazan ayının önemini vurguladı. Bağış, Çin'in kuzeybatısındaki Uygur Özerk Bölgesi'nde(Doğu Türkistan) okullar, devlet daireleri ve yerel kamu kurumlarında çalışan Müslümanlara getirilen oruç yasağını eleştirdi. Türkiye eleştiriden öte bir yardımda bulunuyor mu Doğu Türkistan’a onu bilmiyorum. Bağış, Türkiye'nin "artık büyük hayaller kuran, çok büyük projeler üreten" bir ülke haline geldiğini de kaydetti.

UETD zengin bir dernek olabilir. Bizlerin sahip olamadığı imkânlara da sahip olabilir. Ancak ben öteden beri otellerde verilen iftar yemeklerini israf olarak gören ve bu görüşümü de her platformda yüksek sesle ilan eden birisiyim.

TDU iftar yemeğini Şehitlik Camii’nde verdi. UETD de böyle yapabilirdi. Halkla iç içe olurdu ve böylece o iftar sofrasına fakirler de katılabilirdi. Hem de halk desteğine en fazla ihtiyaçları olan bu günlerde.

Ayrıca Sayın Taşkıran ve Sayın Kaplan masalara gelip misafirlerle tek tek kucaklaşmalıydılar, ‘Hoş geldiniz.’ demeliydiler. Küçücük bir tebessüm nelere kadir olmaz ki.

BERLİN BÜYÜKELİĞİ’NDE İFTAR

Türkiye Cumhuriyeti Berlin Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu, büyükelçilik binasında iftar yemeği verdi.
Büyükelçi Karslıoğlu, ezber bozan bir büyükelçi. Göreve geldiğinde ilk iftarı evinin bahçesinde çadırda vermişti. Anlamlı bir iftar yemeğiydi. Karslıoğlu, Büyükelçiliğe yakışır bir şekilde her Ramazan ayında toplumun büyük bir bölümüne hitap eden iftar yemeği vermeyi adeta gelenek haline getirdi.

Büyükelçilik binasında gerçekleştirilen iftarda, aralarında üst düzey bürokratlar, toplumun çeşitli kesimlerinden sivil toplum örgütlerinin yöneticileri, kiliselerin temsilcileri, Berlin'de görevli olan Müslüman ülkelerin diplomatlarının yanı sıra yerel ve ulusal basın da yerini almıştı.
Büyükelçi Karslıoğlu iftar öncesi yaptığı konuşmasına “11 ayın sultanı hoş geldin” diye başladı. Ramazan ayının ruh ve bedeni arındıran bir ay olduğundan, Kur’an’ın bu ayda indiğinden, bu ayın hoşgörü ve barış ayı olduğundan bahsetti. Ancak İslâm âlemindeki manzaranın, İslâm’ın hoşgörüsünü yansıtmadığından yakındı.

Sonra döndü Almanya’ya ve 3 milyon insanımızın burada yaşadığını söyleyerek ve bu insanların bulundukları yere alınlarının teriyle geldiklerinden bahsetti. Topluma ayak uyduramayanların varlığına da değindi ve hep birlikte bu insanları topluma kazandırılması gerektiğine dikkat çekti. Çift dilli anaokullarından da bahseden Karslıoğlu, bu okullara desteğin artırılması gerektiğini söyledi.
Karslıoğlu konuşmasının son bölümünde, Yunus Emre Kültür Merkezi’ni kurduklarını, geç de olsa Türk dili ve kültürünü Almanya’da tanıtacakları müjdesini verdi. Son sözü Yunus Emre’ye bıraktı Karslıoğlu: ”Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım/ Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” “Allah oruçlarınızı kabul etsin.”

Programın bundan sonraki bölümünde önce Kur’an okundu. Din Ataşesi Sayın Bilal Öztürk’ün okuduğu akşam ezanından sonra da iftarımızı açtık. Kur’an okundu ama, meali Almanca ve Türkçe olarak verilmedi. Bu bir eksikliktir diye düşünüyorum.

Büyükelçinin masasında din adamları oturuyordu. Üniformalarıyla oturuyorlardı. Saygı da gördüler misafirlerden. Papazlarla fotoğraf çekmek isteyen insanların sayısı az değildi. İslâm dininin temsilcisi olan din ataşemiz sıradan biri gibi oturmuştu masaya. Kravat ve takım elbise. Onun da resmi kıyafetiyle o masada oturması gerekmez miydi? Resmi kıyafet ona da saygınlık kazandıracaktı. Sarık ve Cübbe, onun şahsında İslam’a saygınlık kazandıracaktı. Bu da ikinci eksiklik. Sayın Öztürk’le fotoğraf çektirmek isteyen insanları ben göremedim.

Sayın Karslıoğlu’ndan bir ilke daha imzasını atması dileğimizdir. Din Ataşeleri resmi toplantılarda sarık ve cübbeleriyle yerlerini alsınlar lütfen.
Namaz kılmak için mescit var dediler gittim. Belki ilk defa yine Karslıoğlu’nun imzasıyla, Büyükelçilikte mescit açılmış. Sebep olanlardan Allah razı olacaktır. Ancak ben bu mescidi bu Kançılarya’ ya yakıştıramadım. 100 milyon Euro’luk bir yapının içinde 3 metre kare bir oda, halı döşenerek mescit haline getirilmiş.

O binaya en az 200 kişiyi alacak kadar içten kubbeli, Arap, Selçuklu ve Osmanlı mimarinin özelliklerini taşıyan, bir gerçek cami yapılmalıydı. Beton binalar temsil gücüne sahip olmazlar. Binaların üzerlerinde ve içlerinde barındırdıkları kültür temsil eder ülkeleri. Türkiye Cumhuriyeti laiktir. Ancak halkı Müslüman bir ülkedir. Devlet laik diye, halkın inancı, kültürü yok sayılamaz. Biz laik bir ülkede yaşıyoruz. Laikliği nasıl uyguladıklarını da görüyoruz. Hükümetlerin bu konularda daha duyarlı olması gerekir diye düşünüyorum.

Ayrıca Afyon Devlet Konservatuarı Öğretim Görevlilerinden oluşan müzik grubu tasavvuf müziğinden örnekler sundular.

Self servis usulü yemek, kaldırılmış. Garsonların servis yapması uygun görülmüş. Olması gereken de buydu. Böylece yemek israfının da önüne geçilmiş.

Ancak çay olarak yine de Seylan çayı ikram edildi, hem de fincanda. Türkler çayı fincanda içmezler. İnce belli bardakta içerler, kendi örfümüzü yaşatmamız bizlere saygınlık kazandırır kanaatindeyim. Taklitten uzaklaşmak lazımdır.

Çay demlemenin de, içmenin de bir adabı vardır. Çay zevk için içilir. Çay demleyip, ikram edenler, şu 3 hususa dikkat etmelidirler:

1- Çayın demi, dudak renginde olmalıdır (Lebrenk)
2- Çay bardağı, tepesine kadar doldurulmamalıdır, dudak payı bırakılmalıdır. (Lebrîz)
3- Çay, dudağı yakacak kadar sıcak olmalıdır.(Lebsûz)

Şimdi afiyet olsun.

Rüştü Kam


Not:

Bizden önceki ümmetlerde oruç

Kur’an der ki: “Siz ey imana ermiş olanlar! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı, ki Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız.” (Bakara 183)

Kur’n’ın dikkatimize sunduğu o eski ümmetlerin peygamberleri, orucun ne demek olduğunu, nasıl turulması gerektiğini kendi ümmetlerine bakın nasıl anlatmışlar:

“Diyorlar ki: 'Oruç tuttuğumuzu neden görmüyor. Benliğimizi yendiğimizi neden fark etmiyorsun?' Bakın, oruç tuttuğunuz gün keyfinize bakıyor, işçilerinizi eziyorsunuz. Orucunuz kavgayla, çekişmeyle, şiddetli yumruklaşmayla bitiyor. Bugünkü gibi oruç tutmakla, sesinizi yükseklere duyuramazsınız.
İstediğim oruç bu mu sanıyorsunuz? İnsanın benliğini yenmesi gereken gün böyle mi olmalı? Kamış gibi baş eğip çul ve kül üzerine mi oturmalı? Siz buna mı oruç diyorsunuz, buna mı RABB’i hoşnut eden gün diyorsunuz?

Benim istediğim oruç; haksız yere zincire, boyunduruğa vurulanları, özgür kılmak, tutsakları salıvermek, her türlü boyunduruğu kırmak değil mi? Yiyeceğinizi açla paylaşmak değil mi? Barınaksız yoksulları evinize alır, çıplak gördüğünüzü giydirir, yakınlarınızdan yardımınızı esirgemezseniz, ışığınız tan gibi ağaracak, çabucak şifa bulacaksınız.

Doğruluğunuz önünüzden gidecek, RABB'in yüceliği artçınız olacak.  O zaman yardım çağrılarınıza RAB yanıt verecek, feryat ettiğinizde, 'İşte buradayım' diyecek.

"Eğer boyunduruğa, kaba işaretler yapmaya, kötücül konuşmalara son verirseniz,  Açlar uğruna kendinizi feda eder, yoksulların gereksinimini karşılarsanız, ışığınız karanlıkta parlayacak, karanlığınız öğlen gibi ışıyacak.

RAB her zaman size yol gösterecek, kurak topraklarda sizi doyurup güçlendirecek. İyi sulanmış bahçe gibi, tükenmez su kaynağı gibi olacaksınız. Halkınız eski yıkıntıları onaracak, geçmiş kuşakların temelleri üzerine, yeni yapılar dikeceksiniz. 'Duvardaki gedikleri onaran, sokakları oturulacak hale getiren' denecek sizlere.
"Kutsal günümde dilediğinizi yapmaz, Şabat (Sebt) Günü'nü çiğnemezseniz, Şabat Günü'ne 'Zevkli', RABB'in kutsal gününe 'Onurlu' derseniz, kendi yolunuzdan gitmez, keyfinize bakmayıp boş konulara dalmaz, o günü yüceltirseniz, RAB'den zevk alırsınız. O zaman sizi yeryüzünün yüksek yerlerine çıkarır, atanız Yakup'un mirasıyla doyururum.”
Çünkü bu sözler RABB'in ağzından çıktı. (Eski Ahit Yeşaya 58/ Bölüm 3-14)

Foto: ha-ber.com

Türk Eğitim Derneği'nde İftar 2014/ Muavin Konsolos Emrah ÖzbekTürk Eğitim Derneği'nde İftar 2014/ Muavin Konsolos Emrah Özbek
Türk Eğitim DerneğiTürk Eğitim Derneği
Türkk Eğitim DerneğiTürkk Eğitim Derneği
Türk Eğitim DerneğiTürk Eğitim Derneği
T.C.Berlin BüyükelçiliğiT.C.Berlin Büyükelçiliği
T.C.Berlin BüyükelçiliğiT.C.Berlin Büyükelçiliği
Türk Eğitim DerneğiTürk Eğitim Derneği
Dernekler Toplu İftarıDernekler Toplu İftarı
UETDUETD


MÜSİADMÜSİAD
MÜSİADMÜSİAD
TDUTDU
MOCCA DergisiMOCCA Dergisi
MOCCA DergisiMOCCA Dergisi
Berlin Veliler TopluluğuBerlin Berlin Veliler Topluluğu

13 Temmuz 2014 Pazar

BERLİN’DE İFTAR SOFRALARI 2014

14 Temmuz 2014, 00:11

Ramazan ayında davetler haliyle fazlalaşıyor. Sivil toplum kuruluşları adeta birbirleriyle yarışıyorlar iftar sofrası kurmak için. Bu iftar sofraları amacına ne kadar uygundur tartışılır. Peygamberimiz ’in söylemlerine bakarsak iftar sofralarının çoğu şaibelidir. “Sofraların en kötüsü içinde fakirlerin bulunmadığı sofralardır.”(H.Ş.)

Ramazan ayı aslında günlük hayatımızda kişisel zaafları ortadan kaldırmak için bir fırsattır. Bu fırsat iyi değerlendirildiği taktirde, diğer aylarda da o zaaflardan uzaklaşıldığı görülecektir. Oruç tutmanın farz olması da bu zaaflardan kurtulmak içindir. Yemek yememek, su içmemek, cinsel ilişkiden uzak durmak değildir oruç. “Zenginlerin zengini davet ettiği, fakir ve yoksulların unutulduğu, gösteriş ve israf sofralarından uzak durulması gerekir.

Ben bugüne kadar üç davete katıldım. Bu üç davetin üçünde de değişmeyen simalar vardı. Bu simaları her toplantıda görmeniz mümkündür.  Zengin iş adamları, mevki sahibi insanlar, sivil toplum kuruluşlarının çatı hüviyeti taşıyanlarının başkanları ve o yemeğin haberinin yapılması istenildiği için gazeteciler. Fakir fukaranın, garip gurebanın o iftar yemeklerine davet edildiğini görmedim.

Garibanı çağırmadınızsa, yoksulu buyur etmedinizse, fakiri alıp sofranıza getirmedinizse sizin sofranızda eksiklik var demektir. Ne yazık ki, birçok davetlerde, eş dost gönülleniyor amma sofralarında fakir fukara bulunmuyor.  Bir araya gelme adına güzel, kaynaşma adına hoş, ama fakirin yoksulun unutulması adına talihsiz sofralar bunlar.

Ne yazık ki, birileri ‘iftar verdi’ desinler diye sofra açıyor, birileri siyasi rant elde etmek için sofra kuruyor, birileri de sofralarını zenginlere açıp fakirlere kapatıyor. Bu sofralarda hayır yoktur dersem kimse bana darılmasın, gücenmesin. Bunu ben demiyorum, O Yüce İnsan diyor.

MÜSİAD

2011 Yılında Somali’de gerçekleşen kıtlık sebebi ile otelde yapacağı iftarı iptal ederek o parayı Somali’ye bağışlayan MÜSİAD BERLİN, bu geleneğini bu sene de sürdürerek iftar programını üyeleri ile birlikte MÜSİAD BERLİN bürosunda gerçekleştirdi.

İlk iftarı Berlin MÜSİAD da açtım. Mocca dergisi adına iki kişi katıldık iftara. MÜSİAD’IN davetlileri tabiatıyla iş adamlarıydı. Sayın Karakaya’yı tebrik ediyorum. İftar sofrasını Hilton da veya benzeri başka bir otelde açmadığı içindir bu tebriğim.

MÜSİAD BERLİN başkanı Sayın Karakaya masaları tek tek dolaşarak misafirlerine ‘Hoş geldiniz’ dedi, kucaklaştı.  Bir de içinde fakirler olsaydı davetlilerin, Karakaya tam not alacaktı benden.
Yunus Emre Enstitüsü Berlin Müdürü sayın Prof. Dr. Osman Faruk Akyol kısa ama mesaj yüklü bir konuşma yaptı iftardan sonra: „Kur’an’ın ilk emri’ Oku’ dur. Ancak okunacak olan bir şey yoktur. Okunacak olan şey vahiydir, içe doğan o vahiy.“  Enteresan bir yorum. Katılmamak mümkün değil. Keşke, iftar öncesinde yarım saatlik veya bir saatlik bir program yapılabilseydi de sayın Akyol’u uzunca bir süre dinleme fırsatımız olsaydı.

Ayrıca, MÜSİAD’ın çalışmaları, Ramazan ayının anlam ve mahiyeti bu iftarda anlatılmalıydı. Zekât konusu, fitre ve fidye konusu anlatılmalıydı. Herkes biliyor olsa da yine anlatılmalıydı. “İnsanlar kulağından sulanır” demiş atalarımız. 180 defa da olsa yine anlatılmalıydı.

Zekeriya Bayrak vardı yan masada. Beraberinde Sinan Kaplan da vardı. Selam vererek masalarına oturdum. MOCCA DERGİSİ’nin ilerki sayılarına yönelik işbirliği teklifinde bulundum kendisine. Rencide edecek bir üslupla, „Benim dergiyle mergiyle işim olmaz, bunlar benim ilgi alanımın dışında olan şeylerdir“ dedi. Sinan Kaplan kafasını önüne eğdi. Belli ki kullanılan üslup onu da rahatsız etmişti. Paranın verdiği güç vardı tavırlarında Sayın Bayrak’ın. Allah daha fazla versin malında gözümüz yok ama, para insanı bu kadar da şımartmamalı. Sadece dinledim. Sözü bitince yine de bana yakışanı yaptım, ona dua ederek ayrıldım masasından „Allah sana daha çok versin.“.

 UETD

İkinci iftarı Avrupa Demokratlar Birliği (UETD) nde açtım. Mocca Dergisi‘nden dört kişi davetliydik. Ertan Taşkıran davet etti. Görevli gençler iyi organize olmuşlar. Giyim kuşamları ve nezaketleriyle göz doldurdular.  Aferin gençler. Organizasyonda ve iftar menüsünde sıkıntı yok. Salonda gençlerin çoğunlukta olması dikkatimizi çekti.

İftar öncesi programı oldukça yüklüydü. Bir bakan ve bir de eski bakan vardı davetlilerin arasında.    Steigenberger Oteli'nde verilen iftara eski AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, AK Parti İstanbul Milletvekili Metin Külünk, UETD Genel Başkanı Süleyman Çelik, Berlin Büyükelçiliği Elçi Müsteşarı Hidayet Çilkoparan, Berlin Başkonsolosu Ahmet Başar Şen, Alman Hristiyan Demokrat Parti (CDU) Milletvekili Oliver Wittke ve çok sayıda sivil toplum kuruluşu temsilcisi katıldı.

Egemen Bağış hem İngilizce hem de Türkçe yaptığı konuşmasında, Ramazan ayının önemini vurguladı. Bağış, Çin'in kuzeybatısındaki Uygur Özerk Bölgesi'nde(Doğu Türkistan) okullar, devlet daireleri ve yerel kamu kurumlarında çalışan Müslümanlara getirilen oruç yasağını eleştirdi. Türkiye eleştiriden öte bir yardımda bulunuyor mu Doğu Türkistan’a onu bilmiyorum. Bağış, Türkiye'nin "artık büyük hayaller kuran, çok büyük projeler üreten" bir ülke haline geldiğini de kaydetti.

UETD zengin bir dernek olabilir. Bizlerin sahip olamadığı imkânlara da sahip olabilir. Ancak ben öteden beri otellerde verilen iftar yemeklerini israf olarak gören ve bu görüşümü de her platformda yüksek sesle ilan eden birisiyim.

TDU iftar yemeğini Şehitlik Camii’nde verdi. UETD de böyle yapabilirdi. Halkla iç içe olurdu ve böylece o iftar sofrasına fakirler de katılabilirdi. Hem de halk desteğine en fazla ihtiyaçları olan bu günlerde.

Ayrıca Sayın Taşkıran ve Sayın Kaplan masalara gelip misafirlerle tek tek kucaklaşmalıydılar, ‘Hoş geldiniz.’ demeliydiler. Küçücük bir tebessüm nelere kadir olmaz ki.

BERLİN BÜYÜKELİĞİ’NDE İFTAR

Türkiye Cumhuriyeti Berlin Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu, büyükelçilik binasında iftar yemeği verdi.
Büyükelçi Karslıoğlu, ezber bozan bir büyükelçi. Göreve geldiğinde ilk iftarı evinin bahçesinde çadırda vermişti. Anlamlı bir iftar yemeğiydi. Karslıoğlu, Büyükelçiliğe yakışır bir şekilde her Ramazan ayında toplumun büyük bir bölümüne hitap eden iftar yemeği vermeyi adeta gelenek haline getirdi.

Büyükelçilik binasında gerçekleştirilen iftarda, aralarında üst düzey bürokratlar, toplumun çeşitli kesimlerinden sivil toplum örgütlerinin yöneticileri, kiliselerin temsilcileri, Berlin'de görevli olan Müslüman ülkelerin diplomatlarının yanı sıra yerel ve ulusal basın da yerini almıştı.
Büyükelçi Karslıoğlu iftar öncesi yaptığı konuşmasına “11 ayın sultanı hoş geldin” diye başladı. Ramazan ayının ruh ve bedeni arındıran bir ay olduğundan, Kur’an’ın bu ayda indiğinden, bu ayın hoşgörü ve barış ayı olduğundan bahsetti. Ancak İslâm âlemindeki manzaranın, İslâm’ın hoşgörüsünü yansıtmadığından yakındı.

Sonra döndü Almanya’ya ve 3 milyon insanımızın burada yaşadığını söyleyerek ve bu insanların bulundukları yere alınlarının teriyle geldiklerinden bahsetti. Topluma ayak uyduramayanların varlığına da değindi ve hep birlikte bu insanları topluma kazandırılması gerektiğine dikkat çekti. Çift dilli anaokullarından da bahseden Karslıoğlu, bu okullara desteğin artırılması gerektiğini söyledi.
Karslıoğlu konuşmasının son bölümünde, Yunus Emre Kültür Merkezi’ni kurduklarını, geç de olsa Türk dili ve kültürünü Almanya’da tanıtacakları müjdesini verdi. Son sözü Yunus Emre’ye bıraktı Karslıoğlu: ”Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım/ Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” “Allah oruçlarınızı kabul etsin.”

Programın bundan sonraki bölümünde önce Kur’an okundu. Din Ataşesi Sayın Bilal Öztürk’ün okuduğu akşam ezanından sonra da iftarımızı açtık. Kur’an okundu ama, meali Almanca ve Türkçe olarak verilmedi. Bu bir eksikliktir diye düşünüyorum.

Büyükelçinin masasında din adamları oturuyordu. Üniformalarıyla oturuyorlardı. Saygı da gördüler misafirlerden. Papazlarla fotoğraf çekmek isteyen insanların sayısı az değildi. İslâm dininin temsilcisi olan din ataşemiz sıradan biri gibi oturmuştu masaya. Kravat ve takım elbise. Onun da resmi kıyafetiyle o masada oturması gerekmez miydi? Resmi kıyafet ona da saygınlık kazandıracaktı. Sarık ve Cübbe, onun şahsında İslam’a saygınlık kazandıracaktı. Bu da ikinci eksiklik. Sayın Öztürk’le fotoğraf çektirmek isteyen insanları ben göremedim.

Sayın Karslıoğlu’ndan bir ilke daha imzasını atması dileğimizdir. Din Ataşeleri resmi toplantılarda sarık ve cübbeleriyle yerlerini alsınlar lütfen.
Namaz kılmak için mescit var dediler gittim. Belki ilk defa yine Karslıoğlu’nun imzasıyla, Büyükelçilikte mescit açılmış. Sebep olanlardan Allah razı olacaktır. Ancak ben bu mescidi bu Kançılarya’ ya yakıştıramadım. 100 milyon Euro’luk bir yapının içinde 3 metre kare bir oda, halı döşenerek mescit haline getirilmiş.

O binaya en az 200 kişiyi alacak kadar içten kubbeli, Arap, Selçuklu ve Osmanlı mimarinin özelliklerini taşıyan, bir gerçek cami yapılmalıydı. Beton binalar temsil gücüne sahip olmazlar. Binaların üzerlerinde ve içlerinde barındırdıkları kültür temsil eder ülkeleri. Türkiye Cumhuriyeti laiktir. Ancak halkı Müslüman bir ülkedir. Devlet laik diye, halkın inancı, kültürü yok sayılamaz. Biz laik bir ülkede yaşıyoruz. Laikliği nasıl uyguladıklarını da görüyoruz. Hükümetlerin bu konularda daha duyarlı olması gerekir diye düşünüyorum.

Ayrıca Afyon Devlet Konservatuarı Öğretim Görevlilerinden oluşan müzik grubu tasavvuf müziğinden örnekler sundular.

Self servis usulü yemek, kaldırılmış. Garsonların servis yapması uygun görülmüş. Olması gereken de buydu. Böylece yemek israfının da önüne geçilmiş.

Ancak çay olarak yine de Seylan çayı ikram edildi, hem de fincanda. Türkler çayı fincanda içmezler. İnce belli bardakta içerler, kendi örfümüzü yaşatmamız bizlere saygınlık kazandırır kanaatindeyim. Taklitten uzaklaşmak lazımdır.

Çay demlemenin de, içmenin de bir adabı vardır. Çay zevk için içilir. Çay demleyip, ikram edenler, şu 3 hususa dikkat etmelidirler:

1- Çayın demi, dudak renginde olmalıdır (Lebrenk)
2- Çay bardağı, tepesine kadar doldurulmamalıdır, dudak payı bırakılmalıdır. (Lebrîz)
3- Çay, dudağı yakacak kadar sıcak olmalıdır.(Lebsûz)

Şimdi afiyet olsun.

Rüştü Kam


Not:

Bizden önceki ümmetlerde oruç

Kur’an der ki: “Siz ey imana ermiş olanlar! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı, ki Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız.” (Bakara 183)

Kur’n’ın dikkatimize sunduğu o eski ümmetlerin peygamberleri, orucun ne demek olduğunu, nasıl turulması gerektiğini kendi ümmetlerine bakın nasıl anlatmışlar:

“Diyorlar ki: 'Oruç tuttuğumuzu neden görmüyor. Benliğimizi yendiğimizi neden fark etmiyorsun?' Bakın, oruç tuttuğunuz gün keyfinize bakıyor, işçilerinizi eziyorsunuz. Orucunuz kavgayla, çekişmeyle, şiddetli yumruklaşmayla bitiyor. Bugünkü gibi oruç tutmakla, sesinizi yükseklere duyuramazsınız.
İstediğim oruç bu mu sanıyorsunuz? İnsanın benliğini yenmesi gereken gün böyle mi olmalı? Kamış gibi baş eğip çul ve kül üzerine mi oturmalı? Siz buna mı oruç diyorsunuz, buna mı RABB’i hoşnut eden gün diyorsunuz?

Benim istediğim oruç; haksız yere zincire, boyunduruğa vurulanları, özgür kılmak, tutsakları salıvermek, her türlü boyunduruğu kırmak değil mi? Yiyeceğinizi açla paylaşmak değil mi? Barınaksız yoksulları evinize alır, çıplak gördüğünüzü giydirir, yakınlarınızdan yardımınızı esirgemezseniz, ışığınız tan gibi ağaracak, çabucak şifa bulacaksınız.

Doğruluğunuz önünüzden gidecek, RABB'in yüceliği artçınız olacak.  O zaman yardım çağrılarınıza RAB yanıt verecek, feryat ettiğinizde, 'İşte buradayım' diyecek.

"Eğer boyunduruğa, kaba işaretler yapmaya, kötücül konuşmalara son verirseniz,  Açlar uğruna kendinizi feda eder, yoksulların gereksinimini karşılarsanız, ışığınız karanlıkta parlayacak, karanlığınız öğlen gibi ışıyacak.

RAB her zaman size yol gösterecek, kurak topraklarda sizi doyurup güçlendirecek. İyi sulanmış bahçe gibi, tükenmez su kaynağı gibi olacaksınız. Halkınız eski yıkıntıları onaracak, geçmiş kuşakların temelleri üzerine, yeni yapılar dikeceksiniz. 'Duvardaki gedikleri onaran, sokakları oturulacak hale getiren' denecek sizlere.
"Kutsal günümde dilediğinizi yapmaz, Şabat (Sebt) Günü'nü çiğnemezseniz, Şabat Günü'ne 'Zevkli', RABB'in kutsal gününe 'Onurlu' derseniz, kendi yolunuzdan gitmez, keyfinize bakmayıp boş konulara dalmaz, o günü yüceltirseniz, RAB'den zevk alırsınız. O zaman sizi yeryüzünün yüksek yerlerine çıkarır, atanız Yakup'un mirasıyla doyururum.”
Çünkü bu sözler RABB'in ağzından çıktı. (Eski Ahit Yeşaya 58/ Bölüm 3-14)

10 Temmuz 2014 Perşembe

ZEKAT 2014


Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir.

2011 yılında zekât konusunu işlemişim. Aradan 3 sene geçmiş.  Bu sene o yazıyı aynen önemine binaen tekrar istifadenize sunuyorum. Çünkü yazıya ilave edilecek fazla bir şey yok. Müslümanlarda bir değişme, gelişme olmuş mu, ona birlikte bakalım. Allah’ın mal mülk verdiği, zengin kıldığı Müslümanlar ne âlemde bir görelim. Sadece, davetlerde fotoğraf çektirmekle mi meşguller, yoksa bu üç sene zarfında üç tane de olsa birkaç kurumun altına imza koymuşlar mı, birlikte bakalım.

Davası olanın, destekçisi Allah'tır.
Duası olanın davası olur, davası olanın iddiası da olur.
Dava sahibi olanlar heva sahibi olamazlar
Allah uğruna verilen mücadelenin mağlubiyeti yoktur.
Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir.
En etkilli davet temsildir.
Davası olmayanın daveti olmaz; davanız varsa davetiniz de vardır.

Ölüm haktır, dünya fanidir
İnsan geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır. Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmanız yeterli olacaktır. Yol haritasını vermiştir Allah elimize. Bu yolda, yol işaretlerine dikkat ederek yürümek gerekir.

Berlin’de yaşıyoruz. Aradan tam 50 yıl geçmiş. Bu kadar yılda elde ettiğimiz tecrübeler ve birikimler bizleri hata yapmaktan alıkoymalıdır. 

Biz güzel olmak istemedik, güzeli görmek istedik. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O`nun yoludur. Gerisi angaryadır.

Maddeye tamahkâr olmamak lazımdır

Ramazan ayının içindeyiz. Bu ayda herkes üzerine düşen görevi yapmalıdır. Zekâtlar, fidyeler, fitreler ve mali yardımlar mümkün olduğunca yaşanılan yerin (Berlin’in) dışına çıkarılmamalıdır. Kur’an’ın buyruğu bu yöndedir. Yardımlarınızı bulunduğunuz yerin dışına çıkarmak için kapınıza gelenlere sakın itibar etmeyiniz. Kim olursa olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmeyiniz.

Biz önce bulunduğumuz çevredeki insanlardan sorumluyuz: “Sana, neyi infak edip vereceklerini soruyorlar. De ki: İnfak ettiğiniz mal ve nimet; ana-baba, yakınlar, yetimler, yoksul ve çaresizlerle yolda kalan için olmalıdır. Hayır olarak yaptığınızı Allah en iyi biçimde bilmektedir.” (Bakara 215)

Lütfen sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Geleceğimizi düşünelim, çocuklarımızı düşünelim. Yardımlarımızı öncelikle kendi çocuklarımızın geleceği için yapalım. Sorumluluk bilincidir insanı olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı bu bilinçle yapalım. Görev bilinciyle hareket edersek, görevimizi birisinin hatırlatmasına ihtiyaç kalmayacaktır.

Bugünlerde yardım kuruluşları, duygularımızla hareket etmemizi sağlayacak broşürler yayınlamaya başladılar yine. Televizyonlara reklamlar veriyorlar, el ilanları dağıtıyorlar, Afrika’lı çaresiz insanların fotoğraflarını broşürlere basarak duygularımızı tetikliyorlar/sömürüyorlar. Hergün, yerden pıtırak (Kırlarda yetişen yabanî bir otun dışı dikenli tohumu) biter gibi yardım kuruluşları çıkıyor ortaya. 50 yıldır böyle yapıyorlar, hele son senelerde bu yoldan geçinenlerin sayısı daha da fazlalaştı. 

Yardım kuruluşları, kira parası veriyorlar, personal çalıştırıyorlar ve onların parasını ödüyorlar, reklam parası ödüyorlar, bu paralar yardımlarımızdan karşılanıyor, bunu bilesiniz.

Yardım kuruluşlarının topladıkları paraların ortalama hesabını yaparak çıkalım yola, bakalım ne işe yaramış bu güne kadar verdiklerimiz: Bütün Almanya’yı hesaba dahil edelim ve hesabı sadece Türkiye’liler üzerinden yapalım.  3 milyon insanımız yaşıyor Almanya‘da. 2 milyon insanımızı bir kenara bırakalım ve bir milyon insanımızı esas alalım.  

Tahmini olarak yılda bir milyar Euro toplanıyor

Yardım kuruluşlarına verilen bağışları; zekat, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 € olarak hesaplayalım. 1.000.000x100=100 milyon € yapar. Bu hesaptan yola çıkarsak son on yılda 1 milyar € toplanmış demektir. Bu bir milyar € genel olarak Afrika ülkelerine gönderildi, Filistin’e, gönderildi, Irak’a, Suriye’ye gönderildi, Afganistan’a gönderildi hâlâ da gönderiliyor.  
Şimdi sonuca bakalım; kaç tane Afrika ülkesini açlıktan kurtarmışız yaptığımız bu yardımlarla, kaç tane Afrika ülkesi bizim yardılarımızla ayağa kalkmış, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle sorunlarını çözmüş? Aksine, yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği gibi, her geçen gün kervana bir başka ülke katılıyor...

Unutmayalım bu yardımların birkaç mislini BM de yapıyor. Avrupa ülkeleri ve İslâm ülkeleri de yapıyor. Buna rağmen o ülkelerde problemler azalacağı yerde artıyor. Şimdi Suriye çıktı sahneye. Yine keselerimizin ağzını açtırdılar bize. 

Emperyalist ülkeler  bir bahane uydurarak önce oradaki insanları bombalıyorlar. Evsiz yurtsuz bırakıyorlar. Sonra da Müslümanlara değişik isimlerde yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. Paralar toplanıyor, bilezikler, yüzükler, küpeler dolduruluyor torbalara. İhtiyaç gösterilen yerlere paralar gönderiliyor. O paralarla silahlar alınıyor. Silahları satan emperyalistler, alanlar genelde Müslüman gruplar. Öldüren de Müslüman öldürülen de. Onlar birbirlerini daha iyi öldürsün diye yardım kuruluşlarına yardım edenler de Müslümanlar. 
Filistin’e, ben kendimi bildim bileli yardım gönderilir(51 doğumluyum). Bitti mi Filistin meselesi? Duruldu mu sular? Küçücük Filistin’de iki tane grup var. El-Fetih ve Hamas. Kendileriyle didişmekten düşmanlarına karşı ortak tavır bile alamıyorlar. Çünkü kendi içlerindeki silah tüccarları o savaşın bitmesini istemiyorlar çünkü. 

Perde arkasında dönen dolapları görmek lazım. Bizlere ne Türkiye, ne de Birleşmiş Milletler elini uzatıyor. Oysa aynı Türkiye Somali gibi dünyanın başka ülkelerine yardım gönderiyor. BM de yardım gönderiyor oralara. Bizim kendi göbeğimizi kendimiz kesmemiz gerekiyor. Hesabı Allah önce çocuklarımızdan başlayarak soracak bize. “Ey İman Edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!”(Tahrîm: 6) 
Sadece çocuklarımızın karnını doyurmakla bu azaptan kurtulamayız. Onların ruhlarını da doyurmamız gerekiyor. Onları kimlikli bir nesil olarak geleceğe yönelik yetiştirmeliyiz. Hz. Ali der ki:” Çocuklarınızı yetişkin olarak bulunacakları çağa göre yetiştirin.” Çocukları yetiştirmek için müesseseler kurmalıyız. Çocuk yuvalarından başlamalıyız işe. Müfredatını kendimizin hazırladığı bir yuvadan bahsediyorum. Teşvikler alarak, para kazanmak için açtığımız yuvalardan değil.

Afrika ülkelerini Müslümanlar fakirleştirmedi

Afrika ülkelerini, halkı müslüman olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o insanların elinden ekmeğini. Emperyalistler, ekmeğini elinden aldığı insanların karınlarını da Müslümanlara doyurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta her iki durumda da kârlı çıkan onlar oluyorlar. 

Müslümanlar da işin bu taraflarını hesaba katmadan dolmuşa binerek kısa yoldan Cennetin(!) yolunu tutacaklarına inanıyorlar, o kadar inanıyorlar ki; kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor. “Ben bu sene zekâtımı, kurbanımı Filistin’e gönderdim, Suriye’ye gönderdim, Irak’a gönderdim...”

Bizim çocuklarımıza kim sahip çıkacak 

Anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler, “Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem azabı” ndan korkan bizler: Çocuklarımızın durumu bu kadar açıkken, göz önündeyken,  bu vurdumduymazlık niye. 
Müslümanlar yukarıda hesabını yaptığımız parayı Almanya’da bıraksalardı; bugün Sarrazin’ler kendilerine malzeme bulamayacaklardı. Adımız göçmen olmayacaktı, yabancı olmayacaktı. Sahibimiz buyurur ki: “Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım.” (Yunus 100)

Pislik; 
-kaos demektir, 
-anarşi demektir, 
-aşağılanma demektir, 
-tepelenme demektir, 
-kölelik demektir, 
-açlık demektir, 
-sefalet demektir, 
-göz yaşı demektir, 
-kan demektir...

Müslüman ülkeler pislik içindedirler bugün? Görevlerini yerine getirmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları zenginlikleri Müslümanların kalkınması için yatırıma dönüştürmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları paralarını emperyalistlerin bankalarına koyarak onları zenginleştirdikleri için bu böyledir. 

Bu paralarla neler yapılabilirdi

1. Bu paralarla vakıflar kurulurdu. 
2. Bu vakıflar aracılığıyla üniversite öğrencelerine hatırı sayılır burslar verilirdi.  
3. Yine üniversite öğrencileri için yurtlar açılırdı. 
4. Üniversiteyi bitirenlerin doktora yapmaları teşvik edilirdi, 
5. Hastaneler yapılırdı, Müslümanların hastaneleri, kilise hastaneleri gibi. 
6. İslâm’ın tanıtımı amaçlı, aşevleri kurulurdu; böylece parklardaki, köprü altlarındaki insanların midesine sıcak çorba inerdi. 
7. Ehl-i Kitab’a yönelik İslâm’ı tanıtıcı programlar düzenlenir, çalışmalar yapılırdı. 
8. Araştırma merkezleri, enstitüler kurulurdu. 
9. Çocuk yuvaları açılırdı. 
10. Kamu yararına çalışan dernekler desteklenirdi. 
11. Tercüme büroları açılarak ihtiyaç duyulan eserler Almancaya çevrilirdi. Almanca’dan da Türkçe’ye. 
12. Çocukların ve gençlerin bilinçlenmesine vesile olacak, bilgi ve görgülerini artıracak, onların tarih bilincini geliştirmek için tarihi mekânlara geziler düzenlenirdi.
13. Türkçe dil kursları açılırdı, 
14. Uygun olan yerlere minareli camiler, kültür merkezleri yapılırdı; böylelikle Müslümanlar fabrika binalarından, arka avlulardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlardı;  dinlerini bodrumlara hapsetmezlerdi. 
15. Ve tüm bu kurulumlarda çalışacak olan personelin maaşı da, yine bu fondan karşılarlardı. 
16. Gazete çıkarılırdı, dergi çıkarılırdı, haber ajansları kurulurdu.

Sonuç:

1-Allah bize öncelikle kendi neslimizden hesap soracaktır. Berlin’de, Almanya’da yaşayan neslimizden hesap soracaktır. Ehl-i Kitap’la olan ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap Ehli’nin; “Ya Rabbi bu müslüman kulun 40 sene bana komşuluk yaptı ve birgün olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı. Kurbanını Afrika’da kesti, zekâtını fitresini Afrika’ya gönderdi, ben kurbanda sadece kan gördüm, boğaların vahşice boğazlandığını gördüm. Bunlar yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı baştan çıkardı bu komşum, ben bu kulundan şikâyetçiyim” derse kimse yakasını kurtaramaz Yüce Yaratıcı’nın elinden. Çünkü Kur’an, yardımların en yakınından başlayarak yapılmasını ister. Ehl-i Kitap’a da çok önem verir.  

2-Somali halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadır ama bu duruma durup dururken gelmediler. Kendi zenginliklerine sahip çıkmadılar. Devlet iyi yönetilmedi. Halk kötü yönetimlere zamanında müdahale etmedi. Kıtlığın altında yatan, kuraklık gibi doğal afetler değil. Bunlar tetikleyici sebepler. Asıl sebep, uluslararası kapitalizmin ülkenin tarım sektörünü çöküntüye uğratmış olmasıdır. Allah elbette bu insanlara yardım etmemizi ister. Ancak onlardan kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini ister. Somali'nin başına gelen felaketin bir sebebi de-maalesef tıpkı Irak gibi- petroldür.

3-Allah zekâtın sekiz yere verilmesi gerektiğini buyurur. 100:8=12,50 eder. 
“1-Fakire   12,5+
 2-Miskine 12,5= 25 yapar.  Yani fakirin zekattan alacağı pay %25 tir. Zekatımızın, maddi yardımlarımızın %25’ini Afrika ülkelerine veya başka ülkelerdeki aç insanlara veya zulme uğramış insanlara gönderebiliriz, göndermeliyiz de. 

Fakat kalan %75’de bugünkü anladığımız manada direkt olarak fakirin hakkı/payı yoktur. Dolaylı olarak vardır.

3-Bu pay, borçluların payıdır. Herhangi bir sebepten dolayı işini kaybetmiş veya borçlanmış, ödeme sıkıntısı çeken kişinin payıdır.
4-Bu pay, İslâm’ı kendilerine anlatmamız gereken insanların payıdır.(Müellefet-ül kulûb) Gayri Müslimlerin, ateistlerdir, müşriklerin, kitap ehli olan insanların payıdır. 

5-Bu pay, zekâtı toplamak ve gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır.(zekat memurları) Zekatı kurum toplayacaktır. O kurumda çalışan insanlar fakirin tespitini yapacak, ihtiyaçlarının tespitini yapacaktır. Zenginin vermesi gereken zekâtının tespitini de yapacaktır. Böylelikle önüne gelenin yardım kurumu kurmasının önüne de geçilmiş olacaktır.
6-Bu pay, hürriyeti elinden alınmış insanların hakkıdır. Fikir suçlularının payıdır. Düşüncesini ifade ettiği için mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin)

7-Bu pay, Allah yolunda yapılması gereken her türlü çalışmayı yapmak içindir.(Fi sebilillah)

8-Bu pay, yolda kalmış insanların payıdır.”(Tevbe 60)

Ve bu payların Berlin’in dışına çıkmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Berlin’de yaşayan Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluğu vardır. 

Oyuna gelmeyelim, dikkatli olalım, aklımızı çalıştıralım, duygusal davranmayalım. Heyacanımızla hareket etmeyelim. Çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeyelim. Görmezlikten gelmeyelim. Deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim. 
Kendi evimizde yangın varken başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek evimiz yanar. En önemlisi, toprağın altındaki hesabın çetin olduğunu unutmayalım.

Bugün Somali halkı, Irak halkı, Filistin halkı, Afganistan halkı, Suriye halkı pislik içindedir. Aklımızı çalıştırmazsak yarın biz de pislik içinde kalabiliriz. O zaman artık herşey için çok geçtir. Bor’un pazarı geçmiştir. Eşeğin Niğde’ye sürülmesi gerekir.


Rüştü Kam