9 Ocak 2023 Pazartesi

DOĞU ANAAADOLU GEZİSİ VI: MUŞ- BİNGÖL

DOĞU ANADOLU GEZİSİ (Vl) -Hatırlıyorum, siyah beyaz televizyonun çıktığı o tarihleri. Devleti yönetenlerden birisi inşallah derse, Allah’a ısmarladık derse; “aaa inşallah dedi, Allah’a ısmarladık” dedi diye sevgimiz akıveriyordu o tarafa. “Müslüman adam be. Baksana İnşallah dedi…”- MUŞ “Muş, Doğu Anadolu Bölgesi’nde bir ilimizdir. Deniz seviyesinden 1350 m. Yüksekliktedir. Çavuş Dağı’nın eteklerinde kurulmuştur. Medeniyetler şehridir. M.Ö.2000 yıllarına tarihlenir. Muş’ta hayat Urartularla başlar. Muş’un, Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in torunu Muş tarafından kurulmuş olabileceği de rivayetler arasındadır. Muş, İbranicede ‘Sulak, verimli otlak’ anlamına gelir. Havası, suyu, dağları, yaylaları, laleleri, çiçekleri, yemyeşil yazları, ilkbaharda gelinlik giymiş gibi bembeyaz renge bürünen ovası ile adeta bir yeryüzü cennetidir. Muş ovasına Murat nehri hayat vermektedir. Malazgirt, Muş’un önemli bir ilçesidir ve Türklerin Anadolu’ya giriş kapısıdır. Malazgirt, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Selçuklu Sultanı Alpaslan ile adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır. Yeni kazanılan vatan, siyasi ve askeri mücadelelerin merkezi olduğu kadar Türk dilinin, Türk Kültürünün, Türk sanatının ve İslam medeniyetinin de merkezi olmuştur...” Rehberimiz Emin otobüste bu şekilde tanıttı Muş’u. Çünkü biz Malazgirt’e maalesef gidemeyecektik. Malazgirt Meydan muharebesinin yapıldığı toprakları görsek ve hayalimizde muharebeyi canlandırsak iyi olurdu ama olmadı. Önceden belirlediğimiz gezi güzergâhının dışına çıkamazdık. Çıkarsak bütün güzergâhta değişiklik yapmamız gerekirdi. Belki başka sefere inşallah. Muş onuncu yüzyılda Bizans tarafından ilhak edilmiş. Xll. Yüzyılda da Selçuklular tarafından. Selçuklular yerli halka (Ermeniler) adil bir yönetim sağlamış, onların sosyal, dinî, ticarî ve kültürel hayatlarına müdahale etmemiş. Ağır vergilerle halkın belini bükmemiş. Bu yüzden Türkler Ermeniler tarafından çok sevilmiş ve hatta Bizans’a tercih edilmişler. Gel zaman git zaman, aradan 700 yıl geçmiş. 1916 yılına gelindiğinde bölgeyi Ruslar işgal etmiş ve Ermeniler de tercihlerini bu sefer Ruslardan yana koymuşlar. Ruslarla birlikte olup o güzelim tarihi mirası talan etmişler. Binlerce yıllık birikim yok edilmiş. Muş, lalesi ile meşhur olan bir şehirmiş. Nisan sonu ve Mayıs başlarında çiçek açarmış ve 15 gün sonra da maalesef dünyaya gözlerini yumarmış. 15 günlük kısa bir ömür. Vardır bunun da bir hikmeti. Yoksa 15 günlük bir yaşam için niçin yaratılsın? Hem de sadece Muş’ta. Yemen türküsü eşliğinde girdik Muş’a. Koro halinde söyledik bu türküyü. Aradan geçen zaman unutturmamış Yemen’e giden kınalı kuzuları. Nesilden nesile nakledilip geliyor acılarımız. Yemen türküsünde vurgulanan yerin Muş olmadığını biliyoruz. Muş yerine “Huş” denileceğini de biliyoruz. Buna rağmen Muş demeye devam ediyoruz. Alışkanlıklar öyle kolay kolay terkedilmiyor. Tabi ki Yemen’e giden askerlerimiz de oralardan dönmeyince... Birçok ailenin ocağına ateş düşmüş, kolay değil. Muş, telaffuz olarak Huş’a da yakın olunca “Burası muştur yolu yokuştur, giden gelmiyor acep ne iştir” şeklinde ağıt yakmak o kadar da zor olmamış. Öğle yemeğinde İbo Kardeşlerin mekânında idik. Ciğer yedik orada. Ocak başında ciğer. Ocağın başındaki görevli kişiye, ciğer, şişe takılmış olarak veriliyor o da pişirip elinizdeki lavaşa koyuyor. Ben bir şiş yerine iki şiş koydurdum lavaşa. Ciğer yediğim belli olsun istedim. Birkaç lavaş arka arkaya yenilince sonradan sıkıntı doğdu. Ocak başında taze ciğer yerseniz ve biraz da abartırsanız olacağı budur. Aç gözlü olmamak gerekiyor. Soda falan içerek şişkinliği düşürmeye çalıştım ama fayda etmedi. Mekân sahipleri ve çalışanları güler yüzlerini ve tebessümlerini bizden esirgemediler. Biraz sohbete dalınca işçilerden bazıları yanımıza yaklaştı ve Almanya’ya nasıl gidebileceklerini sordular. Demek ki Almanya Türkiye’den bakınca hâlâ cazibesini sürdürüyor. Cumhuriyet caddesindeyiz. Caddede yenileme çalışması yapılıyor. Ortalık toz duman. Terör yavaş yavaş sona ermeye başlayınca, esnafın yüzü gülmeye başlamış. Ticaret gelişmekteymiş. Şehrin çehresini değiştirme çalışmaları başlamış. Emin para bozdurmak isteyenlerin Muş’ta bozdurmaları gerektiğini söyledi. Bundan sonraki uğrayacağımız şehirlerde müsait zamanımız olamayabilirmiş. Akşam şehre geç vakitte varılacak ve sabah da erkenden yola çıkılacakmış. Tavsiyeye uyduk ve paramızı burada bozdurduk. Emin, Muş’ta tarihi ve kültürel dokunun fazla olmadığından bahisle yemekten sonra yola devam etmemiz gerektiğini söyledi. Malazgirt Meydan savaşını da otobüste anlatınca Emin, yolumuza devam ettik. Hedefimizde Elâzığ var. Akşam Elâzığ’da konaklayacağız. Bingöl üzerinden geçeceğimiz için önce yüzen adalara varacağız. Yüzen adalar, Bingöl’ün Solhan ilçesinin Hazarşah Köyünde. Daracık sokaklardan yokuş aşağı iniyoruz otobüsle. Köy evlerinin arasından. Köylüler gelip gidenlere alışmış olmalılar ki; otobüsle oradan geçiyor olmamız onları fazla ilgilendirmedi. Bizim oradan geçiyor olmamız tavukları, koyunları, inekleri de ilgilendirmedi. Bakmadılar bile yüzümüze. Hepsi kendi alemindeydi. Madem turizme açtınız yüzen adaları, yollarını bari düzenlesenize, onu da yapmamışlar. Bırakın yolları düzenlemeyi, çevre düzenlemesi de yapmamışlar. Oraya bir kahve açmışlar. Başına bir de görevli kişi koymuşlar, her şey olmuş bitmiş. Biz adalardan önce o kahveye uğradık. Bir Türk kahvesi içelim istedik. Görevli kişi “o konuda hazırlığım yok” dedi. Çay içmemizi önerdi. “Çaykur çayı” mı? Diye sordum. Hayır, kaçak çay dedi. Çay içenlerimiz oldu. Doğanın güzelliğini doya doya yaşayalım, içimize bolca oksijen çekelim kahve eşliğinde dedik ama olmadı. Öyle her şey istemekle olmuyor. Mekân da ormanların içinde olduğu halde dokuyla uyum değildi. Kahveyi işleten görevli orta yaşlarda biri. Biz yukarıdan gelirken mekânda Kürtçe müzik çalıyordu. Son ses. Ormandaki börtü böcek- kuşlar ve hayvanlar da dinlesin diye ses o kadar yüksek açılmış olmalı. Kahvenin terasına girdiğimizde müzik Türkçe olarak değişti. Ben görevliden Kürtçe müziğin devam etmesini istedim. “Peki abey” dedi. Ayrıca volümü de düşür dedim. Ona da ”peki abey” dedi. Anladık ki, Hâlâ oralarda Kürtçe-Türkçe ayırımı yapılıyor. Bu konuda ayırım yapan kendini bilmezler vardır elbet. Önce tuvalet ihtiyacımızın giderilmesi için gösterilen yere gittik. Türkiye’de genelde görmeye alıştığımız manzarayla karşılaştık. Koku ve pislik. Burada biraz daha abartı var. Görevli kişiye tuvaletin neden bu kadar pis olduğunu sordum, aldığım cevap, “Abey sizden önce bir grup vardı, arkasından siz de gelince temizlemeye vaktim olmadı.” Çaylar da yolcu işi. Ortalık darmadağın. Üçüncü bir personel istihdam edecek kadar yoğunlukta gruplar geldiğini sanmıyorum. İki kişi çalışıyormuş, birisi adalardan sorumluymuş öbürü de kahveden. Madem oranın görevlilerisiniz, ortalığa çeki düzen verin be adamlar. Gölde yüzen üç tane ada var. Göl dedimse öyle gözünüzde büyütmeyin, bir su birikintisi işte. Görevlinin dediğine göre derinliği 50 metreymiş. Hatta adalardan birinin üzerinde ağaç bile var. Diğerlerinin üzerinde değişik otlar ve çimler yetişmiş. Etrafı çit ile çevrili. Yaşlı bir görevlisi var. Elinde kocaman bir değnek, dışarıdan adaları küçük dokunuşlarla hareket ettiriyor. En fazla bir metre oynuyorsunuz yerinizden. Hepimiz çıktık adaya. Aslında eğlenceli. Alışılmadık bir durum. Adacıklar topraktan ve gölden bağımsız bir şekilde oluşmuşlar. Görevli küçük küçük dokunuşlarla bir oraya bir buraya iteledi bizi. Fotoğraflar çekildik, adaklar diledik. Göl ıslah edilirse, balık falan atılırsa, çevre düzenlemesi yapılırsa ve işin ehli kişiler orada istidam edilirse, sırf yemek yemek için bile oraya gidilir. Saat 18 civarında otele geldik. Eşyalarımızı yerleştirdik. Elâzığ’ı keşfetmek isteyenler şehre gittiler. Ben ve Zülfikar otelde kaldık. Yıllar sonra kadim dostum Rüştü Emir’le buluştuk otelde. Eski defterleri karıştırdık. Güncel konulara değindik, biraz da siyaset…Rüştü çok dertli. Eskiden de dertliydi. O derdi ona Çameli’ne balık çiftlikleri kurdurdu. Elma ve kiraz bahçeleri yaptırdı. Vizyon getirtti Çameli’ne. O zamanlar Çameli’nde ziraat müdürü olarak çalışıyordu. 1980’ li yıllar. “Çameli’ne bir ziraat müdürü gelmiş, namaz kılıyormuş, oruç tutuyormuş, hanımının başı da kapalıymış” diye tanıttılar bana onu. O dönemler, halkın Müslümanlıkla alakası olan bir devlet memuruna hasret kaldığı dönemler. Hatırlıyorum, siyah beyaz televizyonun çıktığı o tarihleri. Devleti yönetenlerden birisi inşallah derse, Allah’a ısmarladık derse; “aaa inşallah dedi, Allah’a ısmarladık” dedi diye sevgimiz akıveriyordu o tarafa. “Müslüman adam be. Baksana İnşallah dedi…” 700 sene dünyaya Müslüman olarak nizam ver, sonra da torunların kendi yöneticilerinden ‘inşallah’ kelimesini duymaya hasret kalsın… Nereden nereye… Sevgili Adaşım, cevizli sucukların lezzetliydi. Severek yedik onları. Senin kulağını da çınlattık. Sevgili Adaşım, dosttan gelen tavsiyelere kulak tıkamayacağını ümit ederek derim ki; olanlara, olup bitenlere biraz sükûnetle mi yaklaşsan, ne dersin?... Devam edecek

DOĞU ANADOLU GEZİSİ VII: ELAZIĞ/HARPUT

Rüştü Kam Ha-ber.com Elazığ (Harput)’da yeni bir rehber katıldı ekibe. Cem Kaya. Cem Kaya Malatya Üniversitesi Öğretim Görevlisi. Asıl mesleği Arkeolog. O yöreyi çok iyi tanıyan bir akademisyen. Malatya’ya kadar bizimle olacakmış. Rehberliği severek yaptığı her halinden belli. Arkadaşlarla kısa sürede kaynaştı. Malatya’da bir gün öncesinden işi bittiği halde, ertesi gün otele kadar gelerek bizleri uğurlama nezaketini gösterdi. Kendisine şükranlarımızı sunuyoruz. Elazığ’da bir de misafirimiz katıldı gruba. Niğmet Balcı. Onu Berlin’den tanıyoruz. Doğu Anadolu turu yapacağımızı öğrenince eskimez dostlarını görmek ve onlarla hasret gidermek için çalıştığı işyerinden kısa süreliğine izin alarak aramıza katıldı. Hakikatli kızdır Niğmet. Gazetecidir. Berlin’de olduğu süre içinde Mocca Dergisi ekibinde çalıştı. Çok güzel çalışmalar yaptık onunla. Niğmet kızımız, Allah seni güzel insanlarla tanıştırsın ve ayağına taş değdirmesin… Cem Kaya kendisini tanıtarak başladı işe. Önce Tunceli’ye gitmemiz gerekiyormuş. Harput dönüşte ziyaret edilecekmiş. Programa sadık kaldık. Tunceli dönüşü Harput’taydık. Harput’a girer girmez aracımızı park ettik. İhtiyaç molasından sonra rehberimizin etrafında toplandık. Tunceli’ye gidip gelmek bizleri yormasına rağmen anlatılanları can kulağıyla dinledik: “Harput (Elâzığ), Doğu Anadolu Bölgesi’nde yer alan bir ilimizdir. Deniz seviyesinden yüksekliği 1067 metredir. Harput; “Taş Kale" demektir. Tarihi Harput şehrinin, yerleşime elverişli olmaması ve tabiat şartlarının zorluğu nedeniyle, 1834 yılında, Reşid Mehmet Paşa tarafından bugünkü yerine taşınmıştır. İsmi de Ma’muretül-Aziz olarak değiştirilmiştir. Elazığ’ın tarihi yeni olmakla beraber bölgenin tarihi oldukça eskidir. Bu nedenle Elâzığ tarihini onun menşei sayabileceğimiz Harput'un tarihi ile ele almamız gerekiyor. Şehrin çekirdeğini Harput oluşturur. Etrafı derin uçurumlarla çevrili bir Kalesi vardır. Harput Kalesi. Kalenin ilk defa milattan önce 2.000 yılında yapıldığı tahmin edilmektedir. Sonraki dönemlerde kalenin eteklerinde de yerleşme olmuştur. Sonra da yeni oluşan şehrin etrafı tekrar surlarla çevrilmiştir. Ancak parlak bir tarihi geçmişe sahip olan Harput, bugün neredeyse terk edilmiş bir harabe görünümündedir. Yörenin tarihi, yapılan arkeolojik kazılarla M.Ö 10.000’lere (Paleolitik -Yontma Taş Devri) tarihlenmektedir. Harput, tarihi süreç içinde Bizanslılar ile Sasaniler arasında pinpon topu gibi gidip gidip gelmiştir. Hazreti Ömer döneminde (634-644), Harput ve yöresine Arap akınları başlamıştır. Harput ve çevresi 26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Türkler için vatan toprağı haline gelmiştir. Harput Koleji 19.yüzyılın ikinci yarısında ve 20.yüzyılın başlarında Ermeniler arasında Protestanlığı yaymak amacıyla Amerikan Misyonerleri buraya yerleşmişler ve 1876’da bir kolej açmışlar. Bu kolej, Elâzığ halkı arasında Harput Amerikan Koleji/ Fırat Koleji olarak bilinir. American Board of Commissioners for Foreign Missions (ABCFM) misyonerlik teşkilatı, 1810’da Amerika'nın Boston eyaletinde kurulmuştur. Bu teşkilat Osmanlı topraklarında 1820’den itibaren faaliyetlerine başlamıştır. Robert Koleji”ni (1863) kuran da aynı misyonerlik teşkilatıdır. Temel eğitim kurumları (eğitim hizmeti) haricinde, kilise (dini hizmet), yetimhane (sosyal hizmet), hastane (sağlık hizmeti) ve matbaa (basın hizmeti) açarak farklı alanlarda faaliyetlerini etkin bir şekilde sürdürmüşlerdir. Halka her alanda nüfuz edebilmişlerdir. Başlangıçta sadece erkek öğrencilere eğitim veren Ermeni Kolej (1878), daha sonra ayrı bir binada, kız öğrencilere de eğitim vermeye başlamıştır (1881). Osmanlı hükümetinin isteğiyle, Ermeni Koleji ismi 1888’de Fırat Koleji olarak değiştirilmiştir. Kolejin açılması için 180.000 dolardan fazla para harcanmıştır. Bunun 40.000 Doları yerli Ermenilerden toplanmıştır. Kolej 1915 yılına kadar yaklaşık 600 öğrenci mezun etmiştir. O dönemde Harput'ta Amerikan konsolosluğu da bulunmaktadır. Konsolosluk ve misyonerler aracılığı ile birçok Ermeni vatandaşımız Amerika’ya gönderilmiştir. O dönemlerde Amerikan Koleji’nin haricinde Harput'ta bir de Fransız Koleji vardır. Bu yapılar günümüze kadar ulaşamamıştır. V. Cuinet, XIX. Yüzyılın sonlarına doğru Harput’ta 12.600 Müslüman, 4850 Gregoryen, 1845 Protestan, 252 Katolik ve 453 Ortodoks’un yaşadığını yazar. Şemseddin Sami ise 2670 ev, 843 dükkân, on cami, on medrese, sekiz kütüphane sekiz kilise on iki han ve doksan hamamın olduğunu kaydeder. Bugün, kalesi, camileri, türbeleri, tarihi evleri, çeşmeleri, hamamları, diğer tarihi kalıntıları ve piknik alanlarıyla, yerli ve yabancı turistlerin ve hatta yöre halkının en çok ziyaret ettikleri mekân haline gelmiştir Harput.” Bir taraftan yorgunluk öbür taraftan soğuk. Harput’un hikayesini içimize sindirmemize mani oldu. Amerika 1776 yılında kurulmuş. Kuruluşundan 100 sene sonra Osmanlı topraklarında kolejler açmaya başlamış. İlk koleji İstanbul’da açmış. Roldschild ailesi finanse etmiş bu koleji. İkinci kolej 1876 da İskenderun’da açılmış. Üçüncü kolej de Harput’ta. Amacı, parçalamak istediği ülkelerdeki etnik yapıyı dini yapıyı, sinir uçlarına dokunarak parçalamak olmuş. Anlaşılan o ki, emeklemeye başlar başlamaz, hedefine kendisinden 477 yıl önce kurulan Osmanlı İmparatorluğunu koymuş. Amerika bugün aynı alışkanlığını devam ettirmektedir. Parçalıyor ve yutuyor. Bazen kılçıkların boğazına takıldığı da oluyor. Her milletin bir eceli olduğunu söyler Yüce Mevla’mız. Amerika’nın devlet oluşunun üzerinden 246 yıl geçmiş. Zirveye doğru yaklaşmış. Büyüklerimiz “zulümle âbâd olanın akıbeti berbat olur demişler.” Bu söz boşuna söylenmiş olamaz… Akıllarını vahyin emirine teslim etmeyenler, hakikati göremezler, hak ve batılı ayıramazlar. Unutmayalım ki, imtihan olduğumuz bu dünyada, insanlara tek bir soru sorulmaktadır. Hak’tan yana mısınız, batıldan yana mı? İnsanlar hür iradeleriyle bu soruya verdikleri cevaba göre hareket ederek, imtihanı ya kazanacaklar ya da kaybedeceklerdir. “Hak gelince batıl zail olacaktır.” Kurşunlu Camii “Harput’ta birçok eser inatla hâlâ varlığını sürdürmektedir. Bunlardan biri ve en önemlisi Harput Kurşunlu Camii’dir. Osmanlı devri camilerinin en güzel örneklerinden biridir. Ulu Cami’ye ait olan ve burada muhafaza edilen ahşap minber 4. Murat tarafından hediye edilmiştir. Ağaç oyma sanatının örneklerinden biridir. Abanoz ağacından kündekâri tekniği kullanılarak yapılan minber, görülmeye değer eşsiz bir sanat eseridir. Kündekâri; küçük ölçüde ahşap geometrik parçaların birbirine geçmesi ile elde edilen, oymalı, çatmalı, tutkalsız ve çivi kullanmaksızın yapılan ahşap işlerinde kullanılan bir bezeme ve yapım tekniğidir. Caminin harim kapısı yonca yaprağı şeklindedir. Son cemaat mahalli üç kubbelidir. Kubbelerin üzeri kurşunla kaplıdır. Caminin minaresi eğri bir şekilde durmaktadır. Kimilerine göre kalın gövdeli ve gittikçe daralarak inşa edilen bu minare bilinçli olarak eğri inşa edilmiştir, kimilerine göre ise bir deprem sonrasında minare eğri bir şekle dönüşmüştür.” Üzülerek söylemem gerekiyor; maalesef caminin iç duvarlarındaki restorasyon o tarihi esere hakarettir. Bilmiyorsan yapmayacaksın. Sorumlu kişiler de yaptırmayacaklar. Ecdat emek vermiş, yapmış, yaptırmış. Torunları da ecdadının bıraktığı mirası hovardaca harcamamalıdır. Minberin süpürgelik kısmındaki yazıdan, ustasının Kazvinli İsmail oğlu Ebu Sa'id, hattatının da Sa'd Ali olduğu anlaşılıyor. Hicri 582 (M. 1186) yılında yapılmış. Aslında minber, Harput Ulu Camii'ne aitmiş. Güvenlik nedeniyle sonradan Kurşunlu Camii'ne taşınmış. Ulu Camii, Harput'un en önemli ve eski camisiymiş. Bugün, Kurşunlu Camii’nde bulunan minberi, Türk ahşap sanatının şaheserlerinden biriymiş. Minberin iki yanı birbirinden ayrı motiflerle süslenmiş. Kufi yazıları da oldukça dikkat çekicidir. Artukoğulları dönemine ait olan bu cami 1156-1157 yıllarında Fahrettin Karaaslan tarafından yaptırılmış. Çınar Ağacı Caminin ilgi çeken diğer özelliği de avlusundaki çınar ağacı. Ağaç, camiyle aynı yaştaymış. Çınar 1.60 çapında gövdeye sahipmiş. Anıt ağaç olarak tescillenip, koruma altına alınmış. Cami avlularına çınar ağacı dikilmesi Osmanlı geleneği imiş. Çınar ağaçları paratoner işlevi görürmüş. Nemi seven kökleri sayesinde, cami duvarlarını nemden korur, yaprakları havadaki tozları tutar, zamanla geniş bir alana yayılan dal ve yaprakları cami cemaati için gölgelik oluştururmuş. Yaprakları dahil, çok kıymetli bir ağaçmış. Yaprağı suyla kaynatılıp içilirse birtakım rahatsızlıkları giderirmiş. İlgili olanlar bunu bilirmiş. Günün her saatinde çınarın üstünde kuşlar, altında vatandaşlarımız, burada oturur ve dinlenirlermiş. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Bey de rüyasında çınar ağacı görmüştü. Şeyh Edebali tabir etmişti rüyayı. Osmanlı ile bütünleşen ve sembolleşen çınar ağacının ülkemizdeki tek yaygın türü olan "Doğu Çınarı"nın ömrü 600 küsür yılmış. Osmanlı'nın ömrünün de 600 küsür yıl olması ilginç bir tevafuk olmalı. Arap Baba Mescidi “Arap Baba mescidi 1279 yılında, Yusuf Bin Arap Şah Bin Şaban tarafından yaptırılmıştır. Arap Baba (kesik baş) mescidi aynı zamanda türbedir. Arap Baba türbesi. Arap baba, üzeri yeşil kumaşla örtülü camdan bir sanduka içerisindedir. Cesedi çürümemiştir. Kesik başı da sandukanın içindedir. Çürümemiş cesedi görmek isteyen ziyaretçilere sandukanın örtüsü açılarak gösterilmektedir. Biz geç kaldığımız için maalesef göremeyeceğiz. Arap baba Allah dostlarındandır. Arap Baba hakkında pek çok efsane anlatılmıştır. Bunlardan en çok bilineni şöyledir: Harput ve yöresinde bir yıl yağmur yağmaz. Kuraklık başlar ve ardından kıtlık kapıya dayanır. Halk perişandır. Alacalı mescidin yanındaki bir evde Selvi adında yaşlı bir kadın ikamet etmektedir. Birgün rüyasında Arap Baba'nın kesik başı bir dereye atılırsa, yağmurun yağacağını görür. Yaşlı kadın önceleri buna pek bir anlam veremez. Ancak aynı rüyayı üç gece üst üste görünce karar verir ve bir gece Arap Baba'nın kesik başını sandukadan alır ve dereye atar. Yağmur yağmaya başlar. Ama ne yağmur… Yağmur değil adeta tufan, dereler coşar, seller-sular alır başını gider. Yağmur bu sefer de dinmek bilmez. Yağmuru dört gözle bekleyen insanlar muzdarip olurlar. Selvi kadın bu sefer rüyasında Arap Baba’yı görür. Arap Baba kadına “git başımı attığın yerden al getir, yağmur da kesilsin” der. Sabahleyin Selvi hatunun ilk işi o kesik başı yerine koymak olur. Yağmur durur.” Bu tür hikayelerin genelde uydurulduğunu biliyoruz. Ama halk bu hikayeleri elbette durduğu yerde uydurmamıştır. Ateşin olmadığı yerden duman çıkmazmış. Mescidin Kitabesinde şöyle yazıyor: “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazlarını kılan, zekâtlarını veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler yapar ve imar ederler, umarım ki, bunlar doğru yolu bulmuş ve hidayete ermiş kimselerdir. Bu metin ve âli bina, Selçuklu Sultanlarından din ve dünyası ma'mur ve âbâdan olan büyük Sultan Kılıç Arslan’ın oğlu Keyhusrev’in zamanında ve onun istek ve emirleriyle, Şaban’ın torunu ve Arabi Şah’ın oğlu Sahib’ül- Atâyâ ve’l -İhsân olan Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini rica eden Yusuf tarafından hicretin 678 inci yılında yapılmıştır.” Sâre Hatun Camii “Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın annesi Sara (Sâre) Hatun tarafından 1465 yılında yaptırılmıştır. Külliye olarak inşa edilen Sâre Hatun Camii’nden günümüze sadece cami gelebilmiştir. Kare planlı cami dört büyük kemerin taşıdığı kubbe ile örtülüdür. Son cemaat mahalli üç kubbelidir. Minarenin merdiven kısımları koyu renkli, diğer kısımları ise beyaz taştan yapılmıştır (1897). Minaredeki zarif işçilik dikkat çekicidir. Cami, Selçuklu dönemindeki taş işçiliğinin en güzel örneklerindendir. Minaresi de renkli taş işçiliğinin eşsiz örneğidir. Günümüze kadar gelmeyi başarmıştır. Caminin bitişiğinde hamam bulunmaktadır; Cemşid Bey Hamamı. Yavuz Sultan Selim Han'ın sipahi beylerinden Cemşid Bey tarafından XVI. asrın ilk yarısında yaptırılmıştır. Günümüze sadece kalıntıları ulaşan hamam hakkında Evliya çelebi şöyle yamıştır (17.yy): "Kale Hamamı, Cemşid Hamamı bunlar has olan hamamlardır. Yüz yirmi adet hanedan hamamları dahi vardır." Ayrıca Şemseddin Sâmi'nin Kamus’û-l Âlâm (1889-1898) isimli eserinde; “Harput'ta 90 tane hamam, 2670 ev, 843 dükkân, 10 cami, 10 medrese, 8 kütüphane, 8 kilise ve 12 adet han” bulunduğunun bilgisi vardır. Temizlik ve toplumsal hijyen, Selçuklu ve Osmanlı kültüründe önemli bir yere sahipmiş. Hamam kültürü oldukça yaygınmış. Hamamlardan bir kısmı şehrin girişine inşa edilmiş. Şehre gelenler önce hamamda temizlenirler sonra şehre alınırlarmış. Harput’ta, o hamamlardan günümüze kadar ulaşan iki tane hamam kalmış. Hoca Hasan Hamamı ve Cemşid Bey Hamamı. Üzerleri kubbe ile örtülü olan hamamlar, soyunma odası, ılıklık odası ve yıkanma yerlerinden müteşekkilmiş. Harput Kalesi “Kale milattan önce 8. yüzyılda Urartular tarafından inşa edilmiştir. Kale, Harput’un günümüze ulaşan en eski tarihi kalıntısıdır. İç kale ve dış kale olmak üzere iki ayrı bölümden oluşmaktadır. Kaleyi, 1115 yılında Artuklu emiri Belek (Balak) Gazi hükümet merkezi olarak kullanmıştır. Yerleşmeye elverişli olmayışı, tabiat şartlarının zorluğu, iaşe teminindeki güçlük Harput’un daha fazla gelişmesini önlemiştir. 1834’de doğu eyaletlerini ıslah etmek üzere görevlendirilen Reşid Mehmed Paşa, şehri aşağıya, ovaya taşımıştır ve ismini de değiştirerek Mamuretül-Aziz yapmıştır. Fakat telaffuzu güç olduğundan halk arasında kısaca “Elaziz” olarak söylene gelmiştir. 1937 yılında şehre gelen Atatürk, şehrin ismini değiştirmiş, “azık” ili anlamına gelen “Elazığ” adını vermiştir. Kale, ovaya hâkim yalçın kayalar üzerinde bulunmaktadır. Kale hakkında çeşitli efsaneler anlatılır. Rivayete göre; kalenin yapımı sırasında kuraklıktan dolayı, harcın hazırlanmasında su yerine civarda beslenen koyun ve diğer büyükbaş hayvan sürülerinden günlük sağılan sütler, tahta oyuk kanallarla kale inşaatının yapıldığı alana akıtılır ve içine yumurta katılarak, beyaz kireçle karıştırılır. Böylece Horasan harcı elde edilir ve elde edilen bu özel harç taşların arasına konarak kale inşa edilir. Bu efsaneye istinaden Harput Kalesi, halk arasında “Süt Kalesi” olarak da anılır. Harput’un, İç Kale'deki kurtarma ve arkeolojik kazılarına 2005 yılında başlanılmış. Kazılar, halen devam etmektedir. Bu kazılar sonucunda; mahalle mektebi, Kale Cami ve çevresindeki ticarethaneler, konutlar, atölyeler, tüneller ve 36 m derinliğinde 100 basamaklı taş merdivenli su sarnıcı gün yüzüne çıkarılmıştır.” Gördüğümüz ve anladığımız kadarıyla Harput, antik çağlardan günümüze kadar uzanan tarih ve kültür kentidir. Birisi gelmiş o gelince de öbürü gitmiş. Her gelen orada bir eser bırakmış. O eserler bazen yıkılmış ve talan edilmiş de olsa orada iz bırakmışlar. Böylece tarihi doku oluşmuş. Bugün baktığımızda sanki açık hava müzesi gibi. Urartular, Hititler, Hurriler, Moğollar, Araplar, Selçuklular, Ermeniler, Bizanslılar, Osmanlılar hepsi oradaymış. Müslüman Araplar ve Türkler orada binlerce şehit vermiş. Sinesinde onlarca evliyayı barındırmaktaymış. Evliyalar diyarı Harput. Harput, yüzyıllar boyu, İslâm’ın hoşgörüsüyle Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Süryani ve Rum kimliklerini bir arada yaşatan bir şehirmiş. ‘Aziz’ bir şehir. Doğu Anadolu’yu gezmeden, görmeden, o toprakların suyunu içmeden, ekmeğini yemeden, insanıyla oturup konuşmadan, tarihi dokularına dokunmadan, Türkiye'yi anlamak, Türkiye'nin üzerinde oynanan oyunları anlamak mümkün değildir. Ben bunu bilir bunu söylerim. Balak Gazi Parkı Harput’un girişine güzel bir park yapılmış. Balak Gazi Parkı. Oradaki heykel de Balak Gazi'nin heykeli imiş. Heykel, 1965’ te heykeltıraş Nurettin Orhan’a yaptırılmış. Halk arasında Balak Gazi diye anılan Belek Gazi’nin tam adı Nûrü’d Devle Belek bin Behram Bin Artuk’muş. Balak gazi, İslam ve Türk tarihine kahramanlıklarıyla damga vurmuş büyük bir komutanmış ve Harput’un en önemli simgelerinden biriymiş. 1124 yılında Suriye'de, Membiç Kalesi’nin kuşatılması esnasında kaleden atılan bir okla şehit düşmüş. Türk Tarih kurumunun kurucularından, Büyük tarihçi Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç diyor ki: "Balak bütün ömrünü gaza ve cihad içinde geçirmiş, ülkesinde emsalsiz bir sükûn ve asayiş temin etmiş, adalet ve kanunu hâkim kılmış, dindar ve mütevazi bir emir idi. Ölümü, Müslümanlık ve Türklük için hakiki bir ziyan ve musibet olmuş ve mağlup olmaya başlayan Haçlıların yeniden kalkınmalarına sebebiyet vermiştir. Haçlılar böylesine bir düşmandan kurtuldukları için çok sevinmişlerdir. Balak, yalnız Suriye tarihinde değil, Anadolu tarihinin seyir ve cereyanı üzerinde de tesir icra etmiştir." Harput’u yürüyerek dolaşıyoruz. Tunceli’den kalan yorgunluk yavaş yavaş kendini belli etmeye başladı. Biraz da hava soğuk olunca, grubu bir arada tutmakta zorlandı Emin. Cem bey de kendisiyle birlikte yol alabilenlere açıklamalar yapmaya başladı. Arkadan gelenleri beklemiyordu artık. Bekleseydi Harput turunu tamamlayamazdı. Başta verilen genel bilgi yetmiş olmalı ki; herkes bir yerlere dağıldı veya takıldı. Fatma Mıdık yine alacak bir şeyler bulma peşinde olmalı. Türk Eğitim Derneği’nin eksiksiz bütün turlarına katılan Mıdık, aldığı eşyalarla evinde bir müze oluşturmuştur herhalde. Harput tam Gülcan hanımın aradığı yer. O da kedilerin ve köpeklerin karınlarını doyurmak ile meşguldür. Buluşma yeri otobüsün yanı. Sonunda nasıl olsa oraya geleceklerdir. Biz, Cengiz ve Eşi Funda hanımla kalakaldık. Birlikte dolaşıyoruz. Anlatılan tarihi eserleri takip etmeye çalışıyoruz. Balak Gazi’nin hemen yanında bir kahve var. Oraya attık kendimizi. Bir baktık ki, oraya sığınan sadece biz değiliz. Bizim grup orada. İçerisi oldukça kalabalık. Türk kahvesi içiyorlar. Kumda kahve. Türkiye'nin her tarafında kumda kahve pişirmek meşhur. Bazı yörelerde fincanda kahve de pişiriyorlar. İçimi çok hoş. Bol köpüklü. Kahvesini alıp Balak Gazi’nin gölgesinde içenler de var. Elâzığ’ı kuşbakışı seyrediyorlar. Hureyre ve nişanlısı Zelifa bunlardan. Yanınızda sevdiğiniz, sevgiliniz varsa gezinin tadı başka oluyor elbet. Biz de kahvemizi sipariş ettik ve dışarıya çıktık. Kahvenin hemen karşısında hediyelik eşya satan dükkanlar var. Funda hanımın kahve içerken gözü oraya takıldı. Böyle gezilerde beğendiğiniz bir şeyi başka yerde alırım diye almaktan vazgeçerseniz ileride o şeyi bir daha bulamazsınız. Hemen almalısınız. O da öyle yaptı. Gitti aldı… Meryem Ana Kilisesi “Anadolu'nun en eski kiliselerinden biri olan Meryem Ana Kilisesi, Kızıl Kilise ve Yakubi Kilisesi adlarıyla da anılmaktadır. M.S 179 yıllarında kaledeki putperestler tarafından tapınak olarak inşa edilmiş. Süryaniler daha sonra burayı kiliseye çevirmişler. Meryem Ana Kilisesi, günümüze kadar ayakta kalmayı başarabilmiş en önemli antik kiliselerden biridir. Yaklaşık 20m x 8m boyutlarındaki kilise, Harput kalesinin hemen yanında yüksek bir kayanın üzerinde bulunmaktadır. Kilise, kayaların içine gömülmüş gibidir.” Ağa camii Ağa Camii, Harput'un girişinde. Zaman içinde yıpranan cami tamir edilerek 1998 yılında tekrar ibadete açılmış. Yalnız minaresine dokunulmamış, öylece duruyor. Onu da elden geçirmek lazım. Alacalı Camii Alacalı Camii, Balak Gazi Parkı’nın girişinde. Cami de yıpranmış ve çeşitli tarihlerde onarım görmüş. Bakınca anlıyorsunuz, ehil ustaların elinden çıkmamış tamirat. Muhtelif devirlerin izlerini taşıdığı her halinden belli. Yonca yaprağı şeklindeki giriş kapısı üzerinde, merdiven ve minare bulunmakta. Minaresi enteresan, şerefeye kadar sıra ile siyah-beyaz taşla, şerefenin üstü ise dama şeklinde siyah-beyaz kesme taşlarla örülmüş. Karanlık iyice çöktü. Harput kahvelerinde çay kahve içmek başka bir zevk. Ayrılmak istemedik aslında oradan. Ama akşam yemeğine otele ulaşmamız gerekiyor. Parkın içinden yürüyerek otobüse doğru ilerliyoruz. Herkes ikişerli üçerli gruplar oluşturmuş, kendi arasında sohbet ediyorlar. Oradaki tarihi eserler üzerinde konuşuluyor. Rehberlerimize de sorular soruluyor bu arada. Böyle olunca grup ilerleyemiyor. Rehber ile yapılan grup gezilerinin önemi burada biraz daha öne çıkıyor. Derken otobüsümüze geldik. Zülfikar, Kadir ve Kaptan Sezgin bizi bekliyorlar. Biraz da sitemliler, üşümüşler… Yolda bazı arkadaşlar ev yemeği yemek istediler. Bu alışkanlık güzel bir alışkanlık. Grup olarak gittiğimiz bölgelerde yöresel yemekleri tercih ediyoruz. Otelde standart menüler olduğu için kahvaltı dışında otel yemeklerini fazla tercih etmiyoruz. Cengiz, grubunu aldı ve gitti. Ancak günümüz yorucu geçtiği için bazı arkadaşlar oteldeki akşam yemeğini tercih ettiler. Sonradan öğrendiğimize göre o arkadaşlar geç kaldıkları için istedikleri yemekleri bulamamışlar… Harput yazısını güzel bir Harput türküsüyle noktalayalım: Kar mı yağmış şu Harput'un başına Kurban olam toprağına taşına Küçük yaşta bir yar sevdim vay nenni O da girmiş on üç on dört yaşına Bir ah çeksem karşıki dağlar yıkılır Bugün posta günü canım sıkılır Ellerin mektubu gelmiş okunur Benim yüreğime hançer sokulur Küçük yaştan bir yar sevdim zulmü var Benim gibi bahtı kara kul mu var Küçük yaştan bir yar sevdim vay nenni Görmek için düşmanlardan yol mu var Devam edecek