23 Şubat 2021 Salı

ÜMMÜ SELEME KİMDİR

-Her zaman ibret alınması gereken yaşanmışlıklar- “Ey Allah’ın Elçisi! Sen arkadaşlarının senin buyruğuna uymalarını mı istiyorsun? O halde şimdi dışarı çık. Kurbanını kes ve tıraşını ol. Ancak arkadaşlarına hiçbir şey söyleme… Göreceksin onlar senin arkandan geleceklerdir.” Böylece Ümmü Seleme Hudeybiye’de tarihe not düştü. Ümmü Seleme kimdir Asıl adı Hind olan Ümmü Seleme...Mü’minlerin annelerindendir. İlk evliliğini Peygamberimiz ’in halası Berre’nin oğlu Ebu Seleme ile evli yapmıştır. Her ikisi de İslamiyet’i ilk kabul edenlerdendir. Mekkeli müşriklerin yaptıkları işkence ve eziyetlere onlar da maruz kaldılar. Sonra da Elçinin emriyle karı-koca birlikte Habeşistan’a hicret ettiler. Seleme, Ömer, Dürre ve Zeynep isimli çocukları orada dünyaya geldiler. Mekkeli müşriklerin Müslümanlara uyguladıkları boykot bitince, Habeşistan’da bulunan muhacirlerin bir kısmı tekrar yurtlarına döndüler. Orada çok az kişi kaldı. Ümmü Seleme ve eşi de boykot kalktıktan sonra Mekke’ye geri dönenlerdendir. Seleme ailesi, Habeşistan’dan geldikten sonra Mekke’ye bir türlü ısınamadılar. İkinci Akabe Biatı’ndan bir yıl kadar önce Medine'ye hicret etmek için Elçi’den izin istediler. Gerekli izin kendilerine verildi. Yol hazırlıklarını tamamladıktan sonra oğulları Seleme’yi de yanlarına alarak yola çıktılar. Elçi izin verdi vermesine de Ümmü Seleme'nin kabilesi ve akrabalarından bazı kimseler bu izne müdahil oldular. Yollarını kestiler. Onların Medine’ye hicretlerine izin vermediler. Ebu Seleme'nin tek başına gidebileceğini fakat çocukla annesinin kalacağını söylediler. Uzun münakaşa ve mücadeleden sonra kabilesi Ümmü Seleme'yi ve çocuğu alarak Mekke’ye geri getirdiler. Ebu Seleme de çaresiz tek başına Medine’ye göç etti. Hanımına da geriye gelip kendilerini alacağını, biraz sabretmeleri gerektiğini söyledi. Ümmü Seleme, bundan sonraki olayları göz yaşları içinde şöyle anlatır: "Kocam Ebu Seleme, Medine'ye tek başına gitti. Beni kocamdan ayırdılar. Bir yıla yakın bir süre her sabah Safa Tepesi’nde Ebtah denilen yere çıkar, Kâbe'ye doğru dönerek bunu bize yapanları lanetlerdim. Orada akşam veya akşama yakın bir zamana kadar kalır hem onları lanetler, hem de gözyaşı dökerdim. Bir gün, kabilem olan Muğireoğullarından birisi yanıma geldi. Onunla biraz dertleştik. İçimi döktüm ona. Halimi görünce bana acıdı. Gidip Muğireoğullarına, "Şu zavallı kadını yok yere Muhammed’e olan kininiz yüzünden kocasından ayırdınız, niçin onu hâlâ serbest bırakmıyorsunuz, yazık değil mi bu kadına, görmüyor musunuz halini…” demiş ve onları paylamış. Bunun üzerine Muğireoğulları bana gelip, “çok istiyorsan oğlunla birlikte kocanın yanına gidebilirsin” dediler. Önce inanamadım, gerçek olup olmadığını hareketlerinden kontrol ettim, telaşlandım, “doğru mu duydum, gidebilir miyim kocamın yanına” dedim ve tekrar tekrar onay istedim. Yalan söylemiyorlardı, “elbette, ne zaman istersen yola çıkabilirsin “dediler. Ben hemen hazırlıklara başladım. Yolluğumu hazırladım ve oğlumla birlikte yola koyuldum. Belki kararlarından vazgeçerler diye de endişelenmekteydim. Neredeyse Mekke’yi koşarak çıktım. Arkama bakmadan kuş gibi uçuyordum. Oğlum devenin hevdecindeydi. Önümde çok çetin bir yol vardı. Bunun bilincindeydim. Çölde 400 km. yol gidecektim. İnandığım Allah beni koruyacaktı. Ben O’na tevekkül ettim. Evet O beni korumalıydı…” Bir yıla yakın üzüntü içinde döktüğü gözyaşları sona ermişti Ümmü Seleme’nin . Oğluyla birlikte Medine’ye kocasının yanına gidiyordu. Tek başına o zorlu çölleri aşarak ulaşacaktı Medine’ye. Bir kadın, bir de çocuk. O sevdiğine sevgilisine kavuşmanın heyecanı içindeydi. O artık hür bir kadındı. Ten’im mevkiine geldiğinde Allah kendisine elini uzatmıştı. Onu o zorlu çöl yolunda yalnız bırakmamıştı. Karşısına Osman b. Talha’yı çıkardı. Osman kocasının arkadaşıydı. Onu görünce gülleri açmıştı Ümmü Seleme’nin. Osman’ın, “yalnız başına nereye gidiyorsun böyle” sorusuna, cevaben; kabilem beni serbest bıraktı, Medine’deki kocasının yanına gidiyorum” dedi. Osman bir kadına baktı bir de çocuğuna, “tek başına mı gideceksin Medine’ye?” “He ya, oğlumla beraber gideceğim, tek başıma gideceğim.” Osman’ın yüreği cız etti. Onları yalnız başlarına bırakmaya gönlü razı olmadı. Biraz düşündü, tekrar onlara baktı, gidecekleri yolun tehlikelerini gözden geçirdi. Eğer onları öylece bırakırsa bir daha arkadaşı Ebu Seleme’nin yüzüne nasıl bakacaktı. Biraz daha düşündü ve kararını verdi. O da onlarla gidecekti, “Vallahi ben seni, böyle yalnız başına yola bırakmam” dedi. Ümmü Seleme sevindi sevinmesine de sevincini o kadar da belli etmemek için, biraz itiraz eder gibi oldu. Osman,” itiraz istemem, sonra ben kocanın yüzüne nasıl bakarım.” Ümmü Seleme, Allah’ın yardımına mazhar olmuştu. Birlikte yola çıktılar, gece demeden gündüz demeden günlerce yol yürüdüler çölde, o sıcakta. Bazen oldu kum fırtınasına kapıldılar, bazen oldu aç ve susuz kaldılar. Ama sonunda Osman, Ümmü Seleme’yi ve çocuğunu kocasının bulunduğu Kuba’ya kadar emniyet içinde götürmeyi başardı ve kocasına teslim etti, kucaklaştılar, hasret giderdiler. Ebu seleme Osman’ı bırakmadı. Birkaç gün kalmaya ikna etti. Sonra da onlarla vedalaştı ve döndü Mekke’ye. Rivayet edildiğine göre, Ümmü Seleme, çektiği bu ve benzeri sıkıntıları ne zaman hatırlasa, gözleri dolar ve şöyle dermiş: “Allah için, Müslümanların içinde hiçbir aile görmedim ki, kocam Ebu Seleme’nin çektiği sıkıntıları çekmiş olsun. Ayrıca Osman b. Talha’dan daha iyiliksever bir adam da görmemişimdir. O Mekke’den Medine’ye kadar sırf, başıma bir şey gelmesin diye bana eşlik etmiştir. Allah onlardan razı olsun.” Ümmü Seleme Uhud Savaşındadır Ümmü Seleme Müslüman kadınlar ile birlikte Uhud Savaşı’ndadır. Geri hizmet görevlisidir. Savaşın hemen başlangıcında, Uhud Savaşı kazanılır gibi olmuştu. Daha savaşın başıydı. Düşman bir anda panikledi. Müslümanlar da galip geldiklerini sanarak ganimet peşine düştüler. Elçi’nin özellikle okçular tepesine yerleştirdiği ve “ne olursa olsun orayı terketmeyeceksiniz” diye de tembihlediği kişiler de ganimetten pay almak için görev yerlerini terk edince olanlar oldu. Savaş bir anda Müslümanların aleyhine dönüverdi. Bu arada Peygamberimiz yaralandı ve oradaki bir çukura düştü. Korumasız kaldı. Ümmü Seleme bu duruma şahit olunca geri hizmetten diğer kadınlarla birlikte savaş meydanına indi ve yalın kılıç daldı savaş meydana. Bütün güçleriyle savaşarak Elçiye ulaştılar. O’na zarar gelmesin diye etrafında bir çember oluşturdular. Elçiyi emniyete aldılar. Ümmü Seleme, bir taraftan da Müslümanların toparlanması ve savaşa devam etmeleri için onları meydana çağırıyordu; “Ey Müslümanlar! Ya şu meydana gelin savaşın, ya da geri hizmete geçin de biz kadınlar savaşa devam edelim.” Bu çağrıyı duyan Müslümanlar toparlanmaya başladılar. Kocası Ebu Seleme de kadınlar gibi meydanda destan yazanlardandı. O da yaralandı. Yarası sonradan azdı ve şehid oldu. Peygamberimiz Ebu Selemenin şehadetine çok üzüldü. O hicret emrinden önce hicret eden bir yiğit idi. Ümmü Seleme artık dul kalmıştır. Daha yeni kavuşmuşlardı birbirlerine. O çok sevdiği kocasını kaybetmişti. Daha yeterince yasını bile tutamadan, evlilik teklifleri almaya başladı. Ebu Bekir ve Ömer hiç zaman kaybetmemişlerdi. Onlardan arka arkaya evlenme teklifleri aldı. Bu duruma çok kızdı Ümmü Seleme. “Dul kaldıysak aç kalacak değiliz ya” nedir bu aceleniz, diye çıkıştı onlara. Tekliflerini reddetti. Bir zaman sonra Elçi ’den de evlilik teklifi aldı. Ümmü Seleme bu teklife hayır demek istemiyordu ama balıklamasına atlamak da istemiyordu. Elçi’ye üç şart ileri sürdü; “yaşlıyım, kıskancım ve çocuklarım var. Bunlara rağmen yine de istersen kabulümsün.” Elçi’nin cevabı aynen şöyledir: “Yaş bahane ise ben senden yaşlıyım, kıskançlığın bahane ise, kıskançlığının gitmesi için Allah’a dua ederim, çocukların bahane ise, onlar bundan sonra zaten Allah ve Resulünün sorumluluğundadır.” Bu cevap üzerine, düşünmek için Elçi’den müsaade istedi. Düşündü, taşındı ve bir zaman sonra oğlu Ömer’e,” Elçi’ye git ve teklifini kabul ettiğimi söyle” dedi. Böylece Ümmü Seleme Elçi’nin hanımları arasında yerini almış oldu. Ümmü Seleme zeki ve cesur bir kadındı. Peygamberimiz her işini ilk önce onunla istişare ederdi. Hudeybiye’de de onunla istişare etti ve onun dediğini aynen uyguladı. “Ey Allah’ın Elçisi! Sen arkadaşlarının bu işi yapmasını mı istiyorsun? O halde şimdi dışarı çık. Kurbanını kes ve tıraşını ol. Ancak arkadaşlarına hiçbir şey söyleme… Göreceksin onlar senin arkandan geleceklerdir.” Ümmü Seleme bu tavsiyesiyle Hudeybiye’de tarihe not düştü. Ümmü Seleme, Kureyş içinde okuma-yazma bilen sayılı kadınlardandı. Eşi, Ebu Seleme de okuma yazma bilenler arasındaydı. Çok az sayıda erkeğin okuma-yazma bildiği bir toplumda Ümmü Seleme’nin okuma yazma bilmesi önemli bir ayrıcalıktır. Ümmü Seleme Müslümanlar arasında fakih kabul edilen ve fetva veren kadınlardan birisidir. Ümmü Seleme, fesahat ve belagatte çok ileri derecede idi. İlim, dirayet, siyaset sahibiydi. İbadete düşkündü ve çok cömertti. Aynı zamanda mütevazi ve sıkılgandı. Ayrıca, Medine’ye hicret eden ilk Mekkeli kadın sıfatını da taşımaktadır. Onun Hz. Peygamber’e sorduğu sorular neticesinde Âl-i İmrân 195, Nisâ 32, Ahzâb 35 ayetlerinin nazil olduğu rivayet edilir. Ayetler mealen şöyledir: “Allah da onların duasına karşılık verdi: Ben, sizden erkek veya kadın hiçbir çalışanın amelini zayi etmem, siz birbirinizdensiniz. Hicret edenler, memleketlerinden çıkarılanlar, benim yolumda işkence edilenler, savaşan ve öldürülenlerin, elbette günahlarını örteceğim ve onları alt taraflarından ırmakların aktığı cennetlere girdireceğim. Allah katından bir mükafat olarak... Mükafatın en güzeli Allah katındandır.”(Al-i İmran 195) “Allah'ın, sayesinde bir kısmınızı bir kısmınıza üstün kıldığı şeyi temenni etmeyin. Erkekler için kazandıklarından bir nasip olduğu gibi, kadınlar için de kazandıklarından bir nasip vardır. Allah'ın kendi fazlından (bağışından) isteyin. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir. (Nisa 32) “(Allah'a) teslim olmuş erkek ve kadınlar, İman eden erkekler ve iman eden kadınlar, İtaat eden erkekler ve itaat eden kadınlar, Doğru, sadık erkekler ve doğru, sadık kadınlar, Sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, Mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, Sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, Oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, Irzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve çok zikreden kadınlar... Allah, onlar için mağfiret ve büyük bir ödül hazırladı. (Ahzab 35) Velhasıl Ümmü Seleme, Uhud savaşında, Hudeybiye’de, Hayber’in fethinde, Mekke’nin fethinde, Taif kuşatması ve Veda Haccı’nda Peygamberimizle birlikte oldu. Peygamberimiz ‘in vefatından sonra ise Müslümanların müracaat ettikleri bir ilim ve irfan mektebi olarak yaşamını sürdürdü. Kur’an’ı Peygamberimizin üslubunda okurdu. Peygamberimizle evlendiğinde 44 yaşında idi. 84 yaşında vefat etti. Peygamberimiz ‘in en son vefat eden zevcesidir. Baki Kabristanlığına defnedilmiştir. Allah rahmet eyleye… Bitti

14 Şubat 2021 Pazar

COVİD-19 İLE ÖLÜM DANSINA DOĞRU - KUNTA HORA-

COVİD 19 İLE, ÖLÜM DANSINA DOĞRU -Kunta Hora- -Kemiklerimizden ve kafataslarımızdan mabetler inşa edilmesini istemiyorsak, yetkililere kulak verelim, efelenmeyelim, magandalaşmayalım ki; ölüm dansı yapmak zorunda kalmayalım…- Rüştü KAM On dördüncü yüzyılda Avrupa’da büyük bir Veba salgını olmuştur. ‘Kara Ölüm’ de derler adına. Kara Ölüm yaklaşık 10 yıl içinde Avrupa’da nice köyleri ve nice şehirleri haritadan silmiştir. Kitleler halinde ölümlere sebep olmuştur. Yaklaşık 16 milyon insan Kara Ölüme kurban gitmiştir. 75 milyon insan da bu Kara Ölüm ‘den etkilenmiştir. İnsanlar çaresiz kalınca sığınacak bir kucak, bir yer aramaya başlamışlardır. Ölüme bakışları da değişmiştir insanların. Ölüme ve ölüm sonrasına inanmayanlar bile, çaresiz kalmıştır. İnsanlar kilise ve din adamlarına sığınmaya başlamışlardır. Son olarak çareyi onlara sığınmakta aramışlardır. Kilisenin ve din adamlarının da yaralarına merhem olamayacağını anlayınca; bizler ne yaptık da bu hale geldik diye kendilerini sorgulayacaklarına; kiliseyi ve din adamlarını sorgulamaya başlamışlardır. Sonunda anlamışlar ki, bu dünyada ölümden başka hakikat yok. Kara ölüm geliyor ve sorgu sual etmeden acımasızca insanları alıp götürüyor. Psikolojileri bozulan insanlar bir süre korku içinde yaşamışlar ve sonra da ölüm danslarıyla psikolojilerini düzeltmeye çalışmışlardır. Ölüm dansı. Herkesin mutlaka öleceğini, bildikleri, gördükleri ve anladıkları için ölüm danslarında mutluluk aramışlardır. Bulmuşlardır o mutluluğu. Ölüm dansında sınıf farkı yoktur. Bir gün önce ölmekle bir gün sonra ölmenin arasında da fark yoktur. Biraz sonra kendisiyle ölüm dansı yaptığı, elinden tuttuğu o kişi ölecektir. Ölüm hakikattir, gerçektir. Bu gerçek herkes tarafından anlaşılmıştır. Tek çare onu kabullenmek ve onunla dans etmektir. Çeşitli sınıftan insanlarla (kral, şövalye, tüccar, doktor, hırsız, köylü, din adamı) çalgılar eşliğinde dans etmek insanları rahatlatmaya başlamıştır. Kara ölüm, bu dünyada ölümden başka hakikatin olmadığını herkese göstermektir. Denize düşülmüştür, yılandan başka sarılacak bir şey yoktur. Sedlec’te Kara Ölüm ’ün hikayesi şöyle başlar: Prag yakınlarında bir kasabadır Sedlec. Kunta Horada. Sedlec Manastırının baş rahibi Heinrich, Bohemya kralı II. Otakar tarafından 1278 yılında Kudüs’e elçi olarak gönderilir. Heinrich kutsal topraklardan dönerken Golgotha’dan bir avuç toprak alır ve bu toprağı manastırın mezarlığına serper. Böylece bu mezarlığın da kutsal toprakların bir parçası olduğuna inanılır. Bunu duyan halk, kutsallaşan bu mezarlığa gömülmek ister. Etraftan duyan gelir, herkes oraya ölmek için gelmektedir. Mezarlık insanları almaz olur. Veba salgını da başlayınca iş, içinden çıkılmaz hale gelir. Çareyi mezarlığı genişletmekte bulurlar. 3.5 hektara kadar genişletirler. Daha fazla genişletme imkânı kalmayınca eski mezarlardaki kemikler çıkarılır ve odun istif eder gibi bir köşeye piramitler şeklinde istif edilir. Orta Çağ’da hem salgın hastalıklardan ve hem de savaşlardan dolayı yığınla ölümler olduğundan dolayı kemikler, aynı, odunluğa odun dizer gibi kümelenerek saklanırmış. Avrupalılar böyle yaparlarmış. Böylece kutsal mekânda defnedilmek için gelen yeni insanlar, boşalan mezarlara defnedilmeye devam edilmiş. 1511 yılına gelindiğinde, bu kutsal mezarlığa bir de kilise inşa edilir. Kilisenin mahzenine de mezardaki ölülerin kemikleri, görme engelli bir Sistersiyen keşişi tarafından odun istifi gibi istif edilir. Böylece altı tane piramit oluşur. Sistersiyen tarikatı; Hristiyanlığın Katolik koluna bağlı kendilerini dünya işlerinden uzaklaştırmış keşiş ve rahibelerden oluşan bir tarikattır. 1703-1710 yılları arasında İtalyan asıllı Çek mimar Jan Blazej Santini kiliseyi yeniden inşa eder. Kilisenin iç dekorasyonunda mahzendeki bu kemikleri kullanır. Kilisenin ortasındaki o büyük avizeyi insan vücudunda bulunan tüm kemikleri kullanarak dizayn eder. Mahzendeki kemikleri kilisenin içine taşır ve orada piramitler oluşturur. Piramitlerdeki kemikleri birbirine bağlamadan üst üste yığar. Piramitlerin en üstüne de taçlar yerleştirir. Bu insan kemikleri, Tanrı’nın huzurunda mahkemeye çıkmış olan insanları sembolize edermiş. Kurtuluşa eren insanların kemikleriymiş bunlar. Mahkemeleri görüldükten sonra, Tanrı onları ödüllendirmiş, kemikleri onun için kilisenin içinde sergilenmekteymiş. Ölümün, insanlar arasında hiçbir fark gözetmediğini sembolize edermiş bu piramitler. Ancak, yaşamlarını dürüst bir şekilde, adil ve hakça sürdürenler sonsuz mutluluğa ve cennete ulaşabilirlermiş. Piramitlerin üzerindeki taçlar Cennet’i temsil edermiş. Yani bu kilisede piramide malzeme olan herkes Cennetlikmiş. Kilise 1800’lü yıllarda, İmparator II. Josef (1780-1790) tarafından kapatılır, ayinler yasaklanır. Kapatılır ama yıkılmaz. Kilisenin mülkleri Orlikli ünlü Schwarzenberg ailesi tarafından satın alınır. Kilise’nin Swarzenberglerin mülkiyetine geçmesinden sonra, günümüzdeki kemikli dekorasyon Çek ahşap oymacısı Frantişek Rint tarafından yeniden dizayn edilir. Rint, orijinaldeki altı kemik piramidinin ikisini bozarak bugünkü dekorasyonu oluşturur. Ayrıca, istek üzerine Schwarzenberg ailesinin armasını da dekorasyona yerleştirir. Orada bir karga figürü vardır. Söylenenlere göre bu armadaki karga figürü, “Türk’ün gözünü oyan karga’’ olarak sembolize edilmiş. Yaklaşık 40.000 insan iskeletinden oluşan bu kilise dekorasyonu, insanoğluna” ebediyetin değerini ve gerçekliğini” hatırlatmaktaymış. Kapıdan girer girmez irkiliyorsunuz. Her yanı ayrı bir ürpertici olan kilisenin tam ortasında bir avize yer alıyor. Kafatası kemiklerinden oluşan bu avize ve kalkan yürekleri ağızlara getiriyor. Ürperti veriyor, dehşete düşürüyor. Eşimle birlikte gitmiştim ben bu kiliseye, izin için Türkiye’ye giderken. Eşim hemen çıkalım buradan ben dayanamayacağım diyerek kendisini dışarıya atmıştı. Evet burası Sedlec kemik kilisesi…Cennetliklerin kilisesi. Bu kiliseyi merak edenler, bir hafta sonu gidip görebilirler. Prag’tan 70 km. ilerde. İzin için Türkiye’ye gidenler de Prag’tan sonra 70 km. İçeriye girerek bu kiliseyi görebilirler. İbret almak için gezip görmek lazımdır. Ben derim ki; Orta Çağ Avrupası’nda toplamda 16 milyon insanın ölümüne sebep olan Veba salgını, insanların umutlarını yerle bir etmiştir. Kiliseye ve din adamlarına sarılan insanlar orada da aradıklarını bulamayınca, ölüm dansına başlamışlardır. Burada bir yaşanmışlık var. İbretlik bir sahne var, eser var burada. 21. Asırdayız. Covid-19 Pandemisi dünyayı kasıp kavuruyor. İnsanlar sorumsuz, söylenene kulak asmıyorlar. Yetkililer perişan. Bir salgın hastalık var. Dizginlenmesi oldukça zor olan bir salgın bu. İlaç yok, aşı yok, virüs yok edilemiyor. İnsanların rahat bir nefes alması zaman alacak. Aşı geliştiriliyor ama, herkese aynı anda çare olmuyor, geliştirilenler de hemen yetiştirilemiyor insanlara. Aşıya güvenmeyen insan çok fazla. İnsanlar provoke ediliyor. Eline sazı alan vuruyor teline, bir ses çıksın da ister ölçülü olsun isterse ölçüsüz fark etmiyor onlar için. Yeter ki bir algı oluşsun, onu istiyorlar. Sorumsuz sorumlu insanlar bunlar. Kimisi siyasetçi, kimisi sanatçı, kimisi akademisyen… Ağzı olan konuşuyor. Hastalık üzerinden siyaset yapıyorlar. 8 milyar insanın yaşadığı dünyada bir günde 8 milyar aşının yapılmasının imkânsız olduğunu bildikleri halde bunu yapıyorlar. Salgınlar hafife alınıyor. Maske takılmıyor, sosyal mesafe korunmuyor. Temizliğe dikkat edilmiyor. ‘Maskeni takar mısın’ diye birisine ikaz da bulunsanız, hakarete uğruyorsunuz. Toplu ölümler salgınlarla birlikte gelir. Yukarıda Orta Çağ örneğini sundum. Salgın, sınır tanımaz. Acımasızdır. Sanki birisi insanlardan intikam alıyor gibidir. Soykırım gibi bir şeydir salgın hastalıklar. Önünde durulmaz, duramazsınız. Öyleyse nedir bu aymazlık. Kendisine saygısı olmayanın başkalarına saygısı mı olurmuş. Olmuyor zaten. Sokaklar maganda dolu. Böyle giderse yakında ölüm dansları başlayacaktır. Buna hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihte birçok salgın hastalık olmuştur. Genel adıyla Veba salgını da denir bu salgınlara. 21. Asrın Covid-19 salgınının geçmiş zamanlarda olan salgınlardan farkı yoktur. Eğer bizler de, 21. yüzyılda yaşayan bizlerden söz ediyorum, Covid-19 salgınını hafife alırsak, yetkililerin uyarılarına kulak vermezsek, Sedleclilerin başına gelenler bizim de başımıza gelecektir. O zaman toplu ölümler başlayacak, umutlarımız kaybolacak, sığınılacak başka kucak kalmayacaktır. İşte o zaman bizler de ölüm dansı yapmaya başlayacağız. Kemiklerimizden ve kafataslarımızdan mabetler inşa edilmesini istemiyorsak, yetkililere kulak verelim, efelenmeyelim, magandalaşmayalım ki; ölüm dansı yapmak zorunda kalmayalım…