15 Kasım 2021 Pazartesi

Eşcinsellik hastalık mıdır, kader midir, tercih midir?

Rüştü KAM Son günlerde Berlin’deki billboardlarda eşcinselliği teşvik edici reklamlar görmeye başladık. Velilerden aldığımız bilgilere göre bazı okullarda dahi panolarda eşcinselliği teşvik anlamına gelen reklamlar asılmaktaymış. Bu yapılanlar bilgilendirme amaçlı olmasa gerektir. Öyle olsaydı sadece sınıflarda öğretmenler ders olarak okuturlardı; derslerin reklam panolarına asılarak öğretilmediğini biliyoruz. Bu yapılan reklamlar eşcinsellik konusunda olumsuz düşünceye sahip olan insanları, eşcinsellik karşıtlarını kışkırtma amaçlı olsa gerektir. Reklamlardaki resimlere ve altındaki yazılara baktığımızda hedefe Müslümanların konulduğunu anlamak o kadar da zor olmuyor. Yapılmak isteneni anlayabiliyoruz: Müslümanlar bu billboardlarla kışkırtılarak ve zaaflarından yararlanılarak toplumun gözünde yaftalanacak ve aşağılanacaktırlar, böylelikle de İslamophobie beslenmiş olacaktır. Bu reklamlar çok masum düşüncelerle yapılıyor değildir. İki örnek: ”Ich bin Muslim, gläubig und habe trotzdem Sex. Mit Männern!“ (AID - Anlaufstelle İslam und Diversity) (Ben bir Müslümanım, inançlıyım ve buna rağmen seks yapıyorum. Erkeklerle!) „Ich bin mal er, mal sie. Aber immer Muslim*in. Das entscheide ich.“(AID ( Bazen erkeğim, bazen kız. Ama her zaman Müslümanım. Kararı ben veriyorum.) Billboardlardaki reklamlar bunlar ve benzerleridir. Hedef kitle Müslümanlar olmasaydı bu ifadeler genele şamil olarak yazılırdı. Sadece bir inanç kesimi hedefe konulmazdı. Bu yapılanlar, demokrasi veya düşünce özgürlüğü ile ifade edilemez. Düşünce özgürlüğü başkasının özgürlük alanına girilen yerde biter, bitmesi gerekir. Eğer bitmiyorsa başkasının özgürlük alanına müdahale edilmiş demektir. Eşcinsellik, şüphesiz, insanlık tarihi kadar eskidir. Tarih kitaplarında, din kitaplarında, efsanelerde, arkeolojik buluntularda eşcinselliğin izlerine rastlanıyor. Öyle gözüküyor ki, insanlığın bilinen tarihi boyunca bazı toplumlarda kabul görüp, ahlaken onay verildiği dönemler olduğu gibi (mesela Roma), bazı toplumlarda da görmezden gelinip ya da dışlanıp eziyet edildikleri de olmuş. Çağımızda, Hristiyan olan Batı Avrupa ve ABD’de eşcinseller, tarihin belki de en özgür dönemini yaşıyorlarken bazı İslam ülkelerinde idam cezasına çarptırılmaya devam ediyorlar. Eşcinsellik hastalık mıdır, kader midir, tercih midir? Bu soruların cevabı her dönemde aranmıştır ama tarafsız, empati yaparak net bir cevap bulunamamıştır. Eşcinsellere tavır almak, onları aşağılamak, itip kakmak elbette yanlış olmuştur. Ancak yanlışlar başka yanlışları doğru kabul ederek ve özellikle bazı kesimlerin gözüne sokarak düzelmez. Düzeltilemez. Yanlışlar konuşarak, empati yaparak düzeltilir. “Ben yaptım, oldu“ demekle olmaz. Sadece Almanya’da 6 milyon Müslüman vardır. 6 milyon Müslümanın eşçinselliğe karşa bir tavrı vardır. Ama dinlerinden kaynaklanır, ama örflerinden kaynaklanır. Sonuçta ortada belli bir tavır vardır. Bu tavır görmezden gelinmemeli, yok farzedilmemeli; Müslümanları hedefe koyan bir karar verilmemelidir. Hele demokrasinin beşiği dediğimiz Almanya’da böyle bir yanlış yapılmamalıdır. Almanya’da Müslümnalrın yanı sıra Yahudi ve Hristiyanlar da yaşıyor. Billboardlarda “ben Hristiyanım ben Yahudiyim/Museviyim” diye bir ifade kullanılmıyor, kullanılmamış. Mocca dergisi 37.sayısında, bütün bu yapılanları göz önünde bulundurarak, “Eşcinsellik” konusunu işlemeye karar verdi. İlim adamlarından, Hristiyan din adamlarından ve Müslüman din adamlarından görüş aldı. Bu görüşleri olduğu gibi, kendi yorumumuzu katmadan sizlere aktarıyoruz. Taktir siz değerli okuyucularımıza aittir...

CUMHURİYET BAYRAMINI KANÇILARYA’DA KUTLADIK BERLİN

Rütü KAM Cumhuriyetin 98’inci yılını kutladık. Kançılaryada yaptık bu kutlamayı. Bu toplantıya Ahmet Başar Şen ev sahipliği yaptı. Önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ‘ın mesajı okundu. Anlam yüklü bir mesajdı. Daha sonra Berlin Sefiri Ahmet Başar Şen kürsüyü teşrif etti. Kendinden emin bir şekilde geldi kürsüye. Berlin’de Başkonsolosken Özbekistan Sefirliğine atanmıştı. Özbekistan dönüşünde bir süre Ankara’da misafir edilen Şen, daha sonra Berlin Sefirliğine atanmış. İsabetli bir atama olmuş. Orta Asya kültürünü arkasına alarak kürsüye çıktığı her halinden belliydi. İmam Maturidî, Hoca Ahmed Yesevî, İmam Buharî nefesiyle beslenmenin haklı gururunu yaşıyor olmalıydı. Verilen mesajların satır aralarında o nefesin gücünü hissetmek bizlere ayrı bir motivasyon oldu. Kendisini seven ve sayan tanıdık simalarla birlikte olmanın verdiği rahatlığı da görmezden gelmemek lazımdır. En az 20 Cumhuriyet Bayramı kutlamışlığım vardır Berlin’de. Bazı büyükelçiler Türkçe konuşurlardı, bazıları Almanca. Hem Almanca hem de Türkçe olarak konuşma yapan büyükelçiye fazla rastlamadım. Sefir Şen mesajını Türkçe ve Almanca verdi. Yapılması gerekeni yaptı. Ancak bizim insanımızın garip bir alışkanlığı var. Saygısızlık yapmayı marifet sayıyorlar sanki. Cumhuriyetin 98’inci yılı kutlamasına davet edilen insanlardan bahsediyorum. Belirli bir seviyeleri var bu insanların. Kimisi sivil toplum kuruluşlarında yönetici, kimisi iş adamı, kimisi basın görevlisi kimisi de Türk ve Alman makamlarında görevli kişiler bunlar. Sefir kürsüde, konuşuyor, dünyaya mesaj veriyor, Türkiye’nin sesi olarak veriyor mesajını. Dinleyen yok. Herkes birbiriyle muhabbet ediyor. Sefirin gözü önünde oluyor bütün bunlar. Ayıptır, saygısızlıktır. Be adam, 10 dakika sabret ve verilen mesajı dinle. 10 dakika, hadi 20 dakika olsun. Sen zaten oraya o mesajı almak için davet edildin. Sabredip verilen mesajı almayacaksan veya almak istemiyorsan o davete niçin geldin… Ne zaman adam oluruz, dinlemesini öğrenince… Bu derece saygılı(!) insanların huzurunda mesajını yine verdi sefir. Dinlemeyen insanlara rağmen konuşmasını tamamladı. Verilen mesaj aynen şöyleydi: ““Sayın Milletvekilleri, Sayın Büyükelçiler, Kıymetli Vatandaşlarımız, Saygıdeğer Misafirler, Bu akşam Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 98. Yıldönümünü hep birlikte gururla kutluyoruz. Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun! Bu en büyük bayramımızda sizleri Büyükelçiliğimizde ağırlayabilmekten büyük mutluluk duyuyorum. Bugün ayrıca, daha önce Başkonsolos olarak görev yaptığım Berlin’de bu kez Büyükelçi sıfatıyla bu kutlamaya ev sahipliği yapmanın heyecanını ve kıvancını yaşıyorum. Türk milleti için bu en anlamlı günde, coşku ve mutluğumuzu paylaşan tüm misafirlerimizi saygı ve muhabbetle selamlıyorum. Kutlamamızı esasen arzu ettiğimizden çok daha az sayıda katılımla gerçekleştirebiliyoruz. Çünkü pandemiyle mücadelede katedilen olumlu mesafe bayramımızı kutlamamıza imkan verse de, bulaşma riski ve kısıtlamalar maalesef devam ediyor. Keza Resepsiyonumuzun saati, süresi ve içeriğini, ikramlarımızın miktar ve tarzını, pandemi şartlarını düşünerek saptadık. Tedbirlerimizi anlayışla karşılayacağınızı umuyorum. Cumhuriyet, Türk milletinin Atatürk önderliğinde verdiği benzersiz mücadelenin, onurlu duruşun, vatan sevgisinin, egemenlik ve bağımsızlık iradesinin ortaya çıkardığı bir eserdir. Bu eser, milletine güvenen, geleceğe özgüvenle bakan, heyecan ve şevkle çalışan o neslin bugünkü nesillere, bizlere armağanıdır. Bugün, Cumhuriyetimizin kurucuları olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile dava arkadaşlarını, vatanımızın bağımsızlığı, birlik ve bütünlüğü uğruna canlarını feda eden aziz şehitlerimizi, istiklal ve egemenliğimiz için her şeylerini ortaya koyan kahraman gazilerimizi derin minnet duygularımızla anıyoruz. Cumhuriyetimizin kurulduğu 29 Ekim 1923 tarihi, Türk Milleti için bir dönüm noktasıdır. Cumhuriyet vizyonuyla, ülkemizin sadece siyasi, ekonomik ve sosyal altyapısı değil, milletimizin kaderi yeniden şekillenmişti. Uzun savaşların yakıp yıktığı topraklarda, imkansızlıklar içinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, milletlerin hayatında kısa denebilecek bir sürede modern bir devlete dönüşerek bugünkü seviyeye ulaşması, örnek bir başarı ve gurur tablosudur. Bu yönüyle Cumhuriyet aynı zamanda bir modernleşme projesidir. Aklı, bilimi, demokrasi anlayışını, hukukun üstünlüğünü ve eşitlik ilkesini merkeze alan Türkiye Cumhuriyeti, her zaman çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkmayı hedef edinmiştir. Cumhuriyet deneyimimizin en gurur verici sıçramalarından biri kuşkusuz kadın-erkek eşitliğini sağlaması, kadınlarımızı toplumsal hayatta hak ettikleri yere getirmesi olmuştur. Çağının ilerisinde hükümler içeren ilk Medeni Kanun 1926 yılında kabul edilmiş, Türk kadını pek çok ülkeden önce medeni haklara kavuşmuştur. Bugün hayatın her alanında kendine güvenen, yetenekli, başarılı kadınlarımızı en üst konumlarda görmekten büyük mutluluk duyuyoruz. Cumhuriyet, geniş çaplı bir eğitim atılımını da hayata geçirmiştir. Latin harflerini esas alan Türk alfabesinin 1928 yılında kabulü, yani Harf Devrimi, bu atılımın temelini oluşturmuştur. Türkiye’yi daha aydın, daha güçlü ve müreffeh bir geleceğe ancak iyi eğitimli yurttaşların taşıyabileceği anlayışı, Cumhuriyet tarihimizin şiarı olmuştur. Türkiye 98 yıllık Cumhuriyet tarihinde büyük dönüşümleri ve kalkınma atılımlarını başarıyla hayata geçirmiştir. 98 yıl önce 13 milyon olan Türkiye’nin nüfusu bugün 85 milyondur. 98 yıl önce Türkiye’deki okuryazarlık oranı %15 civarındayken bugün %98 okuryazardır. Bugün, 25 yaş üstü nüfusumuzun 5’te birinden fazlası üniversite mezunudur. Yükseköğretim kurumlarımızda 8 milyonu aşkın öğrenci kayıtlıdır. Ve en önemlisi, yükseköğretimdeki kız öğrenci oranı yüzde 49’u yakalamıştır. Üniversitelerimizde 10 bini aşkın profesörümüz arasında kadınların oranı yüzde 32’nin üzerindedir. Bu oran örneğin AB ülkeleri ortalamasının oldukça üzerindedir. Cumhuriyet, Türkiye’nin ekonomik dönüşüm ve gelişiminin de itici gücü olmuştur. Türkiye, halkına daha yüksek yaşam standartları sunan, müreffeh toplumlar arasında yerini almıştır. 1923’te tarım ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti önce sanayisini geliştirmiş, son yıllarda ise küresel dönüşümle de uyumlu biçimde bilgi toplumun yönelmiştir. Günümüzde Türkiye, genç, üretken ve çalışkan nüfusu benzersiz coğrafi konumu, güçlü dijital altyapısıyla ciddi bir ekonomik potansiyeli barındırmaktadır. Dünyanın farklı coğrafyaları için bir cazibe, çekim merkezidir. Sunduğu fırsatlar ve iş imkanlarıyla artık göç veren değil, göç alan bir ülkedir. Türkiye Cumhuriyeti aynı zamanda ihtilaflarla dolu bir coğrafi çevrenin ortasındaki bir barış ve istikrar adasıdır. Kuruluşundan bu yana Cumhuriyetimizin dış politikasının temelini oluşturan Atamızın “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi sadece söylemde bırakılmamış bugün de girişimci ve insani dış politikamızla etkin bir şekilde hayat geçirilmektedir. Mümkün olduğunda ikili ve çok taraflı mekanizmalarla ve üyesi olduğumuz uluslararası örgütlerle işbirliği halinde, gerektiğinde tek başımıza, yerel, bölgesel ve küresel sorunlara iyi niyetli, yapıcı ve kalıcı çözümler üretmeye çabalıyoruz. Ortadoğu’da, Ege’de, Akdeniz’de, Karadeniz’de, Balkanlarda, Kafkaslarda ve bu bölgelerin de ötesinde ihtilafların önlenmesine, istikrarın yayılmasına, barışın tesisine, refahın artmasına önemli katkılarda bulunuyoruz. Cumhuriyetimiz 98 yaşına girerken, Federal Almanya, derin ve çok boyutlu ilişkilerimiz olan ülkeler arasındadır ve bizim için müstesna bir konumdadır. İkili ticaret hacmimiz pandemiye rağmen, 2020 yılında 38 milyar ABD Doları’na ulaşmış, Almanya, Türkiye’nin en büyük ticari ortağı konumunu korumuştur. İkili ticaretimiz 2021 yılında da başarılı bir grafik sergilemektedir. Yılsonu itibariyle ticaretimizin 40 milyar Dolar’ı aşarak rekor seviyeye ulaşmasını beklemekteyiz. Almanya son 20 yılda ülkemize gelen uluslararası doğrudan yatırımlarda da 10 milyar Dolarla 6. sırada yer almaktadır. Kendi sektörlerinde dünyada önde gelen Alman firmaları –isimlerini saymak reklam olur- Türkiye’de de karlı yatırımlara imza atmıştır. Benzer bir şekilde, bugün Almanya’da faaliyet gösteren yaklaşık 90 bin Türk girişimcinin sahip olduğu işletmelerin yıllık ciroları toplamda 50 milyar Avro’yu geçmektedir. Türk sermayesi Almanya’da 500 binden fazla istihdam sağlamaktadır. Almanya’daki Türk yatırımlarının toplamı da 3 milyar Dolar’ı aşmıştır. Türkiye ve Almanya, yakın coğrafyamızdaki kriz bölgelerinde barış ve istikrarın korunmasına dönük uluslararası çabalarda birlikte yer almıştır. Balkanlar ve Afganistan, bunun hemen akla gelen örnekleridir. NATO Müttefiki iki ülke, Avrupa çapında olsun, küresel düzeyde olsun Batı demokrasilerinin oluşturduğu tüm önde gelen uluslararası kuruluşların ortak üyesidir. AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı), Avrupa Konseyi, G-20 ve OECD gibi çok taraflı platformlardaki işbirliğimiz ikili ilişkilerimize ayrı derinlik kazandırmaktadır. Öte yandan, sınırlarımız içinde ve ötesinde, PKK, DEAŞ ve FETÖ başta olmak üzere, terör örgütleriyle mücadelemiz esasen Almanya’nın güvenliğini ve kamu düzenini de yakından ilgilendirmektedir. Bu bakımdan terörle mücadeledeki işbirliğimizi geliştirmek, yalnızca dostluğumuzun değil, müttefikliğin ve karşılıklı çıkarlarımızın da gereğidir. AB’ye tam üyelik Türkiye’nin önüne çıkarılan engellere rağmen stratejik hedefimiz olmaya devam etmektedir. Bu konuda Almanya ayrı önem taşımaktadır, çünkü Türkiye’yi de kapsayacak AB’nin küresel sınamaları çok daha başarıyla göğüsleyebileceğine ilişkin vizyonu geçmişte olduğu gibi gelecekte de yeniden ortaya koymaya muktedir bir ülkedir. Dost ve müttefik Almanya’yla ilişkilerimizin en önemli boyutu burada yaşayan üç milyonun üzerinde insanımızdır. İşgücü anlaşması çerçevesinde çalışmak üzere 1960’lı yıllardan itibaren Almanya’ya gelen insanlarımız, Türkiye ile Almanya arasında güçlü sosyo-kültürel bağlar kurmuştur. Takip eden kuşaklarla bu bağlar giderek güçlenmiştir. Türk toplumu, Almanya’nın bugün ulaştığı refah seviyesine, kalkınmasına çok büyük katkılarda bulunmuştur. Ve bugün, göçün 60. yılında ekonomiden kültüre bilimden siyasete, sanattan spora, hayatın her alanında Türkiye kökenli insanları görmek bizlere mutluluk vermektedir. Dr. Özlem Türeci ile Prof. Uğur Şahin de Türk toplumunun Almanya’daki başarılarına en yeni örneklerdir. Almanya’da geliştirdikleri aşı, tüm dünya için umut olmuştur. Onları huzurlarınızda bir kez daha kutlarım. 26 Eylül’deki Federal Meclis seçimlerinde birçok Türkiye kökenli adayın milletvekili seçilmesi de Almanya’da yaşayan Türkler için kayda değer olumlu bir gelişmedir. Almanya’nın hemen her bölgesinde günlük hayatta karşımıza çıkan yüzler hatta binlerce diğer örnek, Türk toplumunun Almanya’daki uyum başarısını ortaya koymaktadır. Almanya’daki Türklerin kültürel kimlik ve milli benliklerini koruyarak, yaşadıkları ülkeye her alanda katılım ve katkılarını arttırarak sürdüreceklerine eminim. Bu, iki ülke arasındaki dostluğu daha da pekiştirecektir. Diğer taraftan, Almanya’da yaşayan Türk kökenli insanlarımızın son 60 yılda karşılaştıkları zorlukları ve halen süren sorunları da unutmamak lazımdır. Şimdiye kadar Almanya’da 50’den fazla insanımız Mölln, Solingen ve Hanau cinayetleri gibi ırkçı saldırılarda ve NSU terör örgütünün menfur seri cinayetlerinde hayatlarını kaybetmişlerdir. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı, Almanya’nın bir numaralı güvenlik meselesi olmaya devam etmektedir. Türklerin ve diğer birçok göçmen kökenlinin Almanya’da gündelik hayatta maruz kaldıkları ayrımcılık olayları ne yazık ki sürmektedir. Federal Hükümet’in son yıllarda bu tehditlere karşı attığı adımları memnuniyetle karşılıyoruz. İster Türklere ya da Müslümanlara yönelik olsun, ister İslamofobi, anti-Semitizm ya da göçmen karşıtlığı şeklinde tezahür etsin, nefret ve ayrımcılığın her türüyle, tüm imkanlar kullanılarak topyekun mücadele edilmelidir. Tabiatıyla Almanya’daki insanlarımızın kültürlerini korumaları da sağlıklı uyum açısından önkoşuldur. Bu anlamda, Türk toplumunun kökleriyle bağlarını sağlayan ana unsur olan Türkçe dil eğitiminin devlet tarafından desteklenmesi ve teşvik edilmesi, aynı zamanda dini ihtiyaçlarının tam anlamıyla karşılanması önem taşımaktadır. Almanya Türk toplumunun çifte vatandaşlık, anadilin korunması, din hizmetlerinin yaygınlaştırılması gibi beklentilerini destekliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti olarak, Almanya’daki insanlarımızın hak ettikleri şekilde huzur, esenlik, refah içinde, Alman toplumuyla uyum içerisinde yaşamaları ve ülkelerimize değerli katkılar sunmayı sürdürmeleri için Alman makamlarıyla işbirliği yapmaya devam edeceğiz. Sonuç itibariyle başarılı uyum, etkin katılım gerektirir. Katılımı mümkün kılan da eğitimdir. Eğitim ise ancak kabul, hoşgörü ve eşitlik kültürünün yeşerdiği koşullarda arzulanan sonuçları verebilir. Bu duygu ve düşüncelerle, bu anlamlı günümüzde davetimize katıldığınız için hepinize tekrar teşekkür ediyor, Cumhuriyetimizin kurucusu büyük devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk ile dav arkadaşlarının, Cumhuriyetimizin bekası için canlarını feda eden şehitlerimizin, bu uğurda her şeylerini feda etmeye her daim hazır gazilerimizin huzurunda bir kez daha derin saygı, sevgi ve minnetle eğiliyorum. Teşekkür ederim.”

Berlin-Denizli Hattı (I)

Rüştü KAM Saat 19:00. Bosna-Hersek Gümrük kapısındayız. Gişeye yanaştık ve pasaportlarımızı uzattık. Görevli memur içeriye giremeyeceğimizi söyledi. Bozuk bir İngilizce ile. -“Niçin giremiyoruz?“ -“PCR testi yaptırmanız gerekiyor.” Aşı defterlerimiz var, telefonda da kaydı var, dolayısıyla böyle bir teste ihtiyacımız olmasa gerek, buraya kadar Almanya, Avusturya, Slovenya ve Hırvatistan’ı geçerek geldik bir sıkıntı olmadı, desek te kar etmedi. Çaresiz Hırvatistan’a geriye döndük. ‘Sabah 08’de ancak test olabilirsiniz hastanede’ dediler. Sınır kasabası Brod. Sava Nehri’nin kenarında şirin bir kasaba. Sava Nehri şehri ikiye bölüyor. Nehir aheste aheste akarak, gittiği her yere hayat vererek menziline ulaşıyor olmalı. Allah’ın yarattığı her şey ne kadar da güzel, ancak insanların elinde bu güzellik çirkinleşiveriyor. Dört yıldızlı bir otelin kapısına yaklaştık ve boş oda sorduk, “Boş odamız var” dedi resepsiyondaki görevli. Yorgun olduğumuz için hemen odamıza yerleştik. Dışarıdaki dört yıldız yazısı odaların görünümüyle mütenasip değildi. O üç yıldızı kaldırıp bir yıldızlı yazmak daha doğru olacak. Yastığa başımı koyunca keskin bir nikotin kokusu burnumun direğini sızlattı. Valizimden çıkardığım iki tane havluyu yastığın üstüne, üst üste koyarak uyumaya çalıştım. Sabah saat sekizde hastanede aldık soluğu. Korona testi saat 10’da sona eriyor. Daha sonra gelenler ertesi günü saat 08’i beklemek zorunda. Sonucu saat 17:00 de alabileceğiz, telefonumuza gönderilecek, tekrar hastaneye gelmemize gerek yok. Avrupa Birliği’ne dâhil olan bir ülkeden bahsediyorum. Hırvatistan’dan. Saat 15:00 te telefonumuza test sonuçları düştü. Negatif. Verilen saatten iki saat önce. Sevindik, hemen Bosna Hersek gümrüğüne geçtik. Bu sefer de ‘PCR testiniz var mı?’ sorusunu sormadan sadece pasaport kontrolünü yaptı ve ‘Tamam geçin’ dedi memur. “Güler misin ağlar mısın” derler ya, işte tam da öyle bir şey. Verdiğimiz test bedeli olan 90 Euro’ya mı yanalım yoksa kaybettiğimiz koca bir güne mi? Homurdana homurdana girdik Bosna Hersek topraklarına. Akşamki memur mutlaka Sırp veya Hırvat olmalıydı diye düşündük. Saraybosna’daki konuştuğumuz kişiler de bizim bu düşüncemizi doğruladılar. Saraybosna’ya tepeden bakan bir Apart otelde yer ayırtmıştık Bosna Hersek topraklarına girer girmez. Apartın bulunduğu adrese gittik. Yokuş yukarı oldukça dik bir yoldan gidiyoruz, aynı zamanda dar bir yol. Kenarlara sürtmemek için oldukça dikkatliyim. Saat 19:00 daha odalar temizlenmemiş. Ev sahibesiyle tanıştık, biraz sonra eşi ve oğlu da yanımıza geldi. Önce biraz mesafeliydiler, Türk olduğumuzu öğrenince çok mutlu oldular. Ev sahibesi benim için “Babanızı Çinli sanmıştık.” dedi. Gülüştük. Arabayı orada bıraktık ve taksi ile hemen şehre indik. Başçarşı’nın girişinde bir ahşap Sebil var, ziyaretçilerin attığı yemlerle beslenen güvercinlerini uçurarak karşıladı bizi. “Hoş gelmişsiniz, safalar getirmişsiniz. Sizi bekliyorduk zaten. Buyurun Başçarşı’ya.” O kadar insan var ki çarşıda, adım atmak mümkün değil. Kimisi Arap, kimisi Afrikalı, kimisi Avrupalı, kimisi Asyalı. Dünyanın her coğrafyasından insan var Başçarşı’da. Buram buram börek kokusu geliyordu burnumuza, hemen o tarafa doğru yöneldik, eşim Fatma ile 5 sen önce gelmiştim aynı börekçiye, siparişlerimizi verdik, üzerinde kaymaklı(yoğurt) börek, yanında da ayran. Sonrasında kahve içmek için Saraj kahvesine yanaştık, yer yok. Her masada Araplar var. Kahvelerini içmişler sohbet ediyorlar. Kocaman kocaman da gülüyorlar. Kalkmaya da hiç niyetleri yok. Garson kız biraz sonra bizi içeriye aldı. O sıcakta içeride de kahve içilmezdi ama biz içtik. Bol köpüklü Türk kahvesi. Yanında lokum ve suyu da var. Böyle ikram ediliyor Bosna Hersek’te kahve. Osmanlı usulü ikram diyorlar adına. Berlin’de Büyükelçilik resepsiyonları dâhil olmak üzere bir türlü Türk çayı ve Türk kahvesi kültürüne alıştıramadığımız Türkiyeliler aklıma geldi hemen. Hayıflandım. İnsan kendi kültürüne bu kadar mı yabancılaşır. Esnafı anladım diyelim, Büyükelçilik ve konsolosluk çalışanları neden yabancıydı kendi kültürlerine… Ha-ber.com internet portalinde yaza yaza kalemimde tüy bitti. Sonuç? Sonuç yok. Türk kahvesini içmek için Bosna Hersek’e gelmem mi gerekiyor he seferinde. Ayıptır, günahtır. Kahveden sonra çarşıyı adımladık. Dondurma yedik. Dükkânları temaşa eyledik. Bugünlük bu kadar yeter dedik ve Apart otelimize döndük. Temizlenmiş, her taraf pırıl pırıl. Tepeden, gecenin bu vaktinde Saraybosna bir başka güzel. Hemen istirahate çekildik. Sabah ezanıyla uyandık. Müezzin ne de güzel ezan okuyor böyle. Sadece onu dinlemek için bile kalkmak yeterli. Sabah balkondan Saraybosna’yı seyrederken gördük. Cami hemen önümüzde. Minaresi ahşap. Bosna mimarisine uygun bir yapıymış. Saraybosna’da Osmanlı mimarisine uygun minare olduğu gibi Arap mimarisine de uygun minareler de var. Herhalde savaştan sonra her ülke kendi mimarisine uygun camiler inşa etmişler Saraybosna’da. İkinci gün, Goethe Üniversitesi’nde yüksek lisans yapan bir Bosnalı öğrenci gezdirdi bizi Saraybosna’da. İsmi Armin. Yine önce börekçiden başladık geziye, bu sefer başka bir börekçi. Armin’e aralarındaki farkı sorduk. “Sadece yumuşaklık farkı var. Sizin yediğiniz biraz çıtır idi bu ise yumuşaktır, zaten fark edeceksiniz.” Sonra Gazi Hüsev Bey Camii’ne gittik. Caminin avlusunda bir taş var. Bu taşın burada ne işi var diye düşünürken, Armin o taşın özelliğini anlattı. Taşın ortası oyulmuş. Kuşların su içmeleri için özel yapılmış bir taşmış. Hüsrev Bey’in vasiyetiymiş; “bu taşın ortasından hiç su eksik olmayacak ve medresede okuyan öğrenciler sabah namazlarını devamlı bu camide kılacaklar,” diye. Vasiyet bugün de aynen uygulanırmış. Ancak o taşa bir açıklayıcı bilgi yazmamışlar. Rehberi olmayan ziyaretçiler ne bilecek o taş hakkında. Caminin avlusunda bir de saat kulesi var. Caminin karşısında bir de Medrese… Üzüldüğüm bir uygulama. Savaştan sonra Gazi Hüsrev Bey Camii’ni restore etmek istemişler. Suudi Arabistan biz restore edelim demiş. Etmiş de. Ancak içinde eski halinden eser kalmamış. Osmanlı izlerini silmek için yapmışlar bunu. Mekke’deki Ecyad kalesini yıkarak Osmanlı izini silmek istedikleri gibi. İstisnasız bütün camiler aynı şekilde restore edilmiş. Armin’de caminin bir eski halinin bir de yeni halinin resimleri var. İçimiz sızladı.… Devam edecek

Berlin-Denizli Hattı (II)

Rüştü KAM Başçarşı Caddesinde’yiz. Sanki sel, katmış insanları önüne sürüklüyor. Biz de karşımızdan akan o insan kalabalığını yara yara yürüyoruz bütün gücümüzle. Bu arada sağımıza solumuza da bakınıyoruz etrafta ne var yok görmek için. Hemen solda Gazi Hüsrev Bey bedestenini görüyoruz. Girdik içeriye. Restore edilmiş besbelli. Bedestende Osmanlının izlerini kaybetmişler ama bedestenin içine sinen Osmanlı kokusunu yok edememişler. Bedestene girmişken hediyelik bir şeyler alalım dedik. Saraybosna çarşısında olduğumuza göre, Bosna’yı hatırlatan bir şey olmalı alacaklarımız. Tişört, şapka, mıknatıs gibi. O dükkân senin bu dükkân benim aradık durduk ama aradığımız o eşyayı bulamadık. Tişörtlerin ve şapkaların üzerinde, N…, A…, N… gibi çok bilindik emperyalizmin ürünü olan markalar yazıyor. Saraybosna’nın sembolleri hediyelik eşyalarda kullanılmamış. Varsa bile çok az onu da biz göremedik, bulamadık. Neler olabilir düşününce aklıma gelenleri şöyle sıralayabilirim: Başçarşının girişindeki tarihi Sebil olabilir, Gazai Hüsrev Beyin yaptırdığı saat kulesi olabilir, Aliya’nın portresi olabilir, Şehitlik olabilir, savaş zamanında Sırplar tarafından 2 milyon cilt kitabın yakıldığı kütüphane olabilir, Saraybosna havaalanının altından 4 ay 4 günde kazılan böylece insanlara insani yardım ulaştırılabilen “umut” tüneli olabilir. Müslümanların soykırıma tabi tutulduğu Srebrenitsa olabilir, Sarı Saltuk türbesi olabilir, Mostar köprüsü v.b. olabilir. Bu sembollerle dünyaya mesaj verilir. Daha dün savaştan çıktınız be kardeş, bu teslimiyet neyin nesidir. O baş tacı ettiğin markaların sahipleri olan ülkeler değil miydi seni mahkûm eden, hürriyetini elinden alan, Srebrenitsa’da 8 bin canını soy kırıma tabi tutan. A benim güzel kardeşim, ne çabuk unuttunuz o savaşı da yine kucağına düştünüz emperyalizmin? Bedestenden çıktık, yürümeye devam ediyoruz. Gözümüz o hediyelik eşyalarda. Acaba gözümüze bir şeyler çarpar mı diye bakınıyoruz. Armin sıkıldığımızı anlamış olmalı ki, birden bire, “ben sizi öyle bir yere götüreceğim ki, orada içtiğiniz o kahvenin tadı hep damağınızda kalacak” dedi. Girdik salaş bir sokağa. Küçük bir kahve. Yapay şelalenin önünde 3 masa var. Oturduk oraya ve siparişlerimizi verdik. Biraz bekledikten sonra kahvelerimiz geldi… Armin az bile söylemiş. Mükemmel bir lezzet. Sırrını sorduk bu lezzetin kahveciye. “Kahvemiz, dibek kahvesidir, biraz da ustalık tabii ki” dedi. Hemen yanında aradığımız sembolleri üzerinde taşıyan tişörtler gördük. Çaldık kapısını dükkânın. Bir hanımefendi çıktı karşımıza. Gayet nazik bir hanımefendi. Dükkânın sahibesi imiş. Kendisi çiziyormuş bütün sembolleri. Baskısını da kendisi yapıyormuş. Elinde sadece teşhir için birer örnek varmış. Sipariş usulü çalışıyormuş. Sipariş vermek için bizim vaktimiz yok. Örneklerden almak istedik ama bedenleri uymadı. Bedeni XXL olmasına rağmen bir tişört aldık. Maksat, bir hatıra kalsın elimizde. Hanımefendi de dertli, “Kimse bu gibi sembollere itibar etmiyor artık” diye söylenmeye başladı. Başımızı sallayarak tasdik ettik kendisini. Vedalaştık. Karşısında bir de baklavacı var o hediyelik eşya dükkânının. Orada pişirilen baklavadan dünyada sadece 5 kişi yapıyormuş. Özelliği şu. Baklava yufkası açıldıktan sonra, yufka bir hafta dinlendiriliyormuş ve ondan sonra içine malzemesi konarak pişiriliyormuş, malzeme de çok özelmiş. Akşam için sipariş verdi Armin ve bize dönerek ekledi, “Bu baklavayı aldıktan sonra başka bir yere gideceğiz ve bu baklava gibi özel olan kahve ile birlikte yiyeceğiz.” Eyvallah dedik. Çıktık yine Başçarşı caddesine, yürüyoruz. Caddenin sonunda sağda Sinagog ve Katedral var. Katedralin hemen karşısında ise Ortodoks kilisesi. Bosna’da yapılan minarelerin boyu o kilisenin kulesinin boyunu geçemezmiş. Bunun için çok mücadele edilmiş ama sonuç? Sonuçta kilise galip gelmiş. Bosna’da üçlü bir yönetim biçimi varmış. Dünyada başka örneği olmayan bir yönetim biçimi. Karmaşık bir yapı. Dayton antlaşmasının mirası. Şu şekilde özetlemek mümkün bu karmaşık yapıyı. Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar birlikte yönetiyorlar devleti. Boşnaklar nüfusun %85ini oluşturuyormuş, Sırplar ile Hırvatlar % 15’şini. Kararlar demokrasinin(!) gereği olarak çoğunlukla alınıyormuş. Bu durumda çıkarılan kanunlar, alınan kararlar kimlerin lehine çıkar, varın siz karar verin. Azınlığın çoğunluğa galibiyeti. Demokrasi. Aman da aman, ne güzel şeymiş bu demokrasi(!) Savaştan sonra %85 in %85 i travma geçirmiş, halâ kontrol altında yaşıyorlarmış. Armin’in ninesi kuşatma bitinceye kadar, aç susuz 3.5 yıl mahzende yaşamış Hırvat bir arkadaşıyla birlikte. Yiyecek içecek aramaya çıktığı bir gün keskin nişancı kendisini fark etmiş, eceli keskin nişancının kurşunundan korumuş onmu, hemen yere yatmış, yatış o yatış kalkınca hedef olurum diye akşama kadar hareketsiz bir şekilde öylece kalmış… Dönüşte, Gazi Hüsrev Bey Camii’nde öğle ve ikindi namazlarımızı cem ederek kıldık ve biraz soluklandık. Sonrasında bir Bosnalı ağanın konağına gittik. Balkanlar Osmanlıdan koparılırken komitacılar o evde toplantılar yapmışlar. Tamamen ahşap. Çok amaçlı kullanılmış. Haremlik ve selamlığı bile var. Mimarisi ve ağaç işçiliği ne kadar görkemli olursa olsun, komitacılara hizmet ettiği için gözümüzden birden bire düşüverdi o güzelim eser. Eserin ne kabahati varsa… Konaktan çıktıktan sonra Aliya İzzetbegoviç Müzesi ve Şehitlik vardı hedefimizde. Taksi ile gittik. Taksi, müzenin kapısında indirdi bizi ve gitti. Baktık, müze tadilatta. Taksici tadilatta olduğunu bize söylemedi, bilmemesi mümkün değil. Savaşın vahametini ne de çabuk umutmuşlar…Oradan başka bir taksi ile hemen yanındaki şehitliğe geçtik. Bilge Kral diye bildiğimiz Aliya İzzetbegoviç’in mezarı başında dua ettik, onun ve bütün şehitlerin ruhuna. Hiç yoktan bir devlet var eden Aliya’yı rahmetle andık. Yaptıkları olağanüstü çalışmaları hatırladık. Bir tarafta Aliya ve şehitler, öbür tarafta emperyalizmin sömürü aracı olan ürünleri ve onlara gösterilen rağbet. Ne yaman bir çelişki... Allah rahmetiyle yarlığasın tüm Bosna şehitlerini. Şu andaki yönetimden memnun olmayan Boşnaklar, sorumluluğu Aliya’ya yüklüyorlar. “O imzayı atmayacaktı” diyorlar. Anlaşılan başarılı olan Müslüman liderler dünyanın her yerinde itibarsızlaştırılmak isteniyor. Bu algıyı oluşturmak için her türlü aracı kullanıyorlar. Bütün ahlaki değerleri yok sayarak bunu yapıyorlar. Kullandıkları ortak kelime “Diktatör”. Bir zaman sonra halk da algının kurbanları olmaya başlıyor. Akşam yemeği için Bosna’ya hâkim başka bir tepeye çıktık. Bosna ayağımızın altında. Armin oranın kuzu çevirmesini (peçenye) çok övdü. Lezzetli idi ama beklentimizi karşılamadı. Peçenyenin Denizli’nin tandır kebabıyla boy ölçüşmesi ne mümkün. Sonrasında aldığımız baklavaları yiyeceğimiz kahveye gittik. Müşterisiyle bu kadar yakın ilişki içine giren bir esnaf görmedim ben bu yaşıma kadar (69). Mekân sahibinin adı Hüseyin. Sipariş alırkenki nezaketi, servis yaparkenki kibarlığı mest etti bizi. Önce cezvenin içindeki bol köpüklü kahveyi koyuyor önünüze bakır tepsiyle, sonra o köpüğün bir kısmını ısıtılmış fincanın altına kaşıkla yerleştiriyor, sonra da cezve ile üzerine kahveyi ilave ediyor. Kahvenin köpüğü iki kez çoğalıyor ve size bol köpüklü o kahveyi içmek kalıyor. Yanında lokumu ve suyu da ihmal edilmiyor servis yapılırken. Baklavamız da yanımızda hazır vaziyette bekliyor olunca... Müthiş bir tat. Mübalağa olmasın ama gerçekten tadı damağımızda kaldı. 300 bin insanımızın yaşadığı Berlin’de yok böyle bir servis, böyle bir ikram ve böyle bir tad. Gerçekten yorulduk. Sıcak canımıza okuyor. Bosna’ya gelmişseniz sadece Saraybosna için bir haftanızı ayırmanız gerekiyor. Biz iki günde ancak bu kadar gezebildik. Bir başka sefere diğer yerlere gideceğiz nasip olursa. Mostar, Travnik, Srebrenitsa, Sarı Saltuk Tekkesi ve Osmanlı köyü misafirlerinin kendilerine gelmesini bekliyor. Kahve içerken tanıştığımız Sancaklı bir çift, Türkiye’nin PCR testi olmadan kimseyi içeriye almadığını söyledi. “Yeni bilgi” dedi. İşkillendik bu durumdan. Bizim ADAC den aldığımız bilgi ile çelişse de içimize bir kurt düştü. Sabah hastaneye test yaptırmak için gittik. Saat 16:00 da almaya gelin dediler. 80 Euro’da orada ödedik. Telefon uygulaması yok onlarda. Böylece bir gün Hırvatistan’da bir gün de Saraybosna’da kaybetmiş olduk. Toplamda iki günümüz bir hiç uğruna elimizin altından kayıp gitti. Elveda Saraybosna Bosna’dan ayrılıyoruz. Saat 17:00. Navigasyon Saraybosna’dan Türkiye’yi 1270 km.olarak hesapladı. Sırbistan ve Bulgaristan üzerinden. 14 saatte varırız İstanbul’a diye düşündük. Yol gelişli gidişli olunca hesap tutmadı. 10 km. yolu tam 3 saatte aldık. Önümüzde seyreden arabaları geçmek mümkün olmayınca ortalama 30 km. hız yapabildik. Saat 05:00 te Edirne’deydik. Kapıkule’de. Önümüzde araç yok. Hemen şartele yaklaştık. Beyaz önlüklü ve yakasında ismi yazılı bir görevli nazik bir şekilde bize yaklaştı, “Hoş geldiniz beyefendi” dedi ve ilave etti, “Aşı defterlerinizi görebilir miyim.” Gösterdik. “Yolunuz açık olsun.” Dedi ve ayrıldı yanımızdan. Şimdi Saraybosna’da o 80 Euro’yu neden verdik. Toplamda 170 Euro. Kaybedilen o iki gün ne olacak. “Türkiye aşı defteri olsa da yine test istiyor” algısı var ya, işte o algının kurbanı olduk. Ya doğruysa endişesi… Başınıza Türkiye kadar taş düşsün de altında ezilesiniz emi... Bu, beddua bilinçli olarak algıyı oluşturanlar içindir… Kapıkule’de, şartellerin hemen önünde kurulmuş COVİD-19 çadırları var. Aşınız yoksa orada hemen test yapıp sizi 15 dakika içinde yolculuyorlar, yolunuzdan alıkoymuyorlar. Sürekli tenkid edilen ve insanlara korku pompalanan hakkında algı oluşturulan bir ülkedeyiz. Türkiye’de. Birkaç gün öncesi yaşadıklarımızla Türkiye’de yaşadıklarımızı kıyaslarsak Türkiye o ülkelere fark atar. Covid 19 konusunda çağ atlayan bir Türkiye ile karşılaştık. Bakalım başka nelere şahit olacağız. Geç kalabiliriz endişesiyle, test süresini geçirme korkusundan yolda konaklamak mümkün olmadı. Edirne’de otel aradık. Hepsi dolu. Benim sünnetime uygun olmayan bir yolculuk yapıyorum ilk defa. Yola devam ettik ve saat 10:00’da İstanbul’a bayrağı diktik. Ümraniye’deyiz. İlahiyat Fakültesi’nin hemen yanında. Orada konaklayacağız. Tuğrul kardeşimiz bize evini açtı. Tuğrul Hureyre’nin arkadaşı. Goethe Üniversitesi’nde doktorasını yapıyor. Kendisi Gebze’ye gitmiş. Evi boş. Anahtarı komşusundan aldık ve istirahate çekildik. Bir zaman sonra Tuğrul geldi İstanbul’a. Dinler tarihi okumuş bir akademisyen. İstanbul mihmandarımız Tuğrul oldu. Önce, Marmaray ile Sirkeci’ye geçtik. Marmaray; ilk olarak Abdulmecid tarafından planlanmış, sonra II. Abdulhamid tarafından yeniden ele alınmış ve tekrar planlanmış. Planı gerçekleştirmek Recep Tayyip Erdoğan’a nasip olmuş. Belgeleri Marmaray’ın duvarına asılmış. Marmaray’la Üsküdar Sirkeci arası 5 dakikaya düşmüş… Devam edecek

Berlin-Denizli Hattı (III)

Rüştü KAM Sirkeci’den tramvayla Sultan Ahmet Meydanı’na geçtik. Hipodrom’dayız. Tuğrul anlatırken Hipodrom’u, hayalimizde Romalıların at yarışlarını canlandırdık. İki tekerlekli arabalar ve canhıraş koşan atlar. Özel kıyafetiyle hızlı koşması için atları sıkıştıran yarışmacılar. Hipodromda önceden yerlerini almış, özel giysiler içinde kalburüstü seyirciler. Atların dönüş yerlerine fakirleri oturturlarmış, at arabalarının tekerlerinden fırlayan taş ve topraklar hatırlı kişileri rahatsız etmesin diye. Fakirlerin rahatsız olması önemli değilmiş. Hipodrom’da tarihe tanıklık eden iki sütun var. Onlar hakkında da bilgi verdi Tuğrul: “Dikilitaş, Mısır’dan getirtilmiştir. Sultanahmet Meydanı'nın güney tarafına dikilmiştir. Yılanlı Sütun'un yanında bulunur. Antik Mısır dikilitaşıdır. MS. 390 yılında Roma imparatoru I. Theodosius tarafından Mısır'dan getirilerek şimdiki yerine dikilmiştir. Orijinali 30 metredir. Taşınma sırasında alt kısmı kırılmıştır veya kesilmiştir. Şimdiki yüksekliği kaidesiyle birlikte 24,87 metredir. Ağırlığı 200 tondur. Taşın iki ayağında, bir meclis ve bir muharebe resmi kabartma olarak yer almaktadır. Diğer iki ayağında ise, Latince ve Rumca yazılar bulunmaktadır.” Biraz ilerledik ve Alman Çeşmesi’nin önünde durduk. Bu sefer Osmanlı İmparatorluğu’nun o ihtişamlı günlerini gözümüzün önüne getirdik. II. Abdulhamid ve II. Wilhelm kol kola açılışını yapıyorlar çeşmenin. Bütün devlet erkânı orada. Biz de katıldık törene. Günümüzdeki kavganın yerini eski dostlukların almasını temenni ettik. Tuğrul’un anlattığına göre “Alman İmparatoru Kaiser II. Wilhelm, 19 Kasım 1898’de Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’i ikinci kez ziyaret etmiş. Bu ikinci ziyaretinde yanında bir çeşme ile birlikte gelmiş. Bu çeşme, Bizans’ın vaktiyle hipodrom olarak kullandığı eski At Meydanı’nda inşa ettirilmiş. Söylentilere göre çeşmenin bütün parçaları Almanya’da hazırlanmış, daha sonra İstanbul’a getirilerek burada birleştirilmiş. Kubbeyi taşıyan kemerlerin iç tarafında Mehmed İzzet Efendi’nin sülüs hattıyla ziyaret yılını (1316) gösteren, Ahmed Muhtar Efendi’nin sekiz beyitlik manzum tarihi yer almaktadır. Çeşmenin açılış töreni 27 Ocak 1901’de yapılmıştır. Su haznesinin ortasında bulunan tunç bir levha üzerine kabartma harflerle Almanca olarak, çeşmenin Kaiser II. Wilhelm’in 1898 yılı sonbaharında Osmanlıların hükümdarını ziyaretinin “şükran hâtırası” olarak yaptırıldığı ifade edilmektedir.” Rivayet edildiğine göre o dönemde çeşmenin musluklarından şerbet akarmış. Halk ücretsiz şerbet içermiş. Çeşme hakkındaki bilgilendirmeden sonra Ayasofya’ya doğru yöneldik. Oldukça kalabalık, girişte izdiham var. Oğlum Zülfikar oldukça duygulandı Ayasofya’nın girişinde, “Nasibimizde Ayasofya’yı cami olarak görmek ve içinde namaz kılmak da varmış. Rabbime şükürler olsun” diye mırıldandı. Bu gezide oğlum Zülfikar ve Hureyre ile birlikteydik. Kızım Dilruba’nın izni tatil tarihimize uygun değildi. Keşke o da yanımızda olsaydı. Tuğrul kardeşimiz, Ayasofya’nın tarihi hakkında bilgilendirme yaptı. “Ayasofya veya resmî ismiyle Ayasofya-i Kebîr Câmi-i Şerîfi, eski ismiyle Ayasofya Kilisesi, İstanbul'da yer alan bir cami, eski bazilika, katedral ve müze. Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında İstanbul'un tarihî yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş. 1453 yılında İstanbul'un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından camiye dönüştürülmüştür. 1934 yılında yayımlanan Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile de müzeye dönüştürülmüştür. 1935-2020 yılları arasında müze olarak hizmet vermiştir. 2020 yılında ise dönemin Cumhurbaşkanı recep Tayyip Erdoğan tarafından müze statüsünün iptal edilmesiyle tekrar cami statüsü kazanmıştır.“ Tuğrul, giriş kapısındaki (Orea Porta) ikonu göstererek, “ortada Meryem ana var, kucağında Hz. İsa. Sağındaki Kostantin şehri, solundaki de Justinyanus Ayasofya’yı Meryem Ana’ya takdim ediyorlar” açıklamasını yaptı. İkonları konuşturunca anlam yüklü mânâlar dile geliyor. Tam kubbenin altı, orta kısım cami haline getirilmiş. Kenarlar yine müze olarak hizmetine devam ediyor. Yabancılar, Müslümanların ibadet edişlerini rahatlıkla seyredebiliyorlar. Cami tıklım tıklım doldu. Sosyal mesafeye dikkat ediliyor. İki şey dikkatimizi celbetti. Birincisi yere serilen halı engebeli bir şekilde serilmiş. O halı oraya dümdüz serilmeliydi. Zemin çalışması yapılmamış. Bu şekliyle Ayasofya’ya yakışmamış. Halının rengi yeşil. Renk seçiminde isabet edilmiş. İkincisi de engellilere bir yer ayrılmamış. Sanki engellilere Ayasofya Camii’nde namaz kılmayın der gibi bir anlayış var. Modern Türkiye’ye böyle bir ayrımcılık yakışmamış. Dini endişe ile bu ayrımcılık yapılmış ise-kiliseye benzememe gibi- o daha da kötü. Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuyu tekrar gözden geçirmelidir. Allah’ın evinde Allah için ayrımcılık yapmak olmamalı. Allah insanları eşitlerken, kulları, ayrımcılık yapmamalıdır. Hele ibadethanelerde hiç yapmamalıdır. Denizli’de ’Hoşgeldiniz’ e gelen bir yakınıma da anlattım bu durumu. Cevaben, Camilerde sandalye olması caminin kiliseye çevrilmesi anlamına gelir. Elbette sandalye üzerinde namaz kılınmamalı. Diyanet’in aldığı bu kararı destekliyorum, sandalye uygulamasının Kur’an’da zemini yok. Oturarak, yatarak, ima ile kılınabilir ama sandalyede olmaz.” Dedi. Tamam işte o insanlar oturarak namazlarını kılabilirler, sen söyledin. “Öyle değil, sandalyesiz olarak yere oturacak, sandalyeye oturmayacak.” Kur’an böyle mi diyor. Yere oturacak, sandalyeye oturmayacak mı diyor? “Oturacak demek o demektir. Yere oturmak demektir.” Yani sen, yaşlılar ve engelliler camiye gelmesin mi diyorsun, Diyanetin kararını destekliyor musun? “Evet” destekliyorum, gelmesin, ya da yanında kendisi getirsin oturacağı tabureyi… “ Bu anlayışa göre camide ibadet yapacak olan insanların genç olması ve engelli olmaması gerekiyor. Bu anlayışa göre, vatan savunması yaparken bir azasını kaybeden gazilerimizin de camilerde ibadet yapmamaları gerekiyor. Yazık hem de çok yazık. Engelliler resmen camilerden kovuluyor. Hem de devlet eliyle. Sandalyede ibadet olmaz kararını alanlara tavsiyem empati yapmalarıdır. Bu uygulamanın adı akıl tutulmasıdır. Yetkililer bu kararlarını tekrar gözden geçirmelidirler. Ayasofya Camii’nden sonra, Unkapanı’na gittik. Orada kebapçılar sokağı varmış. Büryan kebabı yiyeceğiz. Önce bir mekâna girdik, ambiyansı hoşumuza gitmişti. Lavaboyu sorduk “4. Katta” dediler. İkinci kata indirme çalışmaları yapıyorlarmış. Bizim bildiğimiz lavabo, ya zemin katta olur ya da zeminin altında. Merdivenle 4. kata çıkmak meşakkatli bir iş. Dördüncü katta lavabo mu olurmuş. Ne kadar egoistçe bir uygulama. Türkiye’de engelli ve yaşlı kültürü maalesef oluşmamış. Hizmetler, gençler ve sağlıklı olanlar düşünülerek veriliyor. Kadim bir yaşlı ve engelli kültürüne sahip olan o koskocaman Türk kültürü, Selçuklu kültürü ve Osmanlı Kültürü 100 senede ne hale gelmiş. Herkes daha fazla kazanmanın peşinde. Hizmet anlayışı yok. Canımız sıkıldı. Oradan müsaade isteyerek ayrıldık. Yan tarafta başka bir mekâna geçtik. “Hemen girişte lavabo var” dedi. Kadınlar içinmiş. Erkekler yine 4. Katta. O mekâna oturduk. Mekân sahiplerinden Sinan Bey’in anlattığına göre “Bitlis büryan kebabı, yöresel olarak ’hevur’ denilen tekenin etinden yapılırmış. Kaya tuzu ile tuzlanıp, dilimlenerek kor haline getirilmiş tandıra konulurmuş. Sonrasında su dolu kabın üstüne çengellerle sarkıtılırmış. Üstü de hava almayacak şekilde kapatılarak buharla pişirilen yöresel bir yemekmiş.“ Oldukça lezzetliydi. Sinan Bey “bu lezzeti buradaki diğer kebapçılarda bulamazsınız” diye de kendisini biraz övdü ama. Teke aynı tekeyse ve pişirme usulü de aynı ise ne fark olabilir. Belki de haklıdır... Çamlıca Tepesi’ne çıkıp İstanbul’u seyredecektik, yatsı namazını da Çamlıca Camii’nde kılacaktık, vakit cimrilik yaptı. Biz de üstelemedik. İstirahate çekilmeyi daha uygun bulduk. Zülfikar taksi ile gitmeyi daha uygun buldu Unkapanı’ndan Üsküdar’a. O sıcakta trafiğe denk geldik. Resmen arabada piştik demek doğru olur. Taksi şoförüyle muhabbet edeyim de yol kısalsın istedim. Sohbete İstanbul trafiğinden başlayarak girdik, biraz sonra sohbet döndü dolaştı siyasete geldi. Güneydoğuya geldi, dağa çıkanlara geldi, çözüm sürecine geldi, hendek kazmanın haklılığına geldi… Şoför Bitlisli. Resmen PKK propagandası yapmaya başladı. Karşılıklı sertleşmeler oldu zaman zaman ama sonunda işi tatlıya bağlayarak ayrıldık. Fitili çekilmiş bombalar bunlar, İstanbul’un sokaklarında dolaşıyorlar. Ne zaman nerede patlayacakları belli değil. Allah Türkiyelileri esirgesin. Sabah oğlum Hureyre’yi Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan uğurladık. Uçağa binmeden 24 önce korona testi olacaktı. Yoksa uçağa alınmıyordu. Bosna-Hersek’ten beri söylenenler bunlardı. Korkulu rüyalar görmüştük yollarda. Bosna-Hersek’ten İstanbul’a kadar 1270 km’yi hiç uyumadan bu yüzden gelmiştik. Hatta Üsküdar’da bir test daha yapmıştık sıkıntı olmasın diye. 80 Euro da para vermiştik. Sabiha Gökçen Havaalanı’nda ekstra PCR testi falan istenmedi. Pasaport kontrolü yapıldı, bagajlar alındı. Yola devam edildi. Hep algı, hep algı. İnsanların iki ayağını bir pabuca sokmak. Biz oradan yola devam ettik. Hedefimiz Denizli. Osman Gazi Köprüsü’nü kullandık. Köprü hakkında söylenenlerin ne kadarı doğru ne kadarı yanlış onu da test etmiş olduk. Köprü gayet görkemli, yollar otoyol. Daha önce 10 saatte geldiğimiz Denizli’ye bu sefer 6.5 saatte ulaştık. Yolun kısalmasından dolayı yakılan benzin, arabanın yıpranması ve de zaman kaybını hesap ettiğinizde köprü pahalı değildir. Köprü İhtiyaç değildi şeklindeki propagandalara da katılmak mümkün değil. Aydın- Denizli arası otoyolu da tamamlanınca Osman Gazi Köprüsü tercih edilen güzergâh olacaktır. Öbür yol iptal edilmemiş zaten, isteyen o yolu kullanabilir. Köprü pahalıdır diye algı oluşturmanın anlamı yoktur. Yapılan güzel işler alkışlanmalıdır. Devam edecek

Berlin-Denizli Hattı (IV)

Rüştü KAM Osman Gazi Köprüsü ile girdiğimiz otoyol, bizi Aydın’a kadar ulaştırdı. Yol kaymak gibi. Size kalan sadece direksiyon hâkimiyeti. Arabanız hedefinize doğru kayıp gidiyor zaten. Aydın -Denizli arası bölünmüş yol. Otoyol çalışmaları devam ediyor. Aydın Denizli arasında, yol kenarlarına tezgâhlar kurmuşlar; incir tezgâhları, ağacından yeni koparılmış taze incirler bunlar. Tam mevsimi. İncirlerle ilgilenmesek saygısızlık olacaktı. Ağacın dalından inmişler, yol kenarına kadar gelerek bizlere tebessüm ediyorlar, boyunlarını da bükmüşler, al beni-götür der gibi… Bu kadar cilveye can mı dayanır, indik arabamızdan önce pazarlık yaptık sonra da taktık kolumuza doğru eve. Güzel bir banyodan sonra koyduk sofraya. Koyduk koymasına da herhalde biraz fazla ilgilendik incirlerle, nerede duracağımızı kestiremedik, sonrasında olanlar oldu… Saat 19:00’da kız kardeşimin evinin önündeydik. Balkonda oturuyorlarmış. Onlar bizi bir gün sonra gelecek sanıyorlardı. Sürpriz yaptık. Pür telaş aşağıya indiler. Kucaklaşma faslı sokakta başladı. Annem balkondan bağırıyor. O yürümekte zorluk çekiyor. Bagaj bir anda boşaldı. Yolculuk üzerine sorular soruldu. Cevapladık. Ee anlatın hele, Stuttgart’ta ne işiniz vardı. Oldu mu o iş… Anlaşılan merak edilen biz değiliz, Stuttgart’ın hikâyesi. Bu arada yemekler hazırlandı. Yol yorgunu olduğumuz için, sohbeti ertesi güne bırakarak odalarımıza çekildik. Ertesi gün hoş geldiniz demeye gelen misafirlerimiz vardı. Hal hatır sorma faslı bitince günlük siyasete hızlı bir şekilde dalış yaptık. “Almanya’dan Türkiye nasıl görünüyor?” şeklinde bir soru ile açıldı perde. Bu soru, takip eden günlerde başka mekânlarda da soruldu. “Özellikle Avrupa ülkelerinden Türkiye; bir diktatör tarafından halkı esir alınmış bir ülke olarak görülüyor. Halkı açlık sınırında olan bir ülke. İşsizlik almış başını gitmiş. Ekonomisi çökmüş. Komşularıyla da arası iyi değil… Böyle bir ülke Türkiye.” dedim. “Burada yaşayan sizler nasıl görüyorsunuz, gerçekten yurt dışından görüldüğü gibi midir Türkiye? “ “Fazlası var azı yok” dediler. Kafalar oldukça karışık ve öfkeliler. İktidarın Suriyeli ve Afganistanlı mültecilere yaklaşımı ilk sırada hemen masaya konuverdi. “Afganistanlılar şu anda kurtuluş savaşını veriyorlar. Türk Halkı onların yanında olmalıdır. Onlar biz kurtuluş savaşı verirken, bileziklerini, küpelerini, ceplerindeki son kuruşlarını bize gönderdiler. Biz de o paralarla İş Bankası’nı kurduk. Taliban terörist değildir. Onlar vatanının bütünlüğü için mücadele eden vatansever yiğitlerdir. Onların din anlayışlarını sonra tartışacağız. Şimdi değil. Taliban’ın din anlayışının Cübbeli’nin, Diyanet İşleri başkanlığının, tarikatların, Nihat Hatipoğlu’nun, Cevat Akşit’in din anlayışından farkı yoktur. Taliban’ın din anlayışı üzerinden Afgan halkı mahkûm edilemez.” dedim. Demesine dedim de, hepsi beraber, kuyruğuna basılmış kedi gibiler, hemen başladılar oturdukları yerde kıpırdanmaya. Bir sağa bir sola devriliyorlar. Ellerini nereye koyacaklarını bilemiyorlar, bazen de işaret parmaklarını sallayarak konuşmalarını güçlü hale getirmeye çalışıyorlar. “Mülteciler ekmeklerini bölüyormuş, onlar yüzünden işsizlik artıyormuş, tecavüzler artıyormuş, hırsızlık artıyormuş… İktidar partisi mülteci politikası yüzünden, 2023 seçimlerinde kaybedecekmiş, gitse de kurtulsak bu diktatörden…” Konuştuğum kişiler, adına Süleymancı denilen cemaate, Saadet Partisi’ne, İyi Parti’ye ve de Fetö terör örgütüne mensup kişiler veya onların yakınları. Benim akrabalarım bunlar. -“Şurada bir seneniz kalmış, Erdoğan gitti diyelim, yerine kimi koyacaksınız?”- -“Ondan sonrasına bakarız. Önce Erdoğan gitsin de sonrası kolay...” -“2000 yılında gayrisafi Milli gelir ne kadardı Türkiye’de? -“2.000 Dolar.” -“Şimdi ne kadar, yani 18 sene sonra?” -“8.000 Dolar.” -“2.000 yılında iflas etmiş bir Türkiye vardı değil mi? Hastaların, hastane masraflarını ödeyemediği için hastanelerde rehin kaldığı bir Türkiye. SSK iflas etmişti, başında Kemal Kılıçdaroğlu vardı. İlaç paralarını ödeyemiyordu hastalarına? Doğru mu?” -“Doğru.” “Aradan 18 sene geçti. Şimdi isteyen istediği hastanede ücretsiz muayene olabiliyor ve ilaçlarını alabiliyor, doğru mu?” “Doğru” -“İhtiyacı olan herkese emekli maaşı bağlanmış, işsizlik maaşı bağlanmış, eğitim üniversite dâhil olmak üzere parasız, askeri vesayet kalkmış öyle zırt-pırt aklına gelen darbe yapamıyor, savunma sanayi gelişmiş, iyi kötü isteyen herkesin altında bir arabası da var vb. Doğru mu?” “Doğru.” -“Ben anlamakta güçlük çekiyorum, siz bu Erdoğan’dan tam olarak ne istiyorsunuz? “Erdoğan’ın gitmesini istiyoruz?” Erdoğan gitti diyelim, yerine kimi getireceksiniz? “Kılıçdaroğlu var, Ekrem İmamoğlu var, Mansur yavaş var, Mehmet Şimşek var…” Bunlar önemli de değil, birisi bulunur mutlaka, ama önce Erdoğan gitsin. Neden iktidar demiyorsunuz da sadece Erdoğan diyorsunuz?” “Yolsuzluklar var, zinayı yasaklayamamış, içkiyi yasaklayamamış, ihtiyaç olsun olmasın durmadan cami açıyor. Her tarafa İmam-Hatip Lisesi açıyor, Fetö damgası vurularak haksız yere insanlar işlerinden atılmış, hapislere atılmış. Suçlu mu suçsuz mu ona bakılmıyor. Banka Asya’ya para yatırdı, Fetö’nün yurtlarında kaldı, üniversitelerinde okudu diye insanlar içeriye alınıyor. Bu insanlar suçsuz. Bundan sonra sıra Süleymancılara gelecek, ondan sonra da Adıyamanlılara. Bu adam tarikat düşmanı, din düşmanı… Anlaşılan o ki, Erdoğan düşmanlığı Erdoğan’ın Müslümanlığından kaynaklanıyor. Bir kısım insanlar Erdoğan’ın şeriat getireceğini düşünüyor bir kısım insanlar da “Erdoğan içkiyi niçin yasaklamıyor, niçin zinayı serbest bırakıyor” diyor. Velhasıl Erdoğan ne İsa’ya yaranabiliyor ne de Musa’ya. İnsanlar tamamen algıdan besleniyorlar. Yolsuzluk yapıyor şeklindeki sözler işin bahanesi, yolsuzluk konusu kendilerinin de özelliği. Türkiye’nin iflası onların yaptıkları yolsuzluklar yüzünden değil midir? Ve ben bu insanları saygı ile dinledim, sonra da onlara saygı duydum. İşlerini iyi yapan bu ‘algı üreticilerine’ saygı duydum. Çünkü çalışıyorlar, bir şeyler üreterek insanları manipüle etmesini çok iyi biliyorlar. Bu işi çok iyi yapıyorlar. Bu kadar dezenformasyona rağmen, AK Partililer ne yapıyorlar, hangi işlerle meşguller, bu algıların hafızalardan silinmesi için neler yapıyorlar diye biraz araştırdım; benim gördüğüm kadarıyla hiçbir şey yapmıyorlar, sadece algı değirmenine su taşıyorlar. Onlar şımarmışlar. Hak etmedikleri makam ve mevkileri onları sarhoş etmiş. Belediye başkanları bilbordlara resimlerini asmakla meşguller. Bu resimleri bizler üçüncü dünya ülkelerinde görürdük. Allah şımarık insanları sevmez. Zalimleri sevmez, egoistleri sevmez, paraya-pula, makama köle olanları hiç sevmez. Nankörleri sevmez. Allah sevmediği insanlara yardım da etmez. Müslümanı Peygamberimiz şöyle tarif eder; ”Müslüman, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir.” “Kendin için istediğini başkası için istemedikçe mümin olamazsın.” Peygamber böyle tanımlıyor Müslümanı. Müslüman olan bu buyrukların çerçevesinden dışarıya çıkamaz, hatta burnunu bile çıkaramaz, bırakın çıkmayı çerçeveyi bile zorlayamaz. Hem Müslümanım diyeceksin hem de Peygamberimiz’in tanımının dışında kalacaksın… Önemli bir örnek; iki sene önce de yazmıştım bugün yine yazmak durumundayım. Ben bizzat gördüğümü yazıyorum. Çöp bidonlarının ağızları 39 derece sıcaklıkta hâ açık duruyor. Bu bidonlar ülkeye mikrop pompalıyorlar. Sokaklar pislik içinde. Edirne’den Denizli’ye kadar hep böyle. Ülkenin başka yerlerindeki belediyelerin de bunlardan farklı olduğunu sanmıyorum. Can dostum Faruk Kâhya Hoca’nın babasının vefatı münasebetiyle Denizli’den Fethiye’ye gittim. Bu hüzünlü gününde yanında olmak istedim. Ona sabırlar diledim. Bir gün de misafiri oldum. Sağ olsun acılı gününe rağmen bizimle ilgilendi. Fethiye’de gezdirdi. Sahil kenarına indik, Babadağ Paragliding Merkezine çıktık. Kaya Mezarlarını gördük, fotoğraflarını çektik, âşıklar tepesine çıktık. Yanımızda mâşukumuz yoktu ama onları hayalimizde canlandırmak bile iyi geldi. Ben kendi adıma söylüyorum… Faruk Hocamın kendi elleriyle pişirdiği ve fesleğenle tatlandırdığı Kefal balığını yedik ve Berlin’de görüşmek üzere vedalaştık. Eşi Medine Hanıma ve oğlu Ramazan’a da çok teşekkür ederim. Fethiye’de de aynı manzara var, çöp bidonlarının ağzı orada da açık. Hava o gün 42 derece idi. Fethiye herkesin gözü ününde bir şehir. Ama o şehir, gelenleri güzellikleriyle değil, mikroplarıyla tanıştırıyor. Olmaz böyle bir anlayış. Ben dinin buyruklarından vazgeçtim. Onları takan falan yok zaten. Be mübarek insanlar 21. Asırdayız. Hiç mi hijyen kurallarından haberiniz yok. Bu yazımı bir ayet ve bir hadisle sonlandırayım. Tövbe Suresinin 24. Ayeti: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz/menfaat çevreniz, elde ettiğiniz mallar, kesadından korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden konutlar sizin için Allah'tan, resulünden ve Allah yolunda cihattan daha sevimli ise artık Allah, emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah, yoldan ayrılmış bir topluluğu doğruya ve güzele kılavuzlamaz." Hadis, “Öküzün kuyruğuna yapışır da cihadı ter kederseniz, Allah sizi zelil eder, ta ki tekrar cihada (iyiliği hâkim kılmak için yapılan mücadele) dönünceye kadar.“ Devam edecek…

CUMHURİYET BAYRAMINI KANÇILARYA’DA KUTLADIK BERLİN

Rüştü KAM Cumhuriyetin 98’inci yılını kutladık. Kançılaryada yaptık bu kutlamayı. Bu toplantıya Ahmet Başar Şen ev sahipliği yaptı. Önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ‘ın mesajı okundu. Anlam yüklü bir mesajdı. Daha sonra Berlin Sefiri Ahmet Başer Şen kürsüyü teşrif etti. Kendinden emin bir şekilde geldi kürsüye. Berlin’de Başkonsolosken Özbekistan Sefirliğine atanmıştı. Özbekistan dönüşünde bir süre Ankara’da misafir edilen Şen, daha sonra Berlin Sefirliğine atanmış. İsabetli bir atama olmuş. Orta Asya kültürünü arkasına alarak kürsüye çıktığı her halinden belliydi. İmam Maturidî, Hoca Ahmed Yesevî, İmam Buharî nefesiyle beslenmenin haklı gururunu yaşıyor olmalıydı. Verilen mesajların satır aralarında o nefesin gücünü hissetmek bizlere ayrı bir motivasyon oldu. Kendisini seven ve sayan tanıdık simalarla birlikte olmanın verdiği rahatlığı da görmezden gelmemek lazımdır. En az 20 Cumhuriyet Bayramı kutlamışlığım vardır Berlin’de. Bazı büyükelçiler Türkçe konuşurlardı, bazıları Almanca. Hem Almanca hem de Türkçe olarak konuşma yapan büyükelçiye fazla rastlamadım. Sefir Şen mesajını Türkçe ve Almanca verdi. Yapılması gerekeni yaptı. Ancak bizim insanımızın garip bir alışkanlığı var. Saygısızlık yapmayı marifet sayıyorlar sanki. Cumhuriyetin 98’inci yılı kutlamasına davet edilen insanlardan bahsediyorum. Belirli bir seviyeleri var bu insanların. Kimisi sivil toplum kuruluşlarında yönetici, kimisi iş adamı, kimisi basın görevlisi kimisi de Türk ve Alman makamlarında görevli kişiler bunlar. Sefir kürsüde, konuşuyor, dünyaya mesaj veriyor, Türkiye’nin sesi olarak veriyor mesajını. Dinleyen yok. Herkes birbiriyle muhabbet ediyor. Sefirin gözü önünde oluyor bütün bunlar. Ayıptır, saygısızlıktır. Be adam, 10 dakika sabret ve verilen mesajı dinle. 10 dakika, hadi 20 dakika olsun. Sen zaten oraya o mesajı almak için davet edildin. Sabredip verilen mesajı almayacaksan veya almak istemiyorsan o davete niçin geldin… Ne zaman adam oluruz, dinlemesini öğrenince… Bu derece saygılı(!) insanların huzurunda mesajını yine verdi sefir. Dinlemeyen insanlara rağmen konuşmasını tamamladı. Verilen mesaj aynen şöyleydi: “Sayın Milletvekilleri, Sayın Büyükelçiler, Kıymetli Vatandaşlarımız, Saygıdeğer Misafirler, Bu akşam Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 98. yıldönümünü hep birlikte gururla kutluyoruz. Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun! Bu en büyük bayramımızda sizleri Büyükelçiliğimizde ağırlayabilmekten büyük mutluluk duyuyorum. Bugün ayrıca, daha önce Başkonsolos olarak görev yaptığım Berlin’de bu kez Büyükelçi sıfatıyla bu kutlamaya ev sahipliği yapmanın heyecanını ve kıvancını yaşıyorum. Türk milleti için bu en anlamlı günde, coşku ve mutluğumuzu paylaşan tüm misafirlerimizi saygı ve muhabbetle selamlıyorum. Kutlamamızı esasen arzu ettiğimizden daha az sayıda katılımla gerçekleştirebiliyoruz. Çünkü pandemiyle mücadelede katedilen olumlu mesafe bayramımızı kutlamamıza imkân verse de, bulaşma riski ve kısıtlamalar maalesef devam ediyor. Keza Resepsiyonumuzun saati, süresi ve içeriğini, ikramlarımızın miktar ve tarzını, pandemi şartlarını düşünerek saptadık. Tedbirlerimizi anlayışla karşılayacağınızı umuyorum. Kıymetli Misafirler, Cumhuriyet, Türk milletinin Atatürk önderliğinde verdiği benzersiz mücadelenin, onurlu duruşun, vatan sevgisinin, egemenlik ve bağımsızlık iradesinin ortaya çıkardığı bir eserdir. Bu eser, milletine güvenen, geleceğe özgüvenle bakan, heyecan ve şevkle çalışan o neslin bugünkü nesillere, bizlere armağanıdır. Bugün, Cumhuriyetimizin kurucuları olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile dava arkadaşlarını, vatanımızın bağımsızlığı, birlik ve bütünlüğü uğruna canlarını feda eden aziz şehitlerimizi, istiklal ve egemenliğimiz için her şeylerini ortaya koyan kahraman gazilerimizi derin minnet duygularımızla anıyoruz. Cumhuriyetimizin kurulduğu 29 Ekim 1923 tarihi, Türk Milleti için bir dönüm noktasıdır. Cumhuriyet vizyonuyla, sadece ülkemizin siyasi, ekonomik ve sosyal altyapısı değil, milletimizin kaderi yeniden şekillenmiştir. Uzun savaşların yakıp yıktığı topraklarda, imkânsızlıklar içinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, milletlerin hayatında kısa denebilecek bir sürede modern bir devlete dönüşerek bugünkü seviyeye ulaşması, örnek bir başarı ve gurur tablosudur. Cumhuriyet aynı zamanda bir modernleşme projesidir. Aklı, bilimi, demokrasi anlayışını, hukukun üstünlüğünü ve eşitlik ilkesini merkeze alan Türkiye Cumhuriyeti, her zaman çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkmayı hedef edinmiştir. Cumhuriyet deneyimimizin en gurur verici sıçramalarından biri kuşkusuz kadın-erkek eşitliğini sağlaması, kadınlarımızı toplumsal hayatta hak ettikleri yere getirmesi olmuştur. Türk kadını pek çok ülkeden önce medeni haklara kavuşmuştur. Bugün hayatın her alanında kendine güvenen, yetenekli, başarılı kadınlarımızı en üst konumlarda görmekten büyük mutluluk duyuyoruz. Cumhuriyet, geniş çaplı bir eğitim atılımını da hayata geçirmiştir. Latin harflerini esas alan Türk alfabesinin 1928 yılında kabulü, bu atılımın temelini oluşturmuştur. Türkiye’yi daha aydın, daha güçlü ve müreffeh bir geleceğe ancak iyi eğitimli yurttaşların taşıyabileceği anlayışı, Cumhuriyet tarihimizin şiarı olmuştur. Türkiye 98 yıllık Cumhuriyet tarihinde büyük dönüşümleri ve kalkınma atılımlarını başarıyla hayata geçirmiştir. 98 yıl önce 13 milyon olan nüfusu bugün 85 milyondur. 98 yıl önce okuryazarlık oranı %15 civarındayken bugün %98 okuryazardır. Bugün, 25 yaş üstü nüfusumuzun 5’te birinden fazlası üniversite mezunudur. Yükseköğretim kurumlarımızda 8 milyonu aşkın öğrenci kayıtlıdır. Ve en önemlisi, yükseköğretimdeki kız öğrenci oranı yüzde 49’u yakalamıştır. Üniversitelerimizde 10 bini aşkın profesörümüz arasında kadınların oranı yüzde 32’nin üzerindedir. Bu oranlar örneğin AB ülkeleri ortalamalarının oldukça üzerindedir. Cumhuriyet, Türkiye’nin ekonomik dönüşüm ve gelişiminin de itici gücü olmuştur. Türkiye, halkına daha yüksek yaşam standartları sunan, müreffeh toplumlar arasında yerini almıştır. 1923’te tarım ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti önce sanayisini geliştirmiş, son yıllarda ise küresel dönüşümle uyumlu biçimde bilgi toplumuna yönelmiştir. Günümüzde Türkiye, genç, üretken ve çalışkan nüfusu, benzersiz coğrafi konumu, güçlü dijital altyapısıyla ciddi bir ekonomik potansiyeli barındırmaktadır. Dünyanın farklı coğrafyaları için bir cazibe, çekim merkezidir. Artık göç veren değil, göç alan bir ülkedir. Bu duygu ve düşüncelerle, bu anlamlı günümüzde davetimize katıldığınız için hepinize tekrar teşekkür ediyor, Cumhuriyetimizin kurucusu büyük devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk ile dava arkadaşlarının, Cumhuriyetimizin bekası için canlarını feda eden şehitlerimizin, bu uğurda her şeylerini feda etmeye her daim hazır gazilerimizin huzurunda bir kez daha derin saygı, sevgi ve minnetle eğiliyorum. Teşekkür ederim.”

Berlin-Denizli Hattı (V)

Rüştü KAM Dört haftalık izin süresi bitti. Berlin’e dönüyoruz. Berlin’e vardığımızda dostlarımıza anlatacak yeteri kadar yaşanmışlıklarımız var. Çam sakızı çoban armağanı kabilinden hediyelerimizi de aldık. Akşamdan arabamıza yerleştirdik. Annem iki gün önceden başladı ağlamaya. Oysa kalbinde pil var, heyecan yapmaması lazım. Anne yüreği bu dinler mi, ağlıyor işte, hem de hıçkıra hıçkıra. Yaş 99 olmuş. Ölüm oldukça yaklaşmış onu biliyor. Bir daha görüşemeyeceğimizden emin gibi. Salı sabahı annemle uzun süre sarıldık birbirimize, sonra vedalaştık. Gözyaşlarımız sel olmuş akıyor. Gurbet böyle bir şey. Sevgilileri birbirinden acımasızca ayırıyor. İki sene önce hayat arkadaşımı uğurlamıştım asıl Sevgilisi’ne. Daha onun yokluğuna alışamamışken, şimdi sıra Anama gelmiş galiba. Yüreğim acıyor. Yerinden çıkacakmış gibi çarpıyor. Dün mezarı başındaydım eşimin. Vedalaşmak için gitmiştim. Hatıralarımızı canlandırdık. Kırk altı yıllık beraberliğin hatıralarını. Mezarının üzerindeki gülleri sularken geçti o yıllar hayalimden. O beni dinliyordu. Beni duyuyordu. En azından ben öyle düşünüyordum. Uzun süre sohbet ettik. Hani demiş ya şair “acılardan al ilacını” diye. Bundan sonra böyle olacak. Ağlayan taraf, acı çeken taraf hep ben olacağım. İlacımı acılarımdan alacağım. Ancak benim kalbim de bu acılara bir gün yenik düşecek ve stop diyecek. Taş değil ya bu. Sevgililerimin sevgisi mutlaka beni zehirleyecek. Belki de bu acılar olgunlaştıracak beni. Ateş çayı nasıl demlerse, yiğidi de gam öyle olgunlaştırırmış derler. Kardeşim ve eniştemle, bacanaklarım ve baldızlarımla bir gün önceden vedalaşmıştık. İstanbul’a geldiğimizde saat 22:00 idi. Otelimiz Sultan Ahmet Camii’nin hemen arkasında. Ertesi günü rehber eşliğinde, önce Balat; Demir Kilise, Mihrimah Camii, Kariye Kilisesi, Fener Rum Patrikhanesi… Patrikhanede sordum oradaki görevliye: ‘Ajanlık yaptığı gerekçesiyle Patrik, burada kapının önünde Osmanlı İmparatorluğu yetkilileri tarafından asılmış ve o günden beri o kapı kapalıymış. Patriğin muadili bir Türk görevli orada asılmadan o kapı açılmayacakmış bu bilgi doğru mudur?’ “Evet doğrudur.” Dedi. Rehberimiz Tuğba bu bilgi karşısında şaşırdı. “Gerçek mi bu?” sorusunu sormaktan kendisini alamadı. Kapının fotoğrafını çektik ve oradan ayrıldık. Sonrasında Çamlıca Camii ve akşam da tekne turu. Dolu dolu geçen bir gün oldu Çarşamba günümüz. Perşembe saat 13:00 te Kapıkule’deydik. Türkiye ile vedalaştık. Bulgaristan’ı rahat geçtik. Ancak Sırbistan girişinde o sıcakta 2 saat öylece bekletildik. Muamele yapmadılar. Klakson çalarak yapılan protestolara aldıran bile olmadı. İşkence yapmaktan zevk alan bir millet. Srebrenitsa’da 8.000 Boşnak Müslümanı katleden millet, o millet değil miydi?. Gece yolculuk yapmak âdetim olmadığı için, Sırbistan’da otelde konakladık. Ertesi günü kahvaltıdan sonra yola devam ettik. Hırvatistan girişinde rasgele yapılan gümrük kontrolünde piyango bana çıktı. Bavullarımızı didik didik aradılar. Aradıkları ne ise bulamadıkları için sinirlenmiş olmalılar ki, hediye olarak aldığım lokumlara el koydular. İki kişi olduğumuz için ancak iki kilo lokum geçirebilirmişiz. Bizim lokumlar yarımşar kiloluk 12 paket. Bu durum Avrupa Birliği Gümrük mevzuatına aykırı imiş. Ben o iki kiloyu da almadım buyurun hepsi sizin olsun dedim ve Hırvatistan’a giriş yaptım. Girişlerde Almanya hariç hiçbir ülke bize korona aşısını sormadı. Lokumlarıma el koyan Hırvatistan dâhil. Ne anladım ben bu tatilden; Bosna-Hersek, Sırbistan ve Hırvatistan gümrüklerindeki çektiğimiz sıkıntıları yok sayarsak güzel ve anlamlı bir tatil yaptık. Her şeyden önce oğlum Zülfikar’ın uzun yola dayanıp dayanamayacağını test ettik. Allah’a şükür hiçbir sıkıntı çekmeden gidip geldik. O bu tatilden oldukça mutlu oldu. Dolayısıyla ben de mutlu oldum. Türkiye dört mevsimin tam olarak yaşandığı harika bir ülke. Meyve, sebze açısından çok zengin. Mutfağı da çok zengin. Gerçekten yaşanacak bir ülke. Bugünkü Türkiye 30 sene önce olsaydı Almanya’ya gelmemize gerek olmazdı. Bunu Almanya’yı kötülemek için söylemiyorum. Türkiye’nin geldiği noktayı belirtmek için söylüyorum. Devlet daireleri son teknolojiyi kullanıyor. Fizik mekânlar pırıl pırıl, tertemiz. Kapalı mekânların aksine çevre temizliğine o kadar önem verilmiyor. Sokaklardaki çöp bidonlarının ağzı açık mikrop saçıyor. Birkaç kişiye konuyu açtım, aldırmadılar, halkı ilgilendirmiyor çöp bidonları. Ağzı açıkmış kapalıymış, mikrop saçıyormuş onları ilgilendirmiyor. Halkı ilgilendirmeyen şey belediyeyi niçin ilgilendirsin ki… Benim oturduğum semt Pamukkale belediyesinin sınırları içinde. Düzensiz bir ilçe, yapılaşması da öyle. Pislik almış başını gidiyor. Belediye başkanı fotoğraflarıyla Billboardlarda boy göstermekle meşgul. İnsan kalitesi maalesef çok kötü. Genellemek mümkün değildir elbet ama yine de çok kötü. İnsanlar şımarık. Tamamen dünyevi kaygı içindeler. Alamadım-veremedim, yetiştiremedim gibi doyumsuzluğu anlatan kavramları kullanıyorlar. Gözlerini hırs bürümüş, neredeyse kendi kanlarında boğulacaklar. Denizli’de işsizlik yok. İşi beğenmeme verilen ücreti az bulma var. Aldıkları ücreti hak ettiklerini de sanmıyorum. Esnafla konuştum, sürekli iş değiştirenlerin sayısı oldukça fazlaymış. Irkçılık almış başını gidiyor. Afganistanlılar ve Suriyeliler günah keçisi olarak görülüyor. Onlar olmasaymış, işverenler onlara yüksek maaş verebilirmiş. Onlar gelmiş, ücretleri düşürmüşler. Mütedeyyin Müslümanlar da aynı görüşte. Paylaşımcılık, düşenin elinden tutmak, empati yapmak gibi sıfatlara sahip olanların sayısı oldukça az. Bir araya gelince, tarih, kültür, çocuk eğitimi, yardımlaşma, din ve sahip olunan kültürel değerler üzerine konuşamıyorsunuz. Kimse bu değerlerle ilgilenmiyor. Ya mal mülk konuşuluyor, ya da politika, spor da var. Sevgi-saygı gibi kavramlar tedavülden kalkmış. Manevi değerler o kadar önemli değil. Irkçılık konusunda sağcısı da, solcusu da mütedeyyin Müslümanı da aynı görüşteler: Göçmenler ülkelerine gitsinler. Niçin orada kalıp ta ülkeleri için savaşmıyorlar gibi anlamsız ve egoistçe bir cümle kurabiliyorlar. Empati yapmıyorlar, yapsalar anlayacaklar. Hırsızlığın, işsizliğin, tecavüzlerin faturası hep o garibanlara kesiliyor. Burası Türkiye bu halk ta Müslüman Türk halkı, Müslümanların yaşadığı bir ülke burası… Partizanlık almış başını gidiyor. Herkesin bir partisi var. Din gibi inanmışlar partilerine. Din konusunda o kadar hassas değiller, sıra partiye gelince aslan kesiliyorlar. Partilerinin yaptığı yanlışlara mutlaka bir sebep bulabiliyorlar. Aynı sebep öbürü için geçerli olamıyor. Bu kadar da olmaz diyorsunuz. Ama olmuş, görüyorsunuz. , İktidar partisi ne yaparsa yapsın muhalefettekiler için yanlış: Hastane yapmak yanlış, yol yapmak, köprü yapmak, okul yapmak, ihtiyaç sahiplerine maaş bağlamak, savunma sanayinin güçlenmesi, şahsiyetli dış politika hep yanlış. Onlara göre bu yapılanların hepsi oyların artırılması için yapılıyor. Algı oluşturmak için bütün kanallar çalıştırılıyor. Başarılı da oluyorlar. İktidarda olanlar da oldukça şımarık. İktidarın nimetlerinden alabildiğince istifade ediyorlarmış. Hangi parti olursa olsun belediye de söz sahibi ise, o belediyenin imkânlarından nemalanmayan yok diyorlar. Dindar olduğunu söyleyenlerle dine tavır koyanlar aynı işi yapıyorlarmış. Yolsuzluk, alavere dalavere. Sadece grupları farklı. Birisi A grubundan öbürü B. Bitti…

10 KASIM 2021 MUSTAFA KEMAL

1881’den 10 Kasım 1938’e doğru; Mustafa Kemal’den Atatürk’e Yürüyüş Rüştü KAM -“Bütün dünyanın Müslümanları Allah’ın son peygamberi Hz. Muhammed(S.A.V)’in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm Müslümanlar Hz. Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli İslam’ın hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira, ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.“- 10 Kasım’da Mustafa Kemal Atatürk gözlerini hayata yumdu. Arkasında bıraktığı iyi ve kötü hatıralarıyla Yaradan’ına kavuştu. Bize düşen yaptığı iyi şeyleri hatırlayarak onu yâd etmek. Yaptığı yanlış şeyleri de göz ardı etmeden tarihi süreci gözden geçirmektir. Bir özelliğimiz daha vardır biz “ölülerimizi hayırla yâd ederiz.“ Bir başka özelliğimiz daha vardır, ölülerimizin egemenliğiyle yaşamayız, onların yaptıklarından ibret alarak kendi egemenliğimizi kurarız. Kimmiş Bakalım Mustafa Kemal Atatürk: O, Selanik’te doğdu. Babası 15.YY’da Anadolu'dan bölgeye göç etmiş olan Kocacık Yörüklerindendir. Annesi de Karaman yörüklerinden. Mustafa Kemal, bu çiftin çocuğu olarak 1881 yılında Selanik'te doğmuştur. Selanik Askerî Rüştiyesinde okumuştur. Matematik öğretmeni tarafından kendisine Mustafa ismi verilmiş ve ondan sonra Mustafa Kemal olarak anılmıştır. 1898'de Manastır Askeri İdadisinden mezun olmuş. 1899'da İstanbul'da Mekteb-i Harbiye-i Şahaneye girmiş. 1902 de Erkan-ı Harbiye mektebine kaydolmuştur. 1905 te kurmay Yüzbaşı rütbesiyle de mezun olmuştur. Mezuniyetinden hemen sonra Suriye başta olmak üzere Osmanlı topraklarında değişik görevlerde bulunmuştur. Mustafa kemal 1915 te Çanakkale’dedir. 1917 yılında Veliaht vahdettin ile birlikte Almanya’ya gider. Bu yolculukta Vahdettin Mustafa Kemal’i çok iyi tanır. 1919 yılında da Vahdettin tarafından Anadolu’da görevlendirilir. “Paşa, paşa, şimdiye kadar devlete birçok hizmetler ettin. Bunların hepsi bu kitaba girmiştir. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa devleti kurtarabilirsin!“ Kendisiyle birlikte bir heyet İngiliz işgal kuvvetlerinden alınan vizeyle Anadolu’ya gönderilir. 5.000 altında yanlarına koyar. Vahdettin’in Mustafa Kemal’den istediği Anadolu direnişini başlatmasıdır. Direniş Kurtuluş Savaşıyla sona erer. Anadolu düşmandan temizlendikten sonra Vahdettin kısa süreliğine İstanbul’dan uzaklaştırılır. Ancak bir daha geriye döndürülmez. Kendisine ihanet edilmiştir. Daha sonra Vahdettin hatıralarında bu konuyla ilgili “ona çok güvenmiştim“ ifadesini kullanacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1923 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı 17’inci Türk devleti olarak tarihte yerini almıştır. Sıfırdan bir devlet kurulmamıştır. 17 milyon insan gökten de indirilmemiştir. Bu tarihten sonra Mustafa Kemal, Mustafa Kemal Atatürk olmuştur. 1938 de vefat etmeden 15 gün önce de Türk Halkı’na şöyle bir vasiyette bulunmuştur. “Bütün dünyanın Müslümanları Allah’ın son peygamberi Hz. Muhammed(S.A.V)’in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm Müslümanlar Hz. Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli İslam’ın hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira, ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.“ “Mustafa Kemal bu mesajı Başbakan ve Dışişleri Bakanı vasıtasıyla dünyaya açıkladı. Atatürk’ün bu mesajı kendisinin ne kadar dindar ve gerçek Müslüman olduğunu açıkça gösteriyor. Onun için büyük öndere olan sevgimiz, saygımız ve bağlılığımızı ispatlamak için bu mesajı hatırlamalıyız. Atatürk’ün ruhunu şad etmek istiyorsak son sözlerine göre hareket etmeliyiz. Doğrusu Büyük Türk Liderinin son mesajı Müslümanlar için yeni bir hayatın müjdesi olabilir. Müslümanlar Atatürk’ün sözlerine uyarak hem dünyada hem ahirette yüksek mertebeye erebilirler.” (Urduca yayınlarda Atatürk. Prof. Dr. Hanif Fauk. Ankara Üniversitesi Dil tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları. No:288. S.102) Ne zaman adam oluruz; geçmişimizi adam gibi öğrenerek ve tüm ön yargılardan uzaklaşıp gerçekler eşliğinde kendimiz olarak hayatımıza yön vermeye başladığımız zaman. Selam ve dua ile.