26 Nisan 2022 Salı

BERLİN'DEN YÜKSELEN ÇIĞLIK ZEKAT 2022

Ha-ber.com internet sayfasındaki köşemde 2011 yılında zekât konusunu işlemişim. Aradan 11 sene geçmiş. Bu sene o yazıyı aynen önemine binaen tekrar istifadenize sunuyorum. Çünkü yazıya ilave edilecek fazla bir şey yok. Müslümanlarda bir değişme, gelişme olmuş mu, ona birlikte bakalım. Allah’ın mal mülk verdiği, zengin kıldığı Müslümanlar ne âlemde bir görelim. Sadece, davetlerde fotoğraf çektirmekle mi meşguller, yoksa bu 11 sene zarfında üç tane de olsa bazı kurumların altına imza koymuşlar mı, bakalım: MADDEYE TAMAHKÂR OLMAMAK LAZIMDIR Ramazan ayının içindeyiz. Bu ay Kur’an’ın indiği aydır. Bu ay kendimizi, bizlere helal kılınan yiyeceklerden, içeceklerden ve de helalimizden tutmamız gereken aydır. Bu ay reddi kelam etmemiz gereken aydır. Bereketli bir aydır. Oruç ayıdır. Oruç, bizden önce gelenlere de farz kılınmıştır. Amaç arınmaktır. Kişinin kendisini eğitmesidir. Aç kalarak, susuz kalarak ve de cinsellikten uzaklaşarak, reddi kelam etmesidir. Buyruk böyledir. “ Ey imân edenler, oruç sizden öncekilere yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındığı gibi, size de yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındı. Umulur ki, Allah'a sığınarak emirlerine yapışır, günahlardan arınır, azaptan, sağlığınızın bozulmasından, hastalıklardan korunur, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarınıza ve özgürlüklerinize sahip çıkarak şahsiyetli davranır, dinî ve sosyal görevlerinizin bilincinde olursunuz. (2/183 Bakara Suresi, çeviri; Ahmet tekin) Ayrıca, zekâtlar, fidyeler, fitreler ve mali yardımlar da genellikle bu ayda verilir. Mali yükümlülükler de kişinin eğitimiyle ilgilidir. Mali yükümlülükler konusunda Müslüman bilinçli olmalıdır. Müslüman sadaka olarak sayılan bu yardımları nereye ve niçin verdiğinin şuurunda olmalıdır. Zekâtın nerelere verileceğini özellikle madde madde sayarak belirleyen Allah, miktarını belirlememiştir. Yerel otoriteler tarafından belirlenmesi öngörülmüş olmalıdır. Peygamberimiz tarafından belirlenen miktar %2.5 iken bugün bu miktar yukarıya doğru çekilmelidir. %5 olmalıdır %10 olmalıdır. Buyruk şöyledir: “Zekât malları ancak; temel ihtiyaçlarını gideremeyen yoksulların, hiç çalışamayacak durumdaki hasta, yatalak, yaşlı, özürlü ve benzeri düşkünlerin, Zekât toplamak ve dağıtmakla görevli memurların, İslâm’a yeni giren veya girmesi umulan kişilerin, yani gönülleri İslâm’a ve Müslümanlara ısındırılması gereken kimselerin, Başkalarının boyunduruğu altında ezilen işçi, hizmetçi, esir ve kölelerin, meşrû yöntem ve amaçlarla borçlanmış olup da, elinde olmayan sebeplerle sıkıntıya düştüğü için, acil paraya ihtiyacı olanların, Allah yolunda çarpışan mücahitlerin, İslâm’ı anlamak, öğrenmek, öğretmek, duyurmak için yola çıkmış ama ihtiyaç içinde olanların, Ve evinden yurdundan uzak düşmüş, memleketine dönemeyecek şekilde yolda kalmış kimselerin hakkıdır. Bu düzenleme, bizzat Allah tarafından konulan ve hepinizin uyması gereken bir yasadır. Allah, her şeyi bilendir; sonsuz ilim ve hikmetiyle en mükemmel kanunları koyan bir hakîmdir. O hâlde, gücünüz yettiğince bu yasaları uygulamalı, birtakım çıkar hesaplarıyla buna engel olmaya çalışan ikiyüzlüleri iyi tanımalısınız.” 9/60 Tevbe Suresi, çeviri; Mahmut kısa). Ancak Müslümanlar bugün zekât verilecek yerleri tek maddeye indirmişlerdir. Birinci ve ikinci maddeyi birleştirerek yapmışlardır bunu. Diğer 6 madde sanki gizli bir el tarafından sansürlenmiştir. Kur’an’ın detaylandırarak anlattığı zekât, mümkün olduğunca yaşanılan yerin (Berlin’in) dışına da çıkarılmamalıdır. Müslüman önce bulunduğu çevredeki insanlardan sorumludur. Buyruk şöyledir: “Başkaları için ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: “İyilik/hayır umarak yapacağınız harcama, [önce] ebeveyninize, yakın akrabanıza, yetime, muhtaca ve yolcuya aittir; her ne iyilik yaparsanız mutlaka Allah onu çok iyi bilir.” (2/Bakara Suresi 215, çeviri; Muhammed Esed) Dolayısıyla yardımlarınızı yaşadığımız yerin dışına çıkarmak için kapımıza gelenlere sakın itibar etmeyelim. Kim olursa olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmeyelim. Bugünlerde yardım kuruluşları, duygularımızla hareket etmemizi sağlayacak broşürler yayınlamaya başladılar. Televizyonlara reklamlar veriyorlar, el ilanları dağıtıyorlar, Afrikalı çaresiz insanların fotoğraflarını broşürlere basarak duygularımızı tetikliyorlar/sömürüyorlar. Hergün, yerden pıtrak (Kırlarda yetişen yabanî otun dışı dikenli tohumu) biter gibi yardım kuruluşları çıkıyor ortaya. 50 yıldır böyle yapıyorlar, hele son senelerde bu yoldan geçinenlerin sayısı daha da fazlalaştı. Lütfen sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Geleceğimizi düşünelim, çocuklarımızı düşünelim. Yardımlarımızı öncelikle kendi çocuklarımızın geleceği için yapalım. Onların kimliklerini korumak için yapalım. Sorumluluk bilincidir insanı olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı bu bilinçle yapalım. Görev bilinciyle hareket edelim. Yardım kuruluşlarının, kira paraları, personel maaşları, verdikleri reklamların paraları verdiğiniz yardımlarınızdan karşılanıyor, bunu bilesiniz. Bu yardımların ne kadarı yerine ulaşıyor onu da bilmiyoruz. Yardım kuruluşlarının topladıkları paraların ortalama hesabını yaparak çıkalım yola, bakalım ne işe yaramış bugüne kadar onlara verdiklerimiz: Bütün Almanya’yı hesaba dahil edelim ve hesabı sadece Türkiyeliler üzerinden yapalım. 4 milyon insanımız yaşıyor Almanya ‘da. 3 milyon insanımızı bir kenara bırakalım ve bir milyon insanımızı esas alarak hesabımızı yapalım. ALMANYA’DA TAHMİNİ OLARAK YILDA BİR MİLYAR EURO TOPLANIYOR Yardım kuruluşlarına verilen bağışları; zekât, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 € olarak hesaplayalım. 1.000.000×100=100 milyon € yapar. Bu hesaptan yola çıkarsak son on yılda 1 milyar € toplanmış demektir. Bu bir milyar € genel olarak Afrika ülkelerine gönderildi, Filistin’e, gönderildi, Irak’a, Suriye’ye gönderildi, Afganistan’a gönderildi hâlâ da gönderiliyor. Şimdi sonuca bakalım; Filistin’i ayağının üzerine kaldırabildik mi, kaç tane Afrika ülkesini açlıktan kurtardık, kaç tane Afrika ülkesi bizim yardımlarımızla ayağa kalktı, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle sorunlarını çözdü? Yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği gibi, her geçen gün kervana bir başka ülke daha katılıyor… Unutmayalım bu yardımların birkaç mislini onlara Birleşmiş Milletler (BM) de yapıyor. Avrupa ülkeleri ve İslâm ülkeleri de yapıyor. Buna rağmen o ülkelerde problemler azalacağı yerde artıyor. Şimdi Suriye çıktı sahneye. Yine keselerimizin ağzını açtırdılar bize. Yarın bir başkası çıkacak. Emperyalist ülkeler bir bahane uydurarak önce oradaki insanları bombalıyorlar. Evsiz yurtsuz bırakıyorlar. Sonra da Müslümanlara değişik isimlerde yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. Paralar, bilezikler, yüzükler, küpeler dolduruluyor torbalara. İhtiyaç gösterilen yerlere o paralar gönderiliyor. O paralarla silahlar alınıyor, mühimmat alınıyor. Silahları satan emperyalistler, alanlar ise genelde Müslüman ülkeler, gruplar. Öldüren de Müslüman öldürülen de. Onlar birbirlerini daha iyi öldürsünler (!) diye yardım kuruluşlarına yardım edenler de Müslümanlar. Filistin’e, yıllardan beri yardım gönderilir. Bitti mi Filistin meselesi? Duruldu mu sular? Küçücük Filistin’de iki tane grup var. El-Fetih ve Hamas. Kendileriyle didişmekten düşmanlarına karşı ortak tavır bile alamıyorlar. Çünkü kendi içlerindeki silah tüccarları o savaşın bitmesini istemiyorlar. Perde arkasında dönen dolapları görmek lazım. Avrupa’da yaşayan bizlere ne Türkiye, ne de Birleşmiş Milletler elini uzatıyor, ne de içinde yaşadığımız Avrupa ülkeleri. Oysa aynı Türkiye Somali gibi dünyanın başka ülkelerine yardım gönderiyor. BM de yardım gönderiyor oralara. Bizlere sahip çıkan yok. Bizim kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Hesabı Allah önce çocuklarımızdan başlayarak soracak bize. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz! O ateşin başında, acımasız/sert, güçlü, Allah'ın kendilerine emrettiğine karşı gelmeyen, emrolunduklarını yerine getiren melekler vardır. ”(66/ 6 Tahrîm Suresi, çeviri; Bayraktar Bayraklı) Sadece çocuklarımızın karnını doyurmakla bu azaptan kurtulamayız. Onların ruhlarını da doyurmamız gerekiyor. Onları kimlikli bir nesil olarak yetiştirmeliyiz. Hz. Ali der ki: ”Çocuklarınızı yetişkin olarak bulunacakları çağa göre yetiştirin.” Çocukları yetiştirmek için müesseseler kurmalıyız. Çocuk yuvalarından başlamalıyız işe. Müfredâtının hazırlanmasında dahlimizin olabileceği bir yuvadan bahsediyorum. Teşvikler alarak, para kazanmak için açtığımız yuvalardan değil. Kültür merkezleri kurmalıyız. ÖLÜM HAKTIR, DÜNYA FANİDİR İnsan geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır. Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmanız yeterli olacaktır. Yol haritasını vermiştir ALLAH elimize. Bu yolda, yol işaretlerine dikkat ederek yürümek gerekir. Berlin’de yaşıyoruz. Aradan tam 50 yıl geçmiş. Bu kadar yılda elde ettiğimiz tecrübeler ve birikimler bizleri hata yapmaktan alıkoymalıdır. Biz güzel olmak istemiyoruz, güzeli görmek istiyoruz. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O`nun yoludur. Gerisi angaryadır. AFRİKA ÜLKELERİNİ MÜSLÜMANLAR FAKİRLEŞTİRMEDİ Afrika ülkelerini Müslümanlar, halkı Müslüman olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o insanların elinden ekmeğini. Emperyalistler, ekmeğini elinden aldığı insanların karınlarını da Müslümanlara doyurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta her iki durumda da kârlı çıkan onlar oluyorlar. Müslümanlar da işin bu taraflarını hesaba katmadan dolmuşa binerek kısa yoldan Cennetin(!) yolunu tutacaklarına inanıyorlar, o kadar inanıyorlar ki; kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor. “Ben bu sene zekâtımı, kurbanımı Filistin’e gönderdim, Suriye’ye gönderdim, Irak’a gönderdim…” diye tafralarından yanlarına yaklaşılmıyor. Çocuklarınızın durumu nasıldır diye sormaya gerek bile yoktur. Nasıl olduğu bellidir. BİZİM ÇOCUKLARIMIZA KİM SAHİP ÇIKACAK Anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler, “Yakıtı insanlar ve taşlar/putlar olan Cehennem azabı (66/6 Tahrim Suresi, çeviri Mustafa Öztürk)” ndan korkan bizler: Çocuklarımızın durumu bu kadar vahimken, göz önündeyken, bu vurdumduymazlık niyedir. Müslümanlar yukarıda hesabını yaptığımız parayı Almanya’da bıraksalardı; bugün Almanya İçin Altarnatif (AFD) Partisi ve Sarrazin gibiler kendilerine malzeme bulamayacaklardı. Adımız göçmen olmayacaktı, yabancı olmayacaktı. Sahibimiz buyurur ki: “Allah, pisliği, aklını kullanmayanlar üzerine bırakır.”(10/100 Yunus Suresi, çeviri; Yaşar Nuri Öztürk) PİSLİK; -kaos demektir, -anarşi demektir, -aşağılanma demektir, -tepelenme demektir, -kölelik demektir, -açlık demektir, -sefalet demektir, -gözyaşı demektir, -kan demektir… Halkı Müslüman olan ülkeler pislik içindedirler bugün? Görevlerini yerine getirmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları zenginlikleri Müslümanların kalkınması için yatırıma dönüştürmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları paralarını emperyalistlerin bankalarına koyarak onları zenginleştirdikleri için bu böyledir. BU PARALARLA ALMANYA’DA NELER YAPILABİLİRDİ -Bu paralarla vakıflar kurulurdu. -Bu vakıflar aracılığıyla üniversite öğrencelerine hatırı sayılır burslar verilirdi. -Yine üniversite öğrencileri için yurtlar açılırdı. Üniversiteyi bitirenlerin doktora yapmaları teşvik edilirdi, -Hastaneler yapılırdı. Müslümanların hastaneleri, kilise hastaneleri gibi, -İslâm’ın tanıtımı amaçlı, aşevleri kurulurdu; böylece parklardaki, köprü altlarındaki insanların midesine sıcak çorba inerdi. -Ehl-i Kitab’a yönelik İslâm’ı tanıtıcı programlar düzenlenir, çalışmalar yapılırdı. -Araştırma merkezleri, enstitüler kurulurdu. -Çocuk yuvaları açılırdı. -Kamu yararına çalışan dernekler desteklenirdi. -Tercüme büroları açılarak ihtiyaç duyulan eserler Almanca’ya çevrilirdi. Almanca’dan da Türkçe’ye. -Çocukların ve gençlerin bilinçlenmesine vesile olacak, bilgi ve görgülerini artıracak, onların tarih bilincini geliştirmek kültür ve araştırma gezileri düzenlenirdi. -Türkçe dil kursları açılırdı, -Uygun olan yerlere minareli camiler, kültür merkezleri yapılırdı; böylelikle Müslümanlar fabrika binalarından, arka avlulardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlardı; dinlerini bodrumlara hapsetmezlerdi. -Ve tüm bu kurulumlarda çalışacak olan personelin maaşı da, yine bu fondan karşılarlardı. -Gazete çıkarılırdı, dergi çıkarılırdı, haber ajansları kurulurdu, televizyon kanalları kurulurdu, radyo yayın merkezleri kurulurdu v.b. Böylelikle zekât ayetinden sansürlenen o 6 madde de işlerlik kazanırdı. SONUÇ: 1-Allah bize öncelikle kendi neslimizden hesap soracaktır. Berlin’de, Almanya’da yaşayan neslimizden hesap soracaktır. Ehl-i Kitap’la olan ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap Ehli’nin; “Ya Rabbi bu Müslüman kulun 40 sene bana komşuluk yaptı ve bir gün olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı. Kurbanını Afrika’da kesti, zekâtını fitresini Afrika’ya gönderdi, ben kurbanda sadece kan gördüm, boğaların vahşice boğazlandığını gördüm. Bunlar yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı baştan çıkardı bu komşum, ben bu kulundan şikâyetçiyim” derse kimse yakasını kurtaramaz Yüce Yaratıcı’nın elinden. Çünkü Kur’an, yardımların en yakınından başlayarak yapılmasını ister. Ehl-i Kitap’a da çok önem verir. 2-Afrika halkı, Asya halkı, Arap halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadırlar ama bu duruma durup dururken gelmediler. Allah onlara yeraltı ve yer üstü zenginlikleriyle donattı. Onlar kendi zenginliklerine sahip çıkmadılar/çıkamadılar. Devlet iyi yönetilmedi. Halk da kötü yönetimlere zamanında müdahale etmedi. Kıtlığın altında yatan şey, kuraklık gibi doğal afetler değil. Bunlar tetikleyici sebepler. Asıl sebep, uluslararası kapitalizmin ülkenin tarım sektörünü çöküntüye uğratmış olmasıdır. Allah elbette bu insanlara yardım etmemizi ister bizden. Ancak onlardan kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini öncelikle ister. 3-Allah zekâtın sekiz yere verilmesi gerektiğini buyurur. 100 Euro zekatımızın olduğundan hareket edelim. 100:8=12,50 eder. “1-Fakire 12,5+ 2-Miskine 12,5= 25 yapar. Yani fakirin direk zekâttan alacağı pay %25 tir. Bundan dolayı zekatımızın, maddi yardımlarımızın %25’ini Afrika ülkelerine veya başka ülkelerdeki muhtaç insanlara veya zulme uğramış insanlara gönderebiliriz, göndermeliyiz de. ANCAK, KALAN %75’DEN DİREK OLARAK FAKİRİN HAKKI/PAYI YOKTUR. DOLAYLI OLARAK VARDIR: 1-Bu pay, borçluların payıdır. Herhangi bir sebepten dolayı işini kaybetmiş veya borçlanmış, ödeme sıkıntısı çeken kişinin payıdır. Fakirlere hizmet etmesi için kurulacak başka kurumların payıdır. 2-Bu pay, İslâm’ı kendilerine anlatmamız gereken insanların payıdır. (Müellefet-ül kulûb) Gayri Müslimlerin, ateistlerin, müşriklerin, kitap ehli olan insanların payıdır. 3-Bu pay, zekâtı toplamak ve gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır (zekât memurları). Zekâtı Müslümanlardan oluşan bir konseyin kurduğu kurum toplayacaktır. O kurumda çalışan insanlar fakirin tespitini yapacak, ihtiyaçlarının tespitini yapacaktır. Zenginin vermesi gereken zekâtının tespitini de o kurum yapacaktır. Böylelikle önüne gelenin yardım kurumu kurmasının önüne de geçilmiş olacaktır. 4-Bu pay, hürriyeti elinden alınmış insanların payıdır. Fikir suçlularının payıdır. Düşüncesini ifade ettiği için mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin) 5-Bu pay, Allah yolunda yapılması gereken her türlü çalışmayı yapmak için bir paydır. İçine her türlü faaliyet girer. (Fi sebilillah) 6-Bu pay, yolda kalmış insanların payıdır.”(9/Tevbe Suresi 60) Ve bu payların yaşanılan yerin/ Berlin’in dışına çıkmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Berlin’de yaşayan Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluğu vardır. Oyuna gelmeyelim, dikkatli olalım, aklımızı çalıştıralım, duygusal davranmayalım. Heyecanımızla hareket etmeyelim. Çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeyelim. Görmezlikten gelmeyelim. Deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim. Kendi evimizde yangın varken başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek kendi evimiz yanar. En önemlisi, toprağın altındaki hesabın çetin olduğunu unutmayalım. Bugün Afrika halkı, Irak halkı, Filistin halkı, Afgan halkı, Suriye halkı pislik içindedir. Aklımızı çalıştırmazsak yarın biz de pislik içinde kalabiliriz. O zaman artık her şey için çok geçtir. Bor’un pazarı geçmiştir. Eşeğin Niğde’ye sürülmesi gerekir. Unutmayalım; bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir. Yazımı Mustafa İslamoğlu’nun şu tespitiyle sonlandırmak isterim: “Davası olanın, destekçisi Allah’tır. Duası olanın davası olur, davası olanın iddiası da olur. Dava sahibi olanlar heva sahibi olamazlar Allah uğruna verilen mücadelenin mağlubiyeti yoktur. Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir. En etkili davet temsildir. Davası olmayanın daveti olmaz; davanız varsa davetiniz de vardır. Gerçek davetçi, ‘Bize gel diyen değil, kendine gel diyendir.’

MİLLİ GÖRÜŞ İFTARI 2022 ÖYLE GEÇER Kİ ZAMAN…

Hey gidi günler hey! Ne de çabuk geçtin öyle. Hayal gibi. Davet geldiği zaman önce kendimle hesaplaştım. Davete icabet edip etmemekte tereddüt ettim. Gideyim mi yoksa gitmeyeyim mi? İslâm Toplumu Milli Görüşün iftar davetinden söz ediyorum. 15 yaşımdan beri hizmet ettiğim davamdan. MİLLİ GÖRÜŞ davası derdik biz ona. Sarp yokuşları aşarak hizmet ettiğimiz bir davaydı o. İbadet aşkıyla çalışıyorduk. Milli Görüş’ün başındaki sorumsuz sorumlular yoluna baş koyduğum davamdan 26 sene önce beni uzaklaştırmışlar, görevime son vermişlerdi. Aradan 26 sene geçmiş. Kocaman bir 26 sene. Acı ve ıstırap dolu 26 sene. Ben de o zaman, çocuklarımın rızkını kazanmak için pazarcılık yapmaya başlamıştım. O yıllar geldi gözümün önüne. Hatıralarım depreşti birden bire. Eşimin(Allah rahmet eylesin) 25 sene hizmet verdiği Vakıf Camii’nden apar-topar atıldığı o günler geçti gözümün önünden. O zamandan bugüne kadar 4 tane bölge başkanı gelip geçmiş Berlin’de. Kimse beni iftara davet etmemiş, şimdi davet ediliyorum. Bugün tarihler 2022 yılının Ramazan ayını gösteriyor. O koltuğa bir adam evladı oturmuş. Hasan İstanbul. Beni iftar yemeğine davet ediyor. Mutlu oldum elbet. Yalnız bir çekincem vardı; orada o dinozorlar da olacaktı, Ramazan’ın mübarek havasını kirleteceklerdi. Onlarla aynı mekânda bulunmak istemiyordum. Sonunda sağduyum galip geldi ve davete icabet ettim. Kapıda, misafirleri karşılayan gençler tanıdığım gençlerdi, Hasan Basri kardeşler, hürmet ettiler. Kucaklaştık onlarla. Saygılarını gösterdiler. Sevgili Yunus Kalyon ile daha bir muhabbetle kucaklaştık. Ayaküstü hal hatır sordular. Yılların hasreti, kolay değil. Organizasyondan sorumlu olan Ömer Bayram beni uzaktan gördü ve yanıma gelerek “Hocam hoş geldiniz safalar getirdiniz dedi ve kendisine eşlik etmemi istedi, isteğe uydum, “Buyurun Hocam, 12 numaralı masaya oturabilirsiniz. Afiyet olsun.“ Burada Ercan Yılmaz’ında hakkını teslim etmem gerekiyor. Gecenin bir buçuğunda çay içtiğimiz mekâna kadar gelip “hocam çantanızı unutmuşsunuz buyurun.” deme nezaketinde bulundu. Oturduğum masaya gelip hürmetlerini sunanlar oldu. O kadar duygulandım ki… Ben de onlara sevgilerimle mukabele ettim. Olması gereken de bu değil miydi? Hayatını davasına adayan bir Hocanın, Milli Görüş’ün iftarına davet edilmesi için Hasan İstanbul’un bölge başkanı olması mı gerekiyordu? Korktuğum başıma geldi. Kifayetsiz muhterisler de davet edilmişti iftara. Onları görünce kimyam bozuldu. Zalim insanlardı onlar, nice hocaları, nice yöneticileri, hakikatli Milli Görüşçüleri kurdukları engizisyonlarda mahkûm eden Milli Görüş baronlarıydı onlar. Belki gençlere, o ciğerleri beş para etmez, yılışık, menfaatperest dinozorlar fazilet sahibi insanlar olarak anlatıldı. Gençler onlarla teşrik-i mesaide bulunmadılar. Gençler nereden bilsindi onları. Onların; camiye namaz kılmak için gelen insanların şapkalarını, fötr şapkalarını kesip çöpe attıklarını, kravatlı insanları camiden kovduklarını nereden bilsinlerdi? Nereden bilsinlerdi onlar, "banka kredisiyle ev alanların anneleriyle Kâbe’nin önünde zina yapmış gibi" olduklarını söyleyenlerin, bir zaman sonra kendilerinin banka kredisiyle cami ve ev satın almaya başlayacaklarını? Nereden bilsinlerdi onlar, Müslümanların Milli Görüşün büyük(!) hocalarından fetvalar alarak hanımlarını 3 talakla bir anda boşadıklarını? Bunu da Allah’ın emriymiş gibi yaptıklarını ve sırf bu nedenden dolayı geride bir sürü masum kadın bıraktıklarını? Nereden bilsinlerdi onlar, sadece imam nikâhıyla evlenmenin bugünkü yaşadığımız sosyal problemlere sebep olacağını…? Sadece bu sebepten doları yüzlerce kızımızın, kadınımızın hiçbir hak iddia edemeden 3 talakla boşanıp kapıya konulacağını? Nereden bilsinlerdi onlar, kanser hastası olan çocuğuyla, kanser hastası olan hanımıyla hastanelerde koştururken bir anda görevlerine son verilerek sokağa bırakılan hocaları? Ben o akşam gençlerin samimiyetinde kendi gençlik masumiyetimi gördüm. Onlar da aynı anlayışla çalışıyorlar besbelli. Dileğim odur ki Yüce Rabb’imden, o samimi gençler hayal kırıklığına uğramasınlar. O gençlerin ayağına taş değmesin. O tertemiz gençler; yüzlerce hocanın, hoca hanımın, yöneticinin kanını emen o vampirlerin ağına düşmesinler. Sevgili gençler; biz o yol kesicileri fark ettik etmesine de sesimizi duyuramadık. Etraflarına ördükleri fasit daireden içeriye giremedik. Uzun uğraşlardan sonra onların ipliğini pazara çıkaran yöneticiler oldu elbet. Onlar da bir sonraki gelen başkanın marifetiyle oyun dışı bırakıldılar. Hasan Başkan; Allah o gençleri sana emanet etmiş. Emanete sahip çıkasın. Onların ellerinden sıkıca tutasın. Ümitlerini kırmayasın. Onlar geleceğimizin inşasının teminatıdır. Onları mutlaka geçmişleriyle yüzleştiresin. Geçmişleriyle yüzleşmeyenler yaptıklarını fazilet olarak görürler ve geleceklerini inşa edemezler.

18 Nisan 2022 Pazartesi

KANÇILARYADA ÇAYKUR ÇAYI

Elektronik postama bir haber düşmüş. Baktım davetiye. Büyükelçilikten. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık bir dizi resmi temaslarda bulunmak üzere Berin’e gelmiş. Gelmişken vatandaşlarla da buluşup dertleşmek istemiş. Davete icabet ettim. Önce kendisini dinledik. Yanlış bildiğimiz doğrular ve doğru bildiğimiz yanlışlar varmış bakanlığın yaptığı hizmetlerden. Müstefid olduk. “Nerede bir Türk vatandaşı varsa biz oralara hizmet götürmek için çalışıyoruz. Onlara sahip çıkmak görevimiz. Maddi ve manevi ne sorunları varsa onu çözme konusunda görevimiz var. Problemlerimizi çözeceksek kendimiz çözmeliyiz. Çözümü Alman devletinden ya da Gençlik Dairesinden beklememeliyiz. Türk toplumu maalesef koruyucu aile olma konusunda çok istekli değil. Bu büyük bir sıkıntı. Mutlaka giderilmesi gereken bir sıkıntı. Ayrıca aile içi şiddete maruz kalanlar buradaki sığınma evlerine gitmek istemiyorlar, Türklere ait bir yerin açılmasını istiyorlar. Böyle bir yerin açılması çok önemli. Burada kendi yaşadıkları ülkelere entegre olmuş ciddi bir Türk nüfusundan bahsediyoruz. Yaşadığınız ülkede Türk vatandaşı olmanın vakarını koruduğunuzun ve sorumluluğunuzu fazlasıyla yerine getirdiğinizin farkındayız. Fakat yapılacak çok iş var. Biz üzerimize düşen ne ise maddi ve manevi hiçbir yardımdan kaçınmadan onu yapıyoruz. Bunlara sizler de şahit oluyorsunuz. Bundan sonra da yapacağız. Bizimle temasa geçin, yaşanan sıkıntılarınızı mutlaka bize iletin. Devletinize güvenin." Bakan Yanık söyledi bunları. Bu toplantı iftar öncesinde yapılan bir toplantıydı. Dernek temsilcilerinin ve basının davet edildiği bir toplantı. Soruların cevaplandırılması bölümüne geçilince arkadaşlar sıraya girdi. Parmaklar havada. Konular çok önemliydi çünkü. Ben de sevindim. Anlamlı sorular sorulacak ve biz de istifade edeceğiz diye beklemeye başladım. Her zaman olduğu gibi yine hayal kırıklığına uğradım. O kadar kalkan parmak içinden bir iki kişi soru sorabildi. Soru sormak için soru soranlar olduğu gibi, alakasız soru soranlar da vardı, hatta sorusunun alakasız olduğu anlaşılınca alakalı soru bulmak için tekrar söz alanlar da vardı. Ben buradayım demek için parmak kaldıranların yanında, kendisini övmek için söz alan arkadaşlarımız da vardı, bazıları da hayat hikâyesini anlatıyordu. Korsan konferans verenler bile vardı. Âlem insanlarız bizler. Berlin’de hizmet veren SKT’lerin temsilcilerinden bahsediyorum. Oysa sorunun kısa ve öz olması makbuldür. İsmini ve temsil ettiğin derneğin ismini söylersin o kadar. Ben böyle bir ortamda soru sormayı ve fikir beyan etmeyi uygun görmedim. Toplantıda, evlat edinmenin önemi öne çıkmıştı. Çok önemli bir konu. Kanayan yaramız demek lazım. Dert yanıyordu bazı arkadaşlarımız. Çünkü onlar özverili çalışmalarıyla başarmış evlat edinmeyi. Uzun bir süreçten geçiliyormuş bunun için. Gençlik Dairesi Türklere çocuk verme konusunda fazla hevesli olmuyormuş, aksini söyleyenler de vardı. Anlatılanlara göre Türk aileler de çocuk almak istemiyormuş zaten. Nedenleri konusunda çeşitli sebepler dile getirildi. Ancak orası münazara yapılacak yer değildi. Herkes bildiğini söyleyecek veya teklifini yapacak sonrasında verilecek cevabı bekleyecekti. Öyle olmuyor maalesef. Belki bir gün toplantı âdâbını da öğreniriz. Neden dersiniz? Benim de bir teklifim olacaktı konuyla ilgili, orada yapamadım. Önemli gördüğüm bir teklif. Dile getirilmeyen bir teklif. İşin püf noktası olan bir teklif. Siz okuyucularım için o teklifi köşemde yazmak istedim. Belki muhatabına ulaştırılır. Teklifim: “Evlat edinme sorununun çözümünde birinci ayak gençlik dairesi ise ikinci ayak halkın dini inancıdır. Türk halkı Müslümandır. Mütedeyyin Müslümanlar evlatlık almanın haram olduğuna inanırlar. Bu inanç evlatlık almanın önünde duran en büyük engeldir. Konu Diyanet İşleri Başkanlığı’yla birlikte çözülecektir. Bu işi de Aile ve Sosyal İşler Bakanlığı’nın yapması gerekir. Diyanet’ten konu ile ilgili fetva almadan bu iş çözülmez. Halkı Müslüman olan bir ülkede laiklik, dini ihtiyaçlara dayalı problemleri çözmez. Çözmez değil, çözemez. ’Laik bir ülkede fetva mı alacağız?’ gibi cümleler kurulacaksa eğer, o zaman bu işin çözümüyle ilgili beklenti içine de girilmemelidir. Bu gibi cümleler kuracak olanlar veya kuranlar halkını tanımayanlardır. Alınız elinize bir fıkıh kitabı ve bakınız onun ilgi bölümüne nelerle karşılaşacaksınız. Doğrudur veya yanlıştır ama bu böyledir. O kitaplarda yazanlar yok edilmeden, hocalar kürsülerden aksi bir beyanda bulunmadan bu sorun çözülmez. Konu ile ilgili defalarca toplantı yaparız, birbirimizi suçlarız ancak bir arpa boyu yol alamayız. Türkçe derslerinde yol alamadığımız gibi. Sonra da sittin sene bekleriz. Ayağımızın yere basması lazımdır. Halka rağmen problem çözülmez. Hele bu çağda bu kafa… gibi ifadelerle başlayan cümleler kurarak hiç çözülmez.” Toplantıdan sonra iftar için ana salona geçildi. Ben yine Özbek pilavı bekliyordum ama beklentim boşa çıktı. Yemekten sonra çay servisi yapan hizmetli elinde tepsi, oturduğum masaya yaklaştı ve “bu çayı sana, Beyefendi gönderdi” dedi ve ilave etti, ”bugün ÇAYKUR çayı demledik afiyet olsun” deyince ayağa kalktım, salonun öbür ucunda Beyefendi el sallıyordu. Gözlerim doldu. Masada oturan arkadaşlarım şahittir. Bu ne saadet böyle… Arkadaşlar beni tebrik ediyorlardı, “Nihayet başardın hocam.” 10 seneden beri www.ha-ber.com haber sitesindeki köşemde yazıyordum bu konuyu. Nihayet ülkem için, ülkemin insanı için bir şeyi başarmıştım. Ne mutlu bana. Ahmet Külahçı, “Ben 40 seneden beri kaçak çay içerdim, çok şey kaybetmişim bugün çayın tadına vardım Hocam” dedi. Ahmet Külahçı Hürriyet Gazetesi’nin Avrupa sorumlusudur. Duayen gazeteci. Sağ olasın Büyükelçim sen bana bu saadeti yaşattın ya, Allah da senin ayağına taş değdirmesin. Ancak bu arada küçük bir sorun oluştu. Çay sorumlusu olan şahıs bana geldi ve dedi ki; Hocam başımıza iş açtın. Biz kaçak çayı bir kez demliyorduk, demleyiş o demleyiş, yetiyor ve artıyordu bile. 400 kişiye çay yetiştirmek kolay olmuyor Hocam. Bundan sonra da ÇAYKUR çayı demleyecek olursak bu kazan ve demlikler yetmez. Sık sık çay demlememiz gerekecektir. Bunun için yeterli demlik ve çaydanlığımız bile yok. Onlar da haklı. Bu kadar insana çay yetiştirmek oldukça zor. Burada ülke ekonomisini düşünmek lazımdır, bunun için de biraz duyarlı olmak, sıkıntıya katlanmak lazımdır. Maden ÇAYKUR çayına yol açıldı. O zaman bu konuya ÇAYKUR genel Müdürü Yusuf Ziya Alim el atmalıdır. Bu konuyu çözecek olan ÇAYKUR Genel Müdürlüğü veya duyarlı iş adamlarımızdır. Yeteri kadar Bakır semaver yaptırıp Büyükelçilik’e ve Başkonsolosluk’a takdim etmek gerekir. Semaverlerin üzerine reklam için yazılar da yazdırılabilir elbet. Böylece bu sorunu da çözmüş oluruz. Haydi, hayırlısı olsun…

12 Nisan 2022 Salı

TEDAVİ AMAÇLI İLAÇLAR ORUCU BOZMAZ

Oruç, Bakara Suresi’nin 183-187’nci ayetlerinde detaylı olarak işlenir. Orucu tutmanın önemi, zamanı, süresi, nasıl tutulacağı, ne zaman kaza edileceği, detaylı olarak açıklanmıştır. Oruç tutmamızı isteyen Allah’tır, nasıl tutulacağını açıklayan da Allah’tır. Oruç ibadetine ilaveler yaparak zorlaştırmak ibadetin ruhuna aykırıdır. “Oruç tutunuz sıhhat bulunuz” tavsiyesini anlamsız hale getirmektir. Allah’ın konuşmaya başladığı yerde kula susmak düşer. Allah’ın önüne geçmek olmaz. Allah’a dinini öğretmek hiç olmaz. Oruç tutmak aç kalmak susuz kalmak değildir. Oruç, Müslümanın kendisini kötülüklerden uzak tutması anlamına gelir. Ayetin buyruğuna göre amaç “arınmak” tır. Kişinin yaptığı kötülükleri, işlediği günahları gözden geçirerek Yaradan’na bir daha yapmayacağına dair söz vermesidir. Müslüman bu sözü helal olan şeyleri oruç ayı süresince kendisine haram kılarak verir. Ve o senenin kalan 11 ayında bir daha günaha bulaşmayacaktır. Nasuh tövbe denir buna. Şuurlu bir şekilde tutulan oruç Müslümanın kendisini kontrol altına almasını sağlar, böylece iç disiplinini gerçekleştirir. Sosyal adaleti sağlamanın alt yapısını oluşturur. Teravih namazlarındaki coşku, koşuşturma, iftar sofralarındaki cömertlik, kucaklaşma o disiplini gerçekleştirmek içindir. Verilen fitre ve sadakalar da Müslümanı cimrilikten kurtarır, fedakarlık duygusunu geliştirir. Orucun sonunda bayram namazında gözle görülür bir mutluluğun yaşanmasını sağlar. Herkes güzel ve temiz elbiseleriyle gelir bayram namazına, bütün yüzler güler o gün, eller öpülür, hediyeler verilir. Bütün bunlar Müslümanın iç disiplinini sağlamasının sonucudur. Kendisinde olanı başkasıyla karşılıksız paylaşmanın sonucudur. Ne anlamlı bir davranış. Tüm bu güzelliklerin gerçekleşmesine oruç vesile olmuştur. Oruç sadece aç kalmak, susuz kalmak olarak anlaşılmamalıdır. Bu bir eğitim sürecidir. Müslüman böylece kendini terbiye eder, maddi ve manevi arınmasını gerçekleştirir. İşte, oruç tutan Müslümandan istenen de bu arınmadır. Müslüman üçüncü kişiye dokunarak elde etmiştir bu arınmayı, sadece aç ve susuz kalarak değil. Gelenekte, orucun süresi güneşin doğuşuyla ve batışıyla sınırlandırılmıştır. Oysa Kur’an oruç ayetlerinde güneş ifadesini kullanmaz. Başlangıç için “beyaz iplik ve siyah iplik” sonlandırma için “gece karanlığı” ifadelerini kullanır. Güneş ifadesini kullanmaya uygun olan bir coğrafyada, ekvatorda bu ifadenin kullanılmaması manidardır. Günün saatlerinin tam olarak teşekkül etmediği veya 6 ay gece ve 6 ay gündüzün olduğu coğrafyada yaşayan insanlara bir mesaj vardır burada. “Beyaz iplik ve siyah iplik” betimlemesiyle işe gitme saati, “gece karanlığı” betimlemesiyle de işten gelme saati vurgulanmış olmalıdır. Günün saatlerinin tam olarak teşekkül etmediği coğrafyalarda güneşe endeksli bir süre sınırlaması yanlış olur. Sıkıntılı bir durum oluşturur. Müslümana taşıyamayacağı bir yük yüklenmiş olur. İnsan sağlığına uygun olmayan bir sınırlamadır bu. Sırf bu yüzden oruç tutmayı önemli saymayanlar olabilir. Vebaldir. Böyle bir uygulamanın peşinden arınma gelmez. Hamasi duygularla sürenin uzatılması, zamanın tam olarak teşekkül etmediği coğrafyalardaki Müslümanlara zulümdür. 13-14 saatlik oruç süresini 19-20 saate kadar yükseltmek orucun esprisini anlamamak demektir, zulümdür. Burada sevap alma adına Allah’a fatura edilen bir zulüm vardır. Allah’ın gözüne girme yarışıdır bu. Oysa “Allah kimseye gücünün üzerinde yük yüklemez.” Bu önemli bir kuraldır. Allah orucun başlangıcını ve sonlandırılmasını güneşin doğmasına ve batmasına bağlamamıştır. Aklını çalıştıranlar için bunda hikmetler vardır. Arap’ın 1400 sene önce o gün orada anladığını deforme etmeden aynıyla diğer bölgelere aktararak Kur’an’ı evrenselleştirmek gerekir. Bu bir görevdir, sorumluluk gerektiren bir görevdir. O yörelerde yaşayan dini önderlerin kanaat önderlerinin görevidir. Söz konusu coğrafyalarda, Mekke ve Medine’nin oruç tutma süresinin ortalaması alınarak orucun süresi tespit edilmelidir. Ya da şartlar oluşmadığı için o yörelerdeki Müslümanlara oruç farz değildir denilmelidir. Sorumlu bir görev adamına yakışan budur. Orucu bozan şeylere ilaveler yapılmıştır. Orucu bozan şeyler Kur’an’ın ifadesine göre 3 tür. “Yemek, içmek ve cinsel ilişki.” Bu üç şeyden başka orucu hiçbir şey bozmaz. İğne vurulmak, bir miktar su ile hap almak orucu bozmaz. Kronik hastalar zaten oruç tutma konusunda serbest bırakılmışlardır. Çünkü Allah kimlerin oruç tutmaktan muaf olduğunu sıraladıktan sonra, “Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” Vurgusunu yapmıştır. Müslüman bir bardak su ile ilacını alıp orucuna devam edebilecekse bu hayırlı işten mahrum bırakılmamalıdır. Karar mazeretli olan o kişinindir. Burada genel bir kuraldan bahsedilemez. Bir ilave de orucu bozma konusunda yapılmıştır. Bilerek ve isteyerek orucu bozan kişiye 60+1= 61 gün kefaret orucu tutması icap ettiği söylenir. Hem de arkası arkasına tutulacaktır. 61 gün kefaret orucu uydurma bir şeydir. Kur’an ve sünnetten hiçbir dayanağı yoktur. Gelenek oruçta bir de eksiltme yapmıştır. Mesela, fidye vermenin hastalar için olduğu özellikle vurgulamıştır. Hastalar fidye verecektir bu doğrudur. Ancak “Oruca güç yetiremeyenler” de fidye verecektir. İkisi ayrı kişilerdir, burada güç yetiremeyenler hasta değildir. Sağlıklı insanlardır. Ancak işinin zorluğundan dolayı oruç tutmaya gücü yetmeyen kişilerdir bunlar. ‘İnşaat işçileri, haddehanede çalışanlar, bütün gün ateşin karşısında döner kesenler, maden işçileri v.b.’, işte bunlar fidye verecektir. Böylece orucun bereketinden istifade etmiş olacaklardır. Ayrıca sosyal adaletin gerçekleşmesi için maddi olarak destek sağlamış olacaklardır. Tabiki maddi bir güce sahipseler. Maddi güce sahip değillerse fidye verme zorunluğu da yoktur. O zaman dua edeceklerdir. “Yarabbi gücüm yetseydi orucumu tutacaktım biliyorsun ki bu mümkün değil, maddi durumum da belli, beni affet ve ramazanın bereketinden mahrum eyleme.” Fidye vermek isteyenler 2 öğün yemek karşılığını vereceklerdir. Berlin şartlarında bu miktar en az 20 Euro olmalıdır. Zekâta gelince: Zekât ibadettir. Vergi değildir. Fakirin hakkıdır. Sekiz yere verilir. Zekât, yaşanılan bölgenin, ülkenin dışına çıkarılmamalıdır. Bir şekilde çıkarılmışsa geriye getirilmelidir. Önce herkes kendi bölgesinin fakirinden sorumludur. Şafii, Maliki ve Hambeli mezheplerinin görüşü böyledir. Kurumlara zekât verilmez diye bir kural yoktur. Zekât ayeti özellikle kurumlara zekâtın verilmesini emreder. Fakir ve miskin ifadesi 2 maddeden oluşur. 100 Euro zekâtımız varsa bunu sekize böldüğümüzde her bir madde için yüzde 12.5 düşer. İki tane yüzde 12.5 yüzde yirmi beş eder. Fakirin ve Miskinin zekâttan payına düşen tam da bu kadardır. Kalan yüzde yetmiş beşi kurumlar aracılığıyla fakirlere intikal ettirilecektir. Bunun için ‘fabrika kurulabilir, hastane yapılabilir, araştırma enstitüleri kurulabilir, oteller yapılabilir, tercüme büroları kurulabilir, hukuk büroları kurulabilir, yurtlar, özel okullar, üniversiteler kurulabilir.’ Bu kurumlarda fakir öğrenciler hizmet alırlar. Finansmanı da zekât fonundan karşılanır. Böylece yüzde yetmiş beşe ulaşılabilir. Müslüman fakirin yemek için paraya ihtiyacı olduğu gibi çalışmak için işe de ihtiyacı vardır. Fakir öğrencilerin kalmak için yurtlara, ihtiyacı vardır. Zekât fonu kullanılarak özel okullar açılabilir, üniversiteler açılabilir. Yolda kalmışların konaklaması için otellere ihtiyaç vardır. Fakir hastaların tedavisi için özel hastaneler açılabilir. Berlin’de fakirlere hizmet eden bir tane kurum yoktur. Her sene en azından 5 milyon Euro zekât parası çıkar Berlin’den. Bunların çoğu camilerde toplanır, bağış kuruluşları aracılığıyla toplanır. Kimisi Afganistan der götürür, kimisi Filistin der götürür, kimisi Suriye der götürür ve götürür... Yıllarca Çeçenistan deyip götürdüler, bugün Çeçenistan’dan geriye kalan zekat parasıyla besleyip büyüttüğümüz o malum Kadirov kalmıştır! Berlin’de hizmet veren dini cemaatlerden rica ediyorum; etmeyin eylemeyin, kendi ayağınıza kurşun sıkmayın. Çocuklarınızın geleceğini karartıyorsunuz. Lütfen geleceğinize yapın yatırımınızı. Duygusal nutukların peşine takılarak zekâtlarınızı ve sadakalarınızı Berlin’in dışına çıkarmayın. O toplanan 5 milyon Euro’yu burada yatırıma dönüştürelim. Üniversite öğrencileri için yurtlar yapalım. Üniversite öğrencilerine, doktora öğrencilerine hatırı sayılır burslar verelim. Binlerce öğrencimiz heba olup gidiyor. Kültür merkezi açarak kendi kültürümüzün vazgeçilmezleri için o merkezde kurslar açalım. Dil kursu açalım, Osmanlı mutfağının vazgeçilmez yemeklerinin kurslarını açalım, el sanatlarımız için kurslar açalım, müzik kursları açalım ve bu kurslar fakir öğrenciler için ücretsiz olsun. Dergi çıkaralım, gazete çıkaralım. Konferanslar düzenleyelim. Eğer bu işe bugün başlarsak göreceksiniz 10 sene sonra göğsümüzü kabartan nesiller yetişecektir. Bizler unutulan nesilleriz. Yurtdışı Türkler Başkanlığı (YTB) adıyla bir kurum kurmuş Türkiye. Buraya gelip nutuk çekip gidiyorlar. Yardım ediyoruz diyorlar ama kimlere yardım ettikleri belli değil. Hepsinin gayesi sicillerine pozitif bir şeyler yazdırmak belli ki. “Berlin Kurban Şenliği” yapıyoruz Neukölln’de 7-8 bin insan geliyor bu şenliğe. Kurbanlarımızı burada kesiyoruz ve pilav üstünde ve ayran eşliğinde halka ücretsiz olarak dağıtıyoruz. 2018 yılında on ikincisini yaptık bu şenliğin. Pandemi dolayısıyla ara verdik. Destek istedik YTB’ den. Müracaatımıza “Kurban şenliği kültürel bir etkinlik değildir. Size yardım yapamayız” diye cevap geldi. “Almanya’da Türk İzleri” gezisi düzenledik, rehber olarak Dr. Latif çelik bizimle olacaktı, yine müracaat ettik, “biz bu tür gezilere destek vermiyoruz.” dediler. Yine reddedildi. Anlatmaya çalıştığım şey şu, biz kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz. Beklentilerimiz olmayacak. İmkanlarımız var, zenginlerimiz de var. İlave bir masrafa da gerek yoktur. Sadece her yıl verdiğimiz zekatımızı Berlin’deki fakirlerin ihtiyacına kanalize edelim o kadar. Her sene tanesi 2 milyondan 10 senede 10 tane milyonluk kurum. 20 sene sonra inanın parmakla gösterilecek eserler bırakacağız Berlin’e. Geleceğimizi ancak bu şekilde inşa edebiliriz. Yeterki hamasetten biraz uzak duralım. Burası sevabın zirveye çıkacağı yerdir. Bu kurumlar neslimizin şuurlanmasına vesile olacaktır. Gençlerimizin silkinip kendilerine gelmelerine vesile olacaktır. Bu ve benzeri etkinliklerin yapılabilmesi sizlerin zekâtlarınızı bir kurumda toplamanıza bağlıdır. “Fisebilillah, Yolda kalmışlar, Köleler, Zekât memuru ve Müellefe-i Kulub” maddeleri çerçevesinde bu kurumlar kurulabilir. Devamlılığı sağlanabilir. Bu mümkündür. Yaşadığımız ülkelerde fakirlere hizmet için kurumlarımızı kurarsak, dünyanın her tarafından fakir öğrencileri getirip o kurumlar aracılığıyla okutma ve eğitmek mümkündür. Tedavi ettirip geriye göndermek mümkündür. Sonra da o kişiler balık tutmayı öğrenmiş olarak ülkelerine dönecekler ve hizmet etmeye başlayacaklardır. Böylece o insanlara en güzel hizmet verilmiş olacaktır. Yıllardır zekât paralarımızı Berlin’in dışına çıkardık da neyi başardık, lütfen bir düşünün... Afganistan’ı mı kurtardık, Filistin’i mi kurtardık, Suriye’yimi kurtardık yoksa Çeçenistan’ı mı, Irak’ı mı?

9 Nisan 2022 Cumartesi

KANÇILARYADA ÖZBEK PİLAVI

Ben Özbek Pilavını ilk defa Ankara’da yemiştim. Ersönmez Yarbay davet etmişti. İkinci defa da Berlin’in Unter den Linden (Ihlamurlar altı) Caddesi’nde Özbeklerin mekânında yemiştim. Üçüncüsünü kançılaryada yedim. Bu sefer T.C. Berlin Büyükelçisi Ahmet Başar Şen’in verdiği iftar yemeğinde yedim. Oldukça lezzetliydi. Aynı masayı paylaştığım arkadaşlar da aynı görüşteydiler. Ayrıca çok sade bir iftar sofrasıydı. İsraftan kaçınılmış. Sayın Şen’in selefleri zamanında da davet ediliyordum iftar yemeklerine. Selfservis usulüyle yemeklerimizi alırdık açık büfeden. Hangi yemekten alacağımızı şaşırırdık. Bu kadar israfa ne gerek var diye de kendi kendimize söylenirdik arkadaşlar arasında. Zaman zaman yazdığım da olmuştur o iftar yemeklerini. -Ne Büyükelçiler gördü bu gözler Berlin’de. Ramazan ayında, Cuma günü Cuma Namazı vaktinde Cumhuriyet resepsiyonları veren elçiler bile geçti Berlin’den...Yanlış okumadınız ayniyle vakidir. Laiklik endişesiyle yapılırdı bunlar. Nerelerden nerelere geldik. Bugün kançılaryada Kur’an okunuyor, dua ediliyor, iftar yemekleri veriliyor. Görüyorsunuz laikliğe birşey de olmuyor- Sayın Şen’in verdiği iftar yemeğinde sadece çorba ve Özbek pilavı ikram edilince ’işte budur.’ dedim. ‘Devletin malını çarçur etmenin anlamı yoktur. Çünkü devletin malı milletin verdiği vergilerden oluşur. Emanettir, usulünce harcanmalıdır.’ dedim. Sayın Şen ile Berlin Başkonsolosu iken tanışmıştık. Berlin’den sonra Özbekistan’a Büyükelçi olarak atanmıştı. Yıllar sonra tekrar Berlin’e Büyükelçi olarak geldi. Elçi, sadece ikili ilişkileri gerçekleştiren kişi olmamalıdır. Elçi aynı zamanda temsil ettiği ülkenin kültür elçiliğini de yapmalıdır. Sayın Şen işte böyle birisi. Özbekistan’dan bize Özbek Pilavını o getirdi ve iftar sofrasında ikram etti. Söylediğine göre malzemelerini de Özbekistan’dan getirtmiş. Pirinci ve havucu özelmiş, buralarda bulunmazmış. Hatta pirinç Hârizm pirinciymiş. "Harezm" kelimesi, Araplar bölgeye gelinceye kadar bir kavim ismi olarak kullanılmış. Arapların Türkistan'a yayılmaları ile birlikte ismin anlamı coğrafi bir özellik kazanmış. Günümüzde Harezm toprakları İran, Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan sınırları içinde kalır. Hârizm halkı ilme düşkünlüğü ile bilinen ve tanınan bir halktır. Medrese ve kütüphaneleri dünyaca ün yapmıştır. İlim ve sanata ilgileri oldukça fazladır. Hârizm Moğol istilâsına kadar İslâm dünyasının en önemli merkezlerinden biridir. Hârizm’de, “Harizmî” nisbesiyle ün yapan birçok ilim adamı, şair, edip ve sanatkâr yetişmiştir. Muhammed b. Mûsâ el-Harizmî, Ebû Bekir el-Harizmî, Muhammed b. Ahmed el-Harizmî, Bîrûnî, Zemahşerî, Fahreddin er-Râzî, Necmeddîn-i Kübrâ, Abu Mansur as-Samarqandi al-Maturidi, Suriye fâtihi Atsız b. Uvak bunlardandır. Harizmî ya da tam adıyla Ebû Ca'fer Muhammed bin Mûsâ el-Harizmî, Matematik, gökbilim, coğrafya ve algoritma alanlarında çalışmış olan bir ilim adamıdır. Harizmî 780 yılında Harezm bölgesinin Hive şehrinde dünyaya gelmiştir. 850 yılında Bağdat'ta vefat etmiştir. Harezmî cebrin atası ya da kurucusu olarak tanınmıştır. Cebir alanındaki çalışmaları, 16. yüzyıla kadar Avrupa üniversitelerinde temel matematik ders kitabı olarak okutulmuştur. Özbek pilavı işte böyle bir yöreden geliyor. Özbek pilavının tarifini ilk defa yapan da o yörenin bir başka ilim adamıdır. İbn-i Sina. Türk filozofu ve tıp bilgini İbn-i Sinâ. İbn-i Sinâ Özbekistan'ın tarihi kenti, ilmin merkezi Buhara'da dünyaya yayılmıştır. Sağolasın Sayın Şen. Türk dünyası adına Elçilik görevinizi yerine getirdiniz. Hem de iftar sofrasında. Sayın Şen, bu güzel pilavdan sonra kançılaryada bir de Rize’de üretilen Çaykur çayı içebilseydik ne kadar anlamlı olurdu. Belki birgün o da olur... 6 Yorum Ali Karakoç Afiyet olsun sevgili kardeşim saygilarimi sunuyorum Yanıtla19s Rüştü Kam 2g · Herkese Açık ile paylaşılıyor ZEKATI VERGİ OLARAK DÜŞÜNÜRSEK FAKİR İLE ZENGİN ARASINDA YARDIMLAŞMA ZEMİNİ KALMAZ. İNSANLARDA YARDIMLAŞMA DUYGUSU KALKAR.