- Allah’ın ahirette görülmesi meselesi bile epey tartışmalı iken, Miracın
mahiyeti meçhul iken, ne zaman olduğuna dair onlarca rivayet var iken, hatta
olup-olmadığı tam bilinmezken, Peygamber ile Allah’ı diz dize mesafede sohbet
ettirmek, mevlithanların “Hakk’ı gören göz hakkı için” diye attıkları naralara
inanmak, Peygamberimizin Allah’ı baş gözüyle gördüğünü söylemek edep
sınırlarını epey zorlamaktır-
Rüştü Kam
Ha-ber.com
İsra ve Miraç
Mekke’de gerçekleştiği söylenen Miraç mucizesi hakkında,
ciltlerle kitap yazılmıştır. İlk kaynaklarda İsra ve Miraç farklı anlatılır.
Daha sonraki kaynaklarda birleştirilmiştir. Kuran’da İsra bir ayette geçer. Çok
büyük mucize olarak anlatılır. İsra gece yürüyüşü demektir. Mescid-i Haram
zaten bellidir Mekke’deki Kâbe ve civarı. İlk kaynaklara baktığımız zaman
Mescid-i Aksa diye bir tabir geçmiyor. Yani Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan
bahseden bir Mescid-i Aksa yoktur ilk kaynaklarda. Kudüs hep Beytü’l Makdis
diye geçer. Arapların algısında orası Beytü’l Makdis’tir. Kudüs için Mescid-i
Aksa tabiri Peygamberimiz ’den 80 yıl sonra kullanılmıştır. Emevi halifesi
Abdulmelik bin Mervan ile Abullah bin Zübeyr’in savaşı sırasında ortaya
çıkmıştır. Abdülmelik bir daha Mekke’ye hacca gidilmeyecek diye bir karar alır.
Ve Mekke yerine Müslümanları Hac için Kudüs’e yönlendirir. Hemen bir de hadis
uydurulur. ‘Hac için şu 3 mescide ziyaret yapılabilir, Mescid-i Haram, Mescid-i
Nebevi ve Mescid-i Aksa.’ Ve böylece Mescid-i Aksa kutsal bir mekân olur.
Peygamberimizin
Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya geceleyin yürütülmesine “İsra”, oradan da
semaya yükseltilmesine “Miraç” denir. “O Allah’ın şanı ne yücedir ki; Kulu
Muhammed’i gecenin bir kısmında, ayetlerimizin bir kısmını göstermek için
Mescid-i Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüttü…”
[İsra, 17/1]
İsra ayetle
sabittir, inkârı küfürdür. Miraç ise pek çoğu Kur’ân’a ve tarihi hadiselere
aykırı, zayıf ve uydurma hadislere dayanır. İnkârı herhangi bir şey
gerektirmez. Böyle zayıf rivayetlerden itikat oluşturulamaz. İtikat subuti
zannî deliller üzerine kurulamaz. Kur’ân’da olmayan bir şey itikada konu da
olamaz. Zira Kur’ân, tamamlanmış bir dinin kitabıdır.
Miraç olayı hadislere
göre özetle şöyle gerçekleşmiştir;
”(Bir rivayete
göre, henüz kendisine vahiy gelmezden önce, yani peygamber bile olmadan) Peygamber, Kâbe’de yatarken (ya da evinde yatarken evin
tavanı yarılmış) ya da; uyurken Cebrail gelip karnını göğsüne kadar yarıp,
kalbini çıkardı, zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurup,
kapattı. Burak adlı bir bineğe bindirilen Peygamber, Cebrail ile Kudüs’teki,
Mescid-i Aksaya gittiler. Cebrail parmağıyla sahre’yi (hacer-i muallak’ı)
delip, Burak’ı bağlamış. Burada diğer peygamberler tarafından karşılanan Hz.
Muhammed, onlara imamlık yaparak namaz kıldırdı. Daha sonra yanında Cebrail
olduğu halde göğe doğru yükselmeye başladılar. Her bir katta bir peygamber ile
görüşür. Mesela; yedinci kat semada Hz. İbrahim’i gördü. Hz. İbrahim sırtını
Beyt-i Mamur’a dayamış duruyordu. Her gün buraya 70 bin melek, bir daha
dönmeyesiye girip, çıkıyordu. Cebrail ile birlikte süren bu yükseliş Sidretü’l
Münteha’ya kadar devam eder.
Sidretü’l
Münteha ağacının fil kulağı gibi olan yapraklarını, desti gibi olan meyvelerini
görür. Orada dört nehirle karşılaşır. O dört nehirden ikisinin cennet ırmağı,
diğer ikisinin Fırat ve Dicle olduğu söylenir. Cebrail; “Buradan öteye geçecek
olursam yanarım” diyerek orada kalır.
Peygamber
Refref adlı bir binekle yükselişini sürdürür. O kadar yükselir ki, insanların
kaderlerini yazan kâlemlerin cızırtılarını işitecek kadar. Bu yükseliş
sırasında kendisine cennet ve cehennem gösterilir.
Allah’ın
huzuruna varır. Yüce Rabbe o kadar yaklaşır ki, Kâb-ı kavseyn kadar, arada bir
yayın iki ucu kadar, hatta daha az bir mesafe kalır. Hatta bazı rivayetlere
göre Allah’ın didarını /yüzünü görür! Orada kendisine ümmetinden -Allah’a şirk
koşanların dışında- cennete gireceği müjdesi verilir. Bakara Suresinin son iki
ayeti doğrudan peygambere hediye edilir. Elli vakit namaz farz kılınır.
Dönüş
yolunda Musa ile karşılaşır. Musa; “Ne ile emrolundun?” diye sorar. Hz.
Muhammed; “Elli vakit namaz” diye cevap verir.
Bunun
üzerine Musa; “Her gün elli vakit namaz çok fazla, buna ümmetinin gücü yetmez.
Rabbi’ne söyle bunu azaltsın” der.
Hz.
Muhammed’de yeniden Allah’a dönerek azaltmasını rica eder, Allah’ta beş vakit
indirir. Namaz 45 vakitte farz olduğu halde Peygamber dönüşte Musa’ya tekrar
uğrar.
Musa
“bu kadarı da çok, git Allah’tan biraz daha indirim rica et” der. Hz. Musa’nın
bu uyarıları ile namaz beş vakte inene kadar Peygamber Allah’ın huzuruna gelir,
gider. Peygamber, namaz beş vakte indirildikten sonra yeniden Hz. Musa’ya
uğrar.
Musa
bu beş vaktin de çok olduğunu, ümmetin bunu da yerine getiremeyeceği uyarısında
bulunarak yeniden Allah’a dönmesini ve biraz daha indirim yapması için ricada
bulunmasını söyler. Ancak bu kez Hz. Peygamber artık isteyecek yüzünün
kalmadığını belirterek beş vakte razı olduğunu söyler.
Bu
arada Allah şöyle nida eder; “Ey Muhammed! Katımda söz değişmez. Ne dedimse
odur. O, gündüz ve gecede beş vakit namazdır. Her bir namazın karşılığı on
namaz sevabıdır. İşte bu, böylece elli vakit namaz yapar.
Allah
Resulü uyandığında kendini Mescid-i Haram’da bulur. Miraç dönüşü Kureyş onu
yalanlayınca, Allah da Beyt-i Makdis’i onun gözü önüne getirir. Ona bakarak
onların sorularına cevap verir. Hz. Ebubekir, Peygamberimizi tasdik ettiği için
ona “Sıddîk” lakabı verilir.”
Miraç hadisesinin
Recep ayının 27. gecesi olduğu kabul edilmekle birlikte, hangi tarihte olduğu
ve kaç kere olduğu konusunda da pek çok farklı rivayet vardır. Rivayetler;
peygamberliğin beşinci yılıyla, on ikinci yılı arasında olduğunu söyler. Hatta
peygamberlikten önce olduğunu söyleyen çok garip bir rivayet bile vardır. Yine
miracın kaç kere olduğu hususunda da ittifak yoktur. Ayrıca ruhen mi, bedenen
mi, rüyada mı, uyanıkken mi olduğu da tartışmalıdır. Yine, İsra ile Miracın
ayrı ayrı vakitlerde olduğuna dair rivayetler de vardır. [ Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak, s.147]
Yine bazı
hadisçiler ve İbn-i Sa’d gibi tarihçiler İsra ve miracı birbirinden farklı iki olay
olarak ele almaktadırlar.[ Sun’atullah Bikbulat,
İnşikak-ı Kamer Meselesi, İslamiyat Der, C.7, Sayı;3, s.186-7]
Necm
Suresi ile İsra olayının hiçbir alakası yoktur
Miraç hadisleri
ile Kur’ân ayetleri arasında ciddi problemler vardır. Şöyle ki; Miraç olayında
geçen “sidre-i münteha, kab-ı kavseyn” gibi kavramlar Necm suresinden
alınmadır. Oysa Necm suresi bisetin 3. veya 4. senesi inmiştir. Yani İsra ve
Miraç olayından en az sekiz sene önce! Bu nedenle Necm suresinin kendisinden
sekiz sene sonra olacak bir olayı anlatması düşünülemez. Necm suresinde
anlatılan, Peygamberin Cebrail’i görmesidir. Kur’ân’ın hiçbir ayetinde
Peygamberin Allah’ı gördüğüne, göğe çıktığına, O’nunla konuştuğuna dair tek bir
kelam yoktur. Hatta ima bile yoktur.
Necm suresinin
anlamı şöyledir; “Ortaya çıktığı zaman /battığı zaman yıldıza andolsun!
Arkadaşınız (Muhammed) ne saptı, ne de azdı. Ne de o kendi hevasından
konuşmaktadır. Bu (Kur’ân) kendisine indirilen bir vahiyden ibarettir. Onu son
derece kuvvetli olan bir (melek /Cebrail) öğretti. Üstün akıl sahibi /tam
donanımlı birisi. Derken kendini gösterdi. En yüksek/uzak ufukta belirmişti.
Sonra yaklaştı, derken iyice sokuldu. Öyle ki iki yay aralığı kadar, hatta daha
da az. İşte bu esnada Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti/bildirdi. Onun
gördüğünü kalbi yalanlamadı. Onunla gördüğü şey konusunda tartışacak mısınız?
Doğrusu onu /Cebrail’i bir başka iniş sırasında daha görmüştü. Son Sidre /kiraz
ağacının yanında. Ki onun yanında oturulacak bir bahçe (mesire yeri) vardır.
Sidre’yi
/kiraz ağacını kaplayan kaplamıştı. Göz ne şaştı /kamaştı ne de haddi aştı.
Muhakkak ki o Rabbinin ayetlerinden en büyüklerinden bir kısmını görmüştü.”
[Necm / 1-18]
Bu ayetler; ilk
vahy anında olanların bir sanı, bir rüya olmadığını, Peygamberin olay anında
sağduyusunu kaybetmediğini vurgulamakta ve bu sahnenin iki defa yaşandığını
anlatmaktadır.
Necm suresinin
anlatımı tıpkı Tekvir suresindeki anlatımın bir benzeridir;”Kuşkusuz bu,
değerli bir elçinin (Cebrail’in) sözüdür. Arş’ın Sahibi Allah’ın katında ona
hem güç, hem de çok itibar bahşedilmiştir. Orada ona itaat edilir, üstelik
güvene layıktır. Arkadaşınızı cin çarpmış değildir. Ant olsun o meleği berrak
bir ufukta görmüştür. O gayb /vahy hakkında cimri de değildir (onu saklamaz).
Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.” [Tekvir/19-23]
Necm suresi de,
Peygamber’in Cebrail’den vahiy alışını tasvir etmektedir. Bu ayetler çok açık
olarak vahyin kaynağı hakkındadır. Peygamber vahyi cinlerden almıyor, kendi
hevasından uydurmuyor. Ona vahyi getiren Cebrail’dir. Onu iki defa görmüştü.
Bir defasında en yüksek ufuktan yaklaşıp gelmişti. Bir defasında da Me’va
Bahçesi’nde, son Sidre ağacının yanında!
“Cennet’ül Me’vâ”
Peygamberimizin
Cebraili görmesinden bahseden bu pasajlarda geçen “Kab-ı kavseyn” veya “Sidre-i
Münteha”, “Cennet’ül Me’vâ” gibi deyimlere, sonrakiler bambaşka anlamlar
yüklemişlerdir. Kab-ı kavseyn; Allah ile âşık olduğu kulu Muhammed’in vuslatı
olarak anlatılır. Sidre-i Münteha da; varlık dünyasının sınırı olarak
anlatılmaktadır. Hatta bu son sidre ağacından, cennet nehirleri çıkar, Fırat ve
Dicle doğar. [Buhari, Enbiya, 22/2]
Cennet’ül Me’vâ
ise; ahiret yurdundaki cennetin bir bölümü olarak tasvir edilir.
Bi’setin 3. veya
4. senesinde Necm Suresi nazil olduğunda Mekkeliler, bu “Me’va Cennetini ve
Sidret’ül-Münteha’yı biliyor olmalılardı ki, içlerinden hiçbirisi bu yerin
neresi olduğuna dair bir soru sormamıştır. Aksi halde ona itiraz ederler ve
‘Sen demek göğe çıkıp Allah ile sohbet ettin, Cennete gittin öyle mi?’ diye
alaya alırlardı. Oysa bu ayetlerde; âdeta açık adres gösterilerek vahiy mahalli
açıklanmaktadır. Peygamberin Cebrail ile görüşmesi, herkesin bildiği, yanında
oturmaya değer bir bahçe olan “son sidre ağacının” yanında olmuştur.
Ayette bahsedilen
sidre ağacı, o vadide yetişen bir ağaç türü olup, “sedr ağacı” veya “Arabistan
kirazı” olarak da bilinir. Genellikle sınırları belirlemek için büyütülen bu
ağaç, kırsalda yaşayanlar için taş, kaya, ağaç, pınar gibi bir nirengi /işaret
noktası olarak kabul edilirdi. Bizdeki “Aynalıkavak, Gebeçınar” gibi, bu
“Sidret’ül-Münteha” da Mekkelilerin bildiği bir semtin adı olmalıdır.
Cennet kelimesi
Kur’ân’da onlarca yerde dünyadaki bahçeler için de kullanılmıştır. Âdem’in
dünyada yaratıldığı cennet /bahçe gibi! Peygamberin vahiy almak için ya da
Cebrail’i görmek için Ahiret yurdundaki Me’vâ cennetine gitmesinin hiçbir
gerekçesi yoktur. Allah nasıl bir zamanlar Musa peygamber ile bir ağacın
arkasından konuştu ise,[İsfehânî, el-Müfredat. s.557] Cebrail ile ona vahyini iletti ise, şimdi de Son
Peygamberiyle Sidre ağacının arkasından konuşmaktadır. Cebrail ile muradı
ilahisini bildirmektedir.
Kab-ı Kavseyn; de
o zamanlar için kullanılan bir uzunluk birimidir. “Bir kulaç, iki arşın” vs.
gibi! Cebrail “Bir yay boyu” mesafe kadar Peygambere yaklaştı, hatta daha da
yakın!
İsra
zamanında Kudüs;
Elmalı, “Mescid-i
Aksa” ile kastedilenin “Beyt-i Makdis” ve mübarek kılınan yerin de Kudüs ve
civarı olduğunu söylese de, Mescid-i Aksa ile Beyt-i Makdis arasında anlam ve
yapı bakımından hiçbir benzerlik yoktur. Zaten Kur’ân’ın indiği dönemde ve daha sonraki yıllarda
Kudüs’teki bu yapı, Beyt-ül Makdis olarak anılır, yazılır ve bilinir.
Bu şehrin onlarca
ismi vardır. Şehrin ismi çoğunlukla bu şehirdeki mabedin ismiyle özdeşleştirilmiştir.
Eski İbrani paralarında şehrin ismi “Yerushalayim” olarak geçer ki, bugün de
“Yeruşalim” olarak okunmaktadır. İbranice “Şalim” Arapça ”Sâlem” ile aynı
kökten müştak olup; ikisi de barış anlamına gelmektedir. Grekler zamanında da
şehre verilen ismin kökündeki barış anlamı değişmedi. Onlar şehre ”Hierosolyma”
ismini verdiler. “Solyma” önceki isimlerindeki gibi barış anlamına geliyordu.
“Hiero” ise “kutsal” demekti. Önceleri “Şalim” kelimesi “yeru” gibi, “ülke,
şehir, yurt” anlamlarına gelen kelimelerle tamlanarak söylenirken, daha
sonraları kelime “kutsal” anlamına gelen kelimelerle tamlanarak söylenmeye
başlandı.
Romalılar şehri
işgal ettikten sonra isim Roma imparatorunun ismine atfen İlya olarak anılmaya
başlandı. Ömer zamanında şehir fethedildiğinde bu isim kullanılıyordu. Şehrin
sakinleriyle yapılan antlaşmada “İlya/İlia” ismi geçmektedir. Araplar şehir
fethedilinceye kadar buraya “İlya” veya “Medinetü Beyti’l Mukaddes ya da;
kısaca Beytül Makdis” şeklinde isimlendiriyorlardı. İlk dönem kaynaklarında bu
isimlerin dışında kullanım yer almamaktadır. Daha sonraları
“el-Ardü’l-Mukaddes, Darü’s-Selam, Medinetü’s-Selam ve Mescid-i Aksa” isimleri
de kullanılmıştır. Memluklular zamanından itibaren ise şehir artık daha çok
”Al-Kuds veya el-Kudsu’ş-Şerif” isimleriyle anılmaya başlanmıştır.[Muammer Gül, Kudüs ve Tarih İçinde Aldığı İsimler, Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:11 sayı:2]
“Mescid-i Aksa”
O günlere ait az
sayıdaki orijinal belgede Mescid-i Aksa ismi hiç geçmemektedir. Fetihten sonra
Kudüs’te bir mescit bulunduğuna dair en eski bilgi ise yaklaşık 50 yıl
sonrasına aittir. Bu da bir Hıristiyan gezgine aittir. Bu bilgi de şudur;
Kudüs’te bir kilisenin bir bölümünde namaz kılınmaktadır. Buranın yeri de tam belli değildir.
Peygamber’den
rivayet edilen hadislerde bile burasının ismi Mescid-i Aksa olarak değil,
Beytül Makdis olarak geçmektedir. Çok az rivayette Mescid-i Aksa geçse bile
bunların sonradan karıştırılarak böyle kullanıldığı açıktır. Miraca ilişkin çok
sayıdaki hadislerde burası Mescid-i Aksa olarak değil Beytül Makdis olarak
isimlendirilmektedir.[ Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak Mekke Yılları, s.145]
Ezrakî’nin tespitlerine
göre bu rivayet, o günkü Emevi iktidarına yaranmak ve iktidara meşruiyet
kazandırmak maksadıyla, saray âlimlerinden Şihab-ez Zühri, hadisin
orjinalindeki “Süleyman’ın mescidi” ifadesini ,”Mescid-i Aksa” şekline
çevirerek tahrif etmiştir. Abdülmelik bin Mervan, Mekke’de kendisine karşı
halifeliğini ilân eden Abdullah bin Zübeyr ile girdiği politik mücadelede bir
taktik olarak, Halife Ömer tarafından camiye çevrilen bu basit yapının adını,
Mekke’deki Mescid-i Haram’a nazire olsun diye “Mescid-i Aksa” koymuştur. Zührî
gibi hadisçilere de Mescid-i Aksa’nın, bu mescit olduğunu kitaplara yazmak
kalmıştır ki, bu da pek zor olmamıştır. Sonuç olarak o yıllardan bu yana ne
yazık ki tüm Müslümanlar bunu böyle kabul etmişlerdir. “Mescid-i Aksa”
dendiğinde Kudüs akla gelir olmuştur.
M.Ö, 586 yılında
Babil kralı Nabukadnezzar/ Buhtünnasr Beyt-i Makdis’i tamamen yıkmış,
Yahudileri de esir olarak yanında götürmüştür. Daha sonra mabed birkaç defa
daha inşa edilmişse de pek çok işgale uğrayan Kudüs her bir defasında yakılmış,
yıkılmıştır. En son Hz. İsa zamanında son kez inşa edildi. M.S, 70 yılında
Titus katliamında buradaki mabed -batı duvarındaki bir bölüm ve üç kule hariç-
yerle bir edilmişti. Bu yer de Hıristiyanlar tarafından çöplük haline
getirilmişti. İslam ordusu burayı fethettiğinde de hala bu haldeydi. Titus,
ayrıca tekrar mabedi inşa etmemeleri için Yahudilerin Kudüs’e girmelerini
yasaklamıştır.
Hristiyanlar Hz.
İsa’nın [Matta, 24/2] deki sözlerine hürmeten Süleyman Mabedinin tekrar
yapılmasını reddetmişlerdir. Hatta Hristiyanlar Yahudilere hakaret olsun diye
burasını çöplük olarak kullanmışlardır. Müslümanların 638 yılında Kudüs’ü
fethetmesine kadar burası bu şekilde kalmıştır. Yani peygamberin Miraca çıktığı
söylenen tarihlerde burada bırakın Mescid-i Aksa’yı, Beyt-i Makdis bile
ortalarda yoktu.
Yahudilere göre
bir tane de gökte semavi Kudüs vardır. Bu Semavi Kudüs dünyanın sonuna doğru
yeryüzüne inecek, dünyadakinin yerini alacaktır. Onlara göre Mabed, dünya
yaratılmadan önce de vardı, ama gökte idi. Rab dünyayı onun gölgesinin düştüğü
yerden yaratmaya başlamıştır. [Tur, 52/4] geçen “Beyt’ül-Mamur”un Kâbe’nin
üzerinde, onun tam hizasında gökte bulunduğu, yedinci kat semada her gün yetmiş
bin meleğin ziyaret ettiği şeklindeki rivayetler İsrailoğullarının Kudüs
hakkındaki rivayetlerinden alıntı gibidir. Hasan Basri’ye göre, bu Beyt-i Mamur
Kâbe’dir.
Kudüs’ün fethi
Kudüs Hz. Ömer
zamanında Ebu Ubeyde b. Cerrah tarafından fethedildi. Hz. Ömer’in
Kab’ul-Ahbar’ın yol göstermesiyle çöplük haline getirilmiş bu sahranın /kayanın
yerini bulduğu ve temizlettiği, kendisinin de eteğine taş, toprak doldurup
taşıdığı bilinmektedir. Hz. Ömer’in molozlar altında kalan bu yeri temizletip,
Sahre’nin güneyinde cemaate namaz kıldırdığı Taberî tarafından nakledilir.
Ömer’in yaptırdığı bu cami, Beyt-i Makdis’in kalıntıları arasında bulunan
sütunların üzeri kalaslarla kapatılarak oluşturulan basit bir yapıdır. Ancak
Ömer Ehl-i Kitab’ın halen kullandıkları yerlere dokunmamış ve buralara el
koymamıştır. Hatta Ömer’in kendisinden sonra âdet olur da mescide çevrilir
endişesiyle Ehl-i Kitab’ın kullandığı bir mabette namaz kılmaktan imtina ettiği
rivayeti vardır.
Kudüs İslam’ın ilk
kıblesi ise, Müslümanların oldukça uzun bir süre burası hakkında aldırmaz bir
tutum içinde olmalarının sebebi ne olabilir? Hz. Ömer fetihten sonra ne Peygamber’in
üzerinden miraca çıktığı rivayet edilen “Hacer-i Muallak” taşını aratmış, ne de
Mescid-i Aksa diye bir mabedi tespit edip burayı tamir ya da inşa etme işine
girmiştir. [ Mehmet Azimli, Siyer-i Farklı
Okumak, s.165 ] Öyle ya; Kur’ân’da
İsra Suresi’nde bahsedilen mescit bu ise, Peygamber burada tüm peygamberlere
namaz kıldırdıysa (!) bu alakasızlık neyle izah edilebilir?
Bu sorunun tek bir
cevabı olabilir; burayı fetheden Müslümanların burasının Mescid-i Aksa
olduğuna, Peygamber’in Kur’ân’da bahsedilen İsra, yani geceleyin Kudüs’e doğru
mucizevî bir şekilde yürütülmesi hadisesi hakkında ve “Hacer-i Muallak”ın
üzerinden miraca çıktığına dair hiçbir bilgileri yoktu. Eğer olsaydı böylesine
önemli bir durum karşısında yapılacak ilk şey derhal Hacer-i Muallak’ın yerinin
tespiti ve Mescid-i Aksa’nın Kur’ân’da geçen mescit olduğunun ilan edilmesi
olurdu. Ama hiçte öyle olmamıştır.
Emevi kralları
insanlardan biat almak için özellikle Kudüs’ü tercih etmişlerdir. Emeviler
Kudüs ve civarını siyasi nedenlerden dolayı öne çıkarmaya gayret sarf
etmişlerdir.
Özetle; Mescid-i
Aksa, Emevi halifesi (kralı) Abdülmelik ve oğlu Velid tarafından, İsra
olayından çok sonraları inşa edilmiştir.
Kubbet’üs-Sahra
/Ömer Camii;
Kudüs’ün fethinden
sonra Müslümanlar uzun bir süre buraya sıradan bir yer gözüyle bakmışlardır.
Fetihten yaklaşık 50 yıl geçtikten sonra buradaki yapı Mescid-i Aksa olarak
algılanmaya başladı. Peygamber’in üzerine basarak yükseldiği rivayet edilen
taşın üzerine Kubbetü’s Sahra isimli sekiz köşeli kubbeli bir yapı inşa edildi.
Kubbetü’s-Sahra;
Abdülmelik b. Mervan tarafından, Hz. Ömer’in yaptırdığı mescidin yerine inşa
edildiği için buraya “Ömer Camii” de denir. Bu kubbeye “sahre” denmesinin
nedeni de üzerinde bulunduğu kutsal kaya /sahre nedeniyledir.
Yahudi kaynaklarına göre bu kaya ‘dünyanın temelindeki köşe taşıdır’ [Eyüp,
38/4-6]
Yahudi geleneğine
göre; bu sahre; Süleyman mabedinin temelini oluşturur, dünyanın ortasında
bulunur, Nuh’un gemisi tufandan sonra bu kayanın
üzerine konmuştur, vs.
İslami kültüre
/rivayetlere göre ise; İsrafil insanlara hesap için toplanın emrini bu kayanın
üzerinden verecektir. Ebu Hureyre’den nakledilen bir rivayete göre; bütün tatlı
su kaynakları, nehirler ve rüzgârlar bu kayanın altından çıkmaktadır. Bu kayanın
havada durduğu, üzerinde peygamberin ayak izi olduğu, Cebrail’in parmak izi
olduğu, Peygamberin havada duran bu taşın üzerine basarak miraca çıktığı
rivayetleri de vardır.[ Cebrail Kudüs’e vardığında, eliyle taşı delip, Burak
denilen merkebi oraya bağlamıştır. [Cebrail Kudüs’e vardığında, eliyle taşı
delip, Burak denilen merkebi oraya bağlamıştır. [Tirmizi, 3132]
Çok doğal olarak
bu rivayetlerin tamamı uydurmadır. Bu sahrenin içinde 4.5×4.5 çapında elle
yontulmuş, 1,5 m yüksekliğinde, yarım daire şeklinde bir oyuk bulunur. Güya
haftada iki defa tüm ruhlar burada toplanırlarmış.
Abdülmelik bin
Mervan zamanında hem Kubbetüs Sahra’nın yapılması, hem de bu ilk basit mescidin
görkemli bir şekilde yeniden inşa edilerek Mescid-i Aksa isminin verilmesi o
dönemdeki siyasi olaylarla yakından ilgilidir.
Hac için Mekke’ye
gitmeye gerek yoktur
Tarihçi Yakubî ve
diğer bazı kaynaklar, Kubbetüs-Sahra’nın Halife Abdülmelik’in Müslümanların Hac
için Mekke yerine Kudüs’e gitmesi için yaptırdığını söylerler. Emevilere karşı
ayaklanan Abdullah b. Zübeyr, Mekke ve Medine’nin yönetimini 15 sene elinde
tutmuştur. Mekke ve Medine Abdullah’ın hilafeti altında yönetildiği bu yıllarda
Emevi kralları hacca giden Müslümanların Abdullah’a biat edip, siyasi rakibi
tarafına geçmelerinden korkuyorlardı. Hacıların Mekke’ye gitmemesi için Kudüs’ü
Mekke’ye alternatif olarak düşündüler. “Hacer’ül-Esved” yerine, “Hacer-i
Muallâk” ön plana çıkarıldı. (Güya bu “Asılı
Taş” Peygamberimiz göğe çıkarken, peşinden gelmeye kalkışmış! Bu yüzden havada
asılı kalmış. Tabii ki herkesin de bildiği gibi böyle bir taş yok!)
Bu taş üzerine Kubbet’üs-Sahra Camisi inşa edilmişti. Bu cami, bilinen hiç bir
cami tarzına benzemez. Sekizgen olup, etrafı meydan olarak düzenlenmiştir.
Mekke ve Medine’ye gitmesi istenmeyen hacılar, hac tavafını bu mescidin içinde
veya dışında yapacak şekilde tasarlanmıştı. Abdülmelik bu amacını
gerçekleştirmek için de etrafına topladığı ulemadan yardım almıştır. İsra ve
Miraç’la ilgili uydurulmuş hadisleri de kullanmıştır. İnsanlar Hac için Mekke’ye
gitmekte ısrar edince; ”(Namaz ve ibadet için) hiçbir mescide sefer edilmesi
doğru değildir. (Ziyade sevap umarak) yalnız (şu) üç mescide sefer edilir;
Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa” tarzında hadislerin onun
zamanında uydurulduğu veya hadise Mescid-i Aksa’nın eklendiği kuvvetle
muhtemeldir.
Böylece insanlara
Mescid-i Haram yerine, Beyt-ül-Makdis’i, Kâbe yerine de peygamberin miraca
çıktığı bu kayayı ziyaret edebileceklerini söylenmiş ve üzerine ipek örtüler
asılmıştır. Bu sahrenin etrafında tavaf edilip, arefe günü de Mescid-i Aksa’da
vakfeye durulduğu rivayetleri vardır.[ İbn Kesîr, Tefsir: 3/6 ]
İbni Kesir’in
tarihinde olay şu şekilde anlatılmaktadır
“Bu sene
Abdülmelik b. Mervan, Kudüs’te Mescid-i Aksa’daki kayanın üzerine bina
yaptırmaya ve Mescid-i Aksa’yı onarmaya başladı. Bu onarım işi hicretin yetmiş
üçüncü senesinde tamamlandı. Bunun sebebi de şu idi: Abdullah b. Zübeyr,
Mekke’yi istila ettiği zaman Mina ve arefe günlerinde insanların Mekke’de
ikamet ettiği günlerde hutbe irad ediyor, hutbesinde Abdülmelik’in aleyhinde
konuşuyor ve Mervanoğullarının kötülüklerini anlatıp şöyle diyordu; Peygamber,
Hakem’e (Abdülmelik’in dedesi) ve onun nesline lanet etti. Peygamber onu kovdu
ve lanetledi.
Abdullah b.
Zübeyr, insanları kendisine bey’ata davet ediyor, çok fasih konuşuyordu.
Şamlıların büyük çoğunluğu ona meylettiler. Abdülmelik, bunu duyunca insanları
hacdan menetti. Hacca gitmelerine müsaade etmeyince insanlar ona kızdılar.
Bundan sıkıntı duymaya başladılar. O da Mescid-i Aksa’daki kayanın üzerine
kubbe yapmaya ve Aksa mescidini inşa etmeye başladı ki, bu sayede insanları
hacca gitmekten alıkoysun ve gönüllerini Kudüs’e yöneltsin. Nihayet insanlar
inşaatın tamamlanmasından sonra Kudüs’e gidip kayanın etrafında, tıpkı Kâbe
etrafında tavaf eder gibi dönüp tavaf etmeye başladılar. Bayram gününde orada
kurban kesiyor, saçlarını tıraş ediyorlardı.
İnsanlar
hükümdarlarının dini üzeredir
Abdülmelik, Beyt-i
Makdis’i tamir etmek istediği zaman oraya bol miktarda para ve işçi gönderdi.
Memleketin çeşitli yerlerinden sanatkârları toplayıp Beyt-i Makdis’e gönderdi.
Ayrıca bol miktarda da para gönderdi. Adamlarına bu iş için tereddütsüz olarak
bol masraf yapmalarını emretti. Onlar da büyük miktarda para harcadılar.
Kubbeyi inşa ettiler, çok güzel bir yapı meydana geldi. Orayı renkli
mermerlerle döşediler. Oraya hizmetçiler tahsis ettiler, çeşitli kokular, miski
amber ve safranları oraya saçtılar. Çok masraf yapıyorlar, geceleyin kubbeyi ve
mescidi buğurlarla tütsülüyorlardı. Altın ve gümüşten kandiller, altın ve
gümüşten zincirler asarak orayı süslediler. Buhurları tütsüledikleri zaman
kokusu uzak mesafeden hissediliyordu. Burayı ziyaret eden bir kimse dönüp
memleketine vardığında kendisinden günlerce misk, tütsü ve güzel kokular saçılıyordu
ve onun Mescid-i Aksa’daki kayalığa gittiği ve Kudüs’ten geldiği anlaşılıyordu.
Mescid-i Aksa’da çok sayıda hizmetçi ve kayyum vardı. O gün yeryüzünde ondan
daha güzel bir bina ve kayalığın üzerindeki kubbeden daha göz alıcı bir kubbe
yoktu. Öyle ki insanlar, Ka’be’ye haccetmeye gitmeyip oraya gelmeye başladılar.
Hac mevsiminde ve diğer zamanlarda Mescid-i Aksa’dan başka bir yere gitmez
oldular.
Abdülmelik ve
adamları, Mescid-i Aksa’da ve kayalığın kubbesinde ahiretteki manzaraları
andıran yalancı işaretler ve alametler koydular. Sırat köprüsünün, Cennet
kapısının, Rasülullah’ın mübarek ayağının ve Cehennem vadisinin tasvir ve
resimlerini Mescid-i Aksa’nın kapılarına ve birçok yerine yaptılar. Böylece
insanlar aldandılar. Bu aldanış zamanımıza kadar sürmüştür. Kısaca diyeceğimiz
şudur ki Beyt-i Makdis’teki kayalığın üzerine yapılan kubbenin inşaatı
tamamlandığında, yeryüzünde o kubbe kadar güzel ve göz alıcı başka bir kubbe
yoktu. Oraya birçok taş, mücevher ve mozaik yerleştirdiler. Göz alıcı birçok şeyleri
taktılar.”[ Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak Mekke Yılları,
s.167-8]
İbn-i Teymiye;
peygamberin üzerine basıp, göğe çıktığı söylenen bu taşın, bu kutsal kayanın üzerinin
sahabe ve tabiun devrinde hep açık kaldığını, Abdülmelik’in insanları Mekke ve
Medine’ye gitmelerini önlemek amacıyla, bu taşa ve üzerindeki mabede ziyareti
teşvik ettiğini söyler. “İnsanlar hükümdarlarının dini üzeredir” sözünü tasdik
eder biçimde, insanların o günden bugüne bu taşa ve üzerindeki Kubbetü’s-Sahra
mabedine saygı göstermeye devam ettiklerini, bu arada halkın ilgisini daha da
arttırmak için bu mevzudaki Yahudi masallarını yayan kimselerin türediğinden
dert yanar.[ Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak Mekke Yılları, s.170]
Abdülmelik siyasi
amaçları uğuruna Kudüs’ü kutsallaştırmış ve burada inşa edilen mescide
Kur’ân’da geçen bir mescit ismi verdirerek, Kâbe ve Medine’deki Peygamber’in
mescidinin yanı sıra İslam’ın üçüncü kutsal mescidi ilan edilmiştir. Tüm bunlar
Emevî saltanatının meşruiyetini ve devamını sağlamak için kullanılmıştır.
Esrâ; götürmek mi? Yürütmek mi?
Bazıları rivayetleri kurtarmak için ayetleri zorlama tevillerle anlamlarını yerinden etmişlerdir. Örneğin; [İsra/1] de geçen “Esra” kelimesinin anlamını açıkça tahrif etmişlerdir. Ayetin anlamı; “gece yürüyüşü, hızlıca geceleyin yürümek” iken, meallerin çoğunda “götürmek” anlamı verilmiştir. Zira; “Allah kulunu yürüttü” anlamı verirlerse, bir gecede Peygamberi Kudüs’e götürüp, getiremeyeceklerini bilirler. Bereket versin bu kelime Kur’ân’da birkaç yerde geçer. Hepsinde de “geceleyin yürütmek” anlamındadır. “Fe esri bi ehlike…Hemen gecenin bir kısmında aileni yürüt” [Hicr/65], ayrıca bak, [Taha/72, Duhan/23]
Miraç
hadisleri Kur’ân ve Tarihi hadiselere aykırıdır
Miraçla ilgili
hadisler uydurmadır. Çünkü bu hadisler Kur’ân ayetleriyle çeliştiği gibi
Peygamber’in davet metoduyla da uyuşmamaktadır. Müşrikler Peygamber’den şu
tarzda taleplerde bulunuyorlardı; “Bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça yahut
hurma ağaçlarıyla ve asmalarla dolu bir bahçen olmadıkça ve onların arasından
çağıl çağıl dereler akmadıkça yahut tehdit edip durduğun gibi göğü parça parça
üzerimize düşürmedikçe yahut Allah’ı ve melekleri bizimle yüz yüze getirmedikçe
yahut altından yapılmış bir evin olmadıkça yahut göğe yükselmedikçe sana
inanmayacağız; kaldı ki göğe yükselsen bile bize oradan kendi gözlerimizle
okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe yine inanmayız.” [İsra/90-3]
Müşriklerin “Allah
ve meleklerle yüz yüze gelme” ve “Peygamber’in göğe yükselmesi” talebi onun
tarafından ayette belirtildiği üzere reddedilmiştir. Aynı surede surenin
başında bir mucize (!) açıklanıyor ve surenin ilerleyen ayetlerinde müşrikler
bu mucizeyi sanki daha önce hiç olmamış gibi tekrar talep ediyorlar. Peygamber
de daha önce gerçekleştirdiği bir mucizeyi (göğe çıkmayı) gerçekleştirmesinin
mümkün olmadığını söylüyor. Bu olacak şey değildir!
İsra ve miraç için
kaynak gösterilen İsrâ suresinin ilk ayetini, surenin devamı yalanlamaktadır.
Buna göre, Peygamber’in göklere gidip gelmesi isteği, Mekke kâfirlerinin bir
isteğidir. Şöyle ki: Mekke kâfirleri Peygambere gelerek bir dizi istekte
bulunurlar; eğer bu isteklerini yerine getirirse ona inanacaklardır!
İsteklerinden biri de, Peygamber’in göğe yükselmesidir. Fakat o kadar uyanık(!)
adamlardır ki, Peygamber’in, göğe gittim-geldim diye kendilerini kandırmaması
için, bir de oradan yazılı bir belge getirmesini şart koşmaktadırlar. Peki, bu
kâfirce isteklere karşı Allah’ın, Peygamberine verdirdiği cevap nedir? Cevap,
“miraca çıktım, çıkacağım” gibi bir açıklama olmayıp şudur; “De ki onlara;
“Bütün, bunlara muktedir olan kudret ve yüceliğinde sınır olmayan Rabbimdir; De
ki: Rabbimi tenzih ederim! Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki?”
[İsra/ 93]
Bu cevap, bütün
miraç senaryolarını alt-üst etmektedir. Çünkü Peygamber’in bir beşer olduğu
hatırlatılmakta, bir beşer olarak böyle bir işe asla girişemeyeceği, böyle bir
yükselmenin (urûç) asla mümkün olmadığı, beşeriyet yasasında bunun imkânsızlığı
anlatılmaktadır. Fakat o günkü müşriklerin buna benzer olağanüstü beklentileri
nasıl hiç bitmemişse, bugünkü şirkle karışık kafalar da Peygamber’i bir türlü
‘normal’ bir insan olarak kavramaya istekli görünmemektedir. Olağanüstülük
göstermeyen, “içimizden biri, arkadaşınız, (mislüküm) tıpkı sizin gibi biri”
olan insan peygamber, müşrikler için yeterli bulunmamaktadır!
İnsan Peygamber
“Eğer yeryüzünde
yerleşik yaşayan kimseler melekler olsaydı, elbette onlara gökten Peygamber
olarak bir melek gönderirdik!” [İsra/ 95] Yeryüzünde
yaşayanlar insan olduğuna göre, onların bütün meseleleri, gökte değil,
yeryüzündedir. Peygamber’in göğe çıkması onların hiçbir işini çözmeyecek,
hiçbir şekilde onlara örneklik teşkil etmeyecektir.
Miraç’tan
Peygamberimizin getirdiği söylenen üç hediye, “Beş vakit namaz, Bakara’nın son
iki ayeti ve Allah’a şirk koşmayan günahkârların affedileceği” [ Müslim, İman, 279, Ayrıca Tirmizi ve Nesaî] meselesini ele alalım. Kur’ân’ın hiçbir
yerinde beş vakit tabiri yoktur. Ancak namazın kılınacağı beş vakti en iyi
ifade eden ayetlerden biri olan [Tâhâ/130] ayeti Miraç’tan en az beş- altı sene
önce nazil olmuştur. Çünkü Hz. Ömer Taha suresini dinledikten sonra Müslüman
olduğu ve bu hadisenin ne zaman olduğu bilinmektedir. Yani, beş vakit namaz
için delil getirilen ayetin nüzulü peygamberliğin altıcı senesinden önce nazil
olmuş olmalıdır. Dolayısıyla miraçtan gelen
beş vakit namaz emri Miraçtan yıllar önce zaten emredilmiştir.” …Bir de
güneşin doğumu ve batımından önce Rabbini hamdederek tesbih et. Yine gecenin
bazı saatlerinde ve gündüzün belli zamanlarında (namaz kılarak) O’nun yüce zatını an…” Haliyle bu hadisin sahih
olması mümkün değildir.
Yine Bakara
suresinin son iki ayeti (Amenerrasulü…) nün İsra ve Miraç gecesi hediye olarak
verildiği rivayeti de, Kur’ân’a apaçık aykırıdır. Bakara suresinin
inmesine daha en az beş sene vardır. Çünkü Bakara Suresinin tamamı ittifakla
kabul edildiği üzere medenîdir. Hicrî ikinci ve beşinci yıl arasında nazil
olmuştur. Bakara suresinin bu son iki ayetinin Mekkî olduğuna dair tek bir
rivayet yoktur. Ayrıca; tefsirlerde bu iki ayetin iniş sebebi hakkında farklı
bilgiler vardır. “Göklerde
ve yerde bulunan her şey Allah’ındır. İçinizde olanı açığa vursanız da,
gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker, sonra dilediğini bağışlar,
dilediğine azap eder. Allah her şeye kâdirdir.” [Bakara, 2/284]
ayeti inince sahabeye çok ağır geldi, içlerinden geçen her düşünceden sorumlu
olacaklarını sandılar, Allah’ın Elçisi’ne gelip; Ya Resûlallah, namaz, oruç,
cihâd, sadaka gibi yapabileceğimiz işlerle yükümlü kılındık. Bunları
yapabiliriz ama sana inen bu ayetin hükmünü yerine getiremeyiz (içimizden geçen
düşüncelere engel olamayız), dediler. Bu ayet gerçekten onlara çok ağır
gelmişti. İşte bu olay üzerine Allah Bakara Suresinin son iki ayetini indirdi.
“Allah kimseye kaldıramayacağı yükü teklif etmez” ayeti onları rahatlattı.
Kalp temizliği su
ile mi yapılır?
Peygamberimizin bu
Miraç yolculuğu öncesinde göğsünün yarılarak, kalbinin yıkandığı rivayetleri de
bir başka problemdir. Bu hadisleri uyduranlar kalp temizliğinin su ile
yapılacağını zannedecek kadar aklı kıt, saftirik kimselerdir. Kalp temizliği su
ile mi yapılır? Ayrıca en az on yıldan beri peygamberlik vazifesini deruhte
eden Peygamberimizin kalbinin hala pis, kirli olması düşünülebilinir mi?
Kalbinin, huyunun/ahlakının kötü olduğunu söylemek, o en masum beşere /Nebiye
açık bir iftira değil midir? Ki bu cahiller, aynı operasyonu Peygamberimizin
çocukluğunda bir kere daha yaparlar. Beş yaşında bir sabinin / masum çocuğun
kalbi nasıl kötü oluyorsa! Aslında bunlar resmen peygambere vaftiz
yapmaktadırlar. Üstelik cerrahi ağır bir operasyon geçiren birisi, nasıl olur
da böyle bir uzun miraç yolculuğuna çıkabilir? Yedi kat semanın ötesine
yolculuk yapabilir?
Peygamber’in göğsü
yarılıp ve özel bir operasyondan geçirildikten sonra kalp temizliğine sahip
olduysa, onun biz ümmeti için ‘üsve-i hasene/en güzel örnek’ olma özelliği yok
demektir! Zira bizim kalbimiz yarılıp, altın leğende getirilen zemzemle
yıkanmadığına göre, biz hiçbir zaman onun gibi temiz kalpli olamayız!
Cennet ve
Cehenneme gitmiş, oraları müşahede etmiş hikâyesine gelince, daha Cennet ve
Cehennem yaratılmadı ki, oraları görmüş olsun. Onlar; kozmik kıyametin
koptuktan ve İsrafil’in sura ikinci defa üflemesinden sonra yaratılacak.
İsra ve Miraca
ilişkin hadislerdeki en büyük çelişki yarım asırdan daha fazla süre sonra inşa
edilecek olan bir mescide bu yolculuğun nasıl yapıldığına ilişkindir. Güya
Peygamberimiz Miraç sonrası bu olayı anlatınca Mekkeli müşrikler ona Beyt-i
makdis /Mescid-i Aksa hakkında sorular sormuşlar, bunun üzerine Cenab-ı Hak da
mescidi peygamberin gözü önüne getirmiş, o da mescide bakıp bakıp pencereleri,
kapıları hakkında bilgi vermiş. [Buhari, Menakıb’ül-Ensar, 41] Gel gör ki,
Peygamberin bakıp, bakıp söyleyeceği bir mescit henüz inşa edilmemiştir ki,
baksın da söylesin!
Acaba neden, hepsi
tüccar olan ve o bölgelere ticaret için sürekli yolculuk yapan müşriklerden hiç
birisi “Orası virane bir yer, çöplük, orada mescit yok, mescit olmayan bir
yerde, hangi mescide gittin?” diye sormayı akıl edememiştir! Eğer Peygamber
Mekkelilere gecenin bir vaktinde Kudüs’e gittim, orada Mescid-i Aksa camiinde
namaz kıldım deseydi, muhakkak Mekkeli müşrikler onun açığını yakalamak
isteyeceklerdi.
Yine; bir başka
rivayette, Peygamberimiz miracı anlattığında, müşrikler Ebubekir’e gidip,
‘Senin arkadaşın böyle, böyle şeyler söylüyor, ne dersin? diye sormuşlar. O da,
Muhammed söylüyorsa doğrudur demiş, bunun üzerine ona “Sıddîk” lakabı
verilmiştir. Bunların hepsi uydurmadır. İbn-i İshak, İbn-i Sad, Vakıdî bunların
hiç birinin senedini göstermemişlerdir. Diğer bazı siret yazarlarının ravi
olarak gösterdiği kimseler ise yalancı ve masalcı olmakla itham edilmiş
kimselerdir. Hatta peygamber bu olayı miraç dönüşü anlattığında bazı
Müslümanlar buna inanmamışlar, güya dinden dönüp, irtidat etmişler. Bu irtidat
hikâyesinin aslı astarı yoktur. Zaten Mekke’de bir avuç Müslüman vardı ve onlar
da Peygamber etrafında sımsıkı kenetlenmişlerdi. [ Mevlana Şiblî, Asr-ı Saadet, C.2, s.434] Bunlar uydurma miraç olayına
inanmayanlara gözdağı vermek için kurgulanmış mizansenlerdir.
Peygamberler
ölmedi mi?
Miraç hadislerinde
geçen şu, her semada bir Peygamber’in ikamet etmekte oluşunu nasıl açıklamalı?
Zikri geçen peygamberler ölmediler mi? Yoksa ölen her Peygamber semanın bir
katına mı yerleşmektedir? Yani; Miraç esnasında Muhammed hariç tüm peygamberler
ölü olduğu halde, hadislerde göğün değişik katmanlarında yaşıyor olarak
gösterilmesi akla, bilime ve İslam’a aykırıdır.
[Buhârî, Tevhîd,
37, Menâkıb, 42] de nakledilen hadis de, gerek metin, gerekse anlam bakımından
pek çok sakatlıklar vardır. Buhârî’nin rivayetinde olay, Peygamber’in, henüz
peygamber olmadan önce gördüğü bir rüyadan ibarettir ve ayette anlatılan İsrâ
olayı ile bir ilgisi yoktur. (İbn Kesîr,
Tefsîr: 3/4-21; Hâzin: 4/135)
İbn Kesîr gibi bir
zât, bu bağlamda çok tuhaf ve garip şeyler olduğunu söyler.
Bütün rivayetlerin
özünü, Buhârî’nin Enes’ten aktardığı bu rivayet oluşturmaktadır. Olay, bir rüya
biçiminde anlatılsa da gerçeklere ters düşen pek çok şeyle doludur.
[Necm /1-15]
ayetlerinde Cebrail’in, Hz. Muhammed’e, iki yay arası, hatta daha da az bir
mesafe kalıncaya dek yaklaşıp ona vahyetmesi olayı, Miraç olayı ile
karıştırılmış ve Allah’ın sarktığı, yaklaştığı ifade edilmiştir. Oysa yaklaşan
Cebrail’dir. Peygamber’in Cebrail’i görmesi olayı İsrâ olayı ile
karıştırılmıştır.
50 vakit namaz ve
Hz.Musa
Namaz
vakitlerinin, bir rivayette yarımşar, yarımşar, diğer rivayette beşer beşer,
başka rivayette ise onar, onar vaktinin indirildiği söylenir. [ et-Tefsîru’l-hadîs: 3/217]
Bunlar birbiriyle çelişmektedir.
Miraç hadislerinin
en tuhaf yönlerinden biri de, elli vakit namazın beş vakte indirilmesine
ilişkin mizansendir. Buna göre Allah Teâlâ ilk önce Peygamberine elli vakit
namaz emretmiş, Peygamber de bu emre karşı hiç ses çıkartmamıştır. Fakat dönüş
yolunda Musa’nın uyarısı ve akıl vermesi sonucunda aklı başına gelmiş, Allah’ın
huzuruna ha bire çıkıp-inerek, namazların vaktini şu an ki şekline, beş vakte
indirebilmiştir(!)
Hz. Musa’nın
ikazlarıyla Hz. Peygamber’in, Rabbine dönüp bunun çok olduğunu, ümmetine ağır
geleceğini söylemesi ve böyle böyle namazın beş vakte indirilmiş olması, Allah
ile Peygamber arasında bir pazarlık olduğu izlenimi vermektedir. Neymiş Efendim,
Allah 50 vakit namazı farz kılmış. Musa’nın uyarısıyla Peygamber gide-gele,
pazarlık yaparak güç bela 5 vakte indirebilmiş. Musa daha da indir demiş. O da
gitmiş, lakin Allah “Tamam, yeter artık, bundan fazla indiremem demiş.” İşte
böylece günde 5 vakit namazı çok bulan beynamazlara, ‘Halinize şükredin,
sesinizi çıkartmayın, Ya Peygamberimiz yolda Musa ile karşılaşmasaydı da 50
vakit olsaydı, haliniz nice olurdu?’ denir. Çok sevap toplama derdindeki diğer
bir zümreye de ‘Beş vakit kılıyorsunuz amma 50 vakit namaz sevabına nail
oldunuz’ denir. Sanki, yapılan her bir hasenata en az on kat sevap vereceğini
Allah Kitabında vad etmemiş gibi! Hâşâ Allah o aralar biraz meşgulmüş, 50 vakit
namazı düşünmeden emredivermiş, her 25 dakikada bir namaz kılınacağını hesaplayamamış!
Ne dediğini
bilmeyen ve kulu ile pazarlık eden bir Allah düşünülemez! Peygamberin Allah’ın
huzurunda onunla pazarlığa girişmesi olacak şey değildir. Bunu Peygamber değil,
sıradan bir kul bile yapmaz.
Çömez Peygamber ve
Ustası
Yine Peygamberimiz
bu hadislerde acemi /çömez biri olarak tasvir edilmiştir. Musa da ona dinin
inceliklerini öğreten bir usta gibi takdim edilmiştir. Hz. Musa, Allah’ın ve
Hz. Muhammed’in düşünemediği şeyi düşünmüş(!) Sonra neden başka bir peygamber
değil de Musa? Çünkü olay İsrailiyattır. Ve bu olayla Hz. Musa,
Peygamberimizden daha akıllı ve üstün gösterilmek istenmektedir.
Sonra Musa,
Allah’ın emrine karşı nasıl bu kadar cesur olabiliyor? Hem Musa Peygamber
ölmemiş miydi; nasıl olup da altıncı semada bulunup, son Peygamber’e yol
göstermektedir? Neden Musa’nın düşündüğünü -hem de kendi ümmeti olduğu halde-
Muhammed (sav) düşünememektedir?
Üstelik bu Buhari
hadisine göre, henüz peygamber bile olmayan Hz. Muhammed’e ve ümmetine namaz
farz kılınmıştır. Bu olacak şey değildir. Daha peygamberlik verilmemiş bir
kimseye her hangi bir emir verilemez. Henüz Peygamber olmayan birinin ümmetine
namazın farz kılınması oldukça tuhaftır.
Beş vakit namazın
Miraç da farz kılındığı rivayeti, kanıttan yoksundur. Eğer öyle olsaydı, bu tarih
Müslümanların hayatında bir dönüm noktası olurdu. Oysa Miracın ne zaman olduğu
hususunda bile onlarca farklı rivayet vardır. Yani daha tarihi konusunda bir
ittifak yoktur. Miraç gibi büyük bir olayın ne zaman olduğunun bilinememesi
olacak şey değildir. Neden sahabeler bu olayı hatırlamazlar? Peygamber bu
olaydan sonra bir süre Mekke’de, on yıl da Medine’de kaldı. Namazla ilgili
vahiyler geldi. Bu vahiylerin hiçbirinde namazın beş vakit olduğu sayısal
olarak belirtilmemiştir. Namazın beş vakit olması hususu, Peygamber’in fiili
sünnetinden ve ümmetin icmasından çıkar.
Miraç
rivayetlerinde “cennetin, cehennemin vasıfları, cennetliklerin,
cehennemliklerin nimet ve azabı; Allah’ı, melekleri ve peygamberleri görme;
göğün, Arşın, Levh’in, Kürsî’nin, Kâlem’in, Sidret’ül-müntehâ’nın maddî
biçimlerde nitelendirilmesi” hakkında çok acayip şeyler vardır. Buharî’de
bulunmayan bu ayrıntılar, sonrakilerin uydurmalarıdır.
Bu rivayetler
akıl, iz’an, idrak ve ahlak dışıdır
Rivayetlerde geçen
tüm bu ayrıntılar, inanılması gereken şeyler değildir. Biz, Kur’ân’ın dediği
biçimde Peygamber’in, Necm Suresinin inişine kadar Cebrail’i iki kez gördüğüne,
ondan vahiy aldığına ve yine; Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya
kadar uyanık olarak yürüdüğüne /yürütüldüğüne ve burada Allah’ın birçok ayetini
gördüğüne inanırız. Bu rü’yet/rüya, peygamberin manevî dünyasında gerçekleşmiş
olup, ona güven ve itminan vermiş harikulade bir olaydır.
Kısacası bu
rivayetler akıl, iz’an, idrak ve ahlak dışıdır. Bunları başta Allah’tan, sonra
da Peygamberlerden teberri etmek gerekir. Allah’ı, Kur’ân’ı, İslam’ı ve
Peygamberleri bu yüz kızartıcı ve akideyi bozucu iftiralardan tenzih etmek
gerekir.
İsra olayında
Kudüs’te Mescid-i Aksa mevcut değilse, Mescid-i Aksa nerededir?
Hz. Peygamber
döneminde Kudüs’te Mescid-i Aksa olmadığına göre İsrâ Suresinin bu ilk ayetinde
sözü edilen Mescid-i Aksâ nerededir? “Etrafını (havlehû) bereketli/mübarek
kıldığımız Mescid-i Aksa”; ayetinde geçen “ havl” ne demektir? Sözlüklerde;
bir şeyin havli, üzerine dönebilecek, çevrilebilecek tarafıdır. [ İsfehani, Müfredat, s.320, Çıra Yay.]
Yani bir şeyin dış
yüzü, dış kenarı o şeyin havlidir. “Havl” sözcüğü Kur’ân’da on beş yerde “bir şeyin
dış kenarlarından birisi” anlamında kullanılmıştır. (Bak. Meryem/68, Mümin/7)
“Havl” sözcüğü Türkçemize “havlu /avlu” olarak da geçmiştir. Avlu; bir yapının
yanı başında duvarla çevrili yere denir.
Bu açıklamalar
doğrultusunda, ayette geçen “bir kenarını mübarek kıldığımız”
ifadesinden; Mescid-i Aksa’nın, coğrafî olarak mübarek kılınmış yerin dışında
veya bir kenarında olduğu anlaşılmaktadır.
Mübarek yerin
neresi olduğu Kur’ân’da bildirilmiştir. “Doğrusu insanlara (ma’bed olarak) ilk
kurulan ev, Bekke’de (Mekke’de) olandır. Âlemlere uğur, bereket ve
hidâyet kaynağı olarak kurulmuştur.” [Âl-i İmrân, 3/96] Yani, mübarek
yer Kâbe’dir, diğer adıyla Mescid-i Haram’dır. Mescid-i Haram; “Harem bölgenin
mescidi” demek olduğuna göre, merkezinde Kâbe’nin bulunduğu bu bereketli
bölgenin sınırları belirlenmelidir ki, bu bölgenin “havl”i / kenarları tespit
edilebilsin.
Belgelere göre;
Mescid-i Haramdan dışarıya doğru haremin sınırları; Medine yolu istikametine
dört mil, Yemen yolu istikametine altı mil, Taif yolu istikametine on bir mil,
Irak yolu istikametine yedi mil, Cidde yolu istikametine on mil, Ci’rane vadisi
istikametine dokuz mildir.
Bu durumda,
Mescid-i Aksa, yukarıda sınırları belirlenmiş olan bölgenin hemen dışında,
kenarında olmalıdır. Yani, adı Abdülmelik bin Mervan tarafından bu ayetlerin
inişinden en az 60-70 sene sonra Mescid-i Aksa olarak konulmuş Kudüs’teki
mescidin ayette sözü edilen Mescid-i Aksa olması mümkün değildir.
“Mescid-i Aksa”;
“en uzak mescit” demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla
mescit olması ve bu mescitlerden birinin merkeze, diğerlerinden daha uzak
olması gerekir. İlk İslâm tarihçilerinden Vakıdî’nin “Kitab-ül Meğazî” ve
el-Ezrakî’nin “Ahbar-ül Mekke” adlı kitaplarında derlemiş oldukları bilgilere
göre, Mekke’de Mescid-i Haram’dan başka değişik yerlerde mescitler vardır.
Mescid-i Aksa’nın
neresi olduğuna dair ilk kaynaklardan Vakidî, “Kitabu’l-Megazî”de şu bilgileri
vermektedir: “Hz. Peygamber’in Mekke civarındaki Cirane’ye Zil-Ka’de’nin son
beş gününde, perşembe günü gelip orada on üç gece kaldıktan sonra, karşı yakada
bulunan Mescid-i Aksa’ya (Uzak Mescit) geçmiş orada ihrama girmiştir. Mescid-i
Edna (Yakın Mescit) adını taşıyan mescidi ise, Kureyşli bir adam yapmıştır;
Resulullah, Cirane vadisini ihramsız geçmemiştir.”
Ezraki mescit
listelerini “Ahbar-u Mekke”de verirken şunları söyler:
“Mücahid’le
birlikte Cirane’de vadinin arka tarafından ihrama girmiş olan Muhammed İbn
Tarık, Hz. Peygamber’in de buradan ihrama girdiğini söylemiş ve demiştir ki:
‘Ben Cirane’de birlikte ihrama girdiğim Mücahid bana dedi ki: Mescid-i Aksa,
vadinin öte yakasında, Peygamber’in namaz kıldığı yerdir. Bu Mescid-i Edna
(yakın Mescid) ise Kureyşli bir adamın bir duvar çevirerek yaptığı
namazgâhtır.”
İşte bu
mescitlerden en uzakta bulunanına da “en uzak mescit” anlamında Mescid-i Aksa
denilirdi. Sahabelerin namaz kıldıkları bu mescitlerin çoğu hicretten sonra
ihtiyaç kalmadığı için terk edildi. İşte Hz. Peygamber, H. 8 yılda Mekke’ye 8
km. uzaktaki bu yerde ihrama girdi.
[Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak, s.170-1]
Vakıdî’nin
Kitabu’l-Megazî’sinin en eski nüshalarında bu bilgiler yer almasına rağmen, bu
bilgiler daha sonraki istinsahlarda –tashih (!) amacıyla- çıkarılmıştır. Aynı
akıbet Ezrakî’nin “Tarih-u Mekke”sinin de başına gelmiştir. Buna rağmen çok
şükür ki, Yusuf Ağa kütüphanesindeki ve Karaviyyûn Kütüphanesindeki H.350
yıllarında yazılmış nüshalarında bu bilgiler mevcuttur. Anlaşılan Peygamberi
Kudüs’e götürmek ve oradan da göğe uçurmak isteyenler bu bilgileri imha etme
cihetine gitmişlerdir.
Bu ifadelerden
anlaşıldığına göre; Hz. Peygamber ve Müslümanlar Mekke döneminde, yasaklı
yıllarda gizlice ibadet edebilmek için dağ başlarına, vadilere ibadet etmeye
gittikleri, orada bir müddet kaldıkları, değişik yerlerde namaz kılmayı adet
haline getirdikleri mescitleri olmuştur. Yine o tarihlerde, etrafı taş duvarla
çevrili veya üstü çardak şeklinde kapatılmış basit yapılara bile mescid
denildiği anlaşılmaktadır. Hatta bazı sahabe evlerine de mescid denildiği
biliyoruz. İşte bu mescitlerden biri de Mekke’ye dokuz mil mesafedeki Cirane
Vadisi’nin yukarısında olmasından dolayı “Mescid-i Aksa/ en uzak mescit”
denilen mescittir. Bir keresinde peygamberimiz burada ihrama girerek Mescid-i
Haram’a gelmiş ve Kâbe’yi tavaf etmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar
bu eski küçük mescitleri yenilememişlerdir.
Bu bilgiler
ışığında, ayetteki “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesi daha iyi
anlaşılmakta ve Mescid-i Aksa’nın, haram/ mübarek bölgenin dışında, kenarında
bir yerde olduğu ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak söylemek gerekirse; Mescid-i
Aksa, Kudüs’te değil, Mekke’deki Harem’in kenarındadır. Dolayısıyla, konumuz
olan ayette geçen Mescid-i Aksa da, rivayetlerde söz konusu edilen mescit de
Kudüs’teki mescit değil, Haremin kenarındaki bu mescittir.
Bu durumda
Mescid-i Aksa, ne Kudüs’teki Süleyman Ma’bedi, ne gökte bir ma’bed (Beyt-i
Mamur)dur. Hz. Peygamber’in, zaman zaman gidip namaz kıldığı, Ci’râne Vâdîsinde
bir namazgâhtır.
Mescid-i Aksa,
Ci’râne ’dedir
Eğer Mescid-i
Aksa, Ci’râne’de, Hz. Peygamber’in, zaman zaman gidip namaz kıldığı yer ise,
İsrâ olayı, Hz. Peygamber’in, bir gece, içine düşen güçlü bir arzu ile kalkıp
Mescid-i Haram’dan, Ci’râne vadisindeki Mescid-i Aksa’ya bedenen, uyanık olarak
gelmesidir. Bu yürüyüşü, Allah’ın içine düşürdüğü arzu ile olduğundan “Allah,
kulunu yürüttü” şeklinde ifade edilmiş olmalıdır. “Götürme” tabiri Kur’ân’da
zaman zaman kullanılan, işlerin Allah’a izafesi anlamında Kur’ân’ın benimsediği
bir üsluptur. Nitekim, “kulunu yürüttü” ifadesi, Hz. Peygamber’in Bedir
Savaşı’na çıkması ile irtibatlı olarak kullanılmıştır; “Nitekim hak uğruna (savaşa gitmek için)
Rabbin seni, evinden çıkardı…”[Enfâl /5] ifadesindeki
gibidir.
Peygamber oraya
vardıktan sonra tıpkı [Necm /13-18] “Andolsun, onu bir inişinde daha görmüştü;
Sidretü’l-Müntehâ’da, ki onun yanında oturulacak bahçe vardır. Sidre’yi
kaplayan kaplıyordu. (Muhammed’in) Gö’z(ü) şaşmadı ve azmadı. Andolsun,
Rabbinin büyük ayetlerinden bazılarını gördü” ayetlerinde
anlatıldığı üzere Sidretu’l-Muntehâ’da “Rabbinin en büyük ayetlerinden bir
kısmını gördü” ise, İsra gecesi geldiği Ci’râne’deki bu Mescid-i Aksa’da da
“O’nun bazı ayetlerini görmüştür.”
Bazıları derler
ki, “Rabbinin en büyük ayetlerini veya bir kısmını gördü” şeklindeki
ifadelerden şunu çıkarırlar; Burada inzal-i ayet (ayet indirme) yok, irâe-i
ayet (ayet/mucize göstermek) vardır. Haliyle peygamber göğe çıkmıştır, cenneti
görmüştür, Beyt-i Mamur’u ziyaret etmiştir, vs derler. Buradaki en büyük ayet;
Peygamberimizin baş gözüyle gördüğü Cebrail olması kuvvetle muhtemeldir.
İsra gecesi
“Ve İbrahim’e
Böylece göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk ki, yakinen bilip inananlardan
olsun” [Enam/75] Ayetinde olduğu gibi “İrâe/göstermek” fiili
“mucize göstermenin dışında da” kullanılmıştır.
İsra olayı
uyanıkken olmuş ve Peygamber yürümüş/yürütülmüştür. İsra gecesinde “Sana gösterdiğimiz o
rüyayı… sırf insanları sınamak için vesile yaptık”. [İsra/60]
ayetinde belirtilen rüya ise; Mescid’i Aksa’da kendisine gösterilen Allah’ın
ayetlerini görmek, ru’yet etmek, o mahiyetini bilmediğimiz bir vizyondur.
Peygamberin ru’yeti, rüyası normal bir rüya da değildir. Zaten [İsra /1] de geçen
“linüriyehü” deki “R-E-Y” fiili gözle görmek değil, Türkçedeki rey /görüş, akıl
ile görmek, anlamak, bilmektir.
Bu durumda Hz.
Peygamber’in, Mescid-i Harâm’dan Cirane vadisindeki, Mescid-i Aksâ’ya gelmesi,
normal bedensel bir yürümedir. Mescid-i Aksa’da gördüğü olağanüstü olaylar ise
ruhsal bir vizyondur. Kur’ân’ın anlattığı bu sade vizyonlar, rivayetlerde
efsaneleştirilmiş, aslı olmayan senaryolara temel yapılmıştır.
Sonuç olarak Hz.
Peygamber’in bir gece Mekke’den çıkıp 8 km uzaktaki Mescid-i Aksa adı
verdikleri mescide gitmesi olayı mucizevî rivayetlerle süslenerek abartılı
anlatımlara dönüştürüldü ve esasen birbirinden ayrı olan Miraç olayı ile
birleştirildi.
Miraç
öyküsü, başka milletlerde de vardır.
Grek paganlarında
bile insanı, yeryüzüne düşmüş biri olarak nitelerler ve yine kişi birtakım
riyazetlerle geldiği yere yükselebilir. Nuzûl ve urûç kültürü pek çok millette
vardır. Semaya yükselme tasavvuru eski Hind ve İran dinlerinde de mevcuttur.
Yine Peygamberin Kudüs yolunda bindiği söylenen Burak ile yunan mitolojisindeki
“Uçan At /Pegasus” arasında paralellikler vardır. Yahudi geleneğinde İdris,
İbrahim, Musa, İşaya gibi peygamberlerle bazı tarihi şahsiyetlerin yeryüzünden
ilahi âlemlere çıktığına inanılır. Danyal peygamber ateşten bir binek ile
semaya çıkmıştır. Hristiyanlık teolojisine göre; İsa çarmıha gerildikten sonra
mezarından çıkıp, göğe, Baba’nın yanına yükselmiştir. Yine Hristiyanlığın
kurucusu sayılan Pavlus’un da böyle bir miracı vardır. Zerdüşt ve agnostik
unsurları birleştiren Mani’nin kurduğu Maniheizm’de, miraç vardır. Mani ilk
göksel ziyarete, daha on iki yaşındayken tanık olmuştur.
İslam öncesi Haniflerinden
Ümeyye b. Salt’ın da bir miracı vardır
Onun miracında da
evin damı yarılarak melekler gelmiş, onun da kalbi yarılıp yıkanmıştır! Bu
kadar benzerlik olur! Ayrıca bizim Hallac’ın ve Beyazıd-ı Bistamî gibi
sûfîlerin de miraçları vardır. Özellikle Hz. İsa’yı göğe çıkaran rivayetler
Müslümanları komplekse sokmuş, peygamberimizin ondan aşağı kalmasına gönülleri
razı olmamıştır. İsa göğe çıkar da bizim peygamberimiz çıkamaz mı? Velilerin
miracı olur da, Peygamberin olmaz mı?
İslam ordularının
yaptığı fetihlerde kısa sürede çok geniş bir dünyaya yayılan Müslümanlar
buralarda farklı kültürlerle yüz yüze geldiler. Ehl-i Kitab’la Müslümanlar
arasında yapılan en büyük tartışma peygamberlerin üstünlüğü üzerinden
yapılıyordu. Hıristiyanlar İsa’nın en üstün peygamber olduğunu savunurken,
Yahudiler Musa’nın en büyük peygamber olduğunu iddia ediyorlardı. Çünkü İsa
Allah’a yükselmiş, Musa ise Allah’la konuşmuştu. İslam’a yeni giren ve eski
dinlerine ait mitolojiler zihinlerinde hâlâ canlı olarak duran mevaliye mensup
Müslümanlar iyi niyetle veya kasıtlı olarak, Peygamberimizin tüm
peygamberlerden üstün olduğunu ispat etmek için eski mitolojik anlatıları kendi
peygamberleri için uyarlayıp bunları hadis diye rivayet etmiş olmalılardır.
“Arta Viraf Namak”
Özellikle
Mecusiliğe ait bazı efsaneler. Miraç hadisesine çok benzemektedir. Hicretten
400 yıl önce yazılan “Arta Viraf Namak” adlı Farsça bir kitapta Arta Viraf’ın
göğe yükselişi anlatılmaktadır. Arta Viraf’ın Saroş adlı bir meleğin eşliğinde
yaptığı gökyüzü yolculuğu Tanrı’nın huzuruna varıncaya kadar çeşitli katmanlara
uğrayarak sürer. Burada Arta Viraf Tanrı ile sohbet eder. Bazı öğütler alarak
geri döner. Arapçalaştırılan ve İslam’ın kavramlarına uyarlanan kısımları
dikkate almazsak Miraç hadisesi ile Arta Viraf’ın gökyüzüne çıkışı hemen hemen
aynıdır. Mecusilikten İslam’a geçen bazı yeni Müslümanlar veya onlardan bu tür
mitolojileri öğrenmiş olan bazı Müslümanlar Ehl-i Kitab’a karşı Muhammed
Peygamber’in üstünlüğünü ortaya koyabilmek için Zerdüşt dinindeki bu mitolojiyi
Miraç’a dönüştürmüş olmalılar. Böylece İsa öldükten sonra göğe yükseltilmişken
Muhammed Peygamber hayattayken göğe yükselmiş ve üstelik İsa gibi gökte
kalmamış geri de dönmüştür. Musa gibi sadece Allah’la konuşmakla kalmamış bir
de O’nun cemalini temaşa etmiştir. Böylece Muhammed’in hem İsa’dan hem de
Musa’dan daha üstün olduğu ispat etmişlerdir! Özetle; Miraç; toplumsal bilincin
çeşitli kültürlerin etkisinde kalarak ürettiği bir senaryoyu andırmaktadır.
İsra ve Miraç
Mucize midir?
İsra ve Miraç
mucize’de olamaz. Eğer İsra ve Miraç mucize olsaydı, müşriklerle peygamber
arasında karşılıklı bir meydan okumadan sonra vuku bulması ve bu mucizeyi
herkesin görmesi gerekirdi. Oysa bu olayı Peygamberimizden başka gören yoktur.
Sadece Peygamber’in görüp, Peygamber’in tecrübe ettiği bir mucizeye mucize
denebilir mi? Bu nedenle İsra ve Miraç bilinen klasik mucize tanımlarına uymaz.
Mesela İsra gecesi
nazil olan, “Bizim sana mucizeler göndermemize engel olan şey ancak, önceki
(milletlerin) onları yalanlamış olmalarıdır” [İsra, 17/59] ayetini ele alalım. Ayet apaçık,
peygamberimize önceki peygamberlere verilen hissi mucizelerin Peygamberimize
verilmediğini, hatta niçin verilmediğini de söylemektedir.
Peygamberimiz
hakkında rivayet edilen Kur’ân dışındaki diğer hissi mucizelere gelince, bunlar
bize ahad tarik ile gelmiştir. Ahad rivayetler/tek bir kimsenin naklettiği
hadisler itikatta –sübutu zannî olduğundan- hüccet olmaz. Ayrıca bu rivayetler
daha çok siyer, şemail, delail’ün-nübüvve ve hasâis’ün-nebî türünden ikinci,
üçüncü derece, sıhhati şüpheli kitaplarda yer alır. Kaldı ki bu zayıf
rivayetlerin yanında, “Bana
verilen şey, sadece Allah’ın bana indirdiği vahyidir.” [Buhari,
Fedail’l-Kur’ân, Müslim, İman, 239] gibi, onun Kur’ân’dan başka hiçbir
mucizesinin olmadığını ifade eden sahih hadisler de vardır.
Peygamberin göğe
çıkmasını, urûç etmesini, miraç mucizesi getirmesini isteyenler Mekkeli
müşriklerdir. “Senin altından bir evin olmalı ya da gözlerimizin önünde göğe
yükselmelisin, fakat göğe çıkma durumunda (dahi) bize oradan okuyacağımız bir
kitap indirmedikçe sana inanacak değiliz”. [İsra, 17/93]
Anlaşılan,
müşriklerin iman etmek için şart koştukları “Miraç Mucizesini” hadisçiler
bulup, getirmişler. Üstelik Peygamberimiz müşriklerin mucize taleplerini
sürekli geri çevirmiştir. Peygamberimizin Kur’ân’dan başka mucizesi yoktur. Bu
nedenle Peygamber’e dönük tüm mucize hikâyeleri birer uydurmadır.
Bir insan çok küçük bir zaman diliminde Kâinatın öbür ucuna gidip-gelebilir mi?
Hiçbir cisim ışık
hızından hızlı gidemez. Işık hızına erişen bir cisim sonsuz sıcaklığa erişir ve
atom altı parçacıklarına ayrışır. Hadi diyelim ki, Peygamber ışık hızına
erişti, Kâinatın öbür ucuna gitti ve geldi. Bu bile on milyarlarca yıl eder.
Peygamber diyelim ki ışık hızını da aştı, atomlarını dünyada bıraktı, ruhen
uçtu. Bu aklen ve tıbben imkânsız hale neden başvuruyoruz ki? Birkaç rivayeti
kurtarmak için mi? Peygamberden mucize isteyip duran, onu bu konuda sıkıştırıp
duran müşriklere mucize takdim etmek için mi? Böyle harikulade bir şey olsaydı,
Allah bunu kitabında neden sarahaten zikretmesin!
Peygamberimiz
fizik kanunlarına tabi değil mi? Uhud’ta düşmanın attığı mızrak onun yanağını
yarmadı mı? Allah’ın koyduğu sünnetullah asla değişmez. Ve bu kurallara uymak
peygamberler dâhil, herkesin görevi değil mi?
Allah ile
Elçisinin, birbirine dirsek teması olacak şekilde bir araya gelmesi apaçık
tecessüme /Allah’ı cisimleştirmeye varacağından, İslâm âlimleri, ilgili
hadislerin zaptı doğru olsa bile zahirî manalarıyla kabul edilemeyeceğini
belirtirler. Zira, Allah’a mekân/ yer izafe
edilemez. Oysa Miraç da Peygamber’in yolculuk güzergâhı en sonunda bir mekânda
sonlanmaktadır. Bu olgu Kur’ân’a ters düşmektedir. Kur’ân’da Allah insana şah
damarından daha yakındır. Kâinatın öbür tarafında ikamet eden bir Allah inancı
kadar İslam’a aykırı bir inanç olamaz!
“O, nerede
olursanız olun sizinle beraberdir…” [Hadid/ 4]
“Biz insana şah
damarından daha yakınız.” (Kaf/ 16)
“Kullarım Ben’i
senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. [Bakara/186]
Sonra niye
peygamber kâinatın öbür ucuna gidiyor ki? Allah her yerde hazır ve nazır değil
mi? Bu düşünce Allah’a mekân ve yer izafe etmek demektir. Bu ise onu
cisimleştirir. Haliyle bu İslam’a baştan sona aykırıdır.
Miraç hadisesi
Allah’ın mekândan ve zamandan münezzeh olduğu, her yerde hazır ve insana yakın
olduğu, gözlerin asla onu göremeyeceği gibi Kur’ân tarafından da ifade edilen
hakikatlere ters düşmektedir. Allah’ın göklerde olmasının bir tür yükseklik
anlamına gelmesi de o günün kozmoloji anlayışına, Batlamyus kozmoğrafyasına
uygun bir anlayıştır.
Bize İsra Mucizesi mi Lazım? Yoksa İsra gecesi verilen on iki emir mi?
Müslümanlar
Peygamberlerini Burak ile Refref ile uzayda seyahat ettirirken İsra gecesi
Peygamberimize verilen 12 emirle pek alakadar olmazlar. Hatta Müslümanların
birçoğu bu 12 emirden haberi bile yoktur. Hâlbuki hangi Yahudi veledine sorulsa
Musa’ya verilen 10 emri bilir. Bu 12 emrin 11. si “Bilmediğin şeyin ardından
gitme, Kesin bilgi sahibi olmadığın şey hakkında konuşmadır”. Maalesef amaç ile
araç yer değiştirmiş, Peygamberin getirdiği evrensel prensipler göz ardı
edilmiş, bizi hiç ilgilendirmeyen, onun mucizeleri ile nefes tüketiyoruz. Ah
ki, ne ah!
Bu on iki emir
[İsra/22-37] şunlardır;
1-Allah’a
ortak koşmayınız, yalnızca O’na ibadet ediniz.
2-Ana-babaya
iyilik ediniz.
3-Yakına,
yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver, herkese iyilik yap!
4-İsraf
etme! Büsbütün de saçıp-savurma!(Ne cimri, ne de müsrif ol, İkisinin arasında
orta bir yol tut, iktisatlı ol)!
5-Çocuklarınızı
açlık korkusuyla öldürmeyin, Sizin de, onların da rızkını biz veriyoruz.
6-Zinaya
yaklaşmayın! O apaçık bir hayâsızlıktır. O ne çirkin bir yoldur.
7-Haksız
yere kimseyi öldürmeyin.
8-Yetim
malını -arttırmak gayesi dışında- yemek için asla yaklaşmayın.
9-
Verdiğiniz sözü yerine getiriniz.
10-Ölçü
ve tartıyı tam yapın.
11-Bilmediğiniz
şeyin ardınca gitmeyin, Taklitçi olmayın, aklını kiraya vermeyin!
12-Yeryüzünde
mağrur ve kibirli dolaşmayın. Mütevâzi olun!
Miraç’ta
Peygamberimiz Allah’ı gördü mü?
Dünyada iken
hiçbir insan baş gözüyle Allah’ı göremez. Bu hususta ihtilaf yoktur.
Peygamber’in Sidretül Münteha’da Allah’ın cemalini keyfiyetsiz, kemiyetsiz,
mâniasız ve perdesiz bir şekilde gördüğü iddia edilmektedir. Bu rivayetler külliyen
yalandır. Hz. Aişe Annemiz ”Kim Muhammed Allah’ı gördü derse yalan söylemiş olur. Ben
bunu Resulullaha sordum demiştir.”[Buhari, Tevhid, 4] Oysa
mevlithanlarımız;”Aşikâre gördü Rabbü’l-izzeti, ahirette öyle görür ümmeti”
diyebilmektedirler.
Yine; Bakara son
iki ayetini Peygamberin doğrudan Allah’tan aldığı iddiası Kur’ân’a tamamıyla
aykırıdır. Zira; [Şura/51] ayeti; bir beşerin hiçbir şekilde doğrudan Allah ile
konuşamayacağı konusunda oldukça nettir;”Allah bir insanla ancak vahiy ile veya bir perde arkasından
veyahut bir elçi / Cebrail göndererek… konuşur”. Bu ayet
peygamberlerin bile Allah’la yüz yüze, doğrudan konuşmasının mümkün olmadığını
ilan eder.
Allah’ın ahirette
görülmesi meselesi bile epey tartışmalı iken, Miracın mahiyeti meçhul iken, ne
zaman olduğuna dair onlarca rivayet var iken, hatta olup-olmadığı tam
bilinmezken, Peygamber ile Allah’ı diz dize mesafede sohbet ettirmek,
mevlithanların “Hakk’ı gören göz hakkı için” diye attıkları naralara inanmak,
Peygamberimizin Allah’ı baş gözüyle gördüğünü söylemek edep sınırlarını epey
zorlamaktır.
Mirac hadislerinin
İslam itikadı açısından en tehlikeli kısmı, Peygamber’le Allah’ı buluşturması,
bir beşeri, Allah’ın makamına girdirmesi, Allah’a zaman ve mekân isnad
etmesidir. Peygamberimizin Sidretü’l-Münteha’da Cenabı Hakk’ın cemalini
kemiyetsiz, keyfiyetsiz, hailsiz ve perdesiz bir şekilde müşahede ettiğini
ileri sürenler, Kur’ân’daki Allah tasavvurunu anlamaktan uzak, mistik
hezeyanlar içinde olan kimselerdir.
Peygamberin,
“kâlemlerin cızırtılarını duyacak kadar yüksek bir yere” çıktığını ifade eden
rivayetler; Allah’ın katını, sanki bir karargâh, bir nevi istasyon, bir yönetim
yeri gibi tasavvur eden, Allah’ı cisimleştirmeye ve insana benzetmeye yatkın
bir aklın ürünüdür. Kur’ân İslam’ında böyle bir Allah tasavvuruna yer yoktur.
Oysa Cenabı Hak,
asansör gibi bir vasıta ile yanına çıkılabilecek, son bir perdeden sonra
makamına girilip bizzat, baş başa görüşülebilecek birisi değildir. Bu, ancak
paganların tanrısı olabilir ama Kur’ân’ın Allah’ı kesinlikle olamaz. Allah’ın
eşi, benzeri, dengi yoktur. Hiçbir şey, hiç kimse O’nun misli, benzeri
değildir. [Şura/ 11] O, gözleri idrak eder ama gözler O’nu idrak edemez! [En’am/
103]
Devam edecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder