Önüne gelen siyer yazmıştır
Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en önemli insanı olduğunu
düşündüğümüz Hz. Peygamber’in hayatı herkesin ilgi alanındadır, binlerce siyer
kitabı yazılmıştır. Almanca siyer çalışan bir öğrencim 2 bin küsur Almanca siyer
yazıldığını tespit etti. Türkiye’deki yazılanlar, Arap ülkelerinde yazılanlar
var. Dünyanın ilgi alanında olan, hayatı sürekli genişleyen bir peygamberden
bahsediyoruz. Son peygamberden bahsediyoruz, dünyada gündem belirleyen bir
peygamberden bahsediyoruz. Ne yazık ki böyle bir şahsiyetin hayatı net değil, hakkında
birçok hikâye uydurulmuş, hayatına birçok şey ilave edilmiş… Maalesef bugün karşımızda
robot bir peygamber var.
Mucizeler
Daha kendisi doğmadan başlıyor mucizeler. Mesela Fil
Olayı, daha doğmamış çocuğa zarar gelmesin diye Allah’ın Kâbe’yi Fil ordusundan
koruduğu anlatılıyor. Hâlbuki o günkü Kâbe putlarla dolu bir yerdir, gelen ordu
ise, o gün Allah’ın gönderdiği son dine mensup bir ordudur, yani Müslüman bir
ordudur.
Peygamber gelmeden önceki son din Hristiyanlıktır ve o da
hak dindir. Kuran, peygamber gönderilen toplumlar için Mümin sıfatını kullanır.
Sonuçta Allah’ın o günkü anlamda Müslüman bir orduyu yok etmesi ve böylece
Müşrikleri desteklemesi, yani putperestleri desteklemesi söz konusu olamaz.
Muhammed bu olaydan 40 sene sonra peygamberlikle müjdelenecektir.
Ama öyle bir anlatım tarzına girilir ki, bu biraz da övgü
edebiyatı içinde yapılır, Allah Kureyşlilerin, Müşriklerin yanındadır da,
Hristiyanlardan Evini korumaktadır. Hâlbuki tarih boyunca Kâbe’yi Allah hiçbir
zaman birilerinden korumamıştır. İslam’dan önce de korumamıştır İslam’dan sonra
da.
Kâbe birkaç kez saldırıya uğramış ve yıkılmıştır; Haccac
yıkmıştır, Emeviler yıkmıştır. Allah’ın Kâbe’yi korumak gibi bir derdi, yasası,
sünneti yoktur. Ebrehe’den niçin korusun.
Doğduğu gün ile ilgili hikâyeler
Anlatılanlara göre, Peygamber doğduğu gün bir yıldız
doğmuştur. Bu hikâye bütün büyük insanların doğumuyla ilgili olarak da
anlatılır. Sadece Peygamber’e özel değildir. Abdülmuttalip rüyasında karnından
bir ağaç çıktığını görür ve bu ağaç bütün dünyayı kaplar. Aynı rüyayı Osman
Gazi de görmüştür, Sasanilerin kurucusu I. Ardeşir de görmüştür. Bu rüyalar
copy-paste yapılır. Oysa Peygamber doğduğu gün hiç olağanüstü bir şey
olmamıştır. Olsaydı, Mekkeliler onu söylerlerdi. Eğer böyle bir şey varsa,
olsaydı o gün bütün Mekkelilerin bunu görmesi lazımdı.
Mecazen bakarsak hikâye doğrudur; Hz. Muhammedin Peygamber
olarak doğuşu bütün dünyayı aydınlatmıştır, bu soyut olarak doğru bir şeydir,
ama somut olarak doğru bir şey değildir. Peygamber’in doğumuyla Sasanilerin
mermer sütunları yıkılmıştır, bu doğrudur, sarayları yıkılmıştır bu da
doğrudur, ama doğduğu gün olmamıştır bunlar. Daha sonra onun getirdiği dinin
mensupları tarafından bunlar yapılmıştır. O’nun getirdiği dinin mensupları
Şam’ı da aydınlatmıştır, bu da doğrudur ama onun doğduğu gün değil.
O’nun getirdiği dinin mensupları putperestliği ortadan kaldırmıştır, Kâbe’deki putlar Mekke’nin fethinden secdeye
kapanmıştır, bunlar doğrudur ama onun doğduğu gün değil. Soyut ifadeleri
somutlaştırarak insanların gözünde Peygamber’i yüceltmeye gerek yoktur.
Peygamber bu tür anlatımlarla yücelecek biri değildir. O’nu Allah peygamberlik
makamı vererek zaten yüceltmiştir. Bu olağan üstü anlatımlardan vazgeçtiğimiz
zaman da peygamber alçalacak değildir. O dünya tarihinde kendini ispatlamış
insanların en yücesi bir insandır.
Peygamber normal bir insandır
Peygamberimiz yetim olarak Mekke’de doğan, normal
insanlar statüsünde yaşayan, sütanneye verilen, 6 yaşında annesi ölen, amcası
Ebu Talip’in yanında büyüyen, onun yanında ticareti öğrenen, ticaretle uğraşan,
en büyük dedesi Haşim’in yolundan giden birisidir. Dedesi Haşim; Mekke’yi
uluslararası ticarete açan, yazın daha serin olduğu için Şam’a, kışın da sıcak
olduğu için Yemen’e seferler düzenleyen, o günün büyük devletleriyle anlaşmalar
yaparak Kureyş ’in kervanlarına dokunulmamasını sağlayan, ticaret kervanlarına
güvenlik getirdiği için de Kureyşlilerin zenginleşmesini sağlayan, Mekke’ye
sınıf atlatan biridir.
Büyük dedesi Kusay da, Kureyş’i Mekke’ye yerleştiren
şahıstır. İki dedesi de Mekke’yi Mekke yapan büyük insanlardır. Dedesi Haşim
sayesinde Mekke’ye para yağmıştır. Para güvenli yere gider. Peygamber
dedelerinin yolunu takip etmiştir. Peygamber ticaret için Şam’a, Yemen
tarafına, hatta Muhammed Hamidullah’a göre Bahreyn tarafına da gitmiştir.
Bahreyn’den gelenlerle Bahreyn şivesiyle konuştuğu söylenir.
Üç tane ana ticaret yolu vardır o gün. Biri Şam’a, biri
Yemen’e, biri de Hire’ye (Irak’a yakın bir bölge) yani Sasaniler tarafına gider.
Bu 3 ticaret yolunun ulaştığı merkezlerde Mekke’nin önemi büyüktür. Ficar
Savaşları bu yolların güvenliğini korumak maksadıyla yapılan savaşlardır.
Peygamberimiz de bu savaşlara katılmış ve savaşmıştır. Anlatıldığı gibi sadece ok
toplayıp savaşçılara vermemiştir. O büyük bir savaşçıdır. Ayrıca o,
Haşimoğullarının Mekke’de zayıfladığı dönemde kurulan Hılfu’l- Fudul hareketine
de katılmıştır. Hılfu’l- Fudul, Mazlumların hakkını koruyan bir cemiyettir.
Güvenli bölge
Bugün hiçbir tüccar gidip Suriye’de fabrika kurmaz,
Irak’ta fabrika kurmaz, bırakın Suriye’yi Irak’ın, Türkiye’nin doğusunda bile
kurmaz. Ortaçağ’da, yağma ekonomisinin hâkim olduğu bir ortamda korsanlar,
sadece Kureyş kervanlarına dokunmuyordu, yağmalamıyordu. Böyle olunca da her
tüccar devesini Mekkelilerin ticaret kervanına katmak istiyordu. Böylece Mekke
müthiş bir şekilde zenginleşmiştir.
Mekkeliler, asıl atılımlarını Fil Olayı’ndan sonra
yaptılar. Fil Olayı Mekke’nin otoritesini pekiştirdi. Fil olayında yenilen
Ebrehe değildir, koca Sasani İmparatorluğu’dur. Kureyşlilerin Peygamber’e karşı
çıkmalarının altında yatan asıl gerçek ekonomiktir. Dediler ki, “Senin derdin
ne, tam biz işi kurduk, rayına oturttuk, sen bu halde diyorsun ki bırakın
putları. Görmüyor musun, bizler putlar üzerinden müthiş paralar kazanıyoruz,
senin derdin ne Ey Muhammed? Biz kavmimizin içinde kavmine senin kadar zarar
veren birini daha görmedik. Para mı istiyorsun, makam mı istiyorsun, kadın mı
istiyorsun, ne istiyorsan verelim ama sistemimize karışma, putlarımıza laf
atma. Eğer senin dediklerini yaparsak biz aç kalır, sürünürüz. Buralardan da
atılırız, sürülürüz!”
Peygamber’e direniyorlar
Müşrikler peygambere, sen tek Allah inancıyla bizim
kaynaklarımızı kurutacaksın, otoritemizi zayıflatacaksın diyorlar,
itirazları putları önemsediklerinden
dolayı değildir; “Vaz geç bu işten, yapma bu işi” diye yalvarıyorlar O’na.
Hatta kaç kez amcası Ebu Talib’i devreye sokarak tekliflerini yinelemişlerdir.
Peygamber de amcasına der ki “Ben onlardan hiçbir şey istemiyorum, istediğim
sadece bir tek kelime söylemeleridir; La ilaheillallah (Allah biridir) demeleridir.”
Baktılar olmuyor, son kararlarını verdiler; “Yürüyün, putlarınıza sahip çıkın.
Çünkü bizim putlar üzerine kurduğumuz sistemi yıkacak bu adam.”
Peygamber’in getirdiği din barış dinidir
İslâm demek barış demektir. Hudeybiye’de dillere destan bir barış gayreti
vardır Peygamber’in. O’nun tek derdi barıştır, kalıcı bir barıştır,
barış-anlaşma, barış- anlaşma...Hayatı hep böyle geçmiştir. Çünkü o
peygamberlik öncesinde dedelerinden böyle görmüştür. Barışın nelere kâdir
olduğunu o çok iyi bilir, amcalarından da aynı şeyleri öğrendi; “barışla elde edeceğini
savaşla elde edemezsin.”
Birileri saldırmadıkça O saldırmaz. Medine döneminde de
bu böyledir. Kafama esti, şurayı bir işgal edeyim, şunları biraz sömüreyim,
biraz köle- cariye toplayayım, derdi hiç olmamıştır O’nun... Sürekli
etrafındaki kabilelerle anlaşmalar yapmıştır. Hîmâ geleneğini yaşatmak için
gayret sarf etmiştir. Hîmâ; anlaşma yapılan kişiyi ve topraklarını korumak-
kollamak, oralara girmekten düşmanı men etmek, yasaklamak demektir. Bir
kabileyle anlaştığınızda onun topraklarından kimse geçip size gelemezdi,
oralardan kimse size saldıramazdı. Çünkü bütün Araplar Hîmâ’larını korumak
zorundadırlar. Eğer birisi izinsiz başkasının Hîmâ’sına, yani topraklarına
girerse; o bölgenin halkına vurmak, onlara saldırmak, öldürmek, onları köle
etmek, cariye etmek hakkı vardır. Ortaçağ Araplarında sistem böyledir. Bunun
için kimse cesaret edip de Hîmâ’ya giremez, girerse başına geleceklere razıdır.
Bundan dolayı peygamber etrafına adeta doğal bir kale oluşturmaya çalışmıştır,
başarılı da olmuştur.
Peygamber bütün başarılarını kendi yaptığı çalışmalara
borçludur. Allah yukarıdan sihirli bir değnek göndermiş ve Peygamber de böylece
başarıya ulaşmıştır gibi bir anlatımlarla ne Peygamber’i örnek alabiliriz ne de
onu anlayabiliriz. O sahabelerini (arkadaşlarını) de bu anlayışla eğitmiştir.
Tüccar Peygamber
Peygamberimiz saygın bir tüccardır. Eşiyle ortaktır,
eşinin 40 yaşında olduğu söylenir ama bence bu rivayetler doğru değildir. Hz.
Hatice 28 yaşında olmalıdır. İbn-i Saad’da böyle bir rivayet vardır. Çünkü,
İbni Saad’a göre 40 yaşından sonra kadının 6 çocuk doğurması pek mümkün
değildir. Peygamberimiz ise 25 yaşındadır. Hatice’nin adına 2 defa ticaret için
sefer yapmıştır. Hatice’yle evlendikten sonra ortaklığı çok iyi yönetmiştir,
evlilikten sonra, sefere gitmemiş sadece koordine etmiştir. Bir emanet
sandığının da sahibidir. Mekke birçok panayırın yapıldığı bir yerdir. Panayıra
katılmak için insanlar Mekke’ye gelmektedirler ve buralarda mallarını
satmaktadırlar. Satamadıkları mallarını geri götürmek külfettir. Bir sonraki
panayıra kadar bu mallarını emanetçiye bırakıp gitmeleri daha kârlıdır. Öyle de
yapmışlardır. Bu sandık Hz. Muhammed’in kurduğu ve işlettiği sandıktır. Hicret
sırasında Hz. Peygamber Ali’ye, evdeki
malları sahiplerine dağıt demiştir. Evde mallar vardır, dağıtılacak olan mallar
bu emanet sandığındaki mallardır. Hz. Muhammed bu malları koruyarak, kontrol
ederek, kazanç elde etmiştir. Peygamberlik geldiği zaman muhtemelen Mekke’nin
en zenginlerinden biri peygamber Hz. Muhammed’dir.
Ticaret Kervanına ortaklık
Benedikt Köhler’in İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin
Doğuşu adlı bir kitabı vardır, burada anlatılır; “Mekke’den Şam’a bir kervan
gidecekse, herkes elindeki sermaye ile o kervana ortak olur. Mesela 1.000
develik bir kervan var, birisi 3 deveyle katılıyor, birisi 50 deveyle, herkes
katıldığı kadar pay alıyor. Civardaki kabileler de Mekke’nin kervanlarına
katılmak istiyor, çünkü Mekke’nin kervanlarına kimse saldıramıyor.”
Hz. Ali Peygamber’in yanında çalışıyordu
Peygamber’in evlendikten sonra bol kazançlı ve sessiz bir
hayat yaşadığını söyleyebiliriz. Hz. Ali’yi de yanına aldı, Zeyd’e hamilik
yaptı. Bu sürede 6 tane çocuğu oldu, onların eğitimiyle meşgul oldu. 2 oğlu
daha küçükken vefat etti. Kızları yaşadı ama Fatma hariç çocuklarının hepsi
kendisinden önce vefat etti. Fatıma da 6 ay sonra vefat etti.
Peygamberimiz 35 yaşına geldiğinde Kâbe’nin inşasında
görev aldı. Kâbe eskiden dikdörtgen şeklindeymiş, şimdi kare şeklindedir. O gün
bugündür Kâbe Müşriklerin yaptığı şekliyle kaldı. Peygamberimiz, peygamber
olduktan sonra bir rivayete göre; “Eğer kavmim cahiliyete yakın olmasaydı,
Kâbe’yi yıkardım ve İbrahim’in temelleri üzerine yeniden kurardım. Bunu şimdi
yaparsam Araplar Muhammet Kâbe’yi yıkıyor derler.” der.
Hanif dini diye bir şey yok
Bazı siyer kitaplarında anlatılır ki, Peygamber,
peygamber olmadan da Müslümanca bir hayat yaşadı. Bu doğru değildir, daha vahiy
gelmemiştir. Nitekim Kuran’da “Sen dalaletteydin sana hidayeti biz verdik. “
diye ayet vardır. Yani Kuran onun dalalette olduğunu, yani hidayetin zıttı
olan, Müslümanlığın zıttı olan dalalette olduğunu belirtiyor. 40 yaşından
önceki hayatının tam bir Müslümanca hayat olduğuna dair anlatımlar abartılıdır.
Peygamberimiz hayatında içki içmeyen, yalan söylemeyen, kötülük yapmayan,
insani erdemleri bünyesinde toplamış bir insandır. O’nun yaşantısını
peygamberlik gelmiş gibi anlatmak doğru değildir. Bunu Hanif kelimesi
içerisinde anlatmaya çalışıyorlar. Hanif dini diye bir din yok. Haniflik bizim
siyercilerin uydurduğu bir şeydir. Hanif diye bahsettikleri 4 tane insan
vardır. Bunlardan 3’ü Hristiyan olmuştur, bir tanesi de Allah’ım ben nasıl
ibadet yapacağımı bilmiyorum, ne yapacağımı bilmiyorum diyerek ölmüş olan Zeyd
bin Amr’dır. Haniflik diye bir din varsa, bu dinin kitabı olması lazım, bu
dinin peygamberi olması lazım, bu dinin ritüelleri olması lazımdır. Bunu,
Peygamberimizin peygamber olmadan önceki hayatının nasıl Müslümanca olduğunu
anlatmak için yapıyorlar.
İslâm’da kutsal aile yoktur
Peygamber’in annesini, babasını, dedesini kurtarmak için
onları kutsallaştırıyorlar. O’nun dedesi, dedesinin dedesi, onun da dedesi ta
Adem’e kadar hepsi Müslümandı diyorlar. İslam’da kutsal aile yoktur, İslam’da
ırkçılık yoktur. İslam’da Allah katında bütün insanlar eşittir. Kur’an bize şunu
öğretir. İbrahim’in babası bir putperesttir. Peygamber oğlu olmak, peygamber
babası olmak onları kutsallaştırmaz. Firavun’un hanımından bahsediyor Kur’an,
“mü’min” bir kadın olarak bahsediyor. Nuh ve Lut’un hanımlarıyla ilgili ise
“İnat ettiler kocalarına karşı geldiler.” diyor. Peygamber hanımı olmak da
kurtarmıyor insanı ve Mü’min olunca Firavun’un eşi olmak da insana en büyük
payeyi verebiliyor. Herkes kendi ameliyle yargılanacaktır. Onun için peygamber
ailesini kâfirlikten kurtarmaya çalışmak boş şeylerdir, Müslümana yakışmaz.
Evet, Peygamberin babası da, dedesi de kâfirdir.
Mekke dönemi
Peygamberimiz Mekke’de ilk vahyi aldı. İlk vahyin Hira
Mağarası’nda geldiğini söyleyenler
olduğu gibi Cirane Mescidi’nde geldiğini söyleyenlerde
vardır.
İlk vahiy hakkında ihtilaflı rivayetler var. Bazılarına göre Alak Suresi’nin ilk
ayetleridir,
bazılarına
göre de Fatiha Suresidir. Ben Fatiha Suresi’nin ilk vahiy olduğu konusundaki
rivayetlere
itibar ediyorum. Peygamberimiz ilk vahyi alınca, meseleyi tam anlayamadı, hatta
bocaladığını
söyleyebiliriz. Aşkın bir varlıkla irtibata geçmek nasıl bir şeydir
bilemiyoruz, ama
çok
sıkıntılılar çektiğini biliyoruz. Hz. Aişe “Vahiy alırken en soğuk günde bile
onun alnı
terlerdi”
diyor. Bir ara vahyin kesildiği dönem var. Biraz zaman geçtikten sonra,
aldığı emirle
açıktan tebliğe başladı ve en yakınındaki insanlara durumu
açıkladı. Mekke dönemi 13 yıl
sürmüştür ve oldukça sıkıntılı geçmiştir.
İlk Müslüman kimdir?
Bu konuda da bir tartışma var. İlk Müslüman Ali midir yoksa
Ebubekir midir? Sünniler
‘Ebubekir’dir’ diyor, Aleviler ‘Ali’. Bunlarla ilgili
kitaplar yazıyorlar, ciltler dolusu rivayetler
uyduruyorlar.
Önce Ali olsa ne olur, Ebubekir olsa ne olur? Ali evin içinde olduğu için önce
Müslüman olmuş olabilir, bundan doğal ne olabilir ki? Ama
Ebubekir de Müslümanlığını ilk ilan
edendir. Ali belki babasından korktuğu için Müslüman
olduğunu ilan edememiştir. Bunlar
mesele edilecek şeyler değildir. İşi Fenerbahçe-Galatasaray
taraftarlığına dönüştürmeye gerek
yoktur. Aslında ilk Müslüman olan Zeyd’dir, azatlı bir köle.
Onu insan yerine koymadıkları için
Müslümanlığını söylemiyorlar. Hatice de var. Hatta bu
zamanda Peygamberimiz’e çok destek
olduğunu da biliyoruz. Peygamber’i amcası Varaka’yla
görüştürmesi vs.
Bu arada saçma sapan yığınla hikâye uydurulmuştur. Güya
Peygamberimiz kendisine gelenin
melek mi şeytan mı olduğundan şüphelenmiştir, eşi Hatice’ye
açılmıştır, o da demiş ki:
“Şeytan mıdır melek midir bilmediğin o varlık geldiğinde
bana söyle”. Bir gün Cebrail gelince,
Peygamberimiz hemen Hatice’ye; “Şimdi geldi” demiş. Hatice de alel acele başından
örtüsünü
çıkarıvermiş
ve Peygamberimiz’e; “O varlık şimdi gitmezse, durursa şeytandır, değilse
melektir” demiş, test etmiş.
Böyle saçma bir şey olur mu? Eğer bir kadın saçını açtığında
melek gelmiyorsa o zaman her
türlü haltı işleyebiliriz, çünkü o zaman sağımızdaki
solumuzdaki melekler gelmiyor demektir.
Türkiye’de başörtüsü yasağı olduğu zamanlarda da,
başörtüsünü savunmak için bu örneği
kullanmışlardı Müslümanlar.
Siyer’e siyaset bulaşmıştır
Mesela başörtüsü mücadelesi sırasında yine çokça anlatılan
bir hikâye daha vardır. Benu
Kaynukalılar başörtülü bir kadına saldırmışlar, başından
başörtüsünü çekip almışlardır. Bu olay
savaş sebebi sayılmış ve Peygamberimiz “Namus elden gidiyor!”
diye Benu Kaynuka’ya savaş
açmıştır ve onları Medine’den sürmüştür. O zamanlar İhsan
Süreyya Sırma yazmıştı bunları.
“İslâm’da ilk savaş ilanı başörtüsü yüzündendir” diye
anlatmıştı. Çok sloganik laflar bunlar.
Kaynukalı Yahudilerle hiç alakası olmayan şeyler, uydurma
rivayetler bunlar. Yahudiler böyle
bir şey yapmamıştır, 40 sene önce Mekke’de Ukaz Panayırı’nda
meydana gelen bir olayı
siyerciler almışlar olayın faillerini değiştirerek 40 sene
sonraya kopyala-yapıştır yapmışlardır.
İşin aslı şöyledir:
Medine’den ilk sürgün edilen kavim Beni
Kaynuka’dır. Onlar Yahudilerin en zenginleri ve en azgınlarıydılar. Peygamberimiz onlara hiç
güvenmiyordu. Müslümanların Medine’den atılması gerektiğiyle ilgili konuşmaları
peygamberimizin kulağına geliyordu. Bedir savaşında Müslümanların mağlup olacaklarına olan inançları
tamdı. Aksi olunca huzurları kaçtı ve kendileri planlar kurmaya başladılar. Peygamberimiz
onların planlarından haberdardı. İç savaş tehlikesi kapıya gelmiş dayanmıştı. Uhud’dan bir yıl
önce, (Mayıs 624) Hz. Peygamber onların çarşısına gitti ve onlara nasihat etti. Onları
yaptıkları kötülüklerden vazgeçirmeye, sözleşmeye uymaya davet etti. “Kureyş’in başına gelenler
sizin de başınıza gelmesin” diye uyardı. Onlar diklendiler, “Kureyş savaşmayı bilmez,
tecrübesizdir, bizi Kureyş sanma, bizimle savaşırsan bunu anlarsın” diyerek meydan okudular.
Peygamberimiz de Allah’ın buyruğunu esas alarak onlarla olan
antlaşmayı bozdu. “Eğer bir
topluluğun anlaşmaya hıyanet etmesinden korkarsan, sen de
onlara karşı anlaşmayı
bozarak aynı şekilde davran.” (Enfal 56) ve 700 kişilik bir
askeri güçle onları kuşattı.
Hazreç’den Abdullah b. Ubey onların eskiden müttefikiydi,
onlar için sürekli iyi muamele istedi.
Ubade b Samit de onlarla dosttu ama o “Ben onlardan beriyim”
dedi ve onları sahiplenmedi.
Maide Suresi 51. Ayetin bu gelişmeler üzerine inzal edildiği
söylendi: “… sizden kim onlarla
dost olursa o da onlardandır…”
Kuşatma on beş gün kadar sürdü. Sonunda Hz.
Peygamber'in vereceği karara ve sonuçlarına
razı oldular. Abdullah b. Übeyy Hz. Peygamber'den
onların yurtdışı edilmelerini istedi. Neticede onlar Suriye bölgesindeki Izreât'a sürüldüler.
300'ü zırhlı olan bu insanların tamamı 700 kişiydiler. Bu olay, Hicrî ikinci yılın Şevval ayında
olmuştu. Eğer Benu Kaynukalılarla ilgili tedbir önceden alınmasaydı; Uhud Savaşı’nda Müslümanları arkadan
kuşatırlar ve savaşın seyrini değiştirirlerdi.
Benu Kureyzalılar
Bir de Benu Kureyzalılar var. Kendileriyle Hendek Savaşı
öncesinde bir anlaşma yapılmıştır ve
onlar bu anlaşmayı bozmuşlardır. Anlaşma yapılanlarla ne
yapılması gerektiğini anlatan ayet
çok açıktır, Peygamber bu ayetin hükmünü yerine getirmiştir.
Aynı hüküm Tevrat’ta da vardır
ve Peygamberimiz “Ben bu kararımı Tevrat’ın buyruğuna
dayanarak da yapıyorum.” demiştir.
“Anlaşma yaptığın kimseler, sonucundan sakınmayarak
anlaşmalarını her defasında bozarlar. Savaşta onları yakalarsan, arkalarındakilere ibret
olacak şekilde, darmadağın et. Eğer bir topluluğun anlaşmaya hıyanet
etmesinden korkarsan, sen de onlara karşı anlaşmayı bozarak aynı şekilde davran. Doğrusu
Allah hainleri sevmez.”(Enfal 56-58)
Hendek savaşı için Peygamber Mekkelilerin geleceği tarafa 5
kilometrelik bir hendek kazdırdı.
Bütün askeri yığınağını da oraya yaptı. Arka tarafa ise
kadınlar ve çocukları koydu. Kureyzalılar
bizim dostumuz, onlar bize ihanet etmez, anlaşmamız var
onlarla diye düşünüyordu.
Mekkeliler ummadıkları şekilde Hendeklerle karşılaşınca şoke
oldular. Benu Kureyzalılarla
Peygamber’in öldürülmesi konusunda anlaştılar, onlar
Mekkelilere yol verecekler, Mekkeliler de
Peygamber’i öldürecek, böylece onlar da kurtulacaklar,
Kureyzalılar da. Anlaşma böyle.
Mekkeliler Kureyzalıların bulundukları yerden içeriye girmek
için yöneldiler. 10.000 kişilik
donanımlı bir ordu ve karşısında 300 silahlı kişiyle direnen
bir Peygamber var. Mekkeliler
oradan girebilselerdi sonuç oldukça vahim olurdu. Bugün
Müslümanlıktan bahsedilemezdi.
Kur’an durumun vahametini dehşetli bir şekilde anlatır. Beni
çok etkileyen ayetlerdir bunlar:
“Hani onlar, size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan
gelmişlerdi; gözler korkudan
yerinden fırlamış, yürekler gırtlağınıza gelip dayanmıştı ve
siz Allah hakkında
(birtakım) zanlarda bulunuyordunuz.” (Ahzab Suresi, 10)
Hendek Savaşı böyle bir savaştır, o savaşa katılan
sahabelerin korkusunu anlatıyor bu ayet.
Müslümanların o durumdaki halini düşünün. Peygamber’in
yanında 300 kişi kalmış. Karşısında
10 bin kişilik donanımlı bir ordu var. O sırada Benu Kureyza
Yahudileri Mekkelilere Gelin
buradan girin.” diyor. Bu fiili durumun vahametini görmezden
gelerek olayı düşmanlıkla izah
etmeye kalkmak Hendek Savaşı’nı anlamamak olur.
Ve savaş bittikten sonra Peygamberimiz’in emriyle Benu
Kureyza kuşatıldı. Peygamber’e
başka yol bırakmadılar. Kureyzalılara uygulanan bu hükmün
adil olup olmadığı konusu devamlı
tartışılmış ve bu konu Hz. Peygamber’e karşı kullanılan
olaylardan birisi haline gelmiştir. Bunun
bir katliam olduğu değişik boyutlarda ifade edilmiştir. Kimi
araştırmacılar Kureyza ile yapılan
anlaşmanın kesin olup olmadığını bile yazmışlardır. Bunlar
Müslüman yazarlardır. Bunların
aksine meseleyi olduğu gibi gören, Peygamber'in bu
işe mecbur kaldığını ve dolayısıyla
Peygamber’in haklılığını savunan müsteşrikler de vardır.
Montgomery Watt bu müsteşriklerden
biridir. Watt der ki: “Bazı batılı yazarlar bu cezayı
gaddarca buluyorlar ve Muhammed’e
saldırıyorlar, hâlbuki o günkü örfe göre Araplar da
birbirlerine böyle davranıyorlardı, bunda
ayıplanacak bir durum yoktur. Esasen Muhammed’in Yahudilere
yönelik özel bir tavrı yoktur,
düşmanlığı yoktur, bu olaydan sonra da birçok Yahudi, İslâm
toplumlarında rahatça
yaşayabilmiştir.”
Üstelik Peygamber cezayı mesnetsiz, hukuksuz, şahitsiz
yapmadı, Tevrat’a göre ceza verdi.
Tevrat’a göre ihanetin cezası “erkeklerin öldürülmesidir.”
Mekkelilerle anlaşma yapılırken karşı
çıkanlar, ‘Muhammed’e ihanet etmeyelim.’ diyenler
öldürülmedi. Bizzat bu ihanetin içinde
bulunan ve ihaneti teşvik edenler, hatta Mekkelilerle
birlikte olup Müslümanlarla savaşanlar
öldürüldü. Bundan doğal başka ne olabilir. Bizim
siyercilerin, tarihçilerin ‘Yok şöyle olmamıştır
da böyle olmuştur…’ şeklinde özür dilemeci bir yaklaşımları
var. Çok yanlış bir yaklaşım. Adalet
müessesini dinamitleyen bir yaklaşımdır bu. Onlar başarılı
olsalardı binlerce Müslümanın başı
kesilecekti. Böylesine devasa bir boyutu olan konuyu
düşmanlığa indirgemek ahmakça veya
düşmanca bir yaklaşımdır. Burada bir ihanet vardır, hainlere
hak ettikleri ceza da verilmiştir.
Hem de Tevrat’a göre. (Tesniye 20/10-15)
Bu cezaya o günün Kureyzalıları bile itiraz etmezken bizim
Siyercilere ne oluyor? diye sormak
gerekir. Hz. Peygamber o dönemde bile hiçbir kabile şefi
tarafından kınanmamıştır. Reinhart
Pieter Anne Dozy’nin deyimiyle; “Hz. Peygamber'e
burada bir suç izafe etmek mümkün
değildir.”(Dozy 78)
Müslümanlarda antisemitizm hiçbir tarihte olmamıştır, olmaz
da. Hristiyanlardan darbe gören
Yahudiler hep Müslümanlara sığınmış, onların koruması
altında yaşamışlardır. Kureyza
Yahudilerinin ihanetini antisemitizm olarak anlatmak doğru
değildir. Bu yanlış bir şeydir.
Kur’an insanların Allah nezdinde eşit olduğunu söyler.
Abartılı rivayetler
Hendek Savaşı sırasında anlatılan bazı abartılı rivayetler
de mevcuttur: “Peygamber
Kureyzalıları cezalandırmak üzere giderken Hz.
Peygamber'in evine Cebrail atıyla birlikte inmiş ve bindiği atın üzerinde dikkati çekecek güzellikte bir
kadife varmış, gözleri
kamaştırıyormuş…(İbn Hişam, VI, 222.)
Hz. Aişe Cebrail’i kapı aralığından görmüş, o ne ihtişammış
öyle…( Belazuri, I, 415.)
Ve Cebrail Dihye b. Halife’nin suretinde Müslüman ordusunu
düzene sokmuş (Vakıdi, 499)
Sahabeler Cebrail’i, Kureyzalılara doğru giderken atının
ayaklarından çıkan kıvılcımlardan fark
etmişler, ortalık öylesine toz dumana katılmış ki, önceleri
böyle bir olaya şahit olmamışlar,”
(İbn Sa’d, et-Tabakatu’l- Kübra, Beyrut, 1985, II, 76) gibi,
olayı mecrasından çıkartan
abartılarla süslü anlatımlar bulunmaktadır. Bu rivayetlerin
arasında çelişkiler de vardır.
Rivayetlerin kimisinde Cebrail Dihye suretinde, kimisinde
kendi suretinde veya başka bir insan
suretinde gözüküyor. Benu Kureyza kuşatması da böylelikle
Cebrail tarafından yapılmış
oluyor… Hz. Peygamber'in insan olarak, devlet
başkanı olarak, ordu komutanı olarak, lider
olarak yaptığı planlar, çalışmalar her defasında nedense göz
ardı ediliyor.
Habeşistan hicreti
Hz.Ebubekir’in Müslüman olur olmaz yoğun bir şekilde davet
çalışmalarına başladığını
görüyoruz, hatta Peygamber’den daha çok çalışıyor desek
abartılı olmaz. Çünkü halk
tarafından tanınan birisidir. İlk Müslümanlar olarak
saydığımız yığınla insanın
Müslümanlaşmasına sebep olan kişidir. Vahyin ilk yıllarında,
ilk 4 yıl diyebiliriz; Müşrikler
Müslümanlara dokunmuyorlardı, Müslümanları o kadar
önemsemiyorlardı. Bu bir hevestir gelir
geçer diye düşünüyorlardı. Gizli davet diye anlatılan
hikâyeler işe biraz gizem katmak için
uydurulmuştur. 10 bin nüfuslu Mekke’de bir şeyin gizli
kalması mümkün değildir.
Aldırmıyorlardı ama bu yeni dinin mensupları her gün biraz
daha çoğalıyordu ve her önlerine
gelene açıktan açığa dinlerini anlatmakta sakınca
görmedikleri için, cesaretlerinde ve
sayılarında hatırı sayılır miktarda çoğalmamalar başlamıştı.
İşkence dönemi
Bu durum Müşriklerin gözünden kaçmadı. Müslümanlar daha
fazla taraftar toplamadan
nefeslerini kesmek lazım diye düşünmelerine vesile oldu.
İşkence dönemini başladı. Ağır
işkenceler yapılıyordu. Peygamber de fazla bir şey
yapamıyordu, kölelik sistemi vardı, sahibi
isterse kölesini öldürebilirdi, kimse ona bir şey yapamazdı.
”Benim malımdır ona
karışamazsın.” der ve işin içinden çıkardı. O dönemin
insanı, köleyi hayvan gibi düşünüyor,
“Hayvanımı istersem döverim, istersem keserim sana ne?”
diyordu. Ortaçağ’dan bahsediyoruz.
Engizisyon mahkemelerinin çağından. İnsanların derilerinin
yüzüldüğü çağdan...
Bir müddet sonra işkenceler dayanılmaz hale gelince
Peygamberimiz Müslümanlara
Habeşistan’a göç etmeleri gerektiğini söyledi. Birinci grup
gidiyor, ama bir müddet sonra
geriye dönüyorlar; çünkü Ömer’in ve Hamza’nın Müslüman
olduğuna dair bilgiler geliyor
kendilerine. İşkencelerin dozu artırılınca, dayanılmaz hale
gelip ölümler başlayınca 14 yıl
sürecek ikinci Habeşistan Hicreti gerçekleşiyor.
Peygamberliğin 7. yılıdır (Milâdî 616)
Peygamber’in amcası Ebû Talib'in oğlu
Cafer'in başkanlığında Habeş ülkesine doğru yola çıkan
ikinci kafile de,10 u kadın 92 kişi vardır. (İbni
Hişâm, Sîre, 1/345-346)
Müslümanlar orada Habeş Kral’ı Necaşi’nin himayesi altında
Hayber’in fethine kadar kaldılar.
Hayber fethedilince, artık Medine’de kalış kesinleştiği için
Habeşistan’dan Medine’ye onlar da
hicret ettiler.
Boykot dönemi
İşkencelerle Müslümanlaşmanın önünü alamayan Müşrikler,
yedinci yıldan itibaren boykota
başladılar. İslâm’ın gelişinin yedinci yılında başlayan ve
onuncu yılında sona eren “Boykot”
uygulaması (ambargo), Hz. Peygamber ve onu savunan
akrabaları Haşimoğullarına yapılan
ilginç bir baskı yöntemidir. Habeşistan’da Müslümanlara
saygı duyulup ikramlar yapılmasını
kabullenemeyen Mekkeliler, işi kökten halletmek üzere
toplandılar ve Haşimoğulları’ndan, Hz.
Peygamber’in öldürülmek üzere kendilerine teslim edilmesini
istediler. Fakat onların bu
isteklerine Haşimîler çok sert tepki gösterince, farklı bir
baskı metodu denemeye karar
verdiler. Bu metot, Hz. Peygamber’i kendilerine teslim
etmeyen Haşim oğullarına toplumsal
baskı oluşturmak için uygulanacak olan boykot (toplumsal
ambargo) kararı idi. Boykot bütün
Müslümanlara uygulanmadı, sadece Haşimoğlularına uygulandı.
Açlıktan ölen insanlar oldu
boykot süresince. “Haşim oğullarının barış teklifini kabul
etmemek, onlara acımamak,
kız alıp-vermemek, mal alıp-satmamak, konuşmamak,
görüşmemek, evlerine
girmemek” üzere anlaştılar ve bu sözleşmeyi bir sahifeye
yazarak mühürlediler. Sözlerinden
caymamak için de bu sahifeyi Kâbe duvarına astılar. Mekke
çevresindeki Araplardan oluşan
geleneksel müttefikleri olan Ehabişleri de bu anlaşmaya
katarak işi büyüttüler.
Üç sene sonra, beş insaf sahibi müşrik tarafından boykot
kırılınca Müslümanlar artık Mekke’de
kalamayacaklarını iyice anladılar. Ve peygamberimiz
kendisine yurt aramaya başladı. Önce
Taif’e gitti, oradan eli boş dönünce, Mekke’ye hac ve
ticaret için gelen kabilelerin çadırlarına
girip onlarla konuşmaya başladı. Artık davet üslubu da
değişmişti: “Kendisini ve davetini”
sahiplenecek bir merkez arıyordu. Boykot Müslümanların
Mekke’yi terk edişin önemli
sebeplerinden biridir.
Peygamber vefalı bir insandı. Kendisine yapılan iyilikleri
hiçbir zaman unutmadı. Taif dönüşü
kendisine kefil olarak Mekke’ye girmesine yardımcı olan ve
de boykot sırasında zaman zaman
boykotu delerek oradaki insanlara yiyecek ve su gönderen
Müşrik Mutim b. Adiy’i, Zema b.
Esved’i, boykot sırasında oraya giden yardımları engellemeye
çalışan Ebu Cehil’i, Kâbe’de
döven Ebul Buhteri’yi hiçbir zaman unutmamış, her zaman
onların önünde saygı ile eğilmiştir.
Bedir Savaşı’nda, Uhud Savaşı’nda sahabelerine “Bu isimlerle
karşılaşırsanız sakın onları
öldürmeyin!” diye tembih etmiştir.
Şakku’l-Kamer
Boykot sırasında gerçekleştiği söylenen bir rivayet vardır.
Güya Peygamberimiz Müşrikleri bir
araya toplamış ve onlara Allah’ın bir olduğunu anlatmak
istemiş, peygamber olduğunu
ispatlamak için de elini uzatmış, ay ikiye bölünüvermiş,
büyük bir mucize diye siyer
kitaplarında anlatılır bu olay. Ayet delili de kullanırlar
mucizeyi ispatlamak için. Eğer
Peygamber mucize getirmiş olsaydı, gücü mucize göstermeye
yetseydi en büyüğü bu olurdu
gerçekten. Çok ilginçtir, boykot döneminde insanlar açlıktan
ölürken nedense onların açlığına,
susuzluğuna çare olacak olan bir mucize gerçekleşmiyor,
gökten bir sofra inmiyor,
Peygamber’in parmaklarının arasından sular şarıl şarıl
akmıyor da “mucize olarak ay ikiye
ayrılıyor...,”
İlk kaynakların hiçbirinde bu olaydan bahsedilmiyor zaten.
Üçüncü asırdan sonraki kaynaklarda
görülüyor bu konudaki rivayetler…
Miraç
Mekke’de gerçekleştiği söylenen Miraç mucizesi hakkında,
ciltlerle kitap yazılmıştır. İlk kaynaklarda İsra ve Miraç farklı anlatılır.
Daha sonraki kaynaklarda birleştirilmiştir. Kuran’da İsra bir ayette geçer. Çok
büyük mucize olarak anlatılır. İsra gece yürüyüşü demektir. Mescid-i Haram
zaten bellidir Mekke’deki Kâbe ve civarı. İlk kaynaklara baktığımız zaman
Mescid-i Aksa diye bir tabir geçmiyor. Yani Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan
bahseden bir Mescid-i Aksa yoktur ilk kaynaklarda. Kudüs hep Beytü’l Makdis
diye geçer. Arapların algısında orası Beytü’l Makdis’tir. Kudüs için Mescid-i
Aksa tabiri Peygamberimiz ’den 80 yıl sonra kullanılmıştır. Emevi kralı
Abdulmelik bin Mervan ile Abullah bin Zübeyr’in savaşı sırasında ortaya
çıkmıştır. Abdülmelik bir daha Mekke’ye hacca gidilmeyecek diye bir karar alır.
Ve Mekke yerine Müslümanları Hac için Kudüs’e yönlendirir. Hemen bir de hadis
uydurulur. ‘Hac için şu 3 mescide ziyaret yapılabilir, Mescid-i Haram, Mescid-i
Nebevi ve Mescid-i Aksa.’ Ve böylece Mescid-i Aksa kutsal bir mekân olur.
Mescid-i Aksa
İslâm
coğrafyasında en fazla gelir getiren ülke Mısır’dır. Çünkü baharat yolu
üzerindedir. Buranın bütün geliri 9 yıl boyunca Emeviler tarafından Küdüs’e
aktarılır ve Mescid-i Aksa inşa edilir. Hacılar 9 yıl hac için buraya gelirler.
Bu siyasi bir gerekçeyle yapılmıştır. Ondan sonra da Mescid-i Aksa olarak
burası anılmaya başlanır ve Peygamberin
buraya gelip buradan göklere çıktığı yer olarak anlatılır. Peygamberimiz miraç
mucizesinde Mekke müşriklerine Beytu’l-Makdis’e gittiğini söyler, fakat
müşrikler inanmazlar. Cebrail o anda Beytu’l-Makdis’i gözünün önüne getirerek o
da mescide bakıp pencereleri, kapıları hakkında bilgi verir. (Buhari,
Menakıb’ül-Ensar, 41)
Fakat o zamanlarda Beytu’l-Makdis
yıkılmıştı, harabeleri bile yoktu, tamamıyla çöplük alanıydı. Daha sonra bu
alanı Hz. Ömer temizlemiştir. Yani ortada ne kapı ne pencere ne de Mescid
vardı, mescidin o zamanlarda olmadığı hem İslami hem de tarihi yazıtlarda
kesindir. Peki, peygamber hangi kapı ve pencereyi ve mescidi tarif etti. Ya bu
rivayetler uydurma ya da Peygamber yalancı konuma düşüyor. Başka bir izahı yok,
çünkü ortada hiçbir Mescid yok ki pencere ve kapı olsun açıklayabilir misiniz?
Peki bahsedilen Mescid-i Aksa burası değilse neresidir?
İlk kaynaklarda Mescid-i Aksa diye bir yerden bahsedilir.
Ezrakî'ye göre Mescid-i Aksâ Kudüs'teki Süleyman Mabedi değil, Arafat
bölgesinde Cirane'de bulunan bir mescittir.
Peki, ama Süleyman Mabedi'ne niçin bu isim verilmiştir? Hz. Ömer, eski Süleyman Mabedinin yerine bir mescit yaptırmıştır. Mescid-i Aksâ adı, eski Süleyman Mabedinin bulunduğu yerin güney kesiminde yapılmış olan bu camiye verilmiştir. Bazılarına göre bu cami, başlangıçta Justinian tarafından yaptırılmış bir kiliseydi. Sonraki dönem Arap yazarlarına göre de bu cami, Halife Abdülmelik tarafından yaptırılmıştır. Aslında bu ifade, Justinian kilisesinin, esaslı bir onarımıyla camiye dönüştürüldüğü anlamına gelir. (Bkz. İslâm Ansiklopedisi, Mescid-i Aksâ maddesi.)
Peki, ama Süleyman Mabedi'ne niçin bu isim verilmiştir? Hz. Ömer, eski Süleyman Mabedinin yerine bir mescit yaptırmıştır. Mescid-i Aksâ adı, eski Süleyman Mabedinin bulunduğu yerin güney kesiminde yapılmış olan bu camiye verilmiştir. Bazılarına göre bu cami, başlangıçta Justinian tarafından yaptırılmış bir kiliseydi. Sonraki dönem Arap yazarlarına göre de bu cami, Halife Abdülmelik tarafından yaptırılmıştır. Aslında bu ifade, Justinian kilisesinin, esaslı bir onarımıyla camiye dönüştürüldüğü anlamına gelir. (Bkz. İslâm Ansiklopedisi, Mescid-i Aksâ maddesi.)
Mekke’den hicret edildikten sonra Cirâne Mescidi kullanılmamıştır
ihtiyaç da olmamıştır. Mescid-i Aksa denilen mekân benim kanaatime göre işte
burasıdır. İsra olayı vardır ama Mekke’de gerçekleşmiştir. Miraç olayına
gelince, Kudüs’ten göklere çıkmış, birinci kat, ikinci kat vs. Biz çocukken
babam Peygamberler Tarihi okurdu bize. Uzun kış gecelerinde, televizyon yoktu o
zamanlar, ben hatırlıyorum, babam sadece bir hafta boyunca birinci katı
okumuştu. Kalınca bir kitaptı. Birinci katta şunlar oldu, şunlarla görüştü vs.
Bunlar hurafedir, uydurmadır da eski şeylerden alınmadır da, ama şöyle
söyleyebiliriz, rüyada olmuş olabilir, rüyasında bu tip şeyler görmüş olabilir.
Rüyasında cennet cehennemi görmüş olabilir, bu şekilde rüyada bir yolculuk yapmış
olabilir. Ancak namaz hediyesiyle geriye döndüğü ve onu da Musa’nın telkiniyle
ancak 5 vakte indirtebildiği bir Miraç olayı yoktur. Tamamen uydurmadır.
Mekke dönemi bitiyor
Hatice ve Ebu
Talip ölünce, Peygamberimiz yalnızlaşıyor. Taif’e sığınabilir miyim diye oraya
gidiyor. Ancak oradan da dayak yiyerek geriye dönüyor. Tekrar Mekke’ye geliyor
ve Mekke’ye gelen kabilelere sığınma teklifi yapıyor, bu arada tebliğ de
yapıyor. 15 ayrı kabileye teklifte bulunduğu rivayet edilir, teklifi kabul
edilmez. Sadece sığınma teklifini reddetmekle kalmıyorlar hakaretler de
ediyorlar “seni neye kabul edelim, adam olsaydın Mekke’den kaçmazdın…”
Bitkin,
endişeli ve korku içinde 16. Kabileye gidiyor, orada Medine’den gelen 6
kişilişk bir grup vardır. Evs ve Hazreç kabilelerinden. Aynı zamanda bunlar
anne tarafından peygamberin akrabalarıdır. Onlara da teklifini ve tebliğini
sunuyor: “Ben, Muhammed, peygamberim, Mekke’de hayati tehlike içinde yaşıyorum,
bana yardım ederseniz ben de size yardım ederim, birlikte güçleniriz…” Teklife sıcak bakıyorlar, “evet sana yardım
ederiz” diyorlar. Medineliler ile bu ilk
görüşme 6 kişiyle yapılıyor. “Biz Evs ve Hazreç kabileleri olarak sürekli
savaşıyoruz, bir de Yahudiler var, biz bu bu savaşlardan ve Yahudilerden
bıktık, bir lidere ihtiyacımız var, gel bizim başımızda dur bize liderlik yap,
bu savaşlar bitsin diyorlar.”
Peygamber
Muhammed, Peygamberliğin 11. Yılında her taraftan kuşatılmışken Medine yoluna
açılan bu kapı Peygamber’i oldukça mutlu ediyor. Sanki sırtından tonlarca yük
birden iniveriyor, rahatlıyor. Bir sonraki yıl o, 6 kişi 12 kişi olarak
geliyor. Onlarla, Mekke’nin 2 km. dışında Akabe denen küçük ve dar vadide, bir
gece vakti gizlice buluşuyorlar ve bîatlaşıyorlar. Kuran’da Mücadele
Suresi’nde, Müntehine Suresi’nde anlatılan “Kadınlar Biatı” denilen anlaşmayı
yapıyorlar:
a)
Allah birdir ve hiçbir şey, hiçbir
şekilde O’na eş ve ortak koşulmayacak,
b) Hırsızlık yapılmayacak,
c) Zina yapılmayacak,
d) Çocuklar öldürülmeyecek,
e) Kimseye iftirâ edilmeyecek,
f) İnsanlığın yararına olan hiçbir hayırlı işe karşı çıkılmayacak.
b) Hırsızlık yapılmayacak,
c) Zina yapılmayacak,
d) Çocuklar öldürülmeyecek,
e) Kimseye iftirâ edilmeyecek,
f) İnsanlığın yararına olan hiçbir hayırlı işe karşı çıkılmayacak.
Bu bîatlaşmadan
sonra Peygamber, kendilerine hitaben şöyle diyor: "Sizden, verdiği sözde duranın
ücret ve mükâfatını Allah tekeffül
etmiştir ve onlara Cenneti
hazırlamıştır. Kim insanlık icâbı, bunlardan
birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya uğratılırsa, bu ona kefaret olur.
Kim de yine bunlardan, insanlık haliyle birini irtikâp eder de işlediği o şeyi
gizler, açığa vurmazsa, onun işi de Allah'a kalır. Dilerse onu bağışlar,
dilerse azaba uğratır."
Bu Medineli 12
Müslüman da Peygamber’e şu sözü verirler: "Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse refah ve sevinç
halinde söz dinlemek ve itaat etmek başta gelir. Ve sen bizzat, bizim üstümüzde
bir tercihe sahip olacaksın ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı
itaatsizlik etmeyeceğiz."
İlk Akabe biadlarında
bulunanların yapmayacaklarına dair söz verdikleri yukarıdaki hususlar, huzurlu
bir cemiyet hayatının temelini teşkil eden unsurlardır. Bu çirkin hareketlerin
hâkim olduğu cemiyetlerde, elbette emniyet ve âsâyiş olamazdı.
İnsanlığı huzur
ve saâdete kavuşturmak ve cemiyet hayatını asayiş temeli üzerine oturtmak için
gelen İslâm, elbette bu hususları vazgeçilmez birer esas olarak kabul edecek ve
bu hususta müntesiplerinden kesin söz alacaktı.
Anlaşmalar yapıldı ve onlar döndüler Medine’ye. Öbür sene
bu 12 kişi 90 kişi olarak geldiler. Ve o
90 kişiyle ikinci Akâbe Biat’ı yapıldı, hemen sonra hicret başladı. Hicret 4
aylık süreye yayıldı. Peygamber geminin kaptanı gibi Mekke’yi en son terk etti.
Müslümanlar, gündüz öğle uykusu vakti ya da gece kimsenin
olmadığı saatlerde hicret ediyorlardı, evler boşalıyordu, Müslümanlar Mekke
baronlarının zulmünden kaçıyorlardı. Mekke’de gizli Müslümanlar dışında
Müslümanlığıyla bilinen sadece 3 kişi kaldı. Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir ve Hz.
Ali.
O nu öldürelim
Hicret devam ederken Mekkeliler toplandı ve Peygamber’i
öldürmeye karar verdiler. Bu haber güya Cebrail tarafından Peygamber’e
bildirilmiştir, bu bilgi doğru değildir. İşin aslı şöyledir, İbn-i Saad’da
geçiyor: Akrabalarından birinin kızı, toplantıya katılan eşinden durumu
öğrenmiş ve Peygamber’e haber vermiştir, “Bu gece sana saldıracaklar kaç.” Bu
haberi alır almaz peygamber doğru Ebu Bekir’e koşar. Bizim de hicret etme
zamanımız gelmiştir, davran hemen çıkalım, gece vaktini beklemeyelim. Hz. Aişe
böyle anlatıyor olayı. “Gündüz vakti geldi ve babama çıkalım ey Ebubekir” dedi.
Ebubekir de hazırlık yapmıştı, hatta Müşrik, ama liyakat sahibi olan Abdullah
b. Uraykıtla önceden anlaşmıştı bile. Uraykıt yolları çok iyi bilen birisiydi,
ağzı da çok sıkıydı, adam satmazdı. Uraykıt 3 gün sonra Sevr’e gelecek ve orada
buluşacaklardı. Anlaşma tamamlandı ve yola çıkıldı.
Mekkeliler evi kuşattıklarında Peygamberimiz evde yoktu.
Eve girdiklerinde karşılarında Ali’yi buldular, deliye döndüler ve o hışımla
etrafı darmadağın ettiler. Peygamberi bulana 100 deve vazedilmiştir. Haber çok
hızlı yayılmıştır Mekke’ye, herkes sokağa dökülmüştür, herkes her yerdedir.
Kaçaklar aranmaktadır. Siyer kitaplarının anlattığına göre, Mekkeliler izleri
takip ederek Sevr mağarasına kadar geldiler. Orada güvercin yuvası ve örümcek
ağıyla karşılaştılar ve geriye döndüler.
Bunlar doğru değildir. İz takip ederek mağaraya
ulaşılacak ve örümcek yuva yapmış diye mağaradan geriye dönülecek, bu mantıklı
bir açıklama gibi gelmiyor bana. Benim kanaatim mağaraya hiç gelmediler,
gelselerdi yakalarlardı zaten. Onlar kaçakları Medine yolunda arıyorlardı.
Mağara Yemen tarafında Medine ise kuzeydedir. Dâhice bir plan hazırlanmış,
hedef şaşırtılmıştır, bir plan dâhilinde yapılan şeylerdir bunlar. Müşrikler
onu Medine yolunda ararken onlar mağarada ortalığın sakinleşmesini
beklemişlerdir. Örümcek hikâyeleri, güvercin hikâyeleri, yılan hikâyeleri
bunların hiçbiri doğru değildir, peygamberi robotlaştıran, küçük düşüren hikâyelerdir
bunlar.
Peygamber burada 3 gün kaldı. Üç gün sonra mağaradan çıktılar
ve tali yollardan Medine’ye doğru yol aldılar. Hatta yolda bir kervana rastladılar,
Kervandakiler Ebubekir’i tanıdılar ve ona “bu yanındaki kimdir” diye sordular,
o da “bu benim hizmetlimdir” demiştir. Bu şekilde saklanarak, gizlenerek,
binbir sıkıntıyla Medine’ye
ulaşmışlardır.
Kuba
Kuba’ya vardıklarında, güvenlik endişesiyle hemen
dayılarını haberdar etmişlerdir. Onların rehberliğinde bir gece yarısı
Medine’ye gizlice girilmiştir. Önceden yeri belirlenmiş bir mekâna
yerleştirilmişlerdir. Aradan birkaç gün geçince de nelerin yapılacağının planı
yapılarak Medine macerası başlamıştır.
Kalabalıklar tarafından şarkılarla filan karşılanmamıştır
peygamber. Mekke’den ‘gizlice kaçan ve 90 kişi tarafından Medine’ye gizlice
davet edilen birisi öyle şarkılarla, türkülerle karşılanmaz, bu aklen de mümkün
olmayan bir şeydir. Küçücük bir şehirde 500 tane Müslüman vardır. Kim
koruyacaktır onları.
Allah deveyi memur etti, deve kalacağı yeri tayin etti ve
kalacağı evi belirledi vs. bunlar sonradan uydurulmuş, üretilmiş şeylerdir.
Medine’de ilk icraat
Peygamberin Medine’de yaptığı ilk icraat mescit inşa
etmektir. Bir buluşma yeri, eğitim yeridir orası.
Orası aynı zamanda namaz kılma yeridir vaaz yeridir,
eğlence yeridir, mesela Habeşli erkekler ve kadınlar orada oynamışlardır,
Peygamber de Hz. Aişe’yle birlikte onları zevkle izlemiştir.
Orası hapishanedir, ilk zamanlarda suçlular oraya
konulmuştur.
Orası ordugâhtır, ordu oradan hareket ettirilmiştir,
Orası misafirhanedir, misafirler orada ağıurlanmıştır,
Orası protokol yeridir, toplantılar orada yapılmıştır,
dışardan gelen elçiler orada ağırlanmıştır,
Orası kabul salonudur, devlet yetkilileriyle görüşmeler
orada yapılmıştır,
Orası yemekhanedir, orada sofralar kurulmuş yemekler
yenmiştir,
Orası noterdir, Ensar ve Muhacirler arasında kardeşlik
anlaşmalarının yapıldığı yerdir. Medine Sözleşmesi orada imzalanmıştır. Bu
sözleşme Müslümanlar arasında yapılan bir sözleşmedir. Müslümanların birbirlerine
karşı olan hukuklarını anlatmaktadır. İyi işlediği için sonradan Yahudiler de
sözleşmeye dâhil olmak istemişlerdir. İlk 16 maddesinden sonraki hükümler
Yahudilerle ilgili hükümlerdir. O zaman Medine’de 3 tane Yahudi kabilesi vardı.
Beni Kaynukalı, Beni Kureyza ve Beni Nadir. Bunlar Bedir Savaşı’ndan sonra çok
problem çıkardıkları için, peygamberin eşlerine hakaretler ettikleri için,
kuşatılmıştır ve Medine’den kovulmuşlardır.
Siyer
kitaplarında yazıldığı gibi, peygambere devamlı ilahi müdahale yapılmamıştır.
Bu şekildeki anlatımlar yanlıştır. Peygamber entelektüel bir insandır, ne
yapacağını çok iyi bilen birisidir, tecrübe sahibidir. Onun hayatının her anının önceden
düzenlendiği ve ayarlandığı şeklindeki
rivayetlerin Müslümanları, Cebriyyeci
anlayışa da sürükleme
ihtimali mevcuttur. Hâlbuki Hz. Peygamber yapacağı işlere kendi
karar verdiği gibi, gerektiği zamanda ashabından birinin
görüşüne uymada
-Sad’ın hükmüne uyduğu gibi- hiç
mahzur görmemiştir. Bunlar
onun tavırlarının insanî
platformda olduğunun
göstergeleridir.
Devam edecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder