28 Ağustos 2016 Pazar

SILA YOLU 2016 (lV) - Bu da benim yorumum-


Demokrasi Nöbetleri 27’nci gününde sona erdi. (11 Ağustos 2016) O sıcak yaz akşamları festivale dönüştü. Demokrasi festivali. Ben Denizli’deydim. Çınar Meydanı’nda. Her akşam canlı müzik vardı. Halk ozanları, ilahi grupları, mehter takımları konserler verdiler. Halk konseri. Dualar yapıldı. Ezanlar okundu, selâlar okundu. Çay, su, tulumba tatlısı, bağından kesilmiş salkım salkım üzümler, dondurma, irmik helvası, çorba, ızgaralar ücretsiz ikram edildi. Sadece kuyrukta beklemek lazım ikramlardan almak için. Kuyruk sohbetlerinin de tadı başka oluyor anlaşılan. İnsanlar kuyrukta durmaktan sıkılmıyorlar.
Zaman zaman da heyecanlı konuşmalar yapıldı. Maksadını aşan konuşmalar da yapıldı.


“İtler, köpekler” gibi ifadeler rahatsız ediciydi. Bu ifadeleri bir de bakan kullanırsa daha da rahatsız ediyordu. Müslüman olduğunu söyleyen kişinin, hem de ‘Ben sizden daha da iyi Müslümanım.’ diyen kişinin kullandığı ifadelere dikkat etmesi gerekir. Yoksa fark, fark edilmez. Başka türlü örnek olmak da mümkün olmaz. Küfretmek bir bakana, devleti temsil eden bir adama hiç yakışmadı. Bir heyecandır gitti. Ağzı olan konuştu. Akl-ı selim yoktu konuşmalarda. “Dostluğunuzda da düşmanlığınızda da aşırı gitmeyin” peygamber buyruğunu takan yoktu.” Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin”(Maide 8) Allah buyruğunu da takan yoktu. Bu insanların koca koca makamları işgal ediyor olmaları da ayrıca önemliydi. Konuşanların kullandığı kelimeler ve kurdukları cümlelerden anlaşılan odur. Seviye çok düşüktü. Terörist başı ne halt işlemişse onlar anlatıldı anlatılmasına da, işte öyle anlatıldı. Halkın darbe girişimi esnasında gösterdiği kahramanlıktan bahsedildi. Kendi kahramanlıkları var mıydı işte onu kimse bilemiyor. Sloganlar atıldı. Tekbir! “Allah-ü ekber“. Ya Allah Bismillah Allah-ü ekber… Meydan dolup dolup taştı. Bütün şehir sanki oradaydı. Fotoğraf çekenler, selfi çekenler, horozu hiç yalnız bırakmadılar.
Ağaçların altında, kahvelerde sohbet edenler de vardı. Herkesin kendi arkadaş grupları


çoktan oluşmuş, kim kiminle nerede buluşuyor o biliniyor. Devlet memurları müdürlerine, müdürler de çalışanlarına görünmek zorunda hissediyor kendilerini. Çekilen selfilerin çoğu da ‘Ben buradaydım, Fetöcü değilim.’ demek için galiba. Derken benim de zamanım geldi çattı. Gündüzleri annemi ve babamı muayene ettirmek için hastanede, akşamları demokrasi nöbeti derken zaman geçivermiş. Bir iki gün içinde dönüş için gerekli hazırlıkları yapmam gerekiyor. Daha da önemlisi arabanın yol için hazırlanması gerekiyor. Arabasız alışveriş yapılamaz, çarşıya-pazara gitmek lazım o da başka bir sıkıntı.



Bu izin süresi boyunca benim içinde bulunduğum zor durumu anlayanlar var mı acaba diye baktım etrafıma, kimseyi bulamadım. Herkes kendi âleminde. Gelmişiz ve işte gidiyoruz. ‘Onların zamanı kısıtlı bazı işlerin ucundan da biz tutalım.’ diyen yok. ‘Şu işi de yapsaydın da öyle gitseydin.’ diyenler ise çoğunlukta. Hâlâ bizden beklentilerinden bahsedenler var. ‘Geldiniz hastaneye, gidiyorsunuz hastaneden birkaç gün kendinize zaman ayırsaydınız ya…’ diye düşünen hiç yok. Tabi ki bir sene boyunca oradakiler ilgileniyor yaşlılarla. Çektikleri sıkıntıları anlıyorum. Ancak ‘Hazır geldiniz, haydi bakalım bir ay boyunca da siz bakın yaşlılara biz istirahate çekilelim.’ demek ne kadar doğrudur bilemiyorum. Türkiye’ye tekrar gitme şansını bir sene sonra yakalayacak olan bizleri de en az bir hafta serbest bırakmak gerekmez miydi? Kardeşlik, arkadaşlık, akrabalık, büyük-küçük, sevgi-saygı gibi kavramlar anlamını yitirmiş. Öğretmek, akıl vermek isteyenler çok, öğrenmek ve akıl almak isteyenler yok. İnsanlar dünyevileşmiş. Bu kadarı da fazla.
Akşamdan arabayı yükledik cümbür cemaat. Sabah yola çıkacağız. Son gecemiz. Babamı h


astaneden çıkardık, evde. Devamlı yatıyor. Annem katarakt ameliyatı oldu, ‘Görmüyorum…’ diye dertlenip duruyor. Ama damlalar daha sona ermedi, doktoru ise göreceğini söylüyor. Ve ben sabah babamla vedalaşıyorum, „Tekrar gelecek misin“ diye soruyor. Ayağa kalkamıyor. Yattığı yerden vedalaşıyoruz. Annem balkonda oturduğu sandalyede ağlıyor. „Oğlum hakkınızı helal ediniz belki bir daha görüşemeyiz“ diyor. Çaresiz o size hayat veren insanları o halde bırakıp çıkıyorsunuz yola. Yapacağımız bir şey yok. Zaman gelmiş. Yaban ellerde yaşıyoruz. İşimiz aşımız orada. Çocuklar orada yaşıyorlar. Ayrılmamız gerekiyor. Bu tür ayrılıkların verdiği ıstırabı ancak yaşayanlar bilir. Ne acıklı bir hayat değil mi? Taş olsa çatlar ortasından. Allah insanoğluna dayanma gücü vermiş de dayanıyoruz işte.
Önce Gümülcine’de kalmayı düşündük daha sonra Kavala’da, ancak plan tutmadı. Selanik‘te bir otelde kaldık o gece. Makedonya sınırına yakın bir yerde. Selanik’e kadar birbirimizle konuşmadık desek yeridir. Gurbet türküleriyle ağlamayı yeğledik. Sabah çıktık yola hayırlısıyla otelden. Üsküp’te Prizrenli Ali’ye uğradık, karşıdan selamladı bizi. „Oş geldiniz be ya.“ , Oş bulduk be ya…” Kuru fasulyesinden yemeden geçmek olmazdı Ali‘nin. Hoş-beşten ve yemekten sonra „Bit Pazarı’na girdik. Şeftali domates, biber ve incir aldık. Ve öğleye doğru vedalaştık Üsküp’le. İkinci konaklama yerimiz Macaristan. İstirahatimizi yaptık ve sabah kahvaltıdan sonra tekrar yollara düştük. Üşütmüşüm, oldukça rahatsızım Denizli’den beri. Hastalıkla hüzün Berlin’e kadar ayrılmadı bizden. Üçüncü günü saat 21.00’ de eve ulaşabildik Allah’ın yardımıyla. Budapeşte’yi ve Kosova’yı gezmek oradaki Türk ve Müslüman izlerini sürmek vardı planımızda ama olmadı. İnşallah başka bir sefere nasip olur.
Ne olmuştu Türkiye’de?
15 Temmuz’da bir facia yaşandı. Müslüman kimlikli insanlar Müslümanlara kurşun yağdırdı. Kadın ihtiyar, çoluk-çocuk demeden tankları insanların üzerine sürdüler. Saat 22.00 de başlayan kaos 04:00 sularında sona erdi. Kalkışmayı yapanlar ve yaptıranlar amaçlarına ulaşamadılar. Halkın sağduyusu büyük bir faciaya mani oldu. Türk Devleti büyük bir devlet.


Bugün geldiğimiz yerden baktığımızda Devletin büyüklüğünü görmemiz mümkün olabiliyor. Sosyal medyada ve diğer kitle iletişim araçlarında yapılan yorumlardan ve yazılan yazılardan yola çıkarak olayları tahlil etmek o kadar da zor değil. Şöyle bir yorum yapılsa yanlış olmasa gerektir. Bu yorum Türk Devletinin büyüklüğünü, 3.000 yıllık Devlet geleneğinin ulaştığı tecrübe seviyesini gösteriyor bence:
Fetö Terör Örgütü din soslu bir örgüt. Üyelerinden camiye gidenler var, namaz kılanlar var, Kur’an okuyanlar var, kurban kesenler, oruç tutanlar var. Hanımlarından başlarını örtenler de var. Bu insanların terör örgütü üyesi olduklarını halka anlatmak ve kabul ettirmek o kadar da kolay olmasa gerek. 2009 yılından beri „inlerine gireceğiz“ gibi ifadeler halk nezdinde antipati doğuruyordu. Bu örgütle topyekûn bir savaş büyük kırılmalara sebep olabilirdi. Devlet aklını kullandı, geçmiş tecrübelerini gözden geçirdi. Ve Fetö Terör Örgütü ile ilgili yeterli delilleri topladı. Onların darbe yapacaklarının istihbaratını da alınca önlerini açtı ve darbe yapmalarına göz yumar gibi yaptı. “Buyurun yapın darbenizi” dedi. Bu arada gerekli tedbirlerini de aldı. Önceden darbeyi de deşifre edince terör örgütü panikledi ve her şeyi eline yüzüne bulaştırdı. Devlet ‘Şah-mat’ dedi. Yoksa darbe girişiminin elinde bulunan bütün imkanlara rağmen başarısız olmasını ve o kadar kısa sürede sona ermesini başka türlü nasıl açıklayabiliriz. Devletin bu olan bitenlerden haberi yoktu, aniden gelişen olaylarla karşı karşıya kaldı ve ne yapacağını şaşırdı demek, devletin büyüklüğüne gölge düşürür. 3.000 yıllık devlet geleneği aksi durumda lafta kalır. Devlet şimdi de kazanımlarını devşiriyor.



Bir tarafta pijamasıyla tankın arkasından koşan, öbür tarafta üzerine kurşun yağdıran helikoptere “in ulan aşağıya” diye bağıran, diğer tarafta tankı durdurmak için altına atlayan halk, ve halkıyla bütünleşen o öngörülü büyük devlet…işte benim halkım ve işte benim devletim…Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Ve hep birlikte 93 sene sonra yeniden yakalanan Çanakkale ruhu…
Bu da benim yorumum…
BİTTİ
Rüştü Kam

4 Ağustos 2016 Perşembe

SILA YOLU 2016 (lll) -Haklı olmak küfretmeyi meşrulaştırmaz -

Bir ülkede silahlı kuvvetler mensuplarının silah zoru ile ülke yönetimine el koymasına askerî darbe denir. Hedefi iktidarı ele geçirmektir. Bunun için atılması gereken ilk adım lideri devirmektir. Radyo, TV gibi iletişim kanallarının bir yerden idare edilmesidir. Hükûmet daireleri üzerinde otorite kurulmasıdır. Elektrik santralleri gibi temel altyapı tesislerinin kontrol altına alınmasıdır. Darbe sonrasında cunta ile birlikte çalışacak bir meclisin oluşturulmasıdır. 15 temmuz darbe girişiminde bunlar olmadı. Veya başarılamadı.
Türkiye 1950 yılında çok partili hayata geçiş yapmıştır. Bu tarihten sonra neredeyse her on yılda bir askeri müdahalelere maruz kalmıştır. İlki 27 Mayıs 1960'ta olmak üzere; 12 Mart 1971'de (muhtıra), 12 Eylül 1980'de askeri darbe, 28 Şubat 1997'de (postmodern darbe) arka arkaya gelmiştir. 15 temmuz 2016’da rutinin dışına çıkan yeni bir kalkışma yaşandı. Ne idüğü belirsiz bir kalkışma bu. Darbe desek darbe değil, işgal desek işgal değil. Ancak bu kalkışmanın rengi başka. Yeşil, Fetö soslu. Humeyni’nin Fransa’dan uçakla İran’a getirilmesi ve hemen sonrasında rejim değişikliğine gidilmesi taklid edilmek istenmiş gibi. Darbecilerin profillerinden anladığımız bu. Darbenin Pensilvanya merkezli olması yapılan işin işgal girişimi olduğu iddialarını güçlendiriyor. Darbecilerin profilinin Müslüman olması onların hain olmamalarını gerektirmiyor. Başka devletlerle iş tutanlar, onlar namına çalışanşlar başka bir sıfatı haketmezler.
40 seneden beri kadro elemanı yetiştirilmiş. Devletin en önemli kurumlarında bilerek veya bilmeyerek bu kadrolar istihdam edilmiş. Zeki ve ehliyetli insanlardan kurulmuş bu kadro. 40 yıl boyunca kendilerini gizlemeyi bilmişler. Hanımlar başlarını açmış, namazlar ima ile kılınmış, gerekirse içkili sofralarda yer alınmış ve gerektiğinde içki de içilmiş. Sızıntı-Leak(!) yapılmış. Devlet bu sürede boş durmamış. Onları adım adım takip etmiş. Kendisine yük olmaya başlayan ağırlıklarından kurtulmak isteyen devlet önce, Fethullah Gülen’in 40 yıl emek verdiği bu kadro elemanlarıyla Ergenekon adını verdiği Kemalist örgütten kurtulmuş. Fethullahçı kadro bu operasyonları yaparken kendilerine alan açıldığını sanmış olmalılar ki, canla başla çalışmışlar. Başarılı da olmuşlar. Sıranın kendilerine geleceğini tahmin edince de; darbe girişimiyle hedeflerine ulaşmak için düğmeye basmışlar.
Devletin onların düğmeye basmasına müsade etmiş olması ihtimal dışı değil. Yani devlet onlara darbe yapmaları için müsade etmiş, tedbirini de almış ve pusuya çekilmiş. Sonunda da gerekeni yapmış. Ellerini ayaklarını bağlamış onların. Açıklamalardan anladığımıza göre, darbe planlanan saatte ve günde yapılamamış. Deşifre olmuşlar. Alacakaranlıkta düğmeye basınca kendi aralarında koordinasyon sağlanamamış. Bu arada Cumhurbaşkanı halkı sokağa davet etmiş. Halk sokağa dökülmüş ve tankların altına atmışlar kendilerini, vatan savunmasında canlarını hiçe saymışlar. Çanakkale’de, Trablus’ta, Kurtuluş Savaşı’nda ve Balkanlar’da olduğu gibi. 3.000 yıllık devlet geleneği olan devletten beklenen de budur. Ahmet Âmiş Efendi’nin dediği gibi: “Olan olmuştur; olacak olan da olmuştur.”
Darbe girişiminden önce devlet ilk adımını attı ve İsrail ile arayı düzeltti. İkinci adımı 9 Ağustos’ta Rusya ile masaya oturarak atacak. Büyük ihtimalle üçüncü adım Esed ile masaya oturularak atılacak. Arzumuz dördüncü adımın Ayasofya’nın ibadete açılması olmalıdır. Belli mi olur beşinci adım Topkapı Sarayı’nın sembolik olarak payitaht olması için atılabilir. Taş düştüğü yerden kalkarmış...
Ancak bu arada, itidali elden bırakmamak gerekir. İnsanlar aşağılanmamalı, insanları aşağılayan resimler, karikatürler yapılmamalı, makaleler yazılmamalıdır. Küfürlü sözler söylenmemeli, “it, köpek” gibi basit laflarla kahramanlık yapılmamalıdır. Makama ve mevkiye güvenerek yapılan bu şekildeki basit kahramanlıklar halkı ayrıştırır. Birbirine düşürür. Birliğe en çok ihtiyacımızın olduğu bu zamanda, yönetim sorumluluğunu omuzlarında taşıyanların daha hassas olmaları gerekir. Suçlular cezasını çekmelidir, ancak diğer insanlar zan altında yaşamaya mahkum edilmemelidir.
Devam edecek...