29 Ocak 2020 Çarşamba

BUGÜN MÜSLÜMANLARIN HACCA GİTMESİ HARAM OLSA GEREKİR

Sevgili Vedat,

ibadetler ikiye ayrılır; Müteaddi ve lazım olmak üzere. Müteaddi geçişli demektir. Üçüncü kişiye dokunmakla yerine getirilir.
Lazım amel şahsidir. Kişinin iç eğitimiyle ilgilidir. Üçüncü kişiyi ilgilendirmez. Kişi kulluğunda samimi ise Allah onu huzura alır, değilse almaz. Günün 24 saatinde secdeden başını hiç kaldırmasa yine de almaz. Çünkü; müteaddi ameliniz yoksa lazım ameliniz de yok demektir. İlk yerine getirilecek ibadet müteaddi amellerdir. Namaz kılıyorsun, yanındaki çocuk elini ateşe soktu veya kuyuya düştü, namazı bırakacaksın ve çocuğu kurtaracaksın. Namazda iken dışardan bir ses beni kurtarın diye bağırıyor…Namazı bozacak ve o sesin geldiği yere koşacaksın.
Müteaddi amellerin üst başlığı CİHAD etmektir. Cihadın olmaz ise ne namazın olur ne haccın olur ne de zekâtın olur. Tövbe suresi 24 bu konuda sana yol gösterecektir. Hac ibadeti, ona yol bulan içindir. Müslümanlar Haccı kutsamışlardır. Oysa hac da ibadetlerden bir ibadettir. Öyle kutsanacak bir tarafı da yoktur. Yol bulabilenlerin gitmesi demek, imkân bulanların gitmesi demektir, ortamın müsait olması demektir, can güvenliğinin olması demektir.
İslâm’ın 13 senelik Mekke döneminde namaz yoktur, hac yoktur. İnsanların onurlarını korumak için mücadele vardır. Yetimlerin, kimsesizlerin elinden tutmak vardır, hürriyeti elinden alınanları hürriyetine kavuşturmak vardır. İnsan onurunun ayaklar altına alındığı yerde Allah Müslümanlara sessiz kalmayacaksınız der. Peygamberler de zaten bu onurun kurtarılması için gönderilmiştir/ gelmiştir.
Bugün dünyada Müslümanların onuru her vesileyle çiğnenirken Müslümanın Hacca gitmesi HARAMDIR.

Sevgili Vedat;
Hacca gitmeyen insan şirke girmez. Ama Hacca gideceğim diye Müslümanların onuruyla oynamak şirk için sebep olabilir. Orada zalime yardım etmek vardır. Zalimi alkışlamak vardır. Ona yataklık etmek vardır. Şirk itikat ile ilgili konularda geçerlidir. Mesela Allah’tan isteyeceğin yardımı birilerini vesile kılarak, araya koyarak istersen bu şirk olur. Allah’ın gücü dışındaki başka gücleri kutsar da korkuya kapılırsan bu şirk olur…

Sevgili Vedat,
Allah Müslümanlara Yemen halkının yanında neden durmadınız diye hesap soracaktır, Suriye’nin, Afganistan’ın, Irak’ın, Arakan’ın yanında neden durmadınız diye, Mültecilerin yanında neden durmadınız diye hesap soracaktır. Mültecileri niçin aşağıladınız, niçin onların onurlarıyla oynadınız diye hesap soracaktır. Ama bu durumda Hacca niçin gitmedin diye hesap sormayacaktır. Aksine durum böyleyken neden Hacca gittin diye hesap soracaktır.
Müslümanın verdiği bir kuruşun, kurşun olarak Müslümanlara geri dönmesi Allah’ı rahatsız etmektedir. Allah bu rahatsızlığın Müslümanlar tarafından da duyulmasını istemektedir.
Nisa Suresi’nin 75. ayetinde Allah: “Size ne oluyor da Allah yolunda ve “Rabbimiz bizi, idarecileri zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli gönder bize katından bir yardımcı yolla!” diyen çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmıyorsunuz?!” der.

Sevgili Vedat,
bugün Müslümanlar katolikleşmişlerdir. Dışarda olup biten Müslümanı ilgilendirmiyor. Namaz kılmayı ve hacca gitmeyi ve tespih çekmeyi yeterli görüyor. İbadetin Camiye/ Kiliseye hapsedilmesidir. Müslüman ibadeti camiye hapsetmiştir. Bu katolikleşmedir. Sokakta İslam yoktur. İslam’ın olmadığı yerde Müslüman da yoktur. Dünyada 2.5 milyar Müslüman var. Eğer bunlar Katolikleşmeyen gerçek Müslümanlar olsaydı, dünya bugün adaletle yönetilirdi veya Müslüman, zalim için caydırıcı bir güç olurdu.
Allah bugün Müslümanlara yardım etmiyor, çünkü Müslüman yok ortada. Ayet şöyledir: “Onlar biz Müslüman olduk dediler, oysa onların kalbine iman girmedi.” (Hucurat 14)

Sevgili Vedat,
bu ayeti her vesileyle hatırlamak gerekir. Acaba bu ben miyim? diye…
“BEDEVÎLER, “Biz imana erdik” derler. De ki [onlara, ey Muhammed]: “Siz [daha] imana ermediniz: ‘Biz [zahiren] teslim olduk’ demeniz daha doğrudur; çünkü [gerçek] inanç henüz kalplerinize girmiş değil”. Ama Allah’a ve Elçisi’ne [gerçekten] kulak verirseniz O, hiçbir işinizin boşa gitmesine izin vermez: çünkü şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, bir rahmet kaynağıdır. Müminler ancak şu kimselerdir ki, Allah’a ve resulüne iman ederler; sonra hiçbir kuşkuya düşmezler ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda didinirler. İşte bunlardır, özü-sözü birbirine uyanlar.”(Hucurat 14-15)

Sevgili Vedat,
Bugün Müslümanların Hacca gitmeleri haram olsa gerektir. Sigaranın haram olduğuna dair fetvayı bulmakta zorlanmayan Diyanet’ten, Müslümanların kanını akıtan, kanlarının akmasına sebep olan, gayr-i müslimlerle iş tutan, Suud-i Amerika yönetiminde olan topraklara Hac için gitmenin de Haram olacağına dair fetvayı bulması gerekir…
Selam ve dua ile

28 Ocak 2020 Salı

EGE VE AKDENİZ GEZİSİ / 7 KİLİSELER (V) -Dalyan, Fethiye, Saklıkent, Xantos-



- Dalyan, Caretta Caretta kaplumbağalarıyla ün yapmış 10.000 nüfuslu bir kasaba. Dalyan’da meşhur olan bir de plaj var. İztuzu Plajı. İztuzu Plajı aynı zamanda Caretta Caretta deniz kaplumbağalarının yumurtalarını bıraktığı yer. Burası Plaj, aynı zamanda tatlı su ve tuzlu suyun birleştiği yer-

Rüştü Kam

Denizli/Kale-Muğla

Muğla’ya gitmek için Kale yolunu kullandık. Çam ormanlarının içinden salına salına iniyoruz yokuş aşağı. Rakım 1050 den rakım 10 na doğru. Tansiyon hastaları için sıkıntılı bir durum. Aynı günde bu kadar irtifa fazla…Yol durumundan dolayı hızlı da gitme şansımız yok. Ancak bu dağ manzarasının güzelliğini, çam ormanlarının güzelliğini anlatmaya kelimelerin gücü yetmiyor. Virajlardan kıvrıla kıvrıla ilerliyoruz. Bu arada rehberimiz yörede yetişen tarım ürünlerinden bahsediyor: Tavas’ın pidesinden, Kale’nin biberinden, Kızılcanın leblebisinden, tütününden, Kızılcabölüğ’ün pekmezinden bahsediyor. “Dümdüz ova. Çanak gibi ve verimli. Ne eksen yetişir.” Kızılcabölüğün yetiştirdiği halk ozanı da unutulmadı. Özay Gönlüm’den bahsediyorum. Özay Gönlüm’den söz edilir de Kaptan sezgin duyarsız kalır mı…, Umman Ninenin mektupları:
“Ey benim umudumun gandili, gözyaşımın mendili, dağdan bayırdan aşırmadığım, dilden gönülden düşürmediğim, türküylen yörüttüğüm duaylan böyüttüğüm, gardan-gıştan gayırdığım, bazlamaylan doyurduğum, tarlada toprağım, ağaçta yaprağım, bi tenem yavrım benim, nasılsın baken eyi misin len? Amanın yavrııım, dün bizim tığkuyrukların Osman Çavuşun garısı Dudu, bi kız daha doğurdu. Tam altı dene gızlı oldular gari. Geçenlede köyün gayvesinde oğlan bubuları Osman Çavuşunan eğlene eğlene bi hal olmuşla:

“Düzine gızlı bubeya bakın bubeya”
“Altı gızın olup düşüncene, uyuz ol da gaşın akideş”
“Ee oğlum Osman, erkek olsun erkek olsun da gözünü sevdiğim, isterse merkep olsun”
“Çavuşdayı, gocu gölün sazlısından, adamın yedi gızlısından korkcesiniz arkedeşler”

İşte böyle… Adamcağız kayvesini bile içemeden kakmış yerinden. Tam bizim gocu kapının önünden geçiyodu, suratı bi garış, yüzü garanlık, ”aayy oğlum” dedim “neye canın sıggın Çavuş? Gel bakem anlatıve bi noldu?” Sağolsun geldi anlatıvedi, ben de içini serinletiverem deye iki laf edivedim. ”Eee Osman oğlum” dedim, “Sen neeneeyon onların aklını?”

“Ne edem gari hadi deyiveesene?”
“Goca ırabbım öyle münasip gömüş. Çok şükür elleri ayakları düzgün. Sen en iyisi son gızının adını gader koy. Bu benim gaderim yaşasın gayınpederim’ deyive, çık işin içinden anasını saten. Hem ne derle: Çıranın özü, baharın yazı, erkek adamın gızı olur len, boş vee sen onlara…”

Öyle dedim emme, Osman yılık burnunu accık daha yılıktırdı.
“Bu senin dediğin züğürt tesellisi Gocu Ninem” dedi. ”Meselenin halli ortada, belli. Garıyı değiştirmek ilazım. Yarın Akören’e varcen, oğlan doğurganı bi garı bulcen, alcen, eve getircen. Dudu istemezse babasının evine postaleecen…”

Yaaa, demek öyle etcen. Yazık, köy gadınının yazgısı bu işte.
Gocası deel mi? Hem dövee, hem sevee, hem de govaa.  Yüzyıllardır böyle gelmiş, emme gitmez böyle. Gitmemeli deyom, değiştirmeli bu kafayı deye bekleeyom. Gadınlar çeker zahmet küreğini, erkekler yiyiveri gaymağına böreğine. Elbette çocuk kısmı hocasından, kadın kısmı gocasından accık çekincek. Eyi de gocular da oyle gubur gubur guburdanmayacak. Bi de Osman Çavuş’u irezil ettikleri yetmeyomuş gibi garısı Dudu Gelin’i de irezil ediyolamış ya. Hani beş oğlan anasıyım deye gurd gurd gubaran bizim Cıbıl Hatçe vaa ya. Tutmuş Dudu Gelin’i çeşme başında, ”Oğlan doğuranlaa övünüveesin, kız doğuranla dövünüveesin. Gocu dünya bi gemi, akıl yelkeni, fikir dümeni, doğur oglanı da yaşatıveesin seni” deye, gas gas gasılcen, gurd gurd gubarcen diye, nerdeyse fistanını yırtcek eğri bacaklı, domates suratlı, çirkin karı.

Ülen çocuk kısmısının oğlanı kızı mı olumuş! Yaylanın çayırlısı, evladın hayırlısı. Hem zoba odunsuz, erkek gadınsız olmaz. Güzel ırabbim böyle yazmış gocu gablı defterine. Bilmeyen vasa bilsin, duymayan vasa duysun gari hey heeeeeey.”

Denizli’yi Özay Gönlüm tanıttı dünya aleme. O zamanlar kızdılar Özay Gönlüme, Denizli’yi rezil etti diye. İyi ki Özay gönlüm varmış. Ondan sonra Denizli bir daha ozan yetiştiremedi. Ben kendisini rahmetle anıyorum. Sevgili Özay, sen rahat uyu mezarında bir gün birisi senin ‘Yaren’ine sahip çıkacak ve senin bıraktığın yerden başlayacak çığırmaya…

Emin öğle yemeğini çam ormanlarının gölgesinde yemeyi teklif etti. Kabul edildi. Köy yoğurdu, köy ekmeği, köy yumurtası, gözleme, saç kavurması ve şiş kebap, yanında domates, biber ve ayran…seç beğen ve siparişini ver. Biz de öyle yaptık. Uzunca bir masa kuruldu hemen oraya, etrafına sıra sıra oturduk. Trafik fazla olmadığı için duyduğumuz ses kendi sesimiz ve Ağustos böceklerinin sesi ve çam ormanlarının hışırtısı. Arkasından bir de tavşan kanı çay…

Muğla

Yemekten sonra yolumuza devam ettik. Muğla’dayız. Muğla Üniversitesi’nin kampüsüne yakın bir yerde otobüsümüz de karnını doyurmak istedi ve girdi bir benzinliğe. Fırsattan istifade bizler de birer çayda burada içtik. İhtiyaç giderenlerimiz de oldu. Muğla şehir turu, rotamızda yok. Akyaka’ya gideceğiz. Akyaka son zamanlarda ismini duyurmaya başarmış bir yermiş. Sıfır noktasına inmeden önce tepeden Gökova Körfezi’ni de fotoğraflayacağız.

Azmak çayı

Azmak çayı, tüm görkemiyle bizi bekliyor. Halk dilinde "Su kaynağı" anlamına gelen Azmak Çayı’nın suları Torosların batıdaki uzantısı olan Sakar tepesinden çıkan kaynak sularıymış. Berraklığı olağanüstü. Suyu sodalı olan Azmak çayı, Akyaka'nın doğusundan başlayıp 2 km'lik bir parkur izleyerek Gökova Körfezi'nden denize dökülüyormuş, derinliği yer yer 8 metreyi buluyormuş.
Azmak Çayı’nda bir tur atmak için tekneler kiraladık. Tekne turu yaklaşık yarım saatmiş. Doğanın renk uyumu ve suyun berraklığı başımızı döndürdü desek yalan olmaz. 8 metreye kadar ulaşan derinlikte bile suyun dibindeki taşların rengini, yosunların hareketlerini, sazların köklerini seçebiliyoruz. Orada yaşayan ördekleri, kazları ve balıkları izlemek ne kadar da huzur veriyor.
Suyun en derin seviyeye ulaştığı noktada kaptanımız tekneyi durdurdu. Hem çevreyi yakından inceleyebilmemiz hem de fotoğraf çekmemiz için durdurmuş. Mankenler sahne aldı ve fotoğraflar çekildi. Bu arada çay kenarında başlarını birbirlerinin omuzlarına koyan sevgililer de gözümüzden kaçmadı. Sevgiliye en güzel cümlelerin kurulacağı, şiirlerin yazılacağı, aşkların ilan edileceği yer Azmak Çayı’nın kenarından başka neresi olabilir ki...
Akyaka doğal bir akvaryum. Azmak çayı, doğal güzellikleriyle ünlü Gökova Körfezi'ne dökülen dere. Akyaka, su samurundan deniz kaplumbağasına kadar onlarca hayvan türü ile, bazıları tropikal iklimlerde yetişen farklı bitki türlerine ev sahipliği yapıyormuş.
Türkiye'de çok az yerde yaşayan benekli tatlı su kaplumbağası, buradaymış. Nesli tükenmek üzere olan su samuru ve su tavuğu buradaymış. 
Azmak deresi o eşsiz güzelliğiyle bizleri büyüledi. Antik kentlerden ve 7 kiliselerden sonra Azmak çayı ile başka bir aleme açıldık. Bu kapı hem doğanın eşsiz güzelliğine ve hem de antik kentlere açılan kapı. İkinci durağımız Dalyan. Kaplumbağa cenneti.

Dalyan

Dalyan, Caretta Caretta kaplumbağalarıyla ün yapmış 10.000 nüfuslu bir kasaba. Dalyan’da meşhur olan bir de plaj var. İztuzu Plajı. İztuzu Plajı aynı zamanda Caretta Caretta deniz kaplumbağalarının yumurtalarını bıraktığı yer. Burası Plaj, aynı zamanda tatlı su ve tuzlu suyun birleştiği yer. İztuzu Plajı. Plaja Dalyan İskelesi’nden tekneyle gideceğiz. Tekne önce kaya mezarlarının önünden geçiyor. Dalyan’ın binalarının bittiği yerden itibaren delta başlıyor. Ana kanalı takip ederek, balıkların denize kaçmasını önleyen kapıdan geçiyoruz. Kapıyı geçtikten sonra tam doğa harikası bir su yolda ilerliyoruz. Bir tarafta kuşlar, altımızda balıklar, yosunlar, kenarımızda sazlar ve çevrenin o muhteşem güzelliği. Doğa ile baş başa keyifli bir yolculuk. Sonunda İztuzu Kumsalı. Kumsala ayak bastığımız taraf, tatlı su. Karşımızda ise bol tuzlu bir deniz, Akdeniz!

Serdar’ın bu açıklamalarından sonra bindik tekneye ve hayıflandık. Bu Cennet Vatanı bugüne kadar biz niçin gezmedik, tanımadık. Bizleri kendi ülkesine yabancı olarak yetiştirenler utansın. Tekne ilerledikçe hayranlığımız artıyor ülkemizin bu güzel köşesine. Herkes ya eşine ya da arkadaşına aynı duygularla başka başka cümleler kurarak tekne turunun tadını çıkarıyorlar. Bu arada Emin, teknede zeybek oynayarak geziye anlam katıyor. Ama bu kez Emine eşlik eden yok. Emin kim bilir kaç kez geçti bu su yolundan. Bizler ilk defa geçiyoruz. Bu manzaranın tadını çıkarmak lazım.

Hemen ilerde sağda kayalara oyulmuş kaya mezarları var. Eski inanışa göre insanın mezarı ne kadar yüksekte olursa o kadar tanrıya yakın olurmuş ve o yüzden kayalara kazılırmış kralların ve önemli insanların mezarları...O günkü gibi bugün yine aynı ihtişamla orada öylece duruyorlar. Tekne fotoğraf çekmemiz için yaklaşabildiği kadar yaklaştı mezarların bulunduğu dağın eteğine doğru. Bizlere deklanşöre basmak kaldı.
“Kaunos harabeleri burada. Kaunos kaya mezarlarının yapı itibarıyla dünyada başka bir örneği yok, 2 bin 400 yıldan bu yana geçmişe şahitlik ediyor bu mezarlar. Kaunos, M.Ö. birinci bin yıla tarihleniyor. Binlerce yıl önce nasıl ve hangi aletlerle yapılabildiği anlaşılamayan Dalyan Kaya Mezarları, içine oyulduğu dağdan bağımsız görüntüsü ile de izleyenleri gerçekten büyülüyorAncak kireçtaşından oyulan mezarlar ilgisizlikten yok olmak üzere.  Mezarların önündeki sütunlar tahribat nedeniyle çoktan yok olmuş durumda. Kaunos’un hikayesi şöyledir: Yunan mitolojisine göre, tanrıların tanrısı Zeus, Menderes Nehri kıyısında Tanrıça Leto'yu hamile bırakmış. Tanrıça Leto'nun ikizleri olmuş: Apollon ve Artemis. Apollon'un oğlu Miletos da yıllar sonra büyük babası ile büyükannesinin beraber olduğu o yeri bulmuş ve orada Milet kentini kurmuş. Ülkesini genişletmiş ve Karya adını vermiş.
Karya Kralı Miletos'un da ikizleri olmuş. Erkeğe Kaunos, kıza Byblis adı verilmiş. Ergenlik yaşlarına geldiklerinde, Byblis, erkek ikizine âşık olur. Bu aşk, kardeş sevgisinin çok ötesindedir. Kız kardeşinin yasak aşkına karşılık vermeyen Kaunos, yanına dostlarını alarak ülkesini terk eder. Güneye doğru yol alır ve şimdi kendi adıyla anılan bu yerde yaşamaya karar verir.
Kaunos'un gidişine üzülen Byblis, o kadar çok gözyaşı döker ki, hâlâ Dalyan'da akan ve Calbis adı verilen pınarlar, o gözyaşlarından oluşmuştur derler. Kaunos’un hasretine dayanamayan Byblis, sonunda kurtuluşu kendini kayalardan aşağı atmakta bulur.

Kaunos şehrinden günümüze uzanan ve şehrin ihtişamını ortaya koyan eserlerden biri de şehrin tiyatrosudur. 5 bin kişilik muhteşem bir tiyatro. Zamanında iki katlı imiş.

Kaunos’u önemli kılan yapılardan biri de kentin surlarıdır. Surlar, Kaunos'un batısında antik limandan başlayıp, topoğrafik yapıya uyarak bazen keskin, bazen yumuşak dönüşler yaparak Balıklı Dağı'nın zirvesine kadar ulaşır. Bu surların, Kaunos'u karadan gelecek saldırılara karşı koruduğu anlaşılmaktadır. Yer yer genişliği 4 metreyi bulan surlar, koca koca taşlar yontularak, birbirine geçirilerek harçsız yapılmıştır. Kaleyi kuşatan çift sıra surların M.Ö. V. Yüzyıl'da yapıldığı belirlenmiştir. Ören yeri girişinden tiyatroya giden yolun sağında güzel bir kilise vardır. Bu kilisenin en önemli özelliği Anadolu'da bulunmuş ilk kubbeli kilise olmasıdır.
Kaunos Antik Kenti, Dalyan'ın tam karşısında. Ama maalesef Kaunos ile ilgili Dalyan'da ne bir müze ne de tek bir tarihi eser var! Bir aslan heykeli Köyceğiz'de. Diğer eserlerin Ankara, Fethiye ve Bodrum müzelerinde olduğu söyleniyor.
Kaunosluların paralarının çoğunda tanrılardan haber getiren melek olduğuna inanılan İris figürü yer almaktadır. Ancak ilginç bir şekilde İris'in baktığı yön ile koştuğu yön farklıdır.”

İztuzu’na doğru yol alırken arkamızdan bir bot hızla yaklaştı teknemize ve sordu: “Mavi yengeç yemek ister misiniz?” Önce şaşırdık. Bizim şaşkınlığımızı anlayan kaptan soruya açıklık getirdi. “Eğer yengeç yemek isterseniz arkadaş, dönüşümüze kadar yengeçleri hazırlayacak, onun için şimdiden sipariş vermeniz gerekiyor.”
Arkadaşlar birbirlerine baktılar, “yengeç de yenirmiymiş”... “Yengeç haram eğil mi?” falan diyenler oldu. Herkes bana baktı. “Hocam sen ne diyorsun” der gibisinden.  Yemek isteyenler parmak kaldırsın da siparişi verelim dedim ve mesele anlaşıldı. Siparişleri verdik. Dönüşte söylenildiği gibi yengeçler hazırlanmış. “Kim önce yiyecek” yine herkes birbirine bakıştı. Cesaret gösterip de ben başlıyorum diyen olmadı. Alışkanlıkları birden bırakmak oldukça zor. O yaşa kadar haram denilen ama niçin haramdır sorusuna cevap alınamayan tipik bir örnekle yüzleşiyoruz. Buna mahalle baskısı deniyor... Ben besmeleyi çektim ve attım ağzıma yengeci. Ne yalan söyleyeyim. Nasıl bir tad ile karşılaşacağım bilmiyorum. Biraz da sıkıntılıyım. Harika bir lezzet. Hep beraber yedik, daha yok mu diye de ardını da aradık…

İztuzu

“İztuzu Plajı nesilleri tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan Caretta Carettaların en önemli üreme merkezlerinden biridir. Dalyan halkı, yüzyıllar boyunca deniz kaplumbağalarını korumuşlar. Bu sevimli hayvanlar da vefa borcu olarak Dalyan sahilini betonlaşmaktan kurtarmış, böylece doğa harikası bu beldenin adını tüm dünyaya duyurmuşlar. Caretta Carettalar tenis topu büyüklüğündeki yumurtalarını 2-3 senede bir burada bırakırlar ve giderler. Kaplumbağalar, arka ayaklarını kullanarak açtığı çukurlardan birine gömerler yumurtalarını. Bir seferinde 100 yumurta birden yumurtlarlar.
Yengeçler, balıklar, kuşlar, tilki ve köpek gibi hayvanlar yumurtaların düşmanıdır. Yeni doğan yavruları yemek için sabırsızlıkla beklemektedirler. Tüm bunlar doğal bir sirkülasyon. Ekolojik denge böyle kuruluyor. Yumurtadan çıkan yaklaşık 80 civarındaki yavrulardan ancak çok azı yaşamlarını sürdürüp yetişkinler arasına katılabiliyormuş.
Nisan ayında Dalyan'a İztuzu plajına gelmeye başlayan Carettaların burada ki en önemli besin kaynağı mavi yengeçlerdir. Burada çiftleşen eşler Mayıs ayından itibaren yumurtlamaya başlıyorlar. Bu süreç Temmuz ayının sonlarına kadar sürüyor.” Şimdi anlıyoruz mavi yengeç yakalamanın niçin yasak olduğunu.

“Ayrıca dünyada başka örneği olmayan antik tuz fabrikası da Dalyan’dadır. Tuzlanın çanakları, binlerce yıl geçmesine rağmen hâlâ sapasağlam ayaktadır. Bugün dahi aynı verimlilikle kullanılabilecek durumdadır. Dalyan, doğal su kanalı, suları filtre eden gür ve yüksek sazlıkları, bu sazlıklarda yuva kurmuş 180 çeşit kadar kuş türüyle dünyada eşine az rastlanır bir yerdir. Günlük ağaçları, değişik sünger çeşitleri, çok çeşitli kelebek ve bitki türleri gibi ekolojik özellikleri bakımından da olağanüstü bir doğa harikasıdır Dalyan .”
Emin Oruç Dalyan’a gelip de balık yemeden gitmek olmaz dedi. “Akşam yemeğini Fethiye’de yiyecektik” hatırlatmasına, “Olsun orada da yeriz” şeklinde cevap verdi. İskeleden restorana doğru yürüdük. Yol üzerinde Dalyan merkez camii var. 18. y.y’a ait olduğunu söyledi rehberimiz. Burada öğle ve ikindi namazımızı cem ederek kıldık. Sonrasında hedef restoran. Mekân temiz, işletme sahibi ve çalışanları güler yüzlü. Hizmet etmek için, adeta birbirleriyle yarış ediyorlar. “Levrekler tavsiyemizdir” dediler. Tavsiyeye uyduk. Lezzetliydi. Karnımızı tıka basa doyurmamamız gerekiyor. Akşam yemeği Fethiye’de Yörük çadırında yenilecek. Izgarada Levrek, yanında yeşillikler olacak da biz karnımızı tıka basa doyurmayacağız, olacak iş midir bu.  Olmadı zaten…

Fethiye

“Fethiye’nin tarihi, M.Ö. 5 bin yılına kadar uzanır.  Likyalılara kadar gider. Likya Uygarlığı, günümüzde Akdeniz Körfezi ve Fethiye Körfezi arasında yer alan Teke Yarımadası’nda kurulmuştur. Bu kente antik dönemde “Işık Yurdunun İnsanları” anlamına gelen Likyalılar sahip olmuştur. Daha sonra Roma İmparatorluğu tarafından işgal edilmiş, bu dönemde “uzak diyar” anlamında Meğri (Makri) ismiyle anılmıştır. Roma İmparatorluğu ikiye bölündükten sonra Fethiye (Meğri) Doğu Roma/Bizans İmparatorluğu’nun sınırları içinde kalmıştır. Osmanlı toprağı olması ise 1424 yılına denk gelmiştir. Cumhuriyet’in kurulmasıyla Muğla’ya bağlanan Meğri, 1913 yılında Şam’dan havalandıktan sonra Teberiye yakınlarında uçağı düşürülen pilot Fethi Bey’in ismine ithafen Fethiye olmuştur (1934). Kent bugün (2017) nüfusu yaklaşık 152.000 civarındadır.”

Ve Fethiye’deyiz. Otelimize yerleştikten sonra Yörük çadırına geçtik. Kıl çadırda akşam yemeği yenilecek, yöre sanatçılarından Ege türküleri dinlenecek ve isteyenler de zeybek oynayabilecek. Ayrıca Kerimoğlu İsmail’in gayretleriyle kurulan Yörük Müzesi ziyaret edilecek. Evet sırasıyla bu etkinlikler yapıldı. Yörük Çadırlarında ikram edilen Yörük kavurması, katmer, yayık ayranı, höşmerim, tarhana, Yörük kebabı, dağ çayları, nefis Türk kahvesi beklentimizin de üstünde beğeni kazandı.
Yemekten sonra, sevgi dolu, hasret dolu, coşku dolu, aşk dolu Ege türküleri ile hoş bir vakit geçirdik.
Yörük müzesi bizzat İsmail Uzunoğlu tarafından büyük bir özveri ile hazırlanmış. Yörüklerin tarih içinde kullandıkları eşyaları toplamak o kadar da kolay olmamış. Serde Yörüklük olunca müzedeki eşyalardan etkilenmemek mümkün olmuyor haliyle. Fethiye yöresine genellikle Karakeçili Türk Boyları yerleşmiş.

Kayaköy

“Kayaköy birbirinden çok farklı iki yerleşim alanından oluşmaktadır. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde, tamamı Rum, 3.000 nüfuslu bir kasabadır.  O günkü adı Levissi. 1923 yılında gerçekleşen mübadeleyle Levissi'de yaşayan Rumlar Yunanistan'a göç ederken Kayaköy'e de Selanik ve civarından gelen muhacirler yerleştirilmişler.
30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da imzalanan Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol’e göre Türkiye'deki Rum-Ortodokslar ile Yunanistan'daki Müslümanların (Türk olmayanlar dahil) büyük bölümü karşılıklı olarak yer değiştirdiler. Mübadele kapsamına giren kişiler ile mübadele kapsamına girmeyen kişiler arasındaki ayırımın ana kıstası ırk ya da dil değil, din olduğu için Rum denilenlerin arasında, Türkçe ’den başka dil bilmeyen ve konuşmayan Türk denilenler arasında da Türkçe konuşmayan ama Müslüman olanlar vardı.
Mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hristiyan Rum Anadolu’dan Yunanistan'a, 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan'dan Türkiye'ye göç etmek zorunda kalmıştır.
Osmanlılar, Rumlardan boşalan bu köye yerleşme yerine ovaya yerleşmeyi tercih ettikleri için köy boş kalmış. Zorunlu göç gerek Türk gerek Yunan ekonomisinde yaklaşık 20 yıl süren ağır bir krize yol açmıştır.”

Köyün hayalet görüntüsünde olmasının nedeni, bugüne kadar bir çivi bile çakılamamasıdır. Evlerin ahşap olan kesimleri ve çatılar, zamanın acımasızlığına boyun eğmek zorunda kalmışlar. Bazı evlerin pencereleri yerinde olsa da çoğunluk artık harap durumdadır. Mutlaka Kültür Bakanlığı ya da ilgili kurum ve kuruluşların bu köye el atması gerekmektedir. Köy evleri butik otellere dönüştürülebilir, aslına sadık kalınarak, köye yakışır. Bir de bizim hazine avcılarımızı bu tür yerlerden uzak tutmak gerekiyor. Köyün en yüksek tepesine kadar tırmandık. Fotoğraflar çektik, çekildik. Mübadele üzerinde konuştuk. İnsanlar yerlerinden edilmişler ama, kendi milletinin insanlarıyla birlikte yaşamanın insanlara mutluluk vereceğini de unutmamak gerekiyor. Sadece dini inançları açısından mübadelenin de doğru olmadığını düşündük. Irk üzerine yapılan bir mübadele olsaydı daha mantıklı olurdu dedik.
Köyün girişinde seyyar satıcılar var. El işleri satıyorlar. Meyve satanları da var.

Saklıkent Kanyonu

“Kanyonun uzunluğu 18 km, yüksekliği 200 m'dir. En dar yeri 2 metre kadar. Kanyonun tabanı şiddetli akan suyla dolu olduğundan, su içinden geçmek imkansızdır. Giriş, kanyonun dik yamaçlarına demir çubuklarla tutturulan 200 metrelik tahta bir köprüyle yapılıyor.
Kanyon, ismini içerisinde bulunan 7 adet mağaradan almaktadır. Ancak bu mağaralara ulaşmak mümkün değil. Bunun için gerekli çalışmalar yapılmamış.”

Saklı kent harika bir kanyon. Su sesi, kadın sesi ve para sesi demişler ya. Kanyonu görünce ve burada biraz vakit geçirince bu tespite katılmamak mümkün değil. Para ve kadın sesinin tecrübesini yaptığımız için geriye su sesi kalmıştı. Saklı Kentte onu da tecrübe ettik. Eşinizle birlikte Saklıkent Kanyonu’ndaki köprüden elele tutarak geçmek dünyalara bedel bir mutluluğun yaşanmasını sağlıyor.  Köprüden sonra su ile tanışıyorsunuz. Suyun hem içinden yürüyüp hem de sesini dinlemenin ayrı bir zevki var. Suyun içindeki taşların üzerinde oturanlarımız, suların aktığı o dağ yamaçlarına tırmananlarımız ve suyun içine ayaklarını sokanlarımız var. Su soğuk. İçimi çok lezzetli. İçtikçe içesiniz gerekiyor.

Çavdır köyü

Saklıkent’ten dönüşte Cuma vakti yaklaşmıştı. Yolda Çavdır Köyü var. Namazımızı köyde eda edelim diye teklifler geldi. Daha vakit vardı. Namazımızı Kaş’ta da kılabilirdik, Kalkan’da da. Ama çoğunluk köyde kılma taraftarıydı. Arkadaşlar dağ havası teneffüs etmek istediler anladığım kadarıyla. Çavdır köyü çam ormanlarının içinde dağın yamacına kurulmuş bir köy. Ne toplu ne de dağınık denecek bir yerleşimi var. Otobüs yanaştı caminin sokağına. Kimsecikler yok ortalıkta. Biz otobüsten inince birer ikişer gelmeye başladı köylüler. Onlar da bizim gibi sohbet etmeye meraklı kişiler. Köy bu. Herkes birbiriyle her gün ne konuşacak. Bir yabancı ile belki değişik sohbetlere yol verebilirler. Öyle de oldu, derken hoca da geldi. Genç bir delikanlı. Köylülerle sohbetimize o da katıldı. İyi ki kalmışız köyde. Namaz vaktine kadar ilerden geriden, sohbetler açıldı. Siyaset konuştuk, din konuştuk, terörü konuştuk... Sohbetimiz kahkahalarla kıvamına ulaştı.  Ezan okundu. Hanımlarla birlikte girdik camiye. Hanımlar üst katta kıldılar Cuma namazını.
Hoca sevgi ve saygı konusunu ele alan bir hutbe okudu. İçerik olarak dolu değildi. Merkezi sistem dahilinde okunuyormuş hutbeler. Ancak ben hoca efendiye bu hutbeyi değil de kendiniz bir hutbe okusanız daha iyi olmaz mı? Sorusunu yönelttim. O da benim gibi düşünüyormuş aslında, ama sıkıntılar oluyormuş zaman zaman, şikâyet ediyorlarmış. Partizanlık çok kötü bir şey. Korktuğu belli hocanın. Şikâyet olursa soruşturma geçirme ihtimali varmış. Merkezi hutbelerin bir merkezden tüm Türkiye’de aynı anda okunması anlamlı bir uygulama aslında. Ancak hutbelerin içi boş. Doldurmak lazım. İmamlar hutbelerin konusunu esas alarak kendi cemaatlerinin ihtiyaçlarına göre ilaveler yapabilmeliler. Kendi gelişimleri için de bu yolu seçmeleri uygun olur kanaatindeyim.

Gözleme

Namazdan sonra köylülere, köyde gözleme yapanlar var mıdır?  Diye sual ettim. “Var ama sezon daha açılmadığı için bulmak zordur” dediler. “Belki falancaya rica etsek pişirebilirler “diye de ileve ettiler. Birbirlerini o kişi ile ilgili tasdiklediler. “Olabilir…” Öyleyse denenebilirdi. Biz de öyle yaptık. Köyün biraz aşağısında ve yolun solunda bir ev tarif ettiler. O evi bulduk. Arabamızı sağa çektik ve hep beraber otobüsten indik. İsteğimizi anlattık.  Biz gözleme yemeye geldik siz pişirir misiniz yoksa biz mi pişirelim? dedim. “Hazırlık yapmak lazım, ateş yakmak lazım, gözlemenin içinin hazırlanması lazım, hamur yoğrulması lazım, yerler daha ısınmadı, soğuk oldukça zahmetli bir iş…” Ve mazeretler sıralandı…Ancak teklifimiz de kabul edildi.
Asker eviymiş orası, biraz da heyecanlanmışlar biz otobüsle gelince. Her an şehit haberi gelebilirmiş. “Askerde çocuğunuz varsa diken üzerinde oturuyorsunuz” diye durumu açıklamaya çalıştılar. Biz de katıldık onlara. Allah’ım bu terör belasından kurtar bu güzelim vatanı. Artık anaların göz yaşları akmasın…

Kalabalık bir aile, çoluk çocuk giriştiler gözleme pişirmeye. Bizim bayanlardan bir kısmı sohbet ederken bir kısmı da terasta uykuya daldı. Asker eşi de oradaydı. Güzel bir köylü kızı. Hayası, onu daha da güzelleştiriyor. Terör belasının acısını en çok o hissediyor olmalı. Allah kolaylık versin, kolay değil. Zaman zaman telefonla görüşüyorlarmış eşiyle. Sesini duyunca rahatlıyormuş.
Bir kısmımız yol kenarında volta atarken bir kısmımız terasta sohbete daldık. Gözleme sevdamız yerini ev sahibiyle sohbete bıraktı. Ev sahibiyle sohbet etmek ve o dağ köyünün tadını çıkarmak gözlemeden daha da lezzetli geldi bize. Çok da neşeli bir ortamda yedik gözlemelerimizi. Yanında ayran ve söğüş... 
Ayrılırken hüzünlendik, onlar da hüzünlendiler. Sanki kırk yıllık ahbaplığımız varmış gibi.  Tekrar bekleyeceklerini söylediler ve el salladılar. Arkamızdan su bile döktüler. İşte Anadolu insanı budur. Candır onlar…

Hedefimiz de Xantos var. Böylesine güzel ortamdan, güzel insanlardan, doğadan ve nefis gözlemelerden sonra antik kent Xantos’a gidiyoruz. Bu kez otobüsümüzde yorumlar farklı. Saklıkent’in üzerimizde bıraktığı etkiden, dağ manzarasının verdiği hazdan, Cuma namazından ve gözlemeden, gözlemeyi yapan annelerimizden, terörden ve terörün çirkin yüzünden bahsediyoruz. Her birimizde ayrı ayrı etki barakmış Çavdır köyü. Anadolu insanının misafirperverliğine bizzat şahit olduk... Yol üzerinde, Kalkan ve Kaş’ı gördük. Denizle sarmaş dolaş olmuşlar. Bir ileri bir geri dans ediyorlar. Belliki birbirlerine aşıklar. Manzara harika, derken Xantos’a geldik.

Xsantos

“Xsantos Antik Çağda Likya’ya başkentlik yapmış bir şehirdir. Kentte ele geçen en eski kalıntılar M.Ö. VIII. yy’la kadar gider. Pek çok tarihi olaya ve savaşa sahne olan kentten günümüze ulaşan kalıntılar arasında kaya mezarları, lahit mezarları ve Likya kültürüne özgü dikme mezar anıtları vardır. Likya akropolü vardır. Akrapol; eski Yunan kent devletlerinde, genellikle bir tepe üzerinde bulunan, çevresi surlarla çevrili, içinde sarayın, önemli yapıların ve tapınakların yer aldığı iç kale demektir. Bir başkent olarak burada bulunan eserler diğer antik kentten çok farklıdır. Ancak İngilizler burada ne var ne yoksa hepsini taşımışlar Londra’ya.
Şehir zaman zaman istilalara uğramış. Gün olmuş Persliler işgal etmiş, gün olmuş Romalılar işgal etmiş, Büyük İskender işgal etmiş, Araplar işgal etmiş…Önüne gelen Xsantos’u işgal etmiş ve işgalci şehri yerle bir etmiş. Likyalılar onlara inat şehirlerini her seferinde yeniden inşa etmişler. Ama olmamış. Sonunda pes etmişler. Hatta işgalleri gururlarına yediremedikleri için iki kez topluca intihar bile etmişler. Gururlarına düşkün olan Likyalılar düşmanla başa çıkamayınca onların eline esir düşmemek için toplu intiharları tercih ederlermiş.
Xantos’ta bütün bunlara rağmen Xantos antik tiyatrosu, erken Hıristiyanlık döneminde yapılmış kilise, hâlâ görülebilecek eserler arasında. Nereidler Anıtının aslı Londra’dadır İngilizler çalmışlar. Geriye istenmiş ama İngilizler kulak ardı ediyorlar Türkiye’nin isteklerini. 
Tapınak tipi mezar muhtemelen Xanthos hükümdarı Arbinas ve ailesi için yapılmış.  Charles Fellows’un Xsanthos’dan alıp götürdüğü belki de en güzel şey Nereidler Anıtı’dır.

Likyalı asillerin mezarlarının yüksek bir podyumun üzerine yapılması Persler’den edinilmiş bir gelenektir. Nereidler Anıtı’nın genel görünümü ise bir Yunan tapınağı formundadır.
Yunan mitolojisinde “denizin ihtiyar adamı” denilen, erdemli bir su tanrısı olan Nereus ile deniz tanrıçası Doris’in Nereidler diye anılan kızları vardı. Bu kızlar Okeanus’un da torunlarıydı. Bu kızların sayısı değişkendi; bazıları Akhilleus’un annesi Thetis gibi daha belirgin bir kişiliğe sahipti; ortak yönleri ise hepsinin çok güzel olmasıydı. Nereidler Anıtı, ismini sütunlar arasında yükselen Nereid heykellerinden alıyor.
Likya’nın en büyük şehirlerinden olan Xanthos, günümüze kadar ulaşmayı başaran nadide beldelerden birisidir. Xanthos; lahit mezarları, amfi tiyatrosu, mozaikleri ile gerçekten şahane bir antik kent.
Çok geniş bir alana yayılmış olan antik kentte Likya’dan, Roma’dan ve Bizans’tan birçok eser var.
Özgürlükleri için 2 kez topluca intihar eden bir milletin vatanı olan Xanthos kenti, birçok önemli özelliklerinin yanında acılarla dolu kent olarak bilinir. Tarihçiler, bu kentin defalarca yerle bir olduğunu ve yandığını ancak küllerinden tekrar tekrar doğduğunu yazarlar.”

Xsantos’tan aşağıya doğru bakınca bembeyaz bir ova görüyorsunuz. Sorduk rehberimize ova neden bembeyazdır? Dedi ki, “Burası ova değil seradır. Antalya deyince akla sera gelir.”

Devam edecek



19 Ocak 2020 Pazar

EGE VE AKDENİZ GEZİSİ / 7 KİLİSELER ( IV)



-Aphrodisias (Aydın) / Laodikeia (Denizli)-

-Onlar “Zenginim, zenginleştim, hiçbir şeye gereksinmem yok” diyorlardı. Ama onlar Tanrı’nın gözünde lüks giysileri ve göz merhemleriyle “zavallı, acınacak durumda, yoksul, kör ve çıplaktılar”.  Ne komşu kent Hierapolis’teki sıcak su kaplıcaları gibi ateşli ne de Koloseden gelen soğuk dağ suyu gibi ferahlatıcılardı. Onlar şehirlerindeki ılık maden suyuna benziyorlardı. Ilık termal suyu nasıl mideyi bulandırır ve kusturursa, Vahiy yazarı Rabbinde, böylelerini “kusacaktır” yani onları yarış dışı bırakıp göksel ödüllerden men edecektir.-


Rüştü Kam

Afrodisias (Aphrodisias)
Alaşehir’den sonra Afrodisias Antik Kenti’ne doğru yol almaya başladık. Arkadaşlar daha yolun başında Hz. İsa ve Yuhanna üzerine değerlendirmeler yaptılar. Sonrasında da “Madem Hristiyanlar İsa’nın göğe çekildiğine ve kıyamet öncesinde yeryüzüne inanacağına inanıyorlar, öyleyse neden İsa Şam’a iniyor, Efes’e inmesi daha isabetli olmaz mıydı?” gibi sorular sormaya başladılar. Hatta ilave ettiler; “İsa’nın Annesi Meryem ve havarisi Yuhanna Efes’te medfun iken ve de 7 kiliseye 7 ayrı mektup gönderilerek Ege Bölgesi önemli kılınırken” neden Efes değil de Şam? …
Bu görüşün makul olduğu arkadaşlar tarafından onaylandı. İsa’nın yeryüzüne geleceği inancının Hristiyanlar tarafından İslâm’a sokulmuş olabileceği kanaati de böylece hasıl oldu. Tartışmanın sonunda arkadaşlar; “Müslümanlar inançlarındaki pürüzleri temizlemezlerse daha çok DEAŞ’çı militan çıkarırlar içlerinden” diyerek mesaj vermeyi de ihmal etmediler.

Ve zeybek havaları. Bu yolculuk boyunca aslında zeybek havaları dinlenmesi gerekiyor. Zeybeklerin harman olduğu bölgedeyiz. Sezgin Bey çoktan başlatmıştı bile inceden inceye Zeybeği. Arkadaşların hararetli tartışmalarını bölmemek için kısmıştı efelerin sesini: 
“Eklemedir koca konak ekleme / Nazlı da yârim yine geldi aklıma / Nasıl edeyim başımdaki sevdaya
/Aman aman dostlar yoldan geldim yorgunum / Orta da boylu bir güzele vurgunum…”

Geyre köyündeyiz. Küçük bir köy burası. 2.000 yıl önce burada tahminen 100. 000’den fazla insan yaşamış. Geyre’de bugün kimsecikler yok. Antik kentin üstüne kurulan Geyre köyü kazılar nedeniyle boşaltılmış. Otobüs ile bir noktaya kadar gidebildik. O noktadan sonra Antik kente gitmek için kendi araçlarımızı kullanamıyoruz. Traktörün çektiği bir vagon ile gitmemiz gerekiyor. İlginç bir ulaşım aracı. Aracı ilginç kılan arkasındaki vagon. Fayton veya at arabasına alışık olduğumuz için böylesi bir araç ilginç geldi bize. 

“Afrodisias M.Ö. V. yüzyılda kurulmuştur. Önemli bir sanat merkezidir. Özellikle M.Ö. I. yüzyıl ile M.S. V. yüzyıllara rastlayan dönemlerde adını dünyaya duyuran antik kent, asıl ününü adını aldığı ana tanrıça Afrodit’e ait tapınağa borçludur. Bu tapınakta, antik dönemlerde tanrıça için büyük törenler yapılırmış.

Yunan mitolojisinin efsanevi tanrıçası Afrodit’in hikayesi şöyle: Kronos, babası Uranos ile giriştiği iktidar mücadelesinde babasını devirmiş ve onun cinsel organını kesmiş. Kesilen organ denize düşmüş ve düşerken oluşan köpüklerden Afrodit doğmuş. Afrodit, aslen Kıbrıslıdır, aşkı, sevgiyi, bolluk ve bereketi simgeler. Afrodit, güzel, işveli bir kadındır, sevmeyi ve sevilmeyi sever. Kıbrıs başta olmak üzere pek çok yerde adına tapınaklar açılan, şenlikler ve şölenler düzenlenen tanrıça, her dönem ihtişamı ile anılır. Yörenin tarihi çok daha eskilere, tunç çağına kadar dayanıyor. M.Ö. 3.000 yılını işaret eden kalkolitik dönemlere ait bulgular bunu açıkça gösteriyor bize. Afrodisias, 1413 tarihinde II. Murat tarafından Osmanlı İmparatorluğu’na katılmıştır.

Bölgede kazı çalışmalarının başlatılması ise hayli ilginç bir tesadüfe dayanır. Ünlü fotoğraf sanatçısı Ara Güler bölgede yaptığı geziler sırasında, yolu Geyre köyüne düşmüş ve köydeki ev ya da iş yerlerinde Afrodisias’a ait kalıntıların kullanıldığını görmüş. Bu işte bir gariplik sezen Ara Güler, evleri fotoğraflamış ve dönemin sanatçılarına göndermiş. İstediği ilgiyi bulamayınca, edindiği bilgileri birkaç fotoğrafla birlikte bir Amerikan dergisine göndermiş. Amerikalılar fotoğrafları alır almaz keşif için Geyre’ye gelmişler. Böylece Afrodisias gündeme gelmiş ve bölgede kazı çalışmaları başlamış. (1961).

Afrodisias (Aphrodisias) Stadyumu
Afrodisias (Aphrodisias) Stadyumu, kentin en iyi korunmuş ve en görkemli yapıtıdır. 30 bin kapasiteli, 50 metre genişlik ve 262 metre uzunluk ile dünyanın en iyi stadyumlarından biridir. Elips şeklinde herkesin daha rahat izleyebileceği bir teknikle yapılan stadyumda Atletizm oyunları, halk oylamaları, festivaller ve birçok yarışmalar yapılırmış.
Yapılan arkeolojik araştırmalar sonucunda kentte mimarlık ve heykeltıraşlığın yanı sıra tıp ve astronomi alanlarında da çalışmalar yapıldığı belirlenmiştir. Kentte görülebilecek başlıca yapı kalıntıları, M.S. II. yüzyılda İmparator Hadrianus zamanında yapılan hamam, büyük havuzlu agora, M.Ö. I. yüzyılda Tanrıça Aphrodit için yapılan tapınak, stadyum, tiyatro, odeon, piskopos sarayı ve felsefe okuludur.”

Tapınak ve tiyatro kalıntıları ve genç kızların ve delikanlıların güzel giysileriyle birlikte ellerinde şemsiyelerle volta attıkları o küçük sokaklar harika yerler. Yeter ki hayal gücünüzü biraz çalıştırın. Göreceksiniz kendinizi 2.000 yıl öncesine taşımanız o kadar da zor olmayacak.
Afrodisias bizleri büyüledi. Kocaman bir şehir kurulmuş ve halkın ihtiyacı olan her şey düşünülmüş. Planlaması da mükemmel. Afrodisias müzesi olağanüstü güzellikte bir müze.

Aynı araçla geriye döndük. Bu yolu yaya olarak yürümeyi tercih edenler de oldu. Belli ki onlar 2.000 yıl öncesine gittiler ve zaman tünelinde gezinin tadını çıkarıyorlar.
Köylüler traktörün yolcuyu indirdiği ve bindirdiği yerde tezgahlar açmışlar. İncir, bal ve meyve çeşitleri alıcı bekliyor. Tezgahlar özene bezene düzülmemiş. Bize pahalı geldi fiyatlar. Ama buna rağmen aldık. İnsanlar bir umutla gelmişler oraya. Emeklerine saygı göstermek, destek olmak lazımdır diye düşündük. İnsanlar kara kara benizli. Yüzlerinde çizgiler oluşmuş. Olduklarından daha yaşlı görünüyorlar sanki. Belli ki onları güneş yakmış. Kadınlar şalvar giyiyor erkekler şapka takıyorlar. Tarlada çalışmanın zorluğunu yansıyor bu giysiler. Tarlada çalışmak şalvarla ve şapkayla daha rahat oluyor olmalı. Elveda Afrodisias…

Hierapolis ve Laodikya (Laodikeia) Antik Kenti /Denizli
Hedefimizde Laodikieia var. Laodikeia Denizli’de. 2007 yılında yapılan kazı çalışmaları neticesinde gün yüzüne çıkarılmış.
Karacasu / Afrodisias Denizli arasında, arkadaşlar izlenimlerini anlatmak için teker teker mikrofona geldiler. Herkesin edindiği intiba başkaydı. Arkadaşlardan izlenimlerini almamız her gezide yaptığımız bir uygulama. Hem değişik izlenimleri dinliyoruz hem de anlatılan malumatları bu şekilde pekiştirmiş oluyoruz. Gezimizin adı ‘Kültür ve Araştırma Gezisi.’  Bu gezilerden edindiğimiz intiba odur ki; Avrupalıların Anadolu sevdasının arka planını, antik kentleri gördükçe daha iyi anlıyoruz. “Gezin, görün ve ibret alın.”

Manzara harika. Yeme de yanında yat derler ya işte tam da öyle bir şey. Yemyeşil incir ağaçlarının arasından Tavas Zeybeği eşliğinde Denizli’ye doğru akıp gidiyoruz. Değişik bir coğrafya. “Zobalarında guru da meşe yanıyor efem/ Memet efem de üşümüş de donuyor / Boncuklu da gelin ortalık da dönüyor da dönüyor/ Aslanım da efeler vay vay…”

Aydın, Nazilli ve Buharkent derken Denizli’ye gelmişiz bile. Otelimiz Karahayıt Köyü’nde. 5 yıldızlı termal otel. Odalarımıza yerleştik. Arkadaşlar termal havuzda yüzmek için acele ediyorlar. Ben ve eşim arkadaşlardan ayrıldık annelerimizin elini öpmek istedik. Denizli’ye gelmişken onların hayır dualarını almamak olmazdı. Kayınbiraderim Ünal Zeybek işimizi kolaylaştırdı. Bizi otelden aldı ve ziyaretler sonrasında da geriye getirdi. Ne demişler; “Hayvanlar içinde koyun, insanlar içinde kayın.”

Kahvaltıdan sonra önce Hierapolis antik kentini gezdik. Rehberimiz Serdar anlatıyor Hierapolis’i. Her objeyi bir bir anlatıyor, üşenmiyor ve usanmıyor. En ufak detayı bile atlamıyor. “Mesleğine aşık” derler ya işte tam da Serdar için söylenmiş bir deyim. Hierapolis antik kenti, dünyaca meşhur Pamukkale’nin hemen yanı başında.

“Hierapolis, birçok dinsel yapıya ve tapınağa sahip olduğu için “kutsal kent” olarak anılır. Hierapolis, Bergama kralı II. Eumenes tarafından M.Ö. II. Yüzyılda kurulmuştur. Bergama’nın kurucusu Telephos’un karısı ve aynı zamanda amazonların kraliçesi Hiera’dan dolayı Hierapolis ismini aldığı bilinmektedir. Hierapolis Antik Kenti’nin Pamukkale travertenlerine yakın bir yerinde hamam var. Hamam, kent girişinin dışında yer alıyor. Anadolu’daki birçok antik kentte olduğu gibi kente girmek isteyen insanların öncelikle yıkanmaları gerekiyor. Alınan bu tedbir hem temizlik açısından hem de bulaşıcı hastalıklardan korunmak açısından bir zorunluluktu. Bu uygulamayı sonraki dönemlerde Osmanlı ve Anadolu Selçukluları döneminde de   devam etmiştir.
Kentin en çarpıcı noktalarından biri de Cin deliğidir. Cehennem ağzı da denilen deliğin içerisinde fokur fokur kaynayan bir su var. Suyun içinde karbondioksit bulunuyor. Mineraller ile birlikte yukarı doğru çıkarken çözülen mineraller, kalkerli taşlara dönüşüyor. İçindeki karbondioksit ise havaya yayılıyor. Kapalı alanlarda karbondioksit solumanın ölüm getirdiğini biliyoruz. Buraya inen insanların da çoğu öldüğünden, bu deliğe Cin deliği adı verilmiş.
Hierapolis’teki görülmesi gereken yapılardan birisi de tiyatrosudur. 7 bölüm ve 50 oturma sırasına sahip olan tiyatro, 10 bin kişiliktir. Bu tiyatroyu, diğer antik kentlerin tiyatrolarından ayıran en önemli yönü, inşaat çalışmalarının yaklaşık 150 yıla yakın bir süre devam etmiş olmasıdır. 

Hierapolis Antik Kenti’ne gelip de Kleopatra Havuzu’nu görmemek olmaz. Vaktiniz varsa yüzebilirsiniz de burada. Suyun şifasını ve havuzun estetik yapısını duyanlar, kalkıp Hierapolis’e gelmiş ve Antik havuzun popülerliği de böylece günden güne artmış. Öyle ki Mısır Kraliçesi Kleopatra da bu havuza girmek, güneşlenmek, keyif yapmak ve güzelliğine güzellik katmak için Mısır’dan kalkmış buralara kadar gelmiş. Bu olaydan sonra da Antik havuzun ismi Kleopatra havuzu olarak anılmaya başlanmış. Havuzun hemen yakınındaki sağlık merkezinde de akıl hastaları ruh hastaları, müzik ve su eşliğinde tedavi ediliyordu.
Hierapolis antik kenti, Pagan (putperest) döneminde de Hıristiyanlık dönemlerinde de kutsal kabul edilen nadir kentlerden birisidir. Hierapolis’in Hıristiyanlar tarafından kutsal kabul edilmesinin nedeni, Hz. İsa’nın 12 havarisinden birisi olarak kabul edilen Aziz Philipus’un burada çarmıha gerilerek öldürülmesidir. Araştırmalara göre, havari Aziz Philipus, M.S. 80’li yıllarda buraya gelerek Hıristiyanlık dinini yaymaya çalışmış. Halkın putlara tapmasını eleştirmiş, halk bu eleştiriyi Tanrılarına hakaret kabul etmiş ve onu da İsa gibi çarmıha germişler. Yaklaşık 300 yıl kadar sonra Hıristiyanlığı kendilerine din olarak kabul eden halk, bu sefer de Aziz Philipus’u katlettikleri o alana onun anısına bir şehitlik, bir çeşme ve bir de şapel inşa etmişler.

Hierapolis antik kentinin dışında, bir de nekropolis (mezarlık) vardır. Burası, şehrin en ilginç ve gizemli mekanlarından biridir. Yapımında kireçtaşı ve mermer gibi antik dönemin en çok kullanılan yapı malzemelerinin kullanıldığı mezarları gezerken dikkatle bakarsanız ölen kişinin hayatına ait birbirinden farklı izler görürsünüz. Bu bağlamda özellikle lahitlerin üzerinde yer alan kabartma figürlerinde mezar sahibinin hayattayken yaptığı işle ilgili betimlemelerin bulunduğu anlaşılır. Örneğin bir asker öldüğünde savaş sahnesi işleniyor mezar taşına. Hamamda tellaklık yapan bir kişi için ise ya kese figürü ya da hamam tası resimleri çiziliyor. Ölen kişinin gelir seviyesine göre birbirinden farklı ilginç mezarlar da yaptırılmıştır. Bu gelenek Selçuklu ve Osmanlılarda da devam etmiştir. Hierapolis Nekropolü gizemlerle, bilinmezliklerle şaşkınlıklarla dolu haliyle; yüzlerce lahite, binlerce mezara ev sahipliği yapmıştır. Burada oldukça görkemli ve şatafatlı lahitler olduğu gibi basit ve olağan mezarlar da vardır. “

Ancak Cumhuriyet döneminde öyle bir nesil yetiştirdik ki; kendi dedelerinin mezar taşlarını bile okuyamıyorlar. Bu cahillikleri de kendilerine medeniyet olarak ta ıtılıyor. Hierapolis vaktimizin çoğunu aldı. Sıra Pamukkale travertenlerinin üzerinde çıplak ayakla yürümeğe geldi.

Pamukkale
“Traverten aslında bir çeşit kaya türüdür. Bu kayalar çeşitli sebeplerden kimyasal reaksiyona uğramıştır. Bu kimyasal reaksiyonlar sonucunda kayalar üzerinde bir çökelme meydana gelmiştir. İşte bu kayalara traverten adı verilmektedir. Pamukkale Travertenleri’nin bulunduğu alan, çok sayıda sıcak su kaynaklarına sahip termal bir bölgedir. On yedi farklı alanda çıkan sıcak su kaynaklarının ısısı, 35 derece ile 100 derece arasında değişmektedir. Bu kaynak suları antik çağdan beri özellikle sağlık alanında kullanılmaktadır.
Sıcak su kaynağından çıkan sular yüksek miktarda kalsiyum hidrokarbonata sahiptir. Hidrokarbonat açığa çıktıktan sonra havadaki oksijen ile bir reaksiyona girdiğinden karbondioksit ve karbonmonoksit sudan ayrılır ve havaya karışır. Bu esnada kalsiyum karbonat ise çökelir ve travertenleri meydana getirir. Bu çökelti ilk başta jel halinde olmasına rağmen zamanla daha da sertleşerek kayalaşmakta ve traverten adını almaktadır. Bu özelliğin dünyada en güzel görüldüğü yer burasıdır, Pamukkale Travertenleri.”

Her taraf bembeyaz. Böylesine bir manzarayı başka bir yerde görme şansımız yok. Dünya harikası bir yer. Herkes ayakkabısını eline aldı. Paçalar sıvandı ve travertenlerin üzerinden akan su ile birlikte yürüyüşe geçildi. İniş aşağı, uzunca bir mesafe kat edilecek. Bu arada fotoğraflar çekilecek sohbetler edilecek. Belki bir daha gelinemeyecek olan bu yerin tadının çıkarılması gerekiyor.

Arkadaşlarımız keyif aldı travertenlerin üzerinde yürümekten. Pamukkale’yi terk etmek istemediler. Emin’in ve Serdar’ın çabaları boşunaydı. Ancak onlar da haklıydı; Laodikya bizi beklemekteydi. Onu daha fazla bekletmek olmazdı. Vahiy Kitabı'nda adı geçen yedinci ve son kilise oradaydı. Son kiliseyi görerek son mektubu da okuyarak 7 Kiliseler konusuna son noktayı koymamız gerekiyor. Bir süre gecikmeyle de olsa nihayet Laodikya’ ya ulaşabildik.

“Laodikya M.Ö. 253 yılında kurulmuştur. İsmini Selefki Kralı II. Antiyokus’un eşinden alır. Antik Laodikya Kenti'nin çok küçük bir bölümü günümüze kadar ulaşabilmiştir. İsa Laodikya kilisesinin cemaatini buraya gönderdiği mektupta azarlar. Zenginlik inançlıların aklını başından almıştır, lüks ve debdebe içinde yaşamaktadırlar. Ünlü bir tıp okulunun da bulunduğu Laodikya da gözler için merhemler üretiliyordu; siyah yün üreten zengin bir tekstil sanayisi de vardı. Milyarderler ve bankerler yuvası olan bu şehir, öylesine zengindi ki, M.S. 60 yılında şehri yerle bir edip yıkan depremden sonra Roma Devleti’nin maddi yardımını bile reddetmiştir. İki tiyatrosu bulunan nadir şehirlerden biri olan Laodikya’nın stadyumu, jimnastik salonu ve hamamları son derece lükstür.
Anlaşılan, maddi zenginliklerden yararlanan imanlılar, bu bolluğu Tanrı’nın özel kutsaması olarak yorumlarlarken, gerçek ruhsal/manevi değerleri göz ardı ediyorlardı. Dünyevileşmişlerdi. Buna rağmen kendilerinin ruhsal ve manevi olarak zengin olduklarını düşünüyorlardı. Dünyevileşmeyi inançlarından ötürü Tanrı’nın kendilerine verdiği bir lütuf olarak görüyorlardı. Hristiyanlıkla ilgileri kalmamıştı ama kendilerini gerçek inançlı olarak görüyorlardı. Laodikya Kilisesi’ne gönderilen mektup şöyle başlar:
“Senin yaptıklarını biliyorum. Ne soğuksun ne de sıcak, keşke soğuk ya da sıcak olsaydın! Oysa ne sıcak ne de soğuksun, ılıksın. Bu yüzden seni ağzımdan kusacağım. Zenginim, zenginleştim, hiçbir şeye ihtiyacım yok diyorsun ama, zavallı ve acınacak durumda, yoksul, kör ve çıplak olduğunu bilmiyorsun. Ben sevdiklerimi azarlayıp terbiye ederim. Onun için gayrete gel ve tövbe et. İşte kapıda durmuş, kapıyı çalıyorum, eğer biri sesimi işitir ve kapıyı açarsa, onun yanına gireceğim, ben onunla ve o da benimle, birlikte yemek yiyeceğiz. Ben nasıl galip gelerek Babamla birlikte Babamın tahtına oturdumsa, galip gelene de benimle birlikte tahtıma oturma hakkını vereceğim. Kulağı olan, Ruh’un topluluklara ne dediğini işitsin.” (Vahiy 3:14-22)

Mektupta, Laodikyadaki Hristiyanlar kıyasıya eleştiriliyor. Şımarıklıkları yüzlerine vuruluyor. “Zenginim, zenginleştim, hiçbir şeye gereksinmem yok” diyorlardı. Ama Tanrı’nın gözünde lüks giysileri ve göz merhemleriyle “zavallı, acınacak durumda, yoksul, kör ve çıplaktılar”.  Ne komşu kent Hierapolis’teki sıcak su kaplıcaları gibi ateşli ne de Koloseden gelen soğuk dağ suyu gibi ferahlatıcılardı. Onlar şehirlerindeki ılık maden suyuna benziyorlardı. Ilık termal suyu nasıl mideyi bulandırır ve kusturursa, Vahiy yazarı Rabbinde böylelerini “kusacaktır” yani onları yarış dışı bırakıp göksel ödüllerden men edecektir.

İncil'de adı geçen 7 kiliseden biri Denizli'deki Laodikya Antik Kenti'ndedir. 8 ayak üzerine oturtulmuş 2 bin metrekare alandaki kilisenin büyük bölümü orijinal parçalarını koruyor. Laodikya’da birden çok kilise bulunmaktaydı.
Stadyumun, su kanallarının, su kulelerinin ve sokakların kalıntıları günümüze kadar gelmiştir. 
Laodikya, Hıristiyanlık dünyası için çok önemlidir. Çünkü kent M.S. IV. yy.’dan itibaren Kutsal Hac Merkezi olma gibi dinsel bir özelliğe sahip olmuştur.”

Ben Denizliliyim. Defalarca bu mezarları gördüm, buralarda dolaştım, ancak Hierapolis Nekropolü’ nü yeni tanıdım. Bütün okullar, öğrencilerini antik kentlere rehberler eşliğinde götürerek geçmiş kültürleri detayları ile tanıtmalıdırlar. Milli Eğitim Bakanlığı, ilgili bakanlıklarla işbirliği yaparak bu gezileri düzenleyebilir. Ülkelerini tanıyarak yetişen gençler Avrupalıların Türkiye üzerinde oynadıkları oyunların ancak o zaman farkına varabilirler.

Devam edecek