- Dalyan,
Caretta Caretta kaplumbağalarıyla ün yapmış 10.000 nüfuslu bir kasaba. Dalyan’da meşhur olan bir de plaj var.
İztuzu Plajı. İztuzu
Plajı aynı zamanda Caretta Caretta deniz kaplumbağalarının yumurtalarını
bıraktığı yer. Burası Plaj, aynı zamanda tatlı su ve tuzlu suyun birleştiği yer-
Rüştü Kam
Denizli/Kale-Muğla
Muğla’ya gitmek için Kale yolunu kullandık. Çam ormanlarının
içinden salına salına iniyoruz yokuş aşağı. Rakım 1050 den rakım 10 na doğru.
Tansiyon hastaları için sıkıntılı bir durum. Aynı günde bu kadar irtifa fazla…Yol
durumundan dolayı hızlı da gitme şansımız yok. Ancak bu dağ manzarasının
güzelliğini, çam ormanlarının güzelliğini anlatmaya kelimelerin gücü yetmiyor.
Virajlardan kıvrıla kıvrıla ilerliyoruz. Bu arada rehberimiz yörede yetişen
tarım ürünlerinden bahsediyor: Tavas’ın pidesinden, Kale’nin biberinden,
Kızılcanın leblebisinden, tütününden, Kızılcabölüğ’ün pekmezinden bahsediyor. “Dümdüz
ova. Çanak gibi ve verimli. Ne eksen yetişir.” Kızılcabölüğün yetiştirdiği halk
ozanı da unutulmadı. Özay Gönlüm’den bahsediyorum. Özay Gönlüm’den söz edilir
de Kaptan sezgin duyarsız kalır mı…, Umman Ninenin mektupları:
“Ey
benim umudumun gandili, gözyaşımın mendili, dağdan bayırdan aşırmadığım, dilden
gönülden düşürmediğim, türküylen yörüttüğüm duaylan böyüttüğüm, gardan-gıştan gayırdığım,
bazlamaylan doyurduğum, tarlada toprağım, ağaçta yaprağım, bi tenem yavrım
benim, nasılsın baken eyi misin len? Amanın yavrııım, dün bizim tığkuyrukların
Osman Çavuşun garısı Dudu, bi kız daha doğurdu. Tam altı dene gızlı
oldular gari. Geçenlede köyün gayvesinde oğlan bubuları Osman Çavuşunan
eğlene eğlene bi hal olmuşla:
“Düzine
gızlı bubeya bakın bubeya”
“Altı gızın olup düşüncene, uyuz ol da gaşın akideş”
“Ee oğlum Osman, erkek olsun erkek olsun da gözünü sevdiğim, isterse merkep
olsun”
“Çavuşdayı, gocu gölün sazlısından, adamın yedi gızlısından korkcesiniz
arkedeşler”
İşte
böyle… Adamcağız kayvesini bile içemeden kakmış yerinden. Tam bizim gocu
kapının önünden geçiyodu, suratı bi garış, yüzü garanlık, ”aayy oğlum”
dedim “neye canın sıggın Çavuş? Gel bakem anlatıve bi noldu?” Sağolsun
geldi anlatıvedi, ben de içini serinletiverem deye iki laf
edivedim. ”Eee Osman oğlum” dedim, “Sen neeneeyon onların aklını?”
“Ne
edem gari hadi deyiveesene?”
“Goca
ırabbım öyle münasip gömüş. Çok şükür elleri ayakları düzgün. Sen en iyisi son gızının
adını gader koy. Bu benim gaderim yaşasın gayınpederim’ deyive, çık işin
içinden anasını saten. Hem ne derle: Çıranın özü, baharın yazı, erkek adamın
gızı olur len, boş vee sen onlara…”
Öyle
dedim emme, Osman yılık burnunu accık daha yılıktırdı.
“Bu
senin dediğin züğürt tesellisi Gocu Ninem” dedi. ”Meselenin halli ortada,
belli. Garıyı değiştirmek ilazım. Yarın Akören’e varcen, oğlan doğurganı bi garı
bulcen, alcen, eve getircen. Dudu istemezse babasının evine postaleecen…”
Yaaa,
demek öyle etcen. Yazık, köy gadınının yazgısı bu işte.
Gocası
deel mi? Hem dövee, hem sevee, hem de govaa. Yüzyıllardır böyle gelmiş, emme gitmez böyle.
Gitmemeli deyom, değiştirmeli bu kafayı deye bekleeyom. Gadınlar çeker zahmet
küreğini, erkekler yiyiveri gaymağına böreğine. Elbette çocuk kısmı hocasından,
kadın kısmı gocasından accık çekincek. Eyi de gocular da oyle gubur gubur
guburdanmayacak. Bi de Osman Çavuş’u irezil ettikleri yetmeyomuş gibi garısı
Dudu Gelin’i de irezil ediyolamış ya. Hani beş oğlan anasıyım deye gurd gurd
gubaran bizim Cıbıl Hatçe vaa ya. Tutmuş Dudu Gelin’i çeşme
başında, ”Oğlan doğuranlaa övünüveesin, kız doğuranla dövünüveesin. Gocu
dünya bi gemi, akıl yelkeni, fikir dümeni, doğur oglanı da yaşatıveesin
seni” deye, gas gas gasılcen, gurd gurd gubarcen diye, nerdeyse fistanını
yırtcek eğri bacaklı, domates suratlı, çirkin karı.
Ülen
çocuk kısmısının oğlanı kızı mı olumuş! Yaylanın çayırlısı, evladın hayırlısı.
Hem zoba odunsuz, erkek gadınsız olmaz. Güzel ırabbim böyle yazmış gocu gablı defterine.
Bilmeyen vasa bilsin, duymayan vasa duysun gari hey heeeeeey.”
Denizli’yi
Özay Gönlüm tanıttı dünya aleme. O zamanlar kızdılar Özay Gönlüme, Denizli’yi
rezil etti diye. İyi ki Özay gönlüm varmış. Ondan sonra Denizli bir daha ozan
yetiştiremedi. Ben kendisini rahmetle anıyorum. Sevgili Özay, sen rahat uyu
mezarında bir gün birisi senin ‘Yaren’ine sahip çıkacak ve senin bıraktığın
yerden başlayacak çığırmaya…
Emin öğle yemeğini çam
ormanlarının gölgesinde yemeyi teklif etti. Kabul edildi. Köy yoğurdu, köy
ekmeği, köy yumurtası, gözleme, saç kavurması ve şiş kebap, yanında domates,
biber ve ayran…seç beğen ve siparişini ver. Biz de öyle yaptık. Uzunca bir masa
kuruldu hemen oraya, etrafına sıra sıra oturduk. Trafik fazla olmadığı için
duyduğumuz ses kendi sesimiz ve Ağustos böceklerinin sesi ve çam ormanlarının
hışırtısı. Arkasından bir de tavşan kanı çay…
Muğla
Yemekten sonra yolumuza devam
ettik. Muğla’dayız. Muğla Üniversitesi’nin kampüsüne yakın bir yerde otobüsümüz
de karnını doyurmak istedi ve girdi bir benzinliğe. Fırsattan istifade bizler
de birer çayda burada içtik. İhtiyaç giderenlerimiz de oldu. Muğla şehir turu,
rotamızda yok. Akyaka’ya gideceğiz. Akyaka son zamanlarda ismini duyurmaya başarmış
bir yermiş. Sıfır noktasına inmeden önce tepeden Gökova Körfezi’ni de fotoğraflayacağız.
Azmak çayı
Azmak çayı, tüm görkemiyle bizi bekliyor.
Halk dilinde "Su kaynağı" anlamına gelen Azmak Çayı’nın suları
Torosların batıdaki uzantısı olan Sakar tepesinden çıkan kaynak sularıymış. Berraklığı
olağanüstü. Suyu sodalı olan Azmak çayı, Akyaka'nın doğusundan başlayıp 2
km'lik bir parkur izleyerek Gökova Körfezi'nden denize dökülüyormuş, derinliği
yer yer 8 metreyi buluyormuş.
Azmak Çayı’nda bir tur atmak için tekneler kiraladık. Tekne turu yaklaşık yarım
saatmiş. Doğanın renk uyumu ve suyun berraklığı başımızı döndürdü desek yalan
olmaz. 8 metreye kadar ulaşan derinlikte bile suyun dibindeki taşların rengini,
yosunların hareketlerini, sazların köklerini seçebiliyoruz. Orada yaşayan
ördekleri, kazları ve balıkları izlemek ne kadar da huzur veriyor.
Suyun en derin seviyeye ulaştığı noktada kaptanımız tekneyi durdurdu. Hem
çevreyi yakından inceleyebilmemiz hem de fotoğraf çekmemiz için durdurmuş. Mankenler
sahne aldı ve fotoğraflar çekildi. Bu arada çay kenarında başlarını
birbirlerinin omuzlarına koyan sevgililer de gözümüzden kaçmadı. Sevgiliye en
güzel cümlelerin kurulacağı, şiirlerin yazılacağı, aşkların ilan edileceği yer
Azmak Çayı’nın kenarından başka neresi olabilir ki...
Akyaka doğal bir akvaryum. Azmak çayı, doğal güzellikleriyle ünlü Gökova Körfezi'ne dökülen dere. Akyaka,
su samurundan deniz kaplumbağasına kadar onlarca hayvan türü ile, bazıları
tropikal iklimlerde yetişen farklı bitki türlerine ev sahipliği yapıyormuş.
Türkiye'de çok az yerde yaşayan benekli tatlı su kaplumbağası, buradaymış.
Nesli tükenmek üzere olan su samuru ve su tavuğu buradaymış.
Azmak deresi o eşsiz güzelliğiyle
bizleri büyüledi. Antik kentlerden ve 7 kiliselerden sonra Azmak çayı ile başka
bir aleme açıldık. Bu kapı hem doğanın eşsiz güzelliğine ve hem de antik
kentlere açılan kapı. İkinci durağımız Dalyan. Kaplumbağa cenneti.
Dalyan
Dalyan,
Caretta Caretta kaplumbağalarıyla ün yapmış 10.000 nüfuslu bir kasaba. Dalyan’da meşhur olan bir de plaj var.
İztuzu Plajı. İztuzu
Plajı aynı zamanda Caretta Caretta deniz kaplumbağalarının yumurtalarını
bıraktığı yer. Burası Plaj, aynı zamanda tatlı su ve tuzlu suyun birleştiği
yer. İztuzu Plajı. Plaja Dalyan İskelesi’nden tekneyle gideceğiz. Tekne önce kaya
mezarlarının önünden geçiyor. Dalyan’ın binalarının bittiği yerden itibaren
delta başlıyor. Ana kanalı takip ederek, balıkların denize kaçmasını önleyen
kapıdan geçiyoruz. Kapıyı geçtikten sonra tam doğa harikası bir su yolda
ilerliyoruz. Bir tarafta kuşlar, altımızda balıklar, yosunlar, kenarımızda sazlar
ve çevrenin o muhteşem güzelliği. Doğa ile baş başa keyifli bir yolculuk. Sonunda
İztuzu Kumsalı. Kumsala ayak bastığımız taraf, tatlı su. Karşımızda ise bol
tuzlu bir deniz, Akdeniz!
Serdar’ın
bu açıklamalarından sonra bindik tekneye ve hayıflandık. Bu Cennet Vatanı
bugüne kadar biz niçin gezmedik, tanımadık. Bizleri kendi ülkesine yabancı
olarak yetiştirenler utansın. Tekne ilerledikçe hayranlığımız artıyor ülkemizin
bu güzel köşesine. Herkes ya eşine ya da arkadaşına aynı duygularla başka başka
cümleler kurarak tekne turunun tadını çıkarıyorlar. Bu arada Emin, teknede
zeybek oynayarak geziye anlam katıyor. Ama bu kez Emine eşlik eden yok. Emin
kim bilir kaç kez geçti bu su yolundan. Bizler ilk defa geçiyoruz. Bu
manzaranın tadını çıkarmak lazım.
Hemen ilerde sağda kayalara oyulmuş kaya mezarları var. Eski inanışa göre
insanın mezarı ne kadar yüksekte olursa o kadar tanrıya yakın olurmuş ve o
yüzden kayalara kazılırmış kralların ve önemli insanların mezarları...O günkü gibi
bugün yine aynı ihtişamla orada öylece duruyorlar. Tekne fotoğraf çekmemiz için
yaklaşabildiği kadar yaklaştı mezarların bulunduğu dağın eteğine doğru. Bizlere
deklanşöre basmak kaldı.
“Kaunos harabeleri burada. Kaunos kaya mezarlarının yapı itibarıyla
dünyada başka bir örneği yok, 2 bin 400 yıldan bu yana geçmişe şahitlik ediyor
bu mezarlar. Kaunos, M.Ö. birinci bin yıla tarihleniyor. Binlerce yıl önce
nasıl ve hangi aletlerle yapılabildiği anlaşılamayan Dalyan Kaya Mezarları,
içine oyulduğu dağdan bağımsız görüntüsü ile de izleyenleri gerçekten büyülüyor. Ancak kireçtaşından oyulan mezarlar ilgisizlikten yok olmak
üzere. Mezarların önündeki sütunlar
tahribat nedeniyle çoktan yok olmuş durumda. Kaunos’un hikayesi
şöyledir: Yunan mitolojisine göre, tanrıların tanrısı Zeus, Menderes Nehri
kıyısında Tanrıça Leto'yu hamile bırakmış. Tanrıça Leto'nun ikizleri olmuş:
Apollon ve Artemis. Apollon'un oğlu Miletos da yıllar sonra büyük babası ile büyükannesinin
beraber olduğu o yeri bulmuş ve orada Milet kentini kurmuş. Ülkesini
genişletmiş ve Karya adını vermiş.
Karya
Kralı Miletos'un da ikizleri olmuş. Erkeğe Kaunos, kıza Byblis adı verilmiş.
Ergenlik yaşlarına geldiklerinde, Byblis, erkek ikizine âşık olur. Bu aşk,
kardeş sevgisinin çok ötesindedir. Kız kardeşinin yasak aşkına karşılık
vermeyen Kaunos, yanına dostlarını alarak ülkesini terk eder. Güneye doğru yol
alır ve şimdi kendi adıyla anılan bu yerde yaşamaya karar verir.
Kaunos'un
gidişine üzülen Byblis, o kadar çok gözyaşı döker ki, hâlâ Dalyan'da akan ve
Calbis adı verilen pınarlar, o gözyaşlarından oluşmuştur derler. Kaunos’un
hasretine dayanamayan Byblis, sonunda kurtuluşu kendini kayalardan aşağı atmakta
bulur.
Kaunos şehrinden günümüze uzanan ve şehrin
ihtişamını ortaya koyan eserlerden biri de şehrin tiyatrosudur. 5 bin kişilik
muhteşem bir tiyatro. Zamanında iki katlı imiş.
Kaunos’u önemli kılan yapılardan biri de kentin
surlarıdır. Surlar, Kaunos'un batısında antik limandan başlayıp, topoğrafik
yapıya uyarak bazen keskin, bazen yumuşak dönüşler yaparak Balıklı Dağı'nın
zirvesine kadar ulaşır. Bu surların, Kaunos'u karadan gelecek saldırılara karşı
koruduğu anlaşılmaktadır. Yer yer genişliği 4 metreyi bulan surlar, koca koca
taşlar yontularak, birbirine geçirilerek harçsız yapılmıştır. Kaleyi
kuşatan çift sıra surların M.Ö. V. Yüzyıl'da yapıldığı belirlenmiştir. Ören yeri girişinden tiyatroya giden yolun sağında
güzel bir kilise vardır. Bu kilisenin en önemli özelliği Anadolu'da bulunmuş
ilk kubbeli kilise olmasıdır.
Kaunos Antik Kenti, Dalyan'ın tam karşısında.
Ama maalesef Kaunos ile ilgili Dalyan'da ne bir müze ne de tek bir tarihi eser
var! Bir aslan heykeli Köyceğiz'de. Diğer eserlerin Ankara, Fethiye ve Bodrum
müzelerinde olduğu söyleniyor.
Kaunosluların
paralarının çoğunda tanrılardan haber getiren melek olduğuna inanılan İris
figürü yer almaktadır. Ancak ilginç bir şekilde İris'in baktığı yön ile koştuğu
yön farklıdır.”
İztuzu’na doğru yol alırken
arkamızdan bir bot hızla yaklaştı teknemize ve sordu: “Mavi yengeç yemek ister
misiniz?” Önce şaşırdık. Bizim şaşkınlığımızı anlayan kaptan soruya açıklık
getirdi. “Eğer yengeç yemek isterseniz arkadaş, dönüşümüze kadar yengeçleri
hazırlayacak, onun için şimdiden sipariş vermeniz gerekiyor.”
Arkadaşlar birbirlerine
baktılar, “yengeç de yenirmiymiş”... “Yengeç haram eğil mi?” falan diyenler
oldu. Herkes bana baktı. “Hocam sen ne diyorsun” der gibisinden. Yemek isteyenler parmak kaldırsın da siparişi
verelim dedim ve mesele anlaşıldı. Siparişleri verdik. Dönüşte söylenildiği
gibi yengeçler hazırlanmış. “Kim önce yiyecek” yine herkes birbirine bakıştı.
Cesaret gösterip de ben başlıyorum diyen olmadı. Alışkanlıkları birden bırakmak
oldukça zor. O yaşa kadar haram denilen ama niçin haramdır sorusuna cevap
alınamayan tipik bir örnekle yüzleşiyoruz. Buna mahalle baskısı deniyor... Ben besmeleyi
çektim ve attım ağzıma yengeci. Ne yalan söyleyeyim. Nasıl bir tad ile
karşılaşacağım bilmiyorum. Biraz da sıkıntılıyım. Harika bir lezzet. Hep
beraber yedik, daha yok mu diye de ardını da aradık…
İztuzu
“İztuzu Plajı
nesilleri tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan Caretta Carettaların en
önemli üreme merkezlerinden biridir. Dalyan
halkı, yüzyıllar boyunca deniz kaplumbağalarını korumuşlar. Bu sevimli
hayvanlar da vefa borcu olarak Dalyan sahilini betonlaşmaktan kurtarmış, böylece
doğa harikası bu beldenin adını tüm dünyaya duyurmuşlar. Caretta
Carettalar tenis topu büyüklüğündeki yumurtalarını 2-3 senede bir burada
bırakırlar ve giderler. Kaplumbağalar, arka ayaklarını kullanarak açtığı
çukurlardan birine gömerler yumurtalarını. Bir seferinde 100 yumurta birden
yumurtlarlar.
Yengeçler, balıklar, kuşlar,
tilki ve köpek gibi hayvanlar yumurtaların düşmanıdır. Yeni doğan yavruları
yemek için sabırsızlıkla beklemektedirler. Tüm bunlar doğal bir sirkülasyon. Ekolojik
denge böyle kuruluyor. Yumurtadan çıkan yaklaşık 80 civarındaki yavrulardan
ancak çok azı yaşamlarını sürdürüp yetişkinler arasına katılabiliyormuş.
Nisan ayında Dalyan'a
İztuzu plajına gelmeye başlayan Carettaların burada ki en önemli besin kaynağı
mavi yengeçlerdir. Burada çiftleşen eşler Mayıs ayından itibaren yumurtlamaya
başlıyorlar. Bu süreç Temmuz ayının sonlarına kadar sürüyor.” Şimdi anlıyoruz
mavi yengeç yakalamanın niçin yasak olduğunu.
“Ayrıca
dünyada başka örneği olmayan antik tuz fabrikası da Dalyan’dadır. Tuzlanın
çanakları, binlerce yıl geçmesine rağmen hâlâ sapasağlam ayaktadır. Bugün dahi aynı
verimlilikle kullanılabilecek durumdadır. Dalyan, doğal su kanalı, suları
filtre eden gür ve yüksek sazlıkları, bu sazlıklarda yuva kurmuş 180 çeşit kadar
kuş türüyle dünyada eşine az rastlanır bir yerdir. Günlük ağaçları, değişik
sünger çeşitleri, çok çeşitli kelebek ve bitki türleri gibi ekolojik
özellikleri bakımından da olağanüstü bir doğa harikasıdır Dalyan .”
Emin Oruç
Dalyan’a gelip de balık yemeden gitmek olmaz dedi. “Akşam yemeğini Fethiye’de
yiyecektik” hatırlatmasına, “Olsun orada da yeriz” şeklinde cevap verdi. İskeleden
restorana doğru yürüdük. Yol üzerinde Dalyan merkez camii var. 18. y.y’a ait
olduğunu söyledi rehberimiz. Burada öğle ve ikindi namazımızı cem ederek
kıldık. Sonrasında hedef restoran. Mekân temiz, işletme sahibi ve çalışanları güler
yüzlü. Hizmet etmek için, adeta birbirleriyle yarış ediyorlar. “Levrekler tavsiyemizdir”
dediler. Tavsiyeye uyduk. Lezzetliydi. Karnımızı tıka basa doyurmamamız
gerekiyor. Akşam yemeği Fethiye’de Yörük çadırında yenilecek. Izgarada Levrek,
yanında yeşillikler olacak da biz karnımızı tıka basa doyurmayacağız, olacak iş
midir bu. Olmadı zaten…
Fethiye
“Fethiye’nin tarihi, M.Ö. 5 bin yılına
kadar uzanır. Likyalılara kadar gider.
Likya Uygarlığı, günümüzde Akdeniz Körfezi ve Fethiye Körfezi arasında yer alan
Teke Yarımadası’nda kurulmuştur. Bu kente antik dönemde “Işık
Yurdunun İnsanları” anlamına gelen Likyalılar sahip olmuştur. Daha sonra Roma
İmparatorluğu tarafından işgal edilmiş, bu dönemde “uzak diyar” anlamında Meğri
(Makri) ismiyle anılmıştır. Roma İmparatorluğu ikiye bölündükten sonra Fethiye
(Meğri) Doğu Roma/Bizans İmparatorluğu’nun sınırları içinde kalmıştır. Osmanlı
toprağı olması ise 1424 yılına denk gelmiştir. Cumhuriyet’in kurulmasıyla
Muğla’ya bağlanan Meğri, 1913 yılında Şam’dan havalandıktan sonra Teberiye
yakınlarında uçağı düşürülen pilot Fethi Bey’in ismine ithafen Fethiye olmuştur
(1934). Kent
bugün (2017) nüfusu yaklaşık 152.000 civarındadır.”
Ve
Fethiye’deyiz. Otelimize yerleştikten sonra Yörük çadırına geçtik. Kıl çadırda
akşam yemeği yenilecek, yöre sanatçılarından Ege türküleri dinlenecek ve
isteyenler de zeybek oynayabilecek. Ayrıca Kerimoğlu
İsmail’in gayretleriyle kurulan Yörük Müzesi ziyaret edilecek. Evet sırasıyla
bu etkinlikler yapıldı. Yörük Çadırlarında ikram edilen Yörük kavurması, katmer,
yayık ayranı, höşmerim, tarhana, Yörük kebabı, dağ çayları, nefis Türk kahvesi
beklentimizin de üstünde beğeni kazandı.
Yemekten sonra, sevgi dolu, hasret dolu, coşku dolu, aşk dolu Ege
türküleri ile hoş bir vakit geçirdik.
Yörük müzesi bizzat İsmail Uzunoğlu
tarafından büyük bir özveri ile hazırlanmış. Yörüklerin tarih içinde
kullandıkları eşyaları toplamak o kadar da kolay olmamış. Serde Yörüklük olunca
müzedeki eşyalardan etkilenmemek mümkün olmuyor haliyle. Fethiye yöresine genellikle
Karakeçili Türk Boyları yerleşmiş.
Kayaköy
“Kayaköy birbirinden çok farklı iki
yerleşim alanından oluşmaktadır. Osmanlı
Devleti'nin son dönemlerinde, tamamı Rum, 3.000
nüfuslu bir kasabadır. O günkü adı Levissi. 1923 yılında gerçekleşen
mübadeleyle Levissi'de yaşayan Rumlar Yunanistan'a göç ederken Kayaköy'e de
Selanik ve civarından gelen muhacirler yerleştirilmişler.
30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da imzalanan Yunan ve Türk
Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol’e göre Türkiye'deki
Rum-Ortodokslar ile Yunanistan'daki Müslümanların (Türk olmayanlar dahil) büyük
bölümü karşılıklı olarak yer değiştirdiler. Mübadele kapsamına giren kişiler ile
mübadele kapsamına girmeyen kişiler arasındaki ayırımın ana kıstası ırk ya da
dil değil, din olduğu için Rum denilenlerin arasında, Türkçe ’den başka dil bilmeyen ve konuşmayan Türk
denilenler arasında da Türkçe konuşmayan ama Müslüman olanlar vardı.
Mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hristiyan Rum Anadolu’dan Yunanistan'a, 500.000 Müslüman Türk de
Yunanistan'dan Türkiye'ye göç etmek zorunda kalmıştır.
Osmanlılar, Rumlardan boşalan bu köye yerleşme yerine ovaya
yerleşmeyi tercih ettikleri için köy boş kalmış. Zorunlu göç gerek Türk gerek Yunan ekonomisinde yaklaşık 20
yıl süren ağır bir krize yol açmıştır.”
Köyün hayalet görüntüsünde olmasının nedeni, bugüne kadar bir çivi
bile çakılamamasıdır. Evlerin ahşap olan kesimleri ve çatılar, zamanın
acımasızlığına boyun eğmek zorunda kalmışlar. Bazı evlerin pencereleri yerinde
olsa da çoğunluk artık harap durumdadır. Mutlaka Kültür Bakanlığı ya da ilgili
kurum ve kuruluşların bu köye el atması gerekmektedir. Köy evleri butik
otellere dönüştürülebilir, aslına sadık kalınarak, köye yakışır. Bir de bizim
hazine avcılarımızı bu tür yerlerden uzak tutmak gerekiyor. Köyün en yüksek
tepesine kadar tırmandık. Fotoğraflar çektik, çekildik. Mübadele üzerinde
konuştuk. İnsanlar yerlerinden edilmişler ama, kendi milletinin insanlarıyla birlikte
yaşamanın insanlara mutluluk vereceğini de unutmamak gerekiyor. Sadece dini
inançları açısından mübadelenin de doğru olmadığını düşündük. Irk üzerine
yapılan bir mübadele olsaydı daha mantıklı olurdu dedik.
Köyün girişinde seyyar satıcılar var. El işleri satıyorlar. Meyve
satanları da var.
Saklıkent Kanyonu
“Kanyonun uzunluğu 18 km, yüksekliği
200 m'dir. En dar yeri 2 metre kadar. Kanyonun tabanı şiddetli akan suyla dolu
olduğundan, su içinden geçmek imkansızdır. Giriş, kanyonun dik yamaçlarına
demir çubuklarla tutturulan 200 metrelik tahta bir köprüyle yapılıyor.
Kanyon, ismini
içerisinde bulunan 7 adet mağaradan almaktadır. Ancak bu mağaralara ulaşmak
mümkün değil. Bunun için gerekli çalışmalar yapılmamış.”
Saklı kent
harika bir kanyon. Su sesi, kadın sesi ve para sesi demişler ya. Kanyonu
görünce ve burada biraz vakit geçirince bu tespite katılmamak mümkün değil.
Para ve kadın sesinin tecrübesini yaptığımız için geriye su sesi kalmıştı.
Saklı Kentte onu da tecrübe ettik. Eşinizle birlikte Saklıkent Kanyonu’ndaki
köprüden elele tutarak geçmek dünyalara bedel bir mutluluğun yaşanmasını
sağlıyor. Köprüden sonra su ile
tanışıyorsunuz. Suyun hem içinden yürüyüp hem de sesini dinlemenin ayrı bir
zevki var. Suyun içindeki taşların üzerinde oturanlarımız, suların aktığı o dağ
yamaçlarına tırmananlarımız ve suyun içine ayaklarını sokanlarımız var. Su
soğuk. İçimi çok lezzetli. İçtikçe içesiniz gerekiyor.
Çavdır köyü
Saklıkent’ten
dönüşte Cuma vakti yaklaşmıştı. Yolda Çavdır Köyü var. Namazımızı köyde eda
edelim diye teklifler geldi. Daha vakit vardı. Namazımızı Kaş’ta da
kılabilirdik, Kalkan’da da. Ama çoğunluk köyde kılma taraftarıydı. Arkadaşlar dağ
havası teneffüs etmek istediler anladığım kadarıyla. Çavdır köyü çam
ormanlarının içinde dağın yamacına kurulmuş bir köy. Ne toplu ne de dağınık
denecek bir yerleşimi var. Otobüs yanaştı caminin sokağına. Kimsecikler yok ortalıkta.
Biz otobüsten inince birer ikişer gelmeye başladı köylüler. Onlar da bizim gibi
sohbet etmeye meraklı kişiler. Köy bu. Herkes birbiriyle her gün ne konuşacak.
Bir yabancı ile belki değişik sohbetlere yol verebilirler. Öyle de oldu, derken
hoca da geldi. Genç bir delikanlı. Köylülerle sohbetimize o da katıldı. İyi ki
kalmışız köyde. Namaz vaktine kadar ilerden geriden, sohbetler açıldı. Siyaset
konuştuk, din konuştuk, terörü konuştuk... Sohbetimiz kahkahalarla kıvamına
ulaştı. Ezan okundu. Hanımlarla birlikte
girdik camiye. Hanımlar üst katta kıldılar Cuma namazını.
Hoca sevgi ve
saygı konusunu ele alan bir hutbe okudu. İçerik olarak dolu değildi. Merkezi
sistem dahilinde okunuyormuş hutbeler. Ancak ben hoca efendiye bu hutbeyi değil
de kendiniz bir hutbe okusanız daha iyi olmaz mı? Sorusunu yönelttim. O da
benim gibi düşünüyormuş aslında, ama sıkıntılar oluyormuş zaman zaman, şikâyet
ediyorlarmış. Partizanlık çok kötü bir şey. Korktuğu belli hocanın. Şikâyet
olursa soruşturma geçirme ihtimali varmış. Merkezi hutbelerin bir merkezden tüm
Türkiye’de aynı anda okunması anlamlı bir uygulama aslında. Ancak hutbelerin
içi boş. Doldurmak lazım. İmamlar hutbelerin konusunu esas alarak kendi
cemaatlerinin ihtiyaçlarına göre ilaveler yapabilmeliler. Kendi gelişimleri
için de bu yolu seçmeleri uygun olur kanaatindeyim.
Gözleme
Namazdan sonra
köylülere, köyde gözleme yapanlar var mıdır?
Diye sual ettim. “Var ama sezon daha açılmadığı için bulmak zordur”
dediler. “Belki falancaya rica etsek pişirebilirler “diye de ileve ettiler.
Birbirlerini o kişi ile ilgili tasdiklediler. “Olabilir…” Öyleyse
denenebilirdi. Biz de öyle yaptık. Köyün biraz aşağısında ve yolun solunda bir
ev tarif ettiler. O evi bulduk. Arabamızı sağa çektik ve hep beraber otobüsten indik.
İsteğimizi anlattık. Biz gözleme yemeye
geldik siz pişirir misiniz yoksa biz mi pişirelim? dedim. “Hazırlık yapmak
lazım, ateş yakmak lazım, gözlemenin içinin hazırlanması lazım, hamur
yoğrulması lazım, yerler daha ısınmadı, soğuk oldukça zahmetli bir iş…” Ve
mazeretler sıralandı…Ancak teklifimiz de kabul edildi.
Asker eviymiş
orası, biraz da heyecanlanmışlar biz otobüsle gelince. Her an şehit haberi
gelebilirmiş. “Askerde çocuğunuz varsa diken üzerinde oturuyorsunuz” diye
durumu açıklamaya çalıştılar. Biz de katıldık onlara. Allah’ım bu terör
belasından kurtar bu güzelim vatanı. Artık anaların göz yaşları akmasın…
Kalabalık bir
aile, çoluk çocuk giriştiler gözleme pişirmeye. Bizim bayanlardan bir kısmı
sohbet ederken bir kısmı da terasta uykuya daldı. Asker eşi de oradaydı. Güzel
bir köylü kızı. Hayası, onu daha da güzelleştiriyor. Terör belasının acısını en
çok o hissediyor olmalı. Allah kolaylık versin, kolay değil. Zaman zaman
telefonla görüşüyorlarmış eşiyle. Sesini duyunca rahatlıyormuş.
Bir kısmımız
yol kenarında volta atarken bir kısmımız terasta sohbete daldık. Gözleme sevdamız
yerini ev sahibiyle sohbete bıraktı. Ev sahibiyle sohbet etmek ve o dağ köyünün
tadını çıkarmak gözlemeden daha da lezzetli geldi bize. Çok da neşeli bir
ortamda yedik gözlemelerimizi. Yanında ayran ve söğüş...
Ayrılırken
hüzünlendik, onlar da hüzünlendiler. Sanki kırk yıllık ahbaplığımız varmış
gibi. Tekrar bekleyeceklerini söylediler
ve el salladılar. Arkamızdan su bile döktüler. İşte Anadolu insanı budur.
Candır onlar…
Hedefimiz de
Xantos var. Böylesine güzel ortamdan, güzel insanlardan, doğadan ve nefis
gözlemelerden sonra antik kent Xantos’a gidiyoruz. Bu kez otobüsümüzde yorumlar
farklı. Saklıkent’in üzerimizde bıraktığı etkiden, dağ manzarasının verdiği
hazdan, Cuma namazından ve gözlemeden, gözlemeyi yapan annelerimizden, terörden
ve terörün çirkin yüzünden bahsediyoruz. Her birimizde ayrı ayrı etki barakmış
Çavdır köyü. Anadolu insanının misafirperverliğine bizzat şahit olduk... Yol
üzerinde, Kalkan ve Kaş’ı gördük. Denizle sarmaş dolaş olmuşlar. Bir ileri bir
geri dans ediyorlar. Belliki birbirlerine aşıklar. Manzara harika, derken
Xantos’a geldik.
Xsantos
“Xsantos Antik Çağda Likya’ya
başkentlik yapmış bir şehirdir. Kentte ele geçen en eski kalıntılar M.Ö. VIII.
yy’la kadar gider. Pek çok tarihi olaya ve savaşa sahne olan kentten günümüze ulaşan
kalıntılar arasında kaya mezarları, lahit mezarları ve Likya kültürüne özgü
dikme mezar anıtları vardır. Likya akropolü vardır. Akrapol; eski Yunan kent devletlerinde, genellikle
bir tepe üzerinde bulunan, çevresi surlarla çevrili, içinde sarayın, önemli
yapıların ve tapınakların yer aldığı iç kale demektir. Bir başkent olarak burada bulunan eserler diğer antik
kentten çok farklıdır. Ancak İngilizler burada ne var ne yoksa hepsini
taşımışlar Londra’ya.
Şehir zaman zaman istilalara uğramış. Gün olmuş Persliler işgal
etmiş, gün olmuş Romalılar işgal etmiş, Büyük İskender işgal etmiş, Araplar
işgal etmiş…Önüne gelen Xsantos’u işgal etmiş ve işgalci şehri yerle bir etmiş.
Likyalılar onlara inat şehirlerini her seferinde yeniden inşa etmişler. Ama
olmamış. Sonunda pes etmişler. Hatta işgalleri gururlarına yediremedikleri için
iki kez topluca intihar bile etmişler. Gururlarına düşkün olan Likyalılar
düşmanla başa çıkamayınca onların eline esir düşmemek için toplu intiharları
tercih ederlermiş.
Xantos’ta bütün bunlara rağmen Xantos antik tiyatrosu, erken
Hıristiyanlık döneminde yapılmış kilise, hâlâ görülebilecek eserler arasında.
Nereidler Anıtının aslı Londra’dadır İngilizler çalmışlar. Geriye istenmiş ama
İngilizler kulak ardı ediyorlar Türkiye’nin isteklerini.
Tapınak tipi mezar muhtemelen Xanthos
hükümdarı Arbinas ve ailesi için yapılmış. Charles
Fellows’un Xsanthos’dan alıp götürdüğü belki de en güzel şey Nereidler Anıtı’dır.
Likyalı
asillerin mezarlarının yüksek bir podyumun üzerine yapılması Persler’den
edinilmiş bir gelenektir. Nereidler Anıtı’nın genel görünümü ise bir Yunan
tapınağı formundadır.
Yunan
mitolojisinde “denizin ihtiyar adamı” denilen, erdemli bir su tanrısı olan Nereus ile deniz tanrıçası Doris’in Nereidler diye anılan kızları vardı. Bu kızlar Okeanus’un da torunlarıydı. Bu
kızların sayısı değişkendi; bazıları Akhilleus’un annesi Thetis gibi
daha belirgin bir kişiliğe sahipti; ortak yönleri ise hepsinin çok güzel
olmasıydı. Nereidler Anıtı, ismini sütunlar arasında yükselen Nereid
heykellerinden alıyor.
Likya’nın en büyük şehirlerinden olan
Xanthos, günümüze kadar ulaşmayı başaran nadide beldelerden birisidir. Xanthos;
lahit mezarları, amfi tiyatrosu, mozaikleri ile gerçekten şahane bir antik
kent.
Çok geniş bir alana yayılmış olan antik
kentte Likya’dan, Roma’dan ve Bizans’tan birçok eser var.
Özgürlükleri için 2 kez topluca intihar
eden bir milletin vatanı olan Xanthos kenti, birçok önemli özelliklerinin
yanında acılarla dolu kent olarak bilinir. Tarihçiler, bu kentin defalarca
yerle bir olduğunu ve yandığını ancak küllerinden
tekrar tekrar doğduğunu yazarlar.”
Xsantos’tan aşağıya doğru bakınca bembeyaz
bir ova görüyorsunuz. Sorduk rehberimize ova neden bembeyazdır? Dedi ki, “Burası
ova değil seradır. Antalya deyince akla sera gelir.”
Devam edecek