-Amasya-Merzifon-Sinop-
Türk Eğitim Derneği bu
sene Batı Karadeniz dedi (2018). “15.Kültür ve Araştırma Gezisi” nin güzergahı
böyle belirlendi. Batı Karadeniz Gezisi ’ne Ahmet Yumuşak kardeşimize selam
vererek, mezarı başında dualar okuyarak başlamak istiyoruz. O Türk Eğitim
Derneği’nin başkanlarından biriydi. O önden gidenlerden (2017). Biz onu Merzifon’un
Ovabaşı Köyün’e yolculamıştık. Onu çiğneyip geçmek olmazdı.
Samsun
Samsun Havaalanı’nda
Emin kardeşimiz Kaptan Sezgin ve Rehberimiz Mehmet Doğan Öz bizi bekliyordu.
Kısa bir tanışma faslından sonra bindik otobüse. Akşam Amasya’da
konaklayacağız. Güneş Amasya’yı daha terketmemişti ki şehzadeler Şehri’ne adımımızı
attık. Şehri dolaşmak için daha zamanımız vardı. Otele yerleştik, sofra hazır
vaziyette bizi bekliyordu, yemeklerimizi de yedik. Daha fazla geç olmadan
düştük Amasya sokaklarına. İlk geldiğimizde bizleri elinde etrafa ışıklar saçan
lambalarla karşılayan Ferhat ile Şirin, bu sefer karşılamadı bile bizi, şehir karalara
bürünmüş. Sokak lambalarının dışında özel bir ışıklandırılma yapılmamış şehirde.
Kaya Mezarlar da gizlenmiş, görünmüyor. Bir hüzün şehri gibi olmuş Amasya. Karalara
bürünmüş Ferhat ile Şirin’in şehri. Sadece hafiften bir ses geliyor
kulaklarımıza; Yeşilırmak’ın sesi bu, gizliden gizliye ağlıyor sanki. Belki de bu
yıl Ferhat ile Şirin’in ölüm yılıdır…
Şehzadeler
Sokak lambalarının
ışığında da olsa Şehzadeleri selamlamayı ihmal etmedik. Rehberimiz haklarında
kısa kısa bilgilendirmeler yaptı. Rehberimiz aynı zamanda doktora
öğrencisiymiş. İnançlı, mütedeyyin, bilgili ve de saygılı birisi. Şehzadeler şehri
Amasya, sen ne kadar şanslı bir şehirmişsin ki; Osmanlı Şehzadelerini bağrına
basmışsın. Süt vermişin, ekmek vermişsin aş vermişsin onlara. Sonra da Cihan
Padişahı olarak uğurlamışsın onları dualarla Amasya’dan. Bundan daha büyük
bahtiyarlık mı olurmuş…
Şehzadelerin başında
yapılan bu kısa tarih sohbetinin heyecanıyla yürüyoruz Yeşil Irmak’ın kenarında
aheste aheste.
Hedefimizde salepçi dükkânı
var. Salepçi arıyoruz. Önümüze gelen herkese soruyoruz. Nerede salep
içebiliriz? Herkes başka bir yer tarif ediyor ve o tarif edilen yerler sadece salepçi
değil. Salebin de içildiği yerler. Baktık sormakla olmuyor, Recai önden hızlıca
gitti ve sokak sokak salepçi aramaya başladı. Bir zaman sonra ara sokakların
birinden çıkageldi, bulmuş salepçiyi. Hep beraber düştük peşine Recai’nin. Salepçi Dursun.
Salepçi Dursun
Önce
tanıştık Dursun amcayla … Dursun
amca, ince, uzun boylu, başında şapkasıyla dikkat çeken esmer bir Amasyalı vatandaş. Son derece kibar bir beyefendi. Biz sorduk o anlattı
salebin hikayesini: “Salebin ham maddesi
yabani orkidedir. Anadolu orkidesi olarak bilinir. Kışın hemen hemen her evde
her kafede bulabileceğiniz içinizi ısıtan üzerinin tarçınıyla etrafa mis gibi
kokular yayan bir içecektir salep.
Bir kilogram salep 2
bin 500 yabani orkide kökünden elde edilir. Türkiye’de doğal ortamda
yetişen sadece 40 çeşit yabani orkide vardır. Bunların kalitesi yetiştiği
ortama ve türüne göre değişir. Salep ülkemizde birçok yerde yetişmektedir. Ancak ticareti
Burdur'un Bucak ilçesinde yapılır. Salebin yararları saymakla bitmez: Öksürüğe ve sindirim
sistemine iyi gelir, enerji verir, zihni açar. Geleneğimizde salep, büyük ve kulpsuz
porselen fincanlarda içilir.
Salebi hazır olarak
alabileceğiniz gibi, aktarlardan toz olarak alıp evde kendiniz de pişirebilirsiniz.
Ülkemizde bilinçsiz söküm yüzünden orkidelerin nesilleri yavaş yavaş
tükenmektedir. Eğer, alternatif çözümler üretilmezse salep orkideleri, aşırı
söküme bağlı olarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Salep orkidelerinin
doğal çevrelerinde bollaştırılması ve koruma altına alınması, sorunun çözümüne
katkıda bulunacaktır. Bazı türleri yalnızca Türkiye'de yetişir. Kahramanmaraş
dondurmasına katılık, esneklik ve lezzet veren Saleptir. Salep ilaç ham maddesi
olarak da kullanılır.”
Dursun amcanın sohbeti
ve salebi içimizi ısıttı. Samimi bir sohbet ve gerçek bir salep. Lezzeti ve
kokusu harika. Sokak sokak aradığımıza değdi. Grup memnun. Vedalaştık Dursun
Amcayla, onun da bizden memnun olduğu her halinden anlaşılıyordu. Sadece
müşteri memnuniyeti değildi Dursun amcanın yüzündeki memnuniyet; salep ile
ilgilenmemiz ve ona bilir kişi olarak salep ile ilgili bilgiler sormamız onu
çok keyiflendirmişti. Keşke her esnafımız mesleğinin erbabı olsa ve o mesleği
ibadet aşkıyla icra etse hilesiz-hurdasız. Elveda Dursun Amca, bilemeyiz
bakarsın bir gün tekrar çalarız kapını…
Sabah
kahvaltısının ardından rehberimiz hemen Amasya programını başlattı. İlk önce
Hazeran Konağı. Grup üyeleri farklı da olsa önceki gelişimizde uğradığımız
tarihi yerlere uğramıyoruz bu gezimizde. Rehberimiz o yerleri/eserleri sadece
otobüste anlatıyor.
Hazeran
Konağı
“Hazeran konağı 1865 yılında, Amasya Mutasarrıfı Ziya Paşa'nın
Defterdarı Hasan Talat Efendi tarafından yaptırılmış. Hasan Talat Efendi'nin
kız kardeşi Hazeran hanımın uzun yıllar burada yaşamasından dolayı, "Hazeran"
adını almıştır.
Konak haremlik ve selamlık olmak üzere iki bölüm halinde
düzenlenmiştir. Yapı, XX. yüzyılın başlarında Amasya’nın mimari
dokusunu meydana getiren “Türk evi” modelinin tipik bir örneğidir. Konutun doğu cephesi hariç tüm cephelerinde cumbalar vardır.
Yapının doğusu daha
önceki bitişik nizam yapılanmadan dolayı penceresizdir; diğer cephelerin tamamı
pencerelerle donatılmıştır.
Güneye ve batıya bakan
bütün odaların pencere önlerinde birer sedir bulunur. Karşı duvarların ortasına
barok üslûbunun etkisini taşıyan alçı şerbetlikler yerleştirilmiş, her iki
yanları kapaklı yüklük (yatak odalarında bir tarafı gusülhane) olarak
değerlendirilmiştir.
Selâmlık bölümü,
konağın günlük yaşantısı dışında erkek misafirlerin ağırlandığı müstakil bir
mekândır. Büyük çaplı kabullerin ve sohbet toplantılarının yapıldığı “paşa
odası” adıyla da anılan başoda, konağın en aydınlık ve görüş alanı en geniş
mekânı olup işlevi gereği diğerlerinden daha ihtişamlıdır ve bugün de aynı
anlayışla düzenlenmiştir.
Haremlik bölümünün üst
katında selâmlık başodasına bitişik; mâbeyn odası, çeyiz odası, hizmetçi odası
ve ebeveyn yatak odası, alt katında ise mutfak, kiler, oturma ve yatak odaları
yer alır.
Avlunun doğu köşesinden
birkaç basamakla bodrum katına inilir.”
Konak ile ilgili
yapılan bu doyurucu açıklamadan sonra konağı gezmek için 20 dakikalık zaman
verdi rehberimiz. Aynı zamanda isteyenler fotoğraf da çekilecek…
Hazeran Konağı’ndan
sonra, yürüyerek Ulu Camiye geçtik. Yeşilırmak üzerindeki köprü sevgililerin
fotoğraf çekilmeleri için yapılmış sanki. Yeşilırmak’ın o huzur verici sesi
Amasya’nın anlamına anlam katıyor. Yeşilırmak Ferhat’ı özlüyor besbelli. Ferhat
Şirin’in aşkına dağları delerek nice zahmetle getirmişti Yeşilırmak’ı
Amasya’ya. Aşk böyle bir şey. Ferhat Şirinine aşık, Yeşil ırmak ise Ferhat ile
şirine. Yılların gelip geçmesine rağmen maşuklar kavuşamamışsa birbirlerine;
aşk o zaman bazen su sesi olur, bazen kazma sesi ve bazen de sevgilinin duyduğu
ıstırap olur ve çığlığıyla döver de döver boşlukları Yeşil Irmak gibi…
Yeşil Irmak, Kösedağ eteklerinden yola çıkıp
toplayabildiği kadar yol arkadaşıyla birlikte debisini yükselte yükselte sırf
Ferhat ile Şirin’in buluşmasına şahitlik yapmak için gelir Amasya’ya. Çekerek Irmağı’nı ve Deli
çayı da içine alarak debisini ulaşabileceği en yüksek seviyeye yükselterek Ferhat
ile Şirin’in düğün alayına katılmak ister. Ama istediği olmaz. O da öfkesinden
şehri ikiye bölerek başını taştan taşa vura vura yoluna devam eder. Sonra da kahrından
Karadeniz’de intihar eder.
Ulu Cami
“Ulu Cami, Sultan II. Bayezid adına, 1485-86 yılları
arasında cami, medrese, imaret, türbe, şadırvan ve çeşmeden ibaret bir külliye
olarak yapılmıştır. Cami beş kubbeli bir cemaat yeri ile geniş bir kemerle
birbirine bağlanan arka arkaya iki kubbeli mekân ve buraya açılan yan
mekânlardan ibarettir.
Doğu kısmındaki minaresi renkli taşlarla yivli, batı
kısmındaki minare ise palmetlerle süslü olarak yapılmıştır. Batıda medrese, doğuda
imaret ve konuk evi vardır. Her iki minare hizasında bulunan yaşlı çınar
ağaçlarının külliye ile yaşıt olduğu tahmin edilmektedir.
Külliye’nin hikâyesini Evliya
Çelebi'den öğreniyoruz; II. Bayezid, Amasya’da şehzade iken hat hocası
ve yakın dostu Hamdullah Efendi ile
meşk kayasında sohbet ederken “bir gün saltanat bana nasip olursa bu diyara bir
cami yaptırmak isterim” der ve sual eder: “Nereye yaptırayım camiyi? Bu sualin
cevabını Hamdullah Efendi yayını gerip okunu bırakarak verir. “Okumun düştüğü
yer uygundur” şehzadem der. II. Bayezid bir yıl sonra tahta geçer ve okun
düştüğü yere külliyeyi inşa ettirir.
Medrese 1922’den itibaren İl Halk Kütüphanesi olarak kullanılmaktadır.
Medresenin ilk müderrisi daha sonra Osmanlı şeyhülislamı olacak olan Zembilli Ali Efendi’dir.
Külliye, kültürel mirasımızın günümüzde korunan ve bizim olanı en iyi
şekilde temsil eden başyapıtlardan biridir.
Muvakkithâne
Külliyenin avlusunda XIX. yüzyılda
yapılmış bir muvakkithâne (Namaz vakitlerinin tespit edildiği mekân) vardır.
Kapısı üstünde beş beyitlik manzum kitâbesinden bu yapının Hacı Hüseyin Zeki
Efendi tarafından 1840’da inşa ettirildiğini öğreniyoruz. Muvakkithânenin
duvarlarında çok zengin kalem işi nakışların bulunması bu küçük esere ayrı bir
değer kazandırır. Çeşitli süs motiflerinden başka bu süslemede manzaralar,
ağaçlar, bazı binalar görülür. Ayrıca nakışların arasında yakınındaki Beyazıt
Camii’nin bir resmi de yer alır.
Burmalı Minare Camii
İsmini minaresinden alan cami, Mahkeme Camii olarak da
biliniyor. Girişin sol tarafındaki cepheye bitişik sekizgen biçimli klâsik
Selçuklu kümbeti ve sonradan yapılmış, burmalı Osmanlı minaresiyle dikkat
çekiyor. 1237 yılında Anadolu Selçuklu hükümdarı Gıyaseddin II. Keyhüsrev
zamanında emirlerden Ferruh b. Selçuk tarafından yaptırılmış. 1590’da deprem,
1602’de yangın sonunda hasar gören cami onarım görmüş, daha önce ahşap olan
minare burmalı tarzda yapılmıştır. Anadolu Türk mimarisinin değerli eserleri
arasındadır. Burmalı
Minare Camii uzun süre kaderine terkedilerek harap olmaya bırakılmış, 1930’lu
yıllarda da Ziraat Bankası’nın tarım aletleri ambarı olarak kullanılmıştır.
1962’de tamir edilmiş ve ibadete açılmıştır. 1974 yılında ise kubbeleri bakırla
kaplanmıştır. Giriş cephesinin solunda cami duvarına bitişik olarak yapılmış
türbe, Selçuklu mezar anıtları geleneğinin bir örneğidir. Giriş cephesinin sol
köşesinde, bitişik olarak yapılmış olan piramit çatılı kümbette Ferruh Bey ve
oğlu Yusuf Bey yatmaktadır.” Bu kadar tarihi malumattan sonra hedefimizde
aşıklar müzesi var. Müze şehrin dışında, otobüsle gitmemiz gerekiyor.
Aşıklar Müzesi
Aşıklar müzesi 2013
yılında açılmış. Ferhat ile Şirin’in
anısına yapılmış bu müze. Girişte hemen solda kafe-restoran
bölümü var.
Bahçe’ye Amasya Saat Kulesi ‘nin bir örneğini
koymuşlar. Güzel de olmuş. Birçok oturma yeri bulunan bahçe, bakımlı ve temiz.
Su kanalı denilen bir yer var, oraya
giriş yasak ama herkes giriyor. Zaten bakan eden de yok. Kanal boyunca boş boş
yürüyüp geri dönüyorsunuz. İçinde bir şey de yok.
Dağın dibinde Ferhat ile Şirin’in olduğu söylenen bir
mezar var. Mezarın Ferhat ile Şirin’e ait olduğuna biz pek inanamadık açıkçası.
Yine de ruhlarına Fatiha okumayı ihmal etmedik.
Aşıklar Müzesi yerin altında. Müzede, Ferhat ile Şirin, Kerem ile
Aslı, Romeo ve Jüliet, Mimar Sinan ve Mihrimah Sultan gibi sevdalılar bölümleri bulunuyor. Ancak bu sevdalıların
hikayeleri oraya yazılmamış. Diğer müzelerde de aynı eksiklikler var. Demek ki
biz de müze geleneği daha oluşmamış. O kadar masraf yapılıyor, o kadar değerli
eserlere sahibiz, ancak haklarında kısa da olsa malumat yazmayı beceremiyoruz.
Romeo ve Jüliet Bölümü de var müzede. Bu bölümü çok fazla Türk oldu, araya bir de
yabancı sıkıştıralım, öylece byabancı turisti de çekeriz düşüncesiyle yapmış
olmalılar. Romeo ve Jüliet Bölümü’nden çıktıktan sonra bir ağacın etrafına
oturmuş dört âşık karşımıza çıkıyor. Başta Âşık Veysel olmak üzere âşıkların
önünde saygı ile eğilerek yolumuza devam ediyoruz.
Mimar Sinan ve Mihrimah Sultan’ın aşkları ise çok
farklı. Mimar Sinan İstanbul’da iki tane cami yapıyor ve aşkını o camilerde
ölümsüzleştiriyor. Birinin minarelerinin arasından güneş doğarken öbürünün
minarelerinin arasından ay batıyor. Önünde şapka çıkarılacak bir aşk Koca Sinan’ın aşkı.
Yavuklu Kültürü ve İlahi Aşk Bölümü
Müzede,
bizim kültürümüzde önemli bir yeri olan yavuklu kültürüne ait bir anlatım
bölümü bulunuyor. Yavuklu Kültürü bölümünde
sedir, çeşme gibi objeler var. İlahi
Aşk bölümünde çocuk Kur’an okuyor. Odanın etrafındaki duvarların içine
küçük maketler yerleştirilmiş. Her bir makete anahtar deliğinin içinden
bakıyorsunuz. İçeride, Hoca Ahmet Yesevî,
Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre ve Mevlanâ ‘nın maketleri var.
Müzenin
asıl felsefesini oluşturan nokta ilahı aşkın anlatıldığı, ilahi aşk bölümü olsa
gerek. Müzeden çıkınca yorumlar yapıldı. Aşk ve âşıklar üzerinde duruldu.
Merzifon’a kadar aşk üzerine muhabbet devam etti.
Ovabaşı Köyü
Ahmet
başkanın yeğeni Merzifon’da bizi bekliyor olacaktı. Bekliyormuş da. Yol
üzerinde bizim yolumuzu gözlerken bulduk onu. Aldık otobüse. Çok sessiz sakin
birisi. Yolu tarif edecek Kaptan Sezgin’e. Koskocaman ovada daracık yollardan
geçiyoruz. Ova ile mütenasip olmayan yollar bunlar. Otobüsün ikinci bir
manevrayla ancak yola devam edebildiği yerler de var. Köye girdik ve köy meydanında
caminin hemen yanına park ettik otobüsü. Ev biraz daha aşağıda. Oraya yürüyerek
gideceğiz. Köyde bize Halim Uslu ve Alim Uslu kardeşlerde katıldı. Onlar
Çorum’dan gelmişler.
Samiye
hanım ve ablaları, enişteleri, amcaları ve köylüler bizleri bekliyorlar. Ahmet
beyin amcaoğlu Bekir hakikatli bir delikanlı. Evini açtı bizlere. Hazırlıklar
yapılmış. Katmerler, keşkekler, börekler, çörekler, sarmalar, dolmalar
pişirilmiş. Düğün yemeği gibi bir hazırlık yapılmış.
Yemekten
önce Ahmet başkanın mezarına gittik. O bildik tebessümüyle bizi mezarının
başında kollarını açarak karşıladı, kucaklaştık, koklaştık, hasret giderdik,
gözyaşlarımız sel oldu... O kadar memnun oldu ki Ahmet başkan, heyecandan
konuşamadı bizimle, sanki dili tutuldu. Duamızı yaptık. Hakkında şahitlik de
ettik.
Allah’ım
Ahmet başkan senin iyi kullarındandır. Biz onun yanlışını görmedik.
Şahitliğimiz tamdır. Ta Almanya’dan buraya kadar geldik şahadet etmek için, ne
olur şahadetimizi kabul et dedik. Bu kadar içten yapılan duaya Mevlâmız ne diyecek
ki; elbette kullarım dualarınız kabulümdür diyecek…
İzzet ve ikram
Yemekler
o kadar lezzetliydi ki, anlatamam. Hazırlanan her yemekten yedik. Hem de tıka
basa… Yemezsek o kadar emeğe saygısızlık olurdu. Keşkek ise harikaydı, yiyen
bir kap daha aldı. Teşekkürlerimizi sunduk emeği geçenlere. Yemekler üzerine
konuştuk. Çaylarını kahvelerini de içtik.
Namaz kılmak için camideyiz
Sonra
da namaz için camiye geçtik. Bekir’in evinin hemen yukarısında cami. Köyün
girişinde. Keşke gitmeseydik. Tuvaletin o pisliği midemizi bulandırdı. Caminin
maaşlı hocası var. Ayrıca köyün ihtiyar heyeti var. Muhtarı var. Caminin bağlı
olduğu Diyanet İşleri Başkanlığı da var. Sorduk bizimle namaza gelen Ovabaşı
köylülerine, Bekir’e de sorduk “nedir bu durum, sizler bu durumdan rahatsız
olmuyor musunuz? Koro halinde “Caminin hocası var” dediler. “Devlet buraya
hademe vermiyor, biz ne yapalım, başka ilgilenen de yok…” Oooo, mazeret çok,
işi sahiplenen ise yok. Biz o kadar konuştuk konuşmasına da kimsenin yüzü bile
kızarmadı. Belki de misafirseniz misafirliğinizi bilin ve ondan sonra da
edebinizle defolun gidin diyenler de olmuş olabilir içlerinden.
Ey
Ovabaşı köylüleri, orası Allah’ın evi değil midir? Devletten maaş alan sevgili hocam,
sen kürsüye çıkıp temizlikten bahsetmiyor musun, tuvaletin o halini göre göre
nasıl temizlikten bahsedebiliyorsun sevgili hocam? Hadi diyelim, Allah’tan
sıkılmıyorsun, peki kuldan da mı utanmı yorsun? Yazıktır günahtır hocam. O
aldığın paranın hakkını vermen gerekir. Tuvaleti temizlemek seni küçültmez.
İstersen köylülere de o şuuru verebilirsin, temizlik şuurunu vermekten acizsen
sevgili hocam, ne diye orada hocalık yaparsın…
Belki
de üstümüze vazife olmayan işlere karıştık, ama köylüler yine de bizleri yolcu
etmek için eve kadar geldiler ve hepimizle teker teker kucaklaştılar, “tekrar
bekleriz” dediler. İşte Türk insanının misafirperverliği böyledir. Samiye
hanımla, kızlarıyla, ablalarıyla, amcaları, köylüler ile ve Bekir’le vedalaştık
ve düştük geldiğimiz Merzifon yoluna…
Elveda
Bekir, Elveda Yumuşak ailesi ve elveda Ovabaşı köyünün sevgi dolu sakinleri ve
elveda Ahmedim. Biz seni unutmadık ve de unutmayacağız. Belki tekrar yanına
gelemeyiz ama sen devamlı gönlümüzde olacaksın…
Merzifon
“Tarihi Kalkolitik çağa kadar uzanır Merzifon’un tarihi. Ancak, Merzifon’un
bir yerleşim yeri olarak tarih sahnesine çıkışı, milâttan önce I. yüzyıla tarihlenir.
Merzifon’da Osmanlı döneminde Müslümanlarla Gayri Müslimler iç içe yaşadı. Tahminî
nüfusu 6000 kadardı.
Merzifon, Medreseleri, camileri, mescidleri, tekke ve türbeleriyle, çeşitli
hayır kuruluşlarıyla, bedesteniyle hareketli bir şehirdir.
Merzifon
Taşhanı
Merzifon bedesteninin
mimari özellikleri bedestenin 17'nci yüzyılda yapıldığını göstermektedir.
Yapıldığı zamanlarda kentin ticari merkezi konumundaki bedesten bugün de benzer
işlevini sürdürmektedir.
Kentin diğer önemli
özelliklerinden biri Merzifon eşeğidir.
Merzifon konumu
nedeniyle ticaret yolları üstünde olmasından dolayı ticaret hayatı gelişmiş bir
yermiş. Ticari faaliyetlerin lojistiği açısından vazgeçilmez olan eşekler de bu
şehirde tabiatıyla işlevleri gereği çok fazlaymış. Eşrafı meşhurken eşeği de meşhur
olmuş derlermiş. Ayrıca Merzifon eşeği diğer eşeklerden daha büyükmüş. Genetik
olarak farklı bir yapıya sahipmiş. Sütü de anne sütüne çok yakınmış. Yani
Denizli horozu gibi cins eşekmiş, Merzifon eşeği. Eşek kentin simgesi sayılırmış.
Diğeri de Merzifon
keşkeğidir. Keşkeği dillere destandır. Ayrıca Merzifon deyince akla hemen Kara
Mustafa Paşa gelir. Paşa aslen Merzifonlu olup Viyana kuşatması sırasında
başarısız olunca idam edilmiştir. Yedi yıl boyunca sadrazamlık yapan Kara
Mustafa Paşa, Merzifon’a birçok eser kazandırmıştır. Kara
Mustafa Paşa Camii hemen Bedesten’in yanındadır.”
Topuz kebabı
Tarihi Bedesten, tarihi
özelliklerine zarar vermeden düzenlenerek kullanılabilir hale getirilmiştir.
İçinde restoran da vardır. Buraya gelmişken topuz kebabını yemeden geçmek
olmaz. Farklı bir sunumu vardır. Adı Topuz Kebabı. Evet, hani şu hepimizin bildiği
savaş silahı olarak kullanılan topuz. Gürz ya da Bozdoğan adıyla da bilinen,
asırlar boyunca savaş alanlarını kana bulayan ve nice acılara tanıklık etmiş
olan o topuz. Tarihi bedestende farklı bir misyon yüklenmiş o topuza. Restoranda
et, topuzun dişleri üzerine yerleştirilerek servis yapılıyor. Etler öylesine
ilginç bir görsellik arzediyor ki hayran kalmamak mümkün değil.
Etin altında iç pilav
vardır. Yağlar ve soslar iç pilavın üzerine akar. Harika bir görsellik ve de
lezzet.
Yaklaşık 45 dakika
ısısını koruyan topuz, etlerin soğumadan yenmesini sağlıyor.
Bu ilginç fikir
öylesine şık bir sunumla hayata geçirilmiş ki, Bedesten Osmanlı Mutfağı bu
anlamda gerçekten takdire değer bir iş yapmış. Merzifon’a, sırf bu kebabı merak
edip tatmak için gelenler bile varmış. Marka tescil belgesini de alan işletme
bu eşsiz sunum ve lezzeti dünyaya tanıtmak istiyor. Ancak biz yiyemedik.
Ovabaşı Köyü’nde yediğimiz yemekler ve keşkekten sonra yiyemezdik zaten…
Halim Uslu ve Alim
Uslu ile Mezifon’da vedalaştık. Çorum’a gelmemizi istediler ama yolcu yolunda
gerek dedik. Daha batı Karadeniz gezisinin başındayız. Düştük yollara. Bu sefer
otobüste bir sessizlik vardı. Ahmed’i ziyaret haliyle arkadaşların üzerinde bir
tesir bırakmıştı. Akşam daha olmamıştı ki; Türkiye’nin en mutlu insanlarının
yaşadığı şehir olan Sinop’a gelmişiz…
Devam
edecek