24 Mart 2025 Pazartesi
DUA /YAKARIŞ
DUA/ YAKARIŞ
-Allah'ım, Müslüman kimlikli sahtekârların kol gezdiği, kafirlerle, münafıklarla, zalimlerle iş tuttuğu, yolsuzlukların alıp başını gittiği, at izinin it izine karıştırğı bu yalan dünyada, ne olur, yardım et bize-”
Rüştü KAM
Sevgili okuyucularım. Bunaldığımız zamanlar çok oluyor. Göğsümüz daralıyor, içimiz sızlıyor, içimiz içimize sığmıyor, ama fazla bir şey yapamıyoruz. Bağırıp çağıran, küfürler savuran yapamayacaklarını yapacağım diyerek rahatlamaya çalışan çok insanımız var. Bir öfkedir gidiyor. Bütün bu olumsuzlukları bizlere yaşatan, gazetelerde okuduğumuz, internette okuduğumuz, seyrettiğimiz, televizyonlarda gördüğümüz hatta cep telefonlarında anında vakıf olduğumuz, gösellerdir, haberlerdir.
Dizi film izler gibi, sokaklarda vahşice öldürülen insanların ölümünü seyrediyoruz, savunmasız çocukların, kadınların ölümlerini izliyoruz. Bütün bu vahşet sahnelerini normal bir olaymış gibi izliyoruz. Rahatsız olmadığımızı sanıyoruz ama aslında hepsini içimize atıyoruz. Zamanla da bünyemiz kaldırmaz hale geliyor bu olup bitenleri. Hırçınlığımız ondan, bağırıp çağırmamız ondan. Stres diyorlar bu çaresizliğin verdiği tahribatın adına. Depresyonlara giriyoruz. Psikologlarda aylarca sıra bekleyen insanımız var.
Yapabileceği bir şeyi olmayan tüm insanlara ben sığınma öneriyorum. Allah'a sığınmak, ondan yardım dilemek, O'nunla konuşmak, derdini O’na anlatmak. O'na çaresizliğimizi anlayacak ve gerekeni yapacaktır. Bu durumda hem sahibimizden yardım dilemiş olacağız hem de aylarca sıra beklemeden her an psikoloğumuzla buluşup dertleşebileceğiz. Ben örnek olacağını düşündüğüm bir dertleşme, yakarma metni yazdım, yani dua metni, beddua metni değil. Yere diz çökün, ellerinizi göğe doğru açın ve okuyun bu metni, deneyin, inanın iyi gelecek:
Tevhid
Allah'ım, varsın, birsin, eşin ve benzerin yok, doğmadın ve doğurulmadın, ezelisin ve ebedisin, güç ve kuvvet Sahibisin, adilsin, cömertsin.
Allah'ım biz Sana inandık, meleklerine inandık, kitaplarına inandık, peygamberlerine inandık, ahirete inandık, öleceğimize ve öldükten sonra tekrar dirileceğimize inandık iman getirdik. İmanımızı kabul eyle.
Biz senin elçilerin arasında ayırım yapmadık, ne buyurduysan hepsini işittik ve itaat ettik. Ey Allah'ım bütün yollar sana çıkar, bizi doğru yolundan ayırma. İmanımıza şüphe düşürme, şirke düşürme, vesvese verme.
Allah'ım, bilerek ve de bilmeyerek işlemiş olduğumuz günahlarımız varsa, biz onları işlediğimize pişman olduk, bir daha günah işlemeyeceğimize dair, Sana söz veriyoruz günahlarımızı affeyle.
Ey Allah'ım, küfre sapan topluma karşı ayaklarımızı yere sağlam bastır ve yardım et bize.
Fatiha
Övgüye layık olan Sensin, Rahmansın ve Rahîmsin, din gününün Sahibisin, biz yalnız Sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yolundan ayırma, nimet verdiklerinin yolundan ayırma. Dalalette olanların ve sapıtanların yolundan uzak tut.
İbadetler
Allah'ım, kıldığımız namazlarımızın kıyamını, kıratını, rükûunu, sücûdunu kabul eyle, kıyamet gününde eski bez parçası gibi yüzümüze vurma.
Allah'ım, namazımız bizi kötülüklerden uzaklaştırsın, zekâtımız ihlasımızı artırsın, cömertliğimizi artırsın, haccımız birlik ve beraberlik ruhumuzu geliştirsin. Cihadımızla kötüleri ve kötülükleri defedelim, duruşumuzu belli edelim, zalimlerin karşısında dimdik duralım, eğilmeyelim, mazlumların yanında olalım, haksızlık karşısında susmayalım, kıyam edelim. Ne olur zalimlere karşı yardım et bize.
Ana ve babamızı affet
Allah'ım, Sen bize dünyada ve ahirette iyilikler nasip eyle, ateşten koru. Anamızı babamızı affet, mü'minleri affet ve hesap gününde onların kitaplarını sağ yanlarından ver.
Allah'ım, rızkımızı artır, ilmimizi artır, imanımızı artır, göğsümüzü genişlet, muradımızı anlaşılır eyle, cömert olalım, kimsesizlerin, yetimlerin öksüzlerin, yardıma muhtaç olanların velisi olalım. Mazlumun yanında zalimin karşısında duralım. Özgüvenimizi artır, maddeye kul olmayan cömert kullarından eyle bizi.
Kur'an'ın yolu
Allah'ım, yolumuz Kur'an yolu olsun, yönümüz Kur'an'a dönsün, Kur'an bize ışık olsun, aydınlatsın yolumuzu.
Allah’ım, Yolunda bizi sabit kıl, gerisin geriye döndürme bizi.
Allah'ım, şeytanın şerrinden, şeytanlaşmış insanların şerrinden, münafıkların şerrinden, zalimlerin şerrinden, riyakârların şerrinden, takiyyecilerin, yılışıkların, içten pazarlıklı insanların şerrinden koru bizi.
Para için, makam için, mevki için dinlerini, mukaddes değerlerini satabilecek kadar adileşen, başkalarıyla iş tutan, milli ve manevi değerlerimizi ayaklar altına alan, vatanımıza başkalarına peşkeş çeken, gözü dönmüş sahtekârların, hainlerin, takiyyeci Müslümanların şerrinden koru bizi.
Gücümüzün üstünde yük yükleme
Allah'ım, bize gücümüzün üzerinde yük yükleme, takat yetiremeyeceğimiz bir teklifte bulunma. “Herkesin yaptığı iyilik kendi lehine, işlediği kötülük kendi aleyhinedir, kişinin emeği ile kazandığı kendi lehinedir, başkalarının sırtından kazandığı kendi aleyhinedir” buyuruyorsun, bize helalinden kazançlar nasip eyle. Kazandıklarımızı da cömertçe, karşılığını yalnız Sen’den bekleyerek muhtaç olan diğer insanlarla paylaşmayı bizlere nasip eyle.
Ey Rabb'imiz! Unutur yahut hata edersek bizi hesaba çekme. Ey Rabb'imiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabb'imiz! Bize, güç yetiremeyeceğimiz şeyleri de yükleme. Affet bizi, bağışla bizi, acı bize. Sen bizim Mevlâ'mızsın. Küfre sapanlar topluluğuna, din düşmanlarına vatan hainlere karşı yardım et bize!
Dünya Müslümanları
Güç kuvvet sahibi, irade sahibi yüce Rabbim, Ey iman edenler, "iman ediniz" buyruğunla bütün İslâm alemine tecelli et. Müslümanlar yeniden iman etsinler, kendilerine gelsinler, duruşlarını belli etsinler, silkinsinler ve kıyam etsinler:
Ve zalimlerden hesap sorsunlar, hiçbir günahı yokken tecavüz edilen analarımızın, bacılarımızın, kız kardeşlerimizin hesabını sorsunlar.
Hiçbir günahı yokken acımazsızca katledilen çocukların hesabını sorsunlar, hiçbir günahı yokken hunharca öldürülen, üzerlerine bomba yağdırılan savunmasız insanların, ihtiyarların, sivillerin hesabını sorsunlar.
Kıyam etsinler ki; ellerinden yiyecekleri alınan, içecekleri alınan, giyecekleri alınan, ülkelerine, topraklarına zorla girilen, işgal edilen çaresiz insanların hesabını sorsunlar.
Yakarış
Allah'ım bize yardım et, aç kollarını ve sımsıkı sarmala bizi, yaslanalım göğsüne, koyalım başımızı omuzuna, okşa saçlarımızı, dindirelim göz yaşlarımızı, senin göğsünde huzur bulalım, mutlu olalım.
Allah'ım Müslüman kimlikli sahtekârların kol gezdiği, kafirlerle, münafıklarla, zalimlerle iş tuttuğu, at izinin it izine karıştığı, yolsuzlukların alıp başını gittiği bu yalan dünyada, ne olur, bu kadar mutluluğu çok görme bize.
Ve bu dünyadaki görevimiz son bulduğunda, sana gelmemiz için emir buyurduğunda, son nefesimizde iman nasip et bize. Karşına boynu bükük olarak çıkmayalım, görevini yapmış, yapacağını yapmış, yapamadığını ise Sahibine havale etmiş gerçek bir mü'min olarak çıkalım karşına. Ne olur yardım et bize! Amin.
17 Mart 2025 Pazartesi
ÇANAKKALE
ÇANAKKALE GEÇİLMEZ DEDİK GEÇİRMEDİK
-Çanakkale Geçilmez Dedik; Geçirmedik-
Rüştü KAM
1915 yılının temmuz ayı. Aynı zamanda Ramazan ayı. Mehmetçik Çanakkale Cephesi’ndedir. Oruçludur. Kurşun yağmurunun altında arkadaşının şehadetine tanıklık eden, sıranın her an kendisine gelebileceğinin hesabını yapmadan siperden sipere koşan o Mehmetçik, Çanakkale Savaşında orucundan taviz vermemiştir. Bir Ramazan boyu hoşafla, bir dilim ekmekle tutmuştur orucunu. Siperinden de hiç ayrılmamıştır.
Ramazan Bayramı
Nihayet, Ramazan Bayramı yaklaşmıştır. Mehmetçik bayram namazının kılınıp kılınmayacağını merak etmektedir. Herkes birbirine sorar, “Acaba bayram namazı kılınacak mıdır? Kılınacaksa nerede kılınacaktır?”
Olayı anlatan bir Çanakkale Gazisidir:
“Çanakkale’de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydolmuştum. Gelibolu’da siperdeyim. Hafız olduğum için bir taraftan da devamlı Kur’an okuyordum, dua ediyordum. Savaşın süresi uzadıkça, kayıplar da çoğalmaya başlamıştı, cephedeki din görevlileriyle irtibatımız da kopmuştu, herkes ayrı bir siperdeydi. Onlarla konuşup istişare edemiyorduk, savaş tüm hızıyla devam ediyordu, ana-baba günüydü, dehşetli çarpışmalar oluyordu. Bizim gibi gençler -o zaman 28 yaşındaydım- cephede savaşırken, yaşlılar geri hizmetlerde ve hastanelerde görev yapıyorlardı. Ben, savaş bitinceye kadar Seddülbahir Cephesi’nden hiç ayrılmadım.
Arefe günü idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı yanına. “Hafız, askerlerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Askerlerin toplu halde bulunmaları çok tehlikeli ve bu düşman için bulunmaz bir fırsattır. Ben tekliflerini kabul etmedim. Sen de münasip bir lisan ile anlatırsın onlara” dedi. Paşa’nın yanından ayrılmıştım ki; zamanın ulularından gözü gönlü Hak adına bağlanmış ariflerden, zarif bir zat çıktı karşıma. Bilgide kimse onunla yarışamazdı. Develer yüküyle kitap okumuştu o. Sohbet sırasında onu dinleyenler yangın içinde olsalar bile dinlerler, asla sohbetini bırakıp kaçmazlardı, şimdi karşımda duruyordu, tanıyordum onu, evet tanıyorum onu, o evet o idi. O zat o gün orada idi, evet oradaydı… Gerçek miydi Allah’ım bu gördüklerim diye düşünürken, o zat bana yaklaştı ve dedi ki: “Sakın ola ki askerlere bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! Allah ne derse o, olur!” Sabahı bekle…
Bayram Namazı
12 Ağustos 1915 Perşembe günü, sabah erkenden kalktım. Askerler de ayaktaydı, bayram namazını eda etmek istiyorlardı. Aynı göle dökülen sular gibi, Allah sevgisinde birleşen yüzlerce asker saf tutmuştu. Hak katında birlikte secdeye varacaktık. Hep beraber başımızı göğe kaldırdık, hevenk hevenk beyaz bulutlar gördük. Biraz sonra da bu bulutlar olduğu gibi yere çöküverdi. Bu olağanüstü olay karşısında herkes kendinden geçti ve hep birlikte “Allahü Ekber!” deyip secdeye kapandık. İçimizde ince bir huzur çiçeklenmişti ve Yüce Allah bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. O, arefe günü konuştuğumuz ulu kişi de oradaydı. Askerle birlikteydi. Namazı o kıldırıyordu. “Dokuz tekbirle vacip bayram namazı için durun divana uyun imama, Allahü Ekber.”
Kısa bir sessizlikten sonra, ariflerden olan o kişi, tatlı ve yanık sesiyle, Fetih Sûresi’nin 1. ayetinden 9. ayetine kadar okudu. Sonra ikinci rekât, tekbirler alındı, secdeye gidildi ve selam verildi, bayram namazı eda edilmişti. Koro halinde yüksek sesle Kelime-i Tevhidi tekrarlıyorduk. O kadar gür sesle okuyorduk ki Kelime-i Tevhidi, dağ taş inliyordu, “La ilahe İllallah”. “La ilahe İllallah”…
Seslerimiz, yankılanarak geriye geliyor gibiydi, ilk başta bize öyle gelmişti. İyice dikkat edince anladık ki bu ses bizim sesimizin yankısı değildi, kulaklarımıza inanamadık, bir yerlerden daha Kelime-i Tevhid okunuyordu, yüzlerce asker hep birden, “La ilahe İllallah” diyordu. Hepimizin beti benzi soldu, kül gibi oldu, herkesin yüreği ağzındaydı. Kimdi bunlar, bu sesler nereden geliyordu. Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi dayanacak yoksa anlatanlar mı dayanacak? “Allah! Allah!” diyen kendinden geçiyor, sanki hep birlikte kanatlanıp göklerde uçmaya başlamıştık. O barut ve kan kokusundan bıkmış olan askerler, Allah ile bütünleşmenin ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi. Allahü Ekber…
Zığındere’nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen “La ilahe İllallah” sesleri, onların kalbini kâh varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kâh yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. Hak’tan başka Hak yoktu. Tekrarlanan hep buydu… “La ilahe İllallah…”, “La ilahe İllallah…”
Sonradan anladık ki bu sesler, İngiliz sömürgesi içinde bulunan Müslüman askerlerin sesleriymiş… Bayram namazında okunan duaları ve tekrarlanan şehadet kelimesini duyunca, onlar da anlamışlar ki Müslüman Türk Askeri’yle savaşıyorlar, çılgına dönmüşler, kandırıldıklarını anlamışlar ve isyan etmişler. Hemen geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlar. Hepsi de infaz edilmiş. ”(M.İhsan Gençcan, Ç.S. ve Menkıbeler, İst.1998 s. 75)
Seyit Onbaşı
“İngiliz’i, Fransız’ı, Avustralyalısı dünyada ne kadar güçlü ve büyük devlet varsa toplanmışlar gelmişler Çanakkale Boğazı’na. Gayeleri bizi geldiğimiz yere, Orta Asya’ya sürmekmiş. Çoktan paylaşmışlar bile kendi aralarında Osmanlı Toprağını. Güya, bizimle müttefik(!) olan Almanya, Anadolu haritasının üzerine Almanya (Deutschland) yazarak gelmiş Çanakkale’ye. Savaştan sonra onun payına Anadolu düşecekmiş, böyle anlaşmış olmalılar işgalcilerle. Çanakkale komutanı Liman von Sanders’in çıkarmayı 24 saat geciktirmesinin ve askeri yanlış yerde, Saroz Körfezi’nde mevzilendirmesinin sebebi bu olsa gerektir.
İşgalciler, birkaç bomba atarak Çanakkale’yi geçip sabah kahvelerini Marmara Denizi’nde yudumlamak istemekteymişler. Balkan Savaşları’nda yorgun düşen ve hırpalanan Osmanlı’nın dayanacak gücünün kalmadığını düşünmekteymişler. Osmanlı’nın Boğaz’a döşedikleri mayınları, mayın temizleme gemileriyle temizlemek zor olmamış onlar için, sonra da kendilerinden emin bir şekilde 19 Şubat sabahı başlamışlar Osmanlı tabyalarını bombalamaya. Yer yerinden oynamış, neredeyse taş üstünde taş gövde üstünde baş kalmamış. Cesetler havada uçuşmaya başlamış.
Komutanı çıkarmış Seyit Onbaşı’yı enkazın altından, ayakta kalan üç kişi varmış. Biri subay, biri er ve bir de Seyit Onbaşı. Yapabilecekleri fazla bir şey yokmuş. Oraya buraya bakınıp neleri yapabileceklerinin hesaplarını yaparlarken, Seyit Onbaşı “Ya Allah bismillah” diyerek almış yerde duran 250 kiloluk o son top mermisini, sürmüş topun ağzına ve yollamış hedefine. Tam isabet. Bir telaştır almış düşman donanmasını. Birbirlerini yedeklerine almaya çalışan diğer gemiler de Anadolu yakasına paralel olarak ne zaman döşendiğini bilemedikleri mayınlara çarparak, başlamışlar birer birer denize gömülmeye. “Gerçekten inanıyorsanız ve sabırlıysanız, Ben sizin 20 kişilik gücünüze 200 kişilik güç veririm”. Seyit Onbaşı Allah’ın bu yardımına mazhar olmuş. Çanakkale Boğazı’ndan geçememiş düşman ve 19 Şubat sabahı, yudumlayamamışlar kahvelerini Marmara’da. Arkalarına bile bakmadan başlamışlar kaçmaya. Deniz savaşı böylece Osmanlı’nın zaferi ile sonuçlanmış.
Yahya Çavuş Sahne Alıyor
Deniz savaşı böyle sonuçlanmış sonuçlanmasına da düşmanın gayesi Türkleri geldikleri yere göndermek olduğu için pes etmemişler ve karadan boğaza inmek istemişler. Arıburnu’ndan çıkarma yapmışlar Gelibolu’ya. Bu sefer de Yahya Çavuş çıkmış karşılarına, 63 askerle. Gerçek bir destan yazmışlar orada, müttefik ordularını karaya çıkarmamak için direnmişler ve neticede 63 kınalı kuzunun hepsi orada şehit düşmüşler.
Beklenmedik bir olay da burada gerçekleşmiş. Müttefikler, nihayet 63 askeri şehit edip karaya ayak basınca, Fransız ordusuna mensup Senegalli askerler, Müslüman Osmanlı askerleriyle savaştıklarını fark etmişler. Sormuşlar subaylarına “biz kiminle savaşıyoruz?” diye. Subaylarından ikna edici bir cevap alamayınca da çevirmişler silahlarını Fransız askerlerine, Allah ne verdiyse… Sonra da Fransız askerleri tarafından hepsi şehit edilmişler…
Conk Bayırı
63 kişiye karşı kazandıkları bu mevzi başarılardan cesaret alan düşman askeri, Conk Bayırı’na doğru başlamış ilerlemeye. Bigalı köyünde geri hizmette görevlendirilen Mustafa Kemal çıkmış bu sefer karşılarına. Kurmay Yarbay Hüseyin Avni Paşa ile birlikte yapmışlar planı. 57’inci Alay’ın komutanıymış Hüseyin Avni Paşa. Anzaklarla girişilen çatışmada hepsi şehit düşmüş. Önlerine çıkan engelleri birer birer aşan düşman askerleri için an meselesiymiş artık savaşı kazanmak, böyle düşünmeye başlamışlar. Allah’ın yardımı bu sefer de Mustafa Kemal’e ulaşmış. Mermileri bittiği için Anzaklardan kaçan askerlerle karşılaşmış Conk Bayırında. Arkalarından kovalamaktaymış Anzaklar onları. Tehlikeyi gören Mustafa Kemal birden askerlere, “asker yat!” komutunu vermiş. Bu komutla askerlerimiz yatarken, birdenbire ne olduğunu anlayamayan Anzak askerleri de yatmışlar o an yere. İşte Çanakkale savaşının kırılma noktası bu komut olmuş. Hemen sonra, “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum!” komutuyla şahlanan askerler ‘Allah Allah’ nidalarıyla hücuma kalkmışlar, püskürtmüşler Anzakları. Kara savaşında zafere doğru gidilen yolda ilk adım işte böyle atılmış.”
Metrekareye 8.000 merminin düştüğü, bir gecede on bin gencin kaybedildiği, nişanlıları birbirinden, öğrencileri okullarından ayıran Çanakkale savaşı, 250 bini şehit olmak üzere tamamı 316 bin kayıpla 29 Ağustos 1915’te zaferle sonuçlanmış.
Bu savaşı en iyi anlayan ve yaşayan kişi hiç kuşkusuz Mehmet Akif Ersoy’dur. Kendisi savaş esnasında gönüllü asker toplamak üzere Mısır’da görevli olmasına rağmen sanki savaşın en kızgın yerinde bizzat kendisi savaşıyormuş gibi yazmıştır bu destanı. Mehmet Akif olmak işte böyle bir şey… Bu destanı mutlaka okuyunuz, sadece okuyunuz, anlamaya çalışmayınız, inanın, bitirdiğinizde anlamış olacaksınız.
Çanakkale Destanı
“Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu: bir Avrupalı! “
…
Ben derim ki; Çanakkale anlatılmaz, yaşanır. Ey Türk’ün evladı! Ve ey Avrupa ülkelerinde yaşayan ve izinlerini Türkiye’de geçirmek isteyenler gurbetçiler, sizlere tavsiyemdir; Çanakkale’yi mutlaka ailenizle birlikte yaşayınız. Üzerinde nefes aldığınız o topraklar orada yatan şehitlerimizin emanetidir. Unutmayınız…!
9 Mart 2025 Pazar
8 MART KADINLAR GÜNÜYMÜŞ
8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜYMÜŞ!
-Ne yaptıklarını biliyor mu bugünü Kadınlar Günü olarak kutlayanlar?-
Alman Klara Zetkin, Amerika’da (1857) hayatını kaybeden işçilerin anısına, Danimarka'nın başkenti Kopenhag'daki "Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı"nda, 8 Mart'ın Kadınlar Günü olarak kutlanmasını teklif etti. Teklif oybirliği ile kabul edildi.
İlk olarak 19 Mart 1911'de Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre'de yapılan etkinliklerle kutlanmaya başlandı.
Kutlama sonradan, Birleşmiş Milletler tarafından da resmi olarak kabul edildi (1977). O günden beri "Dünya Kadınlar Günü", cinsiyet eşitliği, kadınların siyasi ve sosyal statülerinin geliştirilmesi ve farkındalık oluşturulması amacıyla her yıl 8 Mart'ta âlây-ı vâlâ ile kutlanıyor.
Başlangıcı itibariyle Kadınlar Günü, sosyalist/komünist bir anma günüdür. Bu gün, evrildiği noktada başlangıcı ile pek bir alakasının kaldığını düşünmüyorum.
Eğer kadınlar günü olarak, bir gün kutlanılacaksa, gözlerimizi me’haz/kaynak olarak Antik İskenderiye Kütüphanesi’ne çevirmemiz gerekir. Yani 415 yılına. Orada karşımıza Matematikçi ve Astronom bir bilim kadını çıkacaktır. O kadın Antik Yunan’da erkeklere Matematik ve Astronomi dersleri vermiştir. Sırf bundan dolayı bağnaz Hristiyanlar tarafından aforoz edilerek recmedilmiş, sonra da derisi yüzülerek öldürülmüştür. Bunlar yetmemiş üstelik bir de yakılmıştır.
Şimdi anılması gereken gün; Klara’nın (Klara Zetkin) teklif ettiği, Amerika’da yakılan işçilerin anılması mıdır yoksa Antik Yunan’da işkence altında öldürülen Hypatia’nın anılması mıdır? Cevabını siz kıymetli okuyucularıma bırakıyorum.
Dilerseniz şimdi sizinle biraz tarihin dehlizlerinde yolculuk yapalım ve Hypatia’yı tanıyalım:
Antik Dönemin Bilim Kadını Hypatia
Hypatia, M.Ö. 360 ile M.S. 415 yılları arasında yaşamış, Antik İskenderiye’de (Alexandria) doğmuş ve dönemin en tanınmış filozoflarından biri olarak tarihe geçmiştir.
İskenderiye, Hellenistik dönemde bilimsel ve felsefi araştırmaların merkezi olarak kabul ediliyordu ve Büyük İskenderiye Kütüphanesi gibi önemli entelektüel kurumlara ev sahipliği yapıyordu. Hypatia'nın babası Theon, İskenderiye Okulu'nun başındaki önemli bir figürdü. Theon, Hypatia’ya Yunan felsefesi, matematik ve astronomi gibi alanlarda derin bir eğitim imkanı sağlamıştır.
Hypatia, Astronomdur. İskenderiye Kütüphanesi'nde felsefe, matematik ve astronomi üzerine dersler vermiştir. Yeni Eflatunculuk öğretisine bağlı olan Hypatia, Atina Akademisi'nin Eudoxus'ün başını çektiği Matematik geleneğine üyedir.
Hypatia, İskenderiye’deki bilimsel çevrelerde geniş bir üne sahipti ve burada kendi okulunu kurarak, hem erkek hem de kadın öğrencilere dersler veriyordu. O dönemde, bir kadın olarak bilimsel bir okul yönetmek oldukça nadir bir durumdu ve bu durum, Hypatia’nın entelektüel kudretinin bir göstergesiydi.
Hypatia, dönemin Hristiyan liderleri tarafından devamlı eleştirilmiştir. Hristiyanlığın resmi din olarak kabul edilmesiyle, eski Yunan düşüncesiyle bağlantılı olarak Hypatia'nın fikirleri, tehdit olarak görülüyordu. Bu gerginlik, Hypatia’nın, Hristiyan çeteler tarafından linç edilmesiyle sona ermiştir. Ölümü, sadece kişisel bir kayıp değil, aynı zamanda bilim ve düşünceye yapılan büyük bir saldırı olarak kabul edilmiştir.
Hristiyan Engizisyonu; Bilim Kadını Hypatia'yı katletmiştir. (M.S. 415)
Onu, ”tüm zamanını büyüye, usturlaplara ve müzik aletlerine adayan bir büyücü” olarak suçlamışlardır. Çırılçıplak soyup sokaklarda sürüklem,işler ve sonrasında da kiliseye götürerek recmetmişler yani taşlayarak öldürmüşlerdir ve derisini yüzmüşlerdir. Sonra da toplumun önünde yakmışlardır. Ondan bize miras olarak bizlere şu sözleri kalmıştır; ”Düşünme hakkınızı koruyun, yanlış düşünmek bile hiç düşünmemekten daha iyidir.”
Sonuç olarak, Hypatia yalnızca Antik dünyanın bilimsel mirasını devam ettiren bir figür değil, aynı zamanda kadının bilimdeki rolünü şekillendiren bir örnek olmuştur. Bilimsel katkılarından, felsefi derinliğinden ve entelektüel cesaretinden ötürü, Hypatia, dünya tarihindeki en önemli bilim kadınlarından biri olarak kabul edilmeye devam edecektir. (https://www.frauen-informatik-geschichte.de/index.php-id=24.htm)
2 Mart 2025 Pazar
ZEKAT 2025
19:49 - 24/06/2015
ZEKÂT 2025
Rüştü KAM
-Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir-
“Davası olanın, destekçisi Allah’tır.
Duası olanın davası olur, davası olanın iddiası da olur.
Dava sahibi olanlar heva sahibi olamazlar
Allah uğruna verilen mücadelenin mağlubiyeti yoktur.
Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir.
En etkili davet temsildir.
Davası olmayanın daveti olmaz; davanız varsa davetiniz de vardır.”
2011 yılında zekât konusunu işlemişim köşemde. Aradan 14 sene geçmiş. Bu sene o yazıyı aynen önemine binaen tekrar istifadenize sunuyorum. Çünkü yazıya ilave edilecek fazla bir şey yok. Müslümanların durumunda, anlayışında bir değişme, gelişme, olmamış. Allah’ın mal mülk verdiği, zengin kıldığı Müslümanlar yine kendi âleminde. Bıraktığımız yerde otluyorlar. Bütün olup bitenlere rağmen onlar yine, davetlerde fotoğraf çektirmekle meşguller. Çelik çomak oynuyorlar. On dört sene zarfında üç tane de olsa bazı kurumların altına imza koymamışlar. Bilhassa Almanya’da yaşayan Müslümanlar böyledir. Bir gayret içine giren şuurlu Müslümanlar elbette vardır elbet, onları istisna ederek yazıma başlıyorum…
Zekatı ve sadakalarımızı nasıl değerlendirmeliyiz
Ramazan ayının içindeyiz. Bu ayda herkes üzerine düşen görevi yapmalıdır. Zekâtlar, fidyeler, fitreler ve mali yardımlar mümkün olduğunca yaşanılan yerin (Berlin’in) dışına çıkarılmamalıdır. Kur’an’ın buyruğu bu yöndedir. Yardımlarınızı bulunduğunuz yerin dışına çıkarmak için kapınıza gelenlere sakın itibar etmeyiniz. Kim olursa olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmeyiniz.
Biz önce bulunduğumuz çevredeki insanlardan sorumluyuz: “Sana, neyi infak edip vereceklerini soruyorlar. De ki: İnfak ettiğiniz mal ve nimet; ana-baba, yakınlar, yetimler, yoksul ve çaresizlerle yolda kalan için olmalıdır. Hayır olarak yaptığınızı Allah en iyi biçimde bilmektedir.” (Bakara 215)
Lütfen sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Geleceğimizi düşünelim, çocuklarımızı düşünelim. Yardımlarımızı öncelikle kendi çocuklarımızın geleceği için yapalım. Sorumluluk bilincidir insanı olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı bu bilinçle yapalım. Görev bilinciyle hareket edersek, görevimizi birisinin hatırlatmasına ihtiyaç kalmayacaktır.
Bugünlerde yardım kuruluşları, duygularımızla hareket etmemizi sağlayacak broşürler yayınlamaya başladılar yine. Televizyonlara reklamlar veriyorlar, el ilanları dağıtıyorlar, Afrikalı çaresiz insanların fotoğraflarını broşürlere basarak duygularımızı tetikliyorlar/sömürüyorlar. Her gün, yerden pıtrak (Kırlarda yetişen yabanî bir otun dışı dikenli tohumu) biter gibi yardım kuruluşları çıkıyor ortaya. 50 yıldır(2015) böyle yapıyorlar, hele son senelerde bu yoldan geçinenlerin sayısı daha da fazlalaştı.
Yardım kuruluşlarının, kira paraları, personel maaşları, verdikleri reklamların paraları verdiğiniz yardımlarınızdan karşılanıyor, bunu bilesiniz.
Yardım kuruluşlarının topladıkları paraların ortalama hesabını yaparak çıkalım yola, bakalım ne işe yaramış bu güne kadar verdiklerimiz: Bütün Almanya’yı hesaba dahil edelim ve hesabı sadece Türk kökenli Müslümanlar üzerinden yapalım. 4 milyon insanımız yaşıyor Almanya ‘da. 3 milyon insanımızı bir kenara bırakalım ve bir milyon insanımızın zekât mükellefi olduğundan yola çıkalım.
Tahmini olarak yılda bir milyar Euro toplanıyor
Yardım kuruluşlarına verilen bağışları; zekât, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 € olarak hesaplayalım. 1.000.000×100=100 milyon € yapar. Bu hesaptan yola çıkarsak son on yılda 1 milyar € toplanmış demektir. Bu bir milyar € genel olarak Afrika ülkelerine gönderildi, Filistin’e, gönderildi, Irak’a, Suriye’ye gönderildi, Afganistan’a gönderildi hâlâ da gönderiliyor.
Şimdi sonuca bakalım; kaç tane Afrika ülkesini açlıktan kurtarmışız yaptığımız bu yardımlarla, kaç tane Afrika ülkesi bizim yardımlarımızla ayağa kalkmış, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle sorunlarını çözmüş? Aksine, yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği gibi, her geçen gün kervana bir başka ülke katılıyor…
Unutmayalım bu yardımların birkaç mislini Birleşmiş Milletler (BM) de yapıyor. Avrupa ülkeleri ve İslâm ülkeleri de yapıyor. Buna rağmen o ülkelerde problemler azalacağı yerde artıyor. Şimdi Suriye çıktı sahneye. Yine keselerimizin ağzını açtırdılar bizlere.
Emperyalist ülkeler bir bahane uydurarak önce bir ülke seçiyorlar, oradaki insanları bombalıyorlar. Evsiz yurtsuz bırakıyorlar. Sonra da Müslümanlara değişik isimlerde yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. Paralar toplanıyor, bilezikler, yüzükler, küpeler dolduruluyor torbalara. İhtiyaç gösterilen yerlere gönderiliyor. O paralarla silahlar alınıyor. Silahları satanlar o emperyalistler, alanlar genelde Müslüman gruplar. Öldüren de Müslüman öldürülen de. Onlar birbirlerini daha iyi öldürsün diye yardım kuruluşlarına yardım edenler de Müslümanlar.
Filistin’e, ben kendimi bildim bileli yardım gönderilir. Bitti mi Filistin meselesi? Duruldu mu sular? Küçücük Filistin’de iki tane grup var. El-Fetih ve Hamas. Kendileriyle didişmekten düşmanlarına karşı ortak tavır bile alamıyorlar. Çünkü kendi içlerindeki silah tüccarları o savaşın bitmesini istemiyorlar...
Perde arkasında dönen dolapları görmek lazımdır. Bizlere; Avrupa’da yaşayan Türklere ve Müslümanlara ne Türkiye ne de Birleşmiş Milletler elini uzatıyor. Oysa aynı Türkiye Somali gibi dünyanın başka ülkelerine yardım gönderiyor. BM’ de yardım gönderiyor oralara. Bizim kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Hesabı önce çocuklarımızdan başlayarak soracak bize Allah. “Ey İman Edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!”(Tahrîm: 6)
Sadece çocuklarımızın karnını doyurmakla bu azaptan kurtulamayız. Onların ruhlarını da doyurmamız gerekiyor. Onları kimlikli birer nesil olarak geleceğe yönelik yetiştirmeliyiz. Hz. Ali der ki:” Çocuklarınızı yetişkin olarak bulunacakları çağa göre yetiştiriniz.” Çocukları yetiştirmek için müesseseler kurmalıyız. Çocuk yuvalarından başlamalıyız işe. Müfredatını kendimizin hazırladığı bir yuvadan bahsediyorum. Teşvikler alarak, para kazanmak için açtığımız yuvalardan değil.
Ölüm haktır, dünya fanidir
İnsan geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır. Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmanız yeterli olacaktır. Yol haritasını Allah vermiştir elimize. Bu yolda, yol işaretlerine dikkat ederek yürümek gerekir.
Avrupa’da yaşıyoruz. Aradan tam 50 yıl geçmiş. Bu kadar yılda elde ettiğimiz tecrübeler ve birikimler bizleri hata yapmaktan alıkoymalıdır.
Biz güzel olmak istemedik, güzeli görmek istedik. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O’nun yoludur. Gerisi angaryadır.
Afrika ülkelerini Müslümanlar fakirleştirmedi
Afrika ülkelerini, halkı Müslüman olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o insanların elinden ekmeğini. Emperyalistler, ekmeğini elinden aldığı insanların karınlarını da Müslümanlara doyurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta her iki durumda da kârlı çıkan onlar oluyorlar.
Müslümanlar da işin bu taraflarını hesaba katmadan dolmuşa binerek, hesabını kitabını iyice yapmadan verdikleri sadakalarla kısa yoldan Cennetin (!) yolunu tutacaklarına inanıyorlar, o kadar inanıyorlar ki; kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor. “Ben bu sene zekâtımı, kurbanımı Filistin’e gönderdim, Suriye’ye gönderdim, Irak’a gönderdim…”diye böbürleniyorlar.
Bizim çocuklarımıza kim sahip çıkacak
Anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler, “Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem azabı” ndan korkması gereken bizler: Çocuklarımızın durumu bu kadar açıkken, göz önündeyken, içler acısıyken bu vurdumduymazlık niye?
Müslümanlar yukarıda hesabını yaptığımız parayı Almanya’da bıraksalardı; bugün ırkçılar kendilerine malzeme bulamayacaklardı. Adımız göçmen olmayacaktı, yabancı olmayacaktı. Sahibimiz buyurur ki: “Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım.” (Yunus 100). Bırakmış işte…
Pislik;
-kaos demektir,
-anarşi demektir,
-aşağılanma demektir,
-tepelenme demektir,
-kölelik demektir,
-açlık demektir,
-sefalet demektir,
-gözyaşı demektir,
-kan demektir…
Müslüman ülkeler pislik içindedirler bugün. Hem de ne pislik. Görevlerini yerine getirmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları zenginlikleri Müslümanların kalkınması için yatırıma dönüştürmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları paralarını emperyalistlerin bankalarına koyarak onları zenginleştirdikleri için bu böyledir. Akıllarını çalıştırmadıkları için bu böyledir…
Bu paralarla neler yapılabilirdi neler
1. Bu paralarla vakıflar kurulurdu.
2. Bu vakıflar aracılığıyla üniversite öğrencelerine hatırı sayılır burslar verilirdi.
3. Yine üniversite öğrencileri için yurtlar açılırdı.
4. Üniversiteyi bitirenlerin doktora yapmaları teşvik edilirdi,
5. Hastaneler yapılırdı, Müslümanların hastaneleri, kilise hastaneleri gibi.
6. İslâm’ın tanıtımı amaçlı, aşevleri kurulurdu; böylece parklardaki, köprü altlarındaki insanların midesine sıcak çorba inerdi.
7. Ehl-i Kitap’a yönelik İslâm’ı tanıtıcı programlar düzenlenir, çalışmalar yapılırdı.
8. Araştırma merkezleri, enstitüler kurulurdu.
9. Çocuk yuvaları açılırdı.
10. Kamu yararına çalışan dernekler desteklenirdi.
11. Tercüme büroları açılarak ihtiyaç duyulan eserler Almancaya çevrilirdi. Almanya’dan da Türkçe ’ye.
12. Çocukların ve gençlerin bilinçlenmesine vesile olacak, bilgi ve görgülerini artıracak, onların tarih bilincini geliştirmek için tarihi mekânlara geziler düzenlenirdi.
13. Türkçe dil kursları açılırdı,
14. Uygun olan yerlere minareli camiler, kültür merkezleri yapılırdı; böylelikle Müslümanlar fabrika binalarından, arka avlulardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlardı; dinlerini bodrumlara hapsetmezlerdi.
15. Ve tüm bu kurulumlarda çalışacak olan personelin maaşı da yine bu fondan karşılarlardı.
16. Gazete çıkarılırdı, dergi çıkarılırdı, haber ajansları kurulurdu.
Sonuç:
1-Allah bize öncelikle kendi neslimizden hesap soracaktır. Berlin’de, Almanya’da yaşayan neslimizden hesap soracaktır. Ehl-i Kitap’la olan olumsuz ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap Ehli ’nin; “Ya Rabbi bu Müslüman kulun 50 sene bana komşuluk yaptı ve bir gün olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı. Kurbanını Afrika’da kesti, zekâtını fitresini Afrika’ya gönderdi, ben kurbanda sadece kan gördüm, boğaların vahşice boğazlandığını gördüm. Bunlar yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı baştan çıkardı bu komşum, ben bu kulundan şikâyetçiyim” derse kimse yakasını kurtaramaz Yüce Yaratıcının pençesinden. Çünkü Kur’an, yardımların en yakından başlayarak yapılmasını ister. Ehl-i Kitap’a da çok önem verir. “Sofranızı paylaşın” der onlar için.
2-Afrika halkı, Asya halkı, Arap halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadırlar ama bu duruma durup dururken gelmediler. Kendi zenginliklerine sahip çıkmadılar. Devletleri iyi yönetilmedi. Halk kötü yönetimlere zamanında müdahale etmedi. Kıtlığın altında yatan, kuraklık gibi doğal afetler değildir. Bunlar tetikleyici sebepler. Asıl sebep; kapitalistlerin, emperyalistlerin elinde oyuncak olmalarıdır. Allah, elbette bu insanlara yardım etmemizi bizden ister. Ancak, öncelikle onlardan kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini ister. Bir hesap yapalım:
3-Allah zekâtın sekiz yere verilmesi gerektiğini buyurur. 100:8=12,50 eder.
“1-Fakire 12,5+
2-Miskine 12,5= 25 yapar. Yani fakirin direk zekâttan alacağı pay %25 tir. Bundan dolayı zekatımızın, maddi yardımlarımızın %25’ini Afrika ülkelerine veya başka ülkelerdeki muhtaç insanlara veya zulme uğramış insanlara gönderebiliriz, göndermeliyiz de.
Fakat kalan %75’ten direkt olarak o fakirin hakkı/payı yoktur. Dolaylı olarak vardır. Şöyle:
1-Bu pay, borçluların payıdır. Herhangi bir sebepten dolayı işini kaybetmiş veya borçlanmış, ödeme sıkıntısı çeken kişinin payıdır. Fakirlere hizmet etmesi için kurulacak başka kurumlarındır.
2-Bu pay, İslâm’ı kendilerine anlatmamız gereken insanların payıdır. (Müellefet-ül kulûb) Gayri Müslimlerin, ateistlerdir, müşriklerin, kitap ehli olan insanların payıdır.
3-Bu pay, zekâtı toplamak ve gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır. (zekât memurları) Zekâtı kurum toplayacaktır. O kurumda çalışan insanlar fakirin tespitini yapacak, ihtiyaçlarının tespitini yapacaktır. Zenginin vermesi gereken zekâtının tespitini de yapacaktır. Böylelikle önüne gelenin yardım kurumu kurmasının önüne de geçilmiş olacaktır.
4-Bu pay, hürriyeti elinden alınmış insanların hakkıdır. Fikir suçlularının payıdır. Düşüncesini ifade ettiği için mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin)
5-Bu pay, Allah yolunda yapılması gereken her türlü çalışmayı yapmak içindir. (Fi sebilillah)
6-Bu pay, yolda kalmış insanların payıdır.”(Tevbe 60)
Ve bu payların Almanya’nın/ Berlin’in dışına çıkmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Almanya’da, Berlin’de yaşayan Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluğu vardır.
Almanya’da/Berlin’de yaşayan Müslüman kardeşlerim; ne olur oyuna gelmeyelim, dikkatli olalım, aklımızı çalıştıralım, duygusal davranmayalım. Heyecanımızla hareket etmeyelim. Çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeyelim. Görmezlikten gelmeyelim. Deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim.
Kendi evimizde yangın varken başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek evimiz yanar, kül olur. Geriye döndüğümüzde evimizi yerinde bulamayız. En önemlisi, toprağın altındaki hesabın çetin olduğunu unutmayalım.
Bugün Afrika halkı, Irak halkı, Filistin halkı, Afganistan halkı, Suriye halkı, Ukrayna halkı pislik içindedir. Aklımızı çalıştırmazsak yarın biz de pislik içinde kalabiliriz. O zaman artık her şey için çok geçtir.
Aslına bakarsak biz de pislik içindeyiz. Çocuklarımız birer birer elimizin altından kayıp gidiyor. Pisliğin içine kendi ellerimizle gömüyoruz onları, kör olmuşuz göremiyoruz onları.
Bor’un pazarı geçmek üzeredir, acele edersek yetişiriz. Acele etmez isek, eşeğin Niğde’ye sürülmesi gerekir…
Rüştü Kam
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)