BİR GARİP YOLCULUK
Gurbet
deyince Almanya, gurbetçi deyince yine Almanya geliyor aklımıza.
Oysa çok uzaklarda da gurbet ve gurbetçiler var. Onların her sene
Türkiye'ye gelme lüksleri de yok. Bence gerçek gurbetçiler onlar.
Bu Kurban Bayramı'nda onları yad etmek istedim. Almanya'daki
gurbetçilerden Avustralya'daki gurbetçiye selam olsun. Kurban
Bayramı'nız mübarek olsun.
Bundan
tam on sekiz sene önce bir vesile ile Avutralya'ya gitmiştim. O
zaman yazmıştım bu hikayeyi...Yeniden gözden geçirerek
yayınlamak bugüne nasip oldu. Okuyalım:
Yolculuk
mu garipti, yoksa yolculukta mı bir gariplik vardı bilemiyorum.
Frankfurt
Hava Limanına vardığımızda uçağın kalkmasına çok az bir
süre kalmıştı. Yol arkadaşımla birlikte merdivenleri ikişer
üçer iniyor ve çıkıyorduk. Derken kemerlerinizi bağlayın
anonsu yapıldı. Bu anons 20 saat havada devam edecek olan
yolculuğun ilk anonsuydu. Yol arkadaşlarımızın simaları
alışılmışın dışındaydı. Gözler çekik, boylar küçük,
bedenler oldukça zayıf. Hostesler millî giysileriyle hizmet
ediyorlar. Avrupa'ya özenmiyordu demek ki uzakdoğulular.
Hosteslerin giyiminden anlaşılan buydu. Kendi kimliklerini ve
kültürlerini koruma kousunda aşırı derecede hassas davranıyor
olmalılar.
Hoştu,
güzeldi, alkışlanacak bir davranıştı.Kültür emperyalizminin
ağına takılmış gibi görünmüyorlardı. "Hadi canım sende,
biz uzak doğuluyuz, Malaysia'lıyız" der gibiydiler lisanı
halleriyle. Sanki meydan okuyorlardı emperyalistlere ve onların
sadık hadimlerine. Avustralya yolculuğunu Malaysia Hava yollarıyla
yapıyorduk.
Onbir
saatlik yorucu bir yolculuktan sonra ilk durak olan Malaysia
Havalimanı'na iniş için kemerlerimizi bağladık. Aman Allahım o
ne sıkıcı yolculuktu öyle, Onbir saat havadasınız, ayaklarınızı
uzatamıyorsunuz, biraz hareket etmek isteseniz edemiyorsunuz, hele
bir de iki tarafınızda oturan yolcular bire uzun ikiye kısa
iseler, varın siz tahmin edin yolculuğun rahatlığını(!).
Çıkış
için gişelere doğru ilerlerken, hayretler içinde kaldım.
Gişelerde başları örtülü tesettürlü memureler var. Bir anda
yorgunluğumun kaybolduğunu hissettim. İşte hürriyet ve işte
insan hakları. Hemen kendi ülkemi düşündüm. Başörtüsüyle
üniversiteye giremeyen bacılarımızı düşündüm.Halkının
%99'u müslüman olan bir ülkede inancından ötürü müslüman
hanımlar başlarını örtemiyorlardı. Oysa Malaysia halkının %
51'i müslüman ve buna rağmen halkı inandığı gibi yaşama
özgürlüğüne sahip.
Türk
pasaportunu görünce hemen ayağa kalktı ve "buyurun
hoşgeldiniz" dedi başörtülü memure. Ben Avrupa ülkelerini
hemen hemen dolaştım görevim dolayısıyla. İlk defa Türk
pasaportuna selam duran bir memureyle karşılaştım. ''Sen şöyle
ayrıl bavullarını aç'' denilmedi ilk defa bana. Herhalde Osmanlı
döneminde de böyleydi, açılıyordu bütün kapılar Osmanlı
vatandaşına. ''Buyurun Hoşgeldiniz''. Ne güzel kelam. İtibar
görmeniz ne kadar onur verici. Koltuklarınız kabarıyor,
etrafınıza bakıyorsunuz gururla, "Evet ben Türküm ve
Müslümanım."
Tabi
bu yol arkadaşım için geçerli değildi. O da Türk'tü ama Türk
pasaportu taşımıyordu. Bir saat kadar tuttular onu içeride.
Belirli sorular sormuşlar.
Malaysia'da
bir gün kalarak yolculuğumuza devam edecektik. ''Air Hotel''de
kalmamız gerekiyordu. Üçüncü sınıf bir Hoteldi. Oldukça da
rutubetli. Biraz kestirmek için yatağa şöyle bir uzandım ve
tavanda kıbleyi gösteren bir işaret... Bunlar küçük ayrıntılar
belki ama, insanı mutlu den ayrıntılar.
Bu
birgün içinde, Malaysia'yı tanımalı, Malaysia'da okuyan Türk
öğrencileriyle ve öğretim görevlileriyle tanışmalıydık.
Otele
yerleşir yerleşmez hemen telefona sarıldı yol arkadaşım.
Uluslararsı İslam Üniversitesi'nde okuyan Kemal Civelek, bir saat
sonra oteldeydi. Aldı bizi arabasına ve başladık Malezya
sokaklarında yol almaya. Uzakdoğuya has bitki örtülerinin
süslediği yollardan geçerek, soldan akan trafiği yadırgayarak
''Uluslararası İslâm Üniversitesine'' ulaştık. 30 tane
Türkiyeli öğrencimiz okuyormuş bu üniversitede. 10 tane de
öğretim görevlimiz varmış. Bunlardan biri de Ahmat
Davutoğlu(Bugün Dışişleri Bakanı 2012)
Oturduk
sohbet ettik kendileriyle, Türkiye'den her açıdan uzak oldukları
için hemen Türkiye'yi ve ara seçimleri sordular(O zaman Türkiye'de
ara seçimler vardı). Türkiye ekonomisini sordular,
üniversitelerdeki başörtüsü olaylarının son durumlarını
sordular, uzun uzun anlattık.
Onlar
da bize, Malezya'dan ve Malezya'daki müslümanlardan onların
yaşantılarından bahsettiler. Yaklaşık iki saat kadar sonra,
Doç.Hulusi Bey ve Kemal Civelek bizi otele bıraktı.
Sabah
Malezya'yı tanımaya Kuala Lumpurdan başladık.
Modern binaların yanında gece kondular ve fazla temiz olmayan
caddelerle tipik bir Uzakdoğu başkenti Kuala lumpur.
Afrika
mimarisinin tipik örnekleri olan minareler özgürce yükseliyor
Kuala Lumpur'da. Minarelere paralel olarak, insanlar inançlarını
laiklik baskısı olmadan özgürce yaşayabiliyorlarmış burada.
Kemal Civelek anlatıyor: ''Mesela, nikah işlemleri imamlar
tarafından yapılıyor. Cuma namazlarını memurlar da
kılabiliyorlar. Cuma saatinde her taraf kapalı. Memur olan ve
fabrika v.s gibi yerlerde çalışan kadınlar başörtüsüyle
rahatlıkla çalışabiliyorlar."
Ayrıca
Hac fonu diye bir fon kurulmuş, doğumdan itibaren bu fonda para
birikiyormuş, çocuk ergenlik çağına gelince de bu fondan
yararlanarak hemen Hacca gidebiliyormuş. Malezya'lı gençler bu
fondan istifade ederek, evliliklerini Hac zamanında Mekke'de
yapıyorlarmış. Hem Hac, hem de yanısıra Evlilik. Çifte saadet,
ne güzel.
Namazlardan
yarım saat önce minarelerden Kur'an okunmaya başlıyor. Sorduk
''her zaman böyle midir?" diye. Evet böyledir dediler.
Ezan
sesinden rahatsız oluyoruz, ezanlar ses cihazlarıyla okunmasın
diye valiliklere müracaat eden Türkiye'li laikler
geldi aklıma...
Bir
de ne görelim, aman Allah'ım, vakit namazlarına hanımlar da
geliyor. Çoluk- çocuk bütün aile camide vakit namazı kılıyor.
Namazdan sonra tekrar dağılıyorlar. Oysa bizde kadınların camiye
gitmeleri neredeyse yasak. Hele hele vakit namazlarında ve cuma
namazında kadınlar camiye gelecek... Sonucu düşünmek bile
istemiyorum. Acaba diyorum, dini biz mi bilmiyoruz, yoksa bu insanlar
mı? Yoksa bu insanların dini başka bir din midir?
Yine
sorduk? Müslüman mısınız? Diye. Evet müslümanız dediler ve
dinlerinin adının da İslâm olduğunu,Peygamberlerinin
Hz.Muhammed (S.A.V) olduğunu, Kitaplarının da Kur'an olduğunu
söylediler. Kadınların cuma namazı kılması bizim için
gerçekten büyük bir olay. Çünkü bizim ilmihal kitaplarında,
cuma namazını kimler kılmaz başlığının altında, özürlüler,
hastalar sayıldıktan sonra ''kadınlar''da diye yazar.
Türkiye'li
müslümanlar mı hata ediyor, yoksa Malezya'lı müslümanlar mı?
bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki; Allah'ın dininde çifte
standart yoktur. Yorumu siz okuyucularıma bırakıyorum.
Malezya
krallıkla idare edilen bir ülke. Kralların kralı var, birde
eyaletlerin kralları var. Kralların krallarını eyaletlerin
kralları seçiyor. Krallar kendi adlarına cami ve kültür
merkezleri yaptırıyorlarmış. Osmanlı
Padişahlarında olduğu gibi.
''San
Şayn'' kralı da bir cami yaptırmış
kendi adına.Bu caminin farklılığı, birkaç mimari özelliği
birarada taşıyor olmasından kaynaklanıyor. Minareler Osmanlı
mimarisine uygun şekilde yapılmış, dış avlu Selçuklu mimari
tarzında. Kubbe Mescid'i Nebevi'nin mimari özelliğini yansıtıyor.
İçerisinde Afrika mimari tarzı kullanılmış, duvar motifleri de
öyle. Çiniler Kütahya'dan götürülmüş.
Malezyalılar,
soba nedir, kalorifer nedir, palto nedir? Nasıldır? bilmiyorlar,
sıcaklık devamlı 30 derecenin üzerinde.
Günümüz
o kadar hızlı geçti ki, nasıl geçtiğini anlayamadık bile.
21'45 de Kuala Lumpur Hava alanında olmamız gerekiyordu.Bu kez
erken geldik Hava alanına. Kahvelerimizi yudumlarken,Filistinli bir
öğrenciyle Bosnalı bir kız öğrenciyi tanıştırdı bizimle
Kemal Civelek. Ülkelerinden emperyalistler tarafından sürülmüş
iki genç... Birinin taşlarla kolu kırılmış, öbürünün ırzına
geçilmiş, Filistin'de, Bosna'da. İkisi de kader kurbanı. Malezya
da bir araya gelmişler ve evlenmişler. Kader işte...
"Bosnalı
bacım, keşke fırınlara atılsaydında, orada yakılsaydın da,
dumanın göğe yükselseydi; belki o zaman dünya müslümanları
senin farkına varırlardı da, alnına o kara leke sürülmezdi."
Hüzünlendik, üzüldük, Filistin üzerine birkaç söz söyledik,
Bosna üzerine de birkaç söz söyledik. Buruk bir şekilde ayrıldık
o iki talihsiz çiftten.
Enfal
Suresi'nin 65' ci ayetini hatırladım hemen, ''Gerçekten inanan ve
sabırlı olan 20 kişi iseniz, ben size 200 kişiyi mağlup edecek
güç veririm, 100 kişiyseniz 1000 kişiyi mağlup edecek güç
veririm''.
Dünya
nüfusu altı milyar. Bu altı milyar içinde müslüman nüfus iki
milyar. Yani üç kişiden biri müslüman. Normal şartlarda bile
müslümanların galibiyeti söz konusuyken bir de Allah'ın 20
kişilik güce vereceği, 200 kişilik güç düşünülecek olursa,
müslümanların bugün emperyalistler tarafından kanlarının
akıtılmaması, gözyaşlarının akıtılmaması gerekmez miydi?
''Allah
müslümanlara neden yardım etmiyordu?'' Bir başka ayet hemen
hafızamda canlanıveriyor,''Siz kendinizi değiştirmedikçe Ben
sizi değiştirmem''...
Hoşgörüde
değişim, insan haklarını algılamada değişim, yardımlaşmada
değişim, kardeşlikde değişim, başkalarının günahlarıyla
uğraşmama konusunda değişim, dünya menfaatlarına bağlılıkta
değişim, adil yargılama ve adil paylaşımda değişim,
hurafelerden ayrılmada değişim, bid'adlardan uzaklaşmada değişim,
Allah'ın dinini Allah'a teslim etmede değişim, herhalde değişimden
kastedilen bu ve benzeri değişimler olsa gerektir diye düşündüm.
Dış görünümdeki değişim değildi istenen herhalde. Sakal
bırakmak, şalvar giymek, sarık giymek, çarşaf giymek değildi
herhalde değişime sebep olacak değişim. Çünkü, Allah
müslümanları değiştirmiyordu, dönüştürmüyordu...
Derken
yine bir anonsla daldığım hayal aleminden
uyanıyorum.''Kemerlerinizi bağlayın''. Dokuz saattlik birincisine
benzer yorucu bir yolculuktan sonra bu sefer Avustralya'ya indik.
Oldukça görkemli bir Hava alanı var Avustralya'nın. Yol arkadaşım
Malezya'daki gibi yine takıldı Pasaport memuruna, ama bu kez
nedense erken kurtuldu memurun elinden.
Kazım
Ateş ve Tahir Solak karşıladı bizi Hava Alanında. Melburn'daki
merkezlerine götürdüler biz. 80 dönüm içerisinde kapalı spor
salonu bile mevcut olan mükemmel bir okul binasını satın
almışlar. Aynı zamanda bu okulu bölge merkezi olarak
kullanıyorlar.
Melburn
Avustralya'nın 4 büyük şehrinden biri, 35.000 Türkiye'li
yaşıyormuş burada. Avustralya'da yaşayan tüm Türkiye'lilerin
sayısı ise 150.000 civarındaymış(1994).
Resmi
rakamlarda ise Türk nüfus 42.000 olarak tespit edilmiş.
Avustralya'ya Türkiye'den gelenleri, Türkiye'li olarak sayıyormuş
Avustralya hükümeti. Sadece Avustralya'da doğan çocukları
Avustralya'lı olarak gösteriyormuş resmi kayıtlarında. Aradaki
fark bu anlayıştan kaynaklanıyormuş. Avustralya'da yaşayan
müslüman sayısı 500.000 civarında imiş.Ne yazık ki; orada da
müslümanlar arasında bir kaynaşmadan söz etmek mümkün değil.
Onlar da Allah'a kul yetiştrime yerine, herkes kendine üye
yetiştirmekle meşgul imiş. Avustralya'nın ekonomik rahatlığı
da birlikte olma ihtiyacından uzaklaştırmış müslümanları.
Avrupa'nın
aksine, Arap ülkelerinden gelenler, biraz daha şuurlu Türkiye'li
müslümanlardan. Dört tane İslâm Koleji açmışlar Melburn'da.
Eğitime büyük ölçüde ağırlık vermişler. Avustralya hükümeti
bu konuda oldukça rahat.
İki
senelik bir deneme müddeti koymuş özel Okullar için, bu zaman
zarfında aldığı artı puanlardan sonra okulu Avustralya hükümeti
finansa ediyormuş. Türkiye'den gelen müslümanlar, Avrupa'da
olduğu gibi Avusturalya'da da böyle bir imkanı
değerlendirememişler.
Azem
Atlıhan, Ali Galip Oruç, bölgenin bizlere mihmandar olarak
verdikleri iki genç arkadaş. Azem Denizli'li, İmam Hatip
Lisesi'nde sınıf arkadaşım. 15 yıl sonra Melburn'da karşılaştım
ve kucaklaştık. Ali Galip Oruç'da yol arkadaşımın memleketlisi.
Kayseri'li. O da İmam Hatip Lisesi mezunu, onlar da 15 yıl sonra
Melburn'da karşılaşıyorlar. Daha çok kıymetli dostlarımız
oldu Avustralya'da.
Oldukça
mahzun Avustralya'da yaşayan Türkiye'liler, on yıldan aşağı
izine gidenlere fazla rastlaya mıyorsunuz. Kimisinin anası,
kimisinin babası vefat etmiş, buna rağmen onlar halen
gidememişler izine, görememişler ölümden sonra kardeşlerini
akrabalarını. Hava alanında rastladığımız bir teyzeye sordum:
'Ne zamandan beri buradasınız' diye? "25 yıldan beri" dedi.
Peki bu kaçıncı izin dedim, "ikinci izin, birinci izine 14 yıl
evvel gitmiştim" dedi. Yanında 17 yaşlarında bir kız var,
besbelliki kızını evlendirmeye götürüyor. Yeni bir kurban daha
götürecek Avustralya'ya.
Türkiye'den
bir misafir gelmiş diye duyan koşup geliyor yanımıza,
kucaklaşıyoruz. Dikkat ettik, bu koşup gelenler hep birinci
kuşaktan insanlar. İkinci kuşağın, hele üçüncü kuşağın
Türkiye diye bir derdi yok. Türkiye'li diye de bir derdi yok. O
artık Avustralya'lı olmuş. Adları; Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin.
Dinleri, '' İslam''. Ancak dilleri ingilizce, müzikleri ingilizce.
Zeybek oynama yerine, horon tepme yerine, çifte telli oynama yerine
dans etmeyi tercih ediyorlar.
Radyoları
var. Günde bir saat yayın yapıyor ama onlar daha fazlasını
istiyor. Türkiye'den 20.000 km. uzaktaki bu insanların nesillerine
sahip çıkılması gerekiyor. Yoksa kaybolmaları an meselesi.
Radyo zaman zaman isteklere cevap veriyor. Bir istek telefonu alındı
biz oradayken. Bir bayan sesi 'Alo'... Bir istekde bulunacağım,
bugün çalmanız mümkünmüdür? Ali Galip çok nazik bir genç,
radyodan o sorumlu. ''Tabi hanım efendi buyurun, kimin için hangi
türküyü istiyorsunuz?''
Cevap
insanın içini acıtıyor:''Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar,
aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.''
Belliki
Avustralya'ya gelin gelmiş bu bacımız. O geldiği seneden beride
köyüne gidememiş, özlemiş anasını ve babasını. Gurbet
içerisinde gurbeti yaşayan birisi olarak gözlerimizden süzülüverdi
yaşlar aşağı doğru... Başladı radyo türküyü çalmaya,
''Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete
kız vermesinler.''
Benim
ülkemde yedi iklim yaşanıyor. Yer altı ve yer üstü
zenginlikleri de oldukça fazla. İnsanı çalışkan. Dünyanın her
tarafını imar etmiş o çalışkan insanlar. Ancak kendi ülkelerini
bir türlü imar edememişler. Sanki modern köleler olarak
yayılmışlar dünyanın dört bir yanına.
Üç
kıtada at oynatmış bir milletin torunları, işçi olarak dünyanın
her bir tarafına dağılacak ve enerjilerini oralarda mı imarında
mı harcayacaklardı? ''Ya Rabbi bu ne zillet böyle''. Güzel
Peygamberimizin buyruğu geldi hemen aklıma, ''Cihadı terkeder de
öküzün kuyruğuna yapışırsanız, Allah sizi zelil eder, taki
tekrar cihada dönünceye kadar.''
Bir
hafta kaldık Melburn'da. Program gereği Sidney'e gitmemiz
gerekiyordu. Kamberra'ya uğradık, yolumuzun üzerindeydi. Kamberra
Avustralya'nın Başşehri. Sonradan özel olarak kurulmuş bir
şehir. Oldukça geniş caddeleri var. Parlemento binası şehre
hakim bir tepede görkemli bir yapı. Kamberra da 40 hane kadar
Türkiyeli'nin olduğunu söyledi yemek yediğimiz lokantanın
sahibi. Lokantanın içerisi müze gibi, Osmanlı eserleriyle
süslenmiş her taraf. Başta Had Sanatı... Bir kültür elçisi
ancak bu kadar Türkiye'yi ve Türk insanını tanıtabilir yurt
dışında insan. Tebrik ettik kendisini. Yemek esnasında Hafız
Burhan okuyordu, inceden inceye:
"Her
yer karanlık pür nur o mevki
Mağrip
mi yoksa makber mi ya rab
Ya habgah-ı dilber mi ya rab
Rüya değil bu, ayniyle vaki
Kabri çiçekten bir türbe olmuş
Dönmüş o türbe bir haclegahe
Bir haclegahe dönmüşse türben
Aç koynunu aç maşukanım ben."
Ya habgah-ı dilber mi ya rab
Rüya değil bu, ayniyle vaki
Kabri çiçekten bir türbe olmuş
Dönmüş o türbe bir haclegahe
Bir haclegahe dönmüşse türben
Aç koynunu aç maşukanım ben."
Türkiye'deki
lüks lokantalar geldi hemen aklıma, nereye giderseniz gidin genelde
batı müziği çalınır. Ülkemize kadar gelen turistlere bile
kendi müziğimizi dinletemeyiz nedense. Kendi kimliğimizle onların
karşışına çıkmaktan utanırız. Ne kadar garip değil mi?
Yollar
çok güzel, ama yolda seyreden araba tek tük. Daha çok tırlar var
yollarda. Kornasını, elinizle çektiğiniz bir iple çaldığınız
o süsülü burnu kocaman tırlar. Bazen de önünüze kanguru
atlıyor.
Sidney'deyiz.
Şehrin merkezinde iki minare sizi selamlıyor tüm haşmetiyle. Cami
yeni yapılıyor. Camiden önce minareleri yapılmış. Türkiye'liler
hep orada, bizim övüncümüzdür bu cami diyorlar. Bila ücret
herkes imece usulü çalışıyormuş caminin yapımında, herhalde
azınlık psikolojisinin verdiği bir ezikliğin gereği bu davranış
diye düşünüyorum.
Programlar
bittikten sonra gece Sidney'i gezdirelim dediler. Kabul ettik
teklifi. Kral Caddesi'ndeki Türkiye'li çocukların halini gördükten
sonra, içinizin cız etmemesi mümkün değil. O çılgın gece
aleminin içinde o benim kızımın ne işi var? Ne işi var benim
delikanlımın o alemde. Dolar aşkına feda edilen nesil...
Arif'in
bir arkadaşı ''önceden bizi buraya sokmuyorlardı, şimdi ise
buraların kralı biziz, artık buralar bizden sorulur diyormuş''
Arif Denizli'li bir genç. Türkçe'yi çok zor konuşuyor. "Hocam
eskiden bende bunlar gibiydim, ben hidayete erdim, vesile olanlardan
Allah razı olsun'' diyor, utanarak. Vollongong Sidney'e 80 km.
uzaklıkta bir liman kenti. Vollong'dayız. Dünyanın ikinci büyük
demirçelik fabrikasının burada olduğunu söylediler. 5.000
civarında Türkiye'li çalışıyormuş burada. Genellikle ''Döner
Kebap'' işinde çalışıyorlarmış.
Avustralya'da
yüksek tahsil mezunu çok sayıda insanımız var. Hikmetini sorduk.
Milli damat olarak geldik dediler. İlahiyat mezunları, kimya
mühendisleri, inşaat mühendisleri, iktisat mezunları bir hayli
fazla. Doktora yapanların yanısıra, taksiciliğe ve kebapçılığa
heveslenenlerin sayısıda az değil.
Çok
sıcak bir ilgi ile karşıladılar bizleri, bağırlarına bastılar,
birkaç gün daha kalarak, salon programları yapmamızı arzu
ettiler.
Gözlerinden
okunuyordu cemaatın, ''Ne olur gitmeyin de diğer arkadaşlarımızda
bu programlardan istifade etsinler'' diye yalvardıkları. Boynu
bükük olarak bıraktık Volongong'luları orada, Taçura'daki
programa ulaşmamız gerekiyordu. Öbür günde uçağımız
kalkacağı için zaman yeterli değildi. Taçura'da köy hayatı
yaşıyor Türkiyeliler, her biri bir çiflikte çalışıyor. Çilek
mevsiminde gelmişiz oraya. Çileklerin her biri elma büyüklüğünde,
belliki hormonlu, tadı yok. Telefonla çağırmışlar birbirlerini
akşamki toplantıya.
Cemiyet
başkanının evinde toplandılar. Başkan Amasya'lı. 25 yıl önce
gelmiş o köye. Küçük küçük çiftlik sahibi olanlar var
aralarında. Denizli'li bir kardeşimizin sekizyüz dönüm
çiftliğinin olduğunu söylediler. Damadı da oradaki cemiyetin
sekreteri. İşçilikten çiftlik ağalığına, tabiki hoşumuza
gitti, hepsine de tavsiyede bulunduk. "İşçiliğe son verin
artık. Madem ki buradasınız çocuklarınız burada, bak izine de
gidemiyorsunuz, zaman çok geçmeden imkanlarınız ölçüsünde
kendi çiftliklerinizi kendiniz alın" dedik.Geç vakte kadar
sohbeti sürdürdük. Kimse ayrılmadı, dini sohbetlere
susadıklarını birçok kez ifade ettiler.
Anladık
ki, Avustralya'ya 15 günlüğüne değil, 3 aylığına gidilecek ve
insanlarla doyasıya sohbet edilecek, sorularına cevap verilecek,
birlikte yemekler yenilip gönülleri alınacak.
Tahir
Solak, kardeşi Tarık'ın organize ettiği
Kigbox dünya şampiyonnsına davet etti bizleri. Salonu hınca hınç
Türkiye'liler doldurmuştu. Günün maçı bir Türk genciyle
Filipinler'den bir genç arasında yapılacakmış. Aman Allah'ım o
ne heyecan. Türk genci ringe çıkar çıkmaz, Türk bayrakları
açıldı, sanki yer yerinden oynuyordu. Islıklar, tekbir sesleri ve
alkışlar. Kıran kırana bir maç oldu. Üstün döğüştü Türk
genci. Maç bittiğinde herkes ayaktaydı. Evet Türk'ün Melburn
zaferi ve Dünya şampiyonluğu... Az bir şey değil. Hele azınlık
durumunda olan insanlar için tamamen onur meselesi.
Velhasıl
Avustralya bir başka güzellikler Ülkesi. Avustralya'lılar da bir
başka güzellikler yumağı, sevincide başka Avustralya'lının,
hüznü de... Selam sana Avustralya, selam sana Avustralya'lı
kardeşim.
"Yüksek
yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler
Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim
Babamın bir atı olsa binse de gelse
Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse
Kardeşlerim yolları bilse de gelse
Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim "*
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler
Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim
Babamın bir atı olsa binse de gelse
Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse
Kardeşlerim yolları bilse de gelse
Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim "*
*Yüksek
Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar
Bu öykü Malkara köylerinden alınmış olup belli bir kişinin dilinden yazıya geçirilmiş değildir. Çevrede herkes tarafından bilinen bir öyküdür. Söylentiye göre, çok eskiden köyün birinde Zeynep isimli çok güzel bir kız vardır. Onaltıya yeni bastığında Zeynep'i köylerindeki bir düğünde aşırı (yabancı) köylerden gelen Ali isimli bir genç görür. Ali Zeynep'i çok beğenir ve köyüne döndüğünde kızın babasına hemen görücü gönderir. Zeynep'i Ali'ye verirler. Kısa bir zaman sonra düğünleri olur. Ali, Zeynep'i alıp aşırı köyüne götürür.
Zeynep'in gelin gittiği köy ile kendi köyü arası üç gün üç gece çeker. Bu kadar uzak olduğundan dolayı Zeynep, anasını babasını ve kardeşlerini tam yedi yıl göremez. Bu özlem Zeynep'in yüreğinde her gün biraz daha büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. Köyün büyük bir tepesinde bulunan evinin bahçesine çıkarak kendi köyüne doğru dönüp için için kendi yaktığı türküyü mırıldanır ve gözleri uzaklarda sıla özlemini gidermeye çalışır.
Oysa kocası, Zeynep'in bu özlemine pek aldırış etmez. Kaldı ki eski sevgisi de pek kalmadığından kendini fazlaca horlamaya, eziyet etmeye başlar. Sonunda bu özlem ve kocasının horlaması Zeynep'i yataklara düşürür.
Gün geçtikçe hastalığı artan Zeynep'in düzelmesi için, köyden gelip gidenler de anasının babasının çağrılmasını salık verirler. Başka çare kalmadığını anlayan Zeynep'in kocası da anasına babasına haber vermeye gider. Altı gün altı gecelik bir yolculuktan sonra bir akşam üstü Zeynep'in anası babası köye gelirler, Zeynep'i yatakta bulurlar. Perişan bir halde Zeynep hâlâ türküsünü mırıldanmaktadır. Aynı türküyü anasına babasına da söylemeye başlar. Çevresindeki bütün köy kadınları duygulanıp göz yaşı dökerler. Annesi fenalıklar geçirir ve bayılır.
Zeynep hasretini giderir, giderir gidermesine de, artık çok geç kalınmıştır. Bir daha onmaz, sonu ölümle biter. Herkes Zeynep için göz yaşı döker. İşte o gün bu gündür bu türkü ayrılığın türküsü olarak söylenip durur. "Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar ....................................................."
Rüştü
Kam