1 Kasım 2012 Perşembe

BİR GARİP YOLCULUK


   
BİR GARİP YOLCULUK

Gurbet deyince Almanya, gurbetçi deyince yine Almanya geliyor aklımıza. Oysa çok uzaklarda da gurbet ve gurbetçiler var. Onların her sene Türkiye'ye gelme lüksleri de yok. Bence gerçek gurbetçiler onlar. Bu Kurban Bayramı'nda onları yad etmek istedim. Almanya'daki gurbetçilerden Avustralya'daki gurbetçiye selam olsun. Kurban Bayramı'nız mübarek olsun.

Bundan tam on sekiz sene önce bir vesile ile Avutralya'ya gitmiştim. O zaman yazmıştım bu hikayeyi...Yeniden gözden geçirerek yayınlamak bugüne nasip oldu. Okuyalım:

Yolculuk mu garipti, yoksa yolculukta mı bir gariplik vardı bilemiyorum.
Frankfurt Hava Limanına vardığımızda uçağın kalkmasına çok az bir süre kalmıştı. Yol arkadaşımla birlikte merdivenleri ikişer üçer iniyor ve çıkıyorduk. Derken kemerlerinizi bağlayın anonsu yapıldı. Bu anons 20 saat havada devam edecek olan yolculuğun ilk anonsuydu. Yol arkadaşlarımızın simaları alışılmışın dışındaydı. Gözler çekik, boylar küçük, bedenler oldukça zayıf. Hostesler millî giysileriyle hizmet ediyorlar. Avrupa'ya özenmiyordu demek ki uzakdoğulular. Hosteslerin giyiminden anlaşılan buydu. Kendi kimliklerini ve kültürlerini koruma kousunda aşırı derecede hassas davranıyor olmalılar.

Hoştu, güzeldi, alkışlanacak bir davranıştı.Kültür emperyalizminin ağına takılmış gibi görünmüyorlardı. "Hadi canım sende, biz uzak doğuluyuz, Malaysia'lıyız" der gibiydiler lisanı halleriyle. Sanki meydan okuyorlardı emperyalistlere ve onların sadık hadimlerine. Avustralya yolculuğunu Malaysia Hava yollarıyla yapıyorduk.
Onbir saatlik yorucu bir yolculuktan sonra ilk durak olan Malaysia Havalimanı'na iniş için kemerlerimizi bağladık. Aman Allahım o ne sıkıcı yolculuktu öyle, Onbir saat havadasınız, ayaklarınızı uzatamıyorsunuz, biraz hareket etmek isteseniz edemiyorsunuz, hele bir de iki tarafınızda oturan yolcular bire uzun ikiye kısa iseler, varın siz tahmin edin yolculuğun rahatlığını(!).

Çıkış için gişelere doğru ilerlerken, hayretler içinde kaldım. Gişelerde başları örtülü tesettürlü memureler var. Bir anda yorgunluğumun kaybolduğunu hissettim. İşte hürriyet ve işte insan hakları. Hemen kendi ülkemi düşündüm. Başörtüsüyle üniversiteye giremeyen bacılarımızı düşündüm.Halkının %99'u müslüman olan bir ülkede inancından ötürü müslüman hanımlar başlarını örtemiyorlardı. Oysa Malaysia halkının % 51'i müslüman ve buna rağmen halkı inandığı gibi yaşama özgürlüğüne sahip.

Türk pasaportunu görünce hemen ayağa kalktı ve "buyurun hoşgeldiniz" dedi başörtülü memure. Ben Avrupa ülkelerini hemen hemen dolaştım görevim dolayısıyla. İlk defa Türk pasaportuna selam duran bir memureyle karşılaştım. ''Sen şöyle ayrıl bavullarını aç'' denilmedi ilk defa bana. Herhalde Osmanlı döneminde de böyleydi, açılıyordu bütün kapılar Osmanlı vatandaşına. ''Buyurun Hoşgeldiniz''. Ne güzel kelam. İtibar görmeniz ne kadar onur verici. Koltuklarınız kabarıyor, etrafınıza bakıyorsunuz gururla, "Evet ben Türküm ve Müslümanım."

Tabi bu yol arkadaşım için geçerli değildi. O da Türk'tü ama Türk pasaportu taşımıyordu. Bir saat kadar tuttular onu içeride. Belirli sorular sormuşlar.

Malaysia'da bir gün kalarak yolculuğumuza devam edecektik. ''Air Hotel''de kalmamız gerekiyordu. Üçüncü sınıf bir Hoteldi. Oldukça da rutubetli. Biraz kestirmek için yatağa şöyle bir uzandım ve tavanda kıbleyi gösteren bir işaret... Bunlar küçük ayrıntılar belki ama, insanı mutlu den ayrıntılar.

Bu birgün içinde, Malaysia'yı tanımalı, Malaysia'da okuyan Türk öğrencileriyle ve öğretim görevlileriyle tanışmalıydık.
Otele yerleşir yerleşmez hemen telefona sarıldı yol arkadaşım. Uluslararsı İslam Üniversitesi'nde okuyan Kemal Civelek, bir saat sonra oteldeydi. Aldı bizi arabasına ve başladık Malezya sokaklarında yol almaya. Uzakdoğuya has bitki örtülerinin süslediği yollardan geçerek, soldan akan trafiği yadırgayarak ''Uluslararası İslâm Üniversitesine'' ulaştık. 30 tane Türkiyeli öğrencimiz okuyormuş bu üniversitede. 10 tane de öğretim görevlimiz varmış. Bunlardan biri de Ahmat Davutoğlu(Bugün Dışişleri Bakanı 2012)

Oturduk sohbet ettik kendileriyle, Türkiye'den her açıdan uzak oldukları için hemen Türkiye'yi ve ara seçimleri sordular(O zaman Türkiye'de ara seçimler vardı). Türkiye ekonomisini sordular, üniversitelerdeki başörtüsü olaylarının son durumlarını sordular, uzun uzun anlattık.

Onlar da bize, Malezya'dan ve Malezya'daki müslümanlardan onların yaşantılarından bahsettiler. Yaklaşık iki saat kadar sonra, Doç.Hulusi Bey ve Kemal Civelek bizi otele bıraktı.

Sabah Malezya'yı tanımaya Kuala Lumpurdan başladık. Modern binaların yanında gece kondular ve fazla temiz olmayan caddelerle tipik bir Uzakdoğu başkenti Kuala lumpur.
Afrika mimarisinin tipik örnekleri olan minareler özgürce yükseliyor Kuala Lumpur'da. Minarelere paralel olarak, insanlar inançlarını laiklik baskısı olmadan özgürce yaşayabiliyorlarmış burada. Kemal Civelek anlatıyor: ''Mesela, nikah işlemleri imamlar tarafından yapılıyor. Cuma namazlarını memurlar da kılabiliyorlar. Cuma saatinde her taraf kapalı. Memur olan ve fabrika v.s gibi yerlerde çalışan kadınlar başörtüsüyle rahatlıkla çalışabiliyorlar."

Ayrıca Hac fonu diye bir fon kurulmuş, doğumdan itibaren bu fonda para birikiyormuş, çocuk ergenlik çağına gelince de bu fondan yararlanarak hemen Hacca gidebiliyormuş. Malezya'lı gençler bu fondan istifade ederek, evliliklerini Hac zamanında Mekke'de yapıyorlarmış. Hem Hac, hem de yanısıra Evlilik. Çifte saadet, ne güzel.

Namazlardan yarım saat önce minarelerden Kur'an okunmaya başlıyor. Sorduk ''her zaman böyle midir?" diye. Evet böyledir dediler.

Ezan sesinden rahatsız oluyoruz, ezanlar ses cihazlarıyla okunmasın diye valiliklere müracaat eden Türkiye'li laikler geldi aklıma...

Bir de ne görelim, aman Allah'ım, vakit namazlarına hanımlar da geliyor. Çoluk- çocuk bütün aile camide vakit namazı kılıyor. Namazdan sonra tekrar dağılıyorlar. Oysa bizde kadınların camiye gitmeleri neredeyse yasak. Hele hele vakit namazlarında ve cuma namazında kadınlar camiye gelecek... Sonucu düşünmek bile istemiyorum. Acaba diyorum, dini biz mi bilmiyoruz, yoksa bu insanlar mı? Yoksa bu insanların dini başka bir din midir?

Yine sorduk? Müslüman mısınız? Diye. Evet müslümanız dediler ve dinlerinin adının da İslâm olduğunu,Peygamberlerinin Hz.Muhammed (S.A.V) olduğunu, Kitaplarının da Kur'an olduğunu söylediler. Kadınların cuma namazı kılması bizim için gerçekten büyük bir olay. Çünkü bizim ilmihal kitaplarında, cuma namazını kimler kılmaz başlığının altında, özürlüler, hastalar sayıldıktan sonra ''kadınlar''da diye yazar.

Türkiye'li müslümanlar mı hata ediyor, yoksa Malezya'lı müslümanlar mı? bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki; Allah'ın dininde çifte standart yoktur. Yorumu siz okuyucularıma bırakıyorum.

Malezya krallıkla idare edilen bir ülke. Kralların kralı var, birde eyaletlerin kralları var. Kralların krallarını eyaletlerin kralları seçiyor. Krallar kendi adlarına cami ve kültür merkezleri yaptırıyorlarmış. Osmanlı Padişahlarında olduğu gibi.

''San Şayn'' kralı da bir cami yaptırmış kendi adına.Bu caminin farklılığı, birkaç mimari özelliği birarada taşıyor olmasından kaynaklanıyor. Minareler Osmanlı mimarisine uygun şekilde yapılmış, dış avlu Selçuklu mimari tarzında. Kubbe Mescid'i Nebevi'nin mimari özelliğini yansıtıyor. İçerisinde Afrika mimari tarzı kullanılmış, duvar motifleri de öyle. Çiniler Kütahya'dan götürülmüş.

Malezyalılar, soba nedir, kalorifer nedir, palto nedir? Nasıldır? bilmiyorlar, sıcaklık devamlı 30 derecenin üzerinde.

Günümüz o kadar hızlı geçti ki, nasıl geçtiğini anlayamadık bile. 21'45 de Kuala Lumpur Hava alanında olmamız gerekiyordu.Bu kez erken geldik Hava alanına. Kahvelerimizi yudumlarken,Filistinli bir öğrenciyle Bosnalı bir kız öğrenciyi tanıştırdı bizimle Kemal Civelek. Ülkelerinden emperyalistler tarafından sürülmüş iki genç... Birinin taşlarla kolu kırılmış, öbürünün ırzına geçilmiş, Filistin'de, Bosna'da. İkisi de kader kurbanı. Malezya da bir araya gelmişler ve evlenmişler. Kader işte...

"Bosnalı bacım, keşke fırınlara atılsaydında, orada yakılsaydın da, dumanın göğe yükselseydi; belki o zaman dünya müslümanları senin farkına varırlardı da, alnına o kara leke sürülmezdi." Hüzünlendik, üzüldük, Filistin üzerine birkaç söz söyledik, Bosna üzerine de birkaç söz söyledik. Buruk bir şekilde ayrıldık o iki talihsiz çiftten.

Enfal Suresi'nin 65' ci ayetini hatırladım hemen, ''Gerçekten inanan ve sabırlı olan 20 kişi iseniz, ben size 200 kişiyi mağlup edecek güç veririm, 100 kişiyseniz 1000 kişiyi mağlup edecek güç veririm''.

Dünya nüfusu altı milyar. Bu altı milyar içinde müslüman nüfus iki milyar. Yani üç kişiden biri müslüman. Normal şartlarda bile müslümanların galibiyeti söz konusuyken bir de Allah'ın 20 kişilik güce vereceği, 200 kişilik güç düşünülecek olursa, müslümanların bugün emperyalistler tarafından kanlarının akıtılmaması, gözyaşlarının akıtılmaması gerekmez miydi?

''Allah müslümanlara neden yardım etmiyordu?'' Bir başka ayet hemen hafızamda canlanıveriyor,''Siz kendinizi değiştirmedikçe Ben sizi değiştirmem''...

Hoşgörüde değişim, insan haklarını algılamada değişim, yardımlaşmada değişim, kardeşlikde değişim, başkalarının günahlarıyla uğraşmama konusunda değişim, dünya menfaatlarına bağlılıkta değişim, adil yargılama ve adil paylaşımda değişim, hurafelerden ayrılmada değişim, bid'adlardan uzaklaşmada değişim, Allah'ın dinini Allah'a teslim etmede değişim, herhalde değişimden kastedilen bu ve benzeri değişimler olsa gerektir diye düşündüm. Dış görünümdeki değişim değildi istenen herhalde. Sakal bırakmak, şalvar giymek, sarık giymek, çarşaf giymek değildi herhalde değişime sebep olacak değişim. Çünkü, Allah müslümanları değiştirmiyordu, dönüştürmüyordu...

Derken yine bir anonsla daldığım hayal aleminden uyanıyorum.''Kemerlerinizi bağlayın''. Dokuz saattlik birincisine benzer yorucu bir yolculuktan sonra bu sefer Avustralya'ya indik. Oldukça görkemli bir Hava alanı var Avustralya'nın. Yol arkadaşım Malezya'daki gibi yine takıldı Pasaport memuruna, ama bu kez nedense erken kurtuldu memurun elinden.

Kazım Ateş ve Tahir Solak karşıladı bizi Hava Alanında. Melburn'daki merkezlerine götürdüler biz. 80 dönüm içerisinde kapalı spor salonu bile mevcut olan mükemmel bir okul binasını satın almışlar. Aynı zamanda bu okulu bölge merkezi olarak kullanıyorlar.

Melburn Avustralya'nın 4 büyük şehrinden biri, 35.000 Türkiye'li yaşıyormuş burada. Avustralya'da yaşayan tüm Türkiye'lilerin sayısı ise 150.000 civarındaymış(1994).

Resmi rakamlarda ise Türk nüfus 42.000 olarak tespit edilmiş. Avustralya'ya Türkiye'den gelenleri, Türkiye'li olarak sayıyormuş Avustralya hükümeti. Sadece Avustralya'da doğan çocukları Avustralya'lı olarak gösteriyormuş resmi kayıtlarında. Aradaki fark bu anlayıştan kaynaklanıyormuş. Avustralya'da yaşayan müslüman sayısı 500.000 civarında imiş.Ne yazık ki; orada da müslümanlar arasında bir kaynaşmadan söz etmek mümkün değil. Onlar da Allah'a kul yetiştrime yerine, herkes kendine üye yetiştirmekle meşgul imiş. Avustralya'nın ekonomik rahatlığı da birlikte olma ihtiyacından uzaklaştırmış müslümanları.

Avrupa'nın aksine, Arap ülkelerinden gelenler, biraz daha şuurlu Türkiye'li müslümanlardan. Dört tane İslâm Koleji açmışlar Melburn'da. Eğitime büyük ölçüde ağırlık vermişler. Avustralya hükümeti bu konuda oldukça rahat.
İki senelik bir deneme müddeti koymuş özel Okullar için, bu zaman zarfında aldığı artı puanlardan sonra okulu Avustralya hükümeti finansa ediyormuş. Türkiye'den gelen müslümanlar, Avrupa'da olduğu gibi Avusturalya'da da böyle bir imkanı değerlendirememişler.

Azem Atlıhan, Ali Galip Oruç, bölgenin bizlere mihmandar olarak verdikleri iki genç arkadaş. Azem Denizli'li, İmam Hatip Lisesi'nde sınıf arkadaşım. 15 yıl sonra Melburn'da karşılaştım ve kucaklaştık. Ali Galip Oruç'da yol arkadaşımın memleketlisi. Kayseri'li. O da İmam Hatip Lisesi mezunu, onlar da 15 yıl sonra Melburn'da karşılaşıyorlar. Daha çok kıymetli dostlarımız oldu Avustralya'da.

Oldukça mahzun Avustralya'da yaşayan Türkiye'liler, on yıldan aşağı izine gidenlere fazla rastlaya mıyorsunuz. Kimisinin anası, kimisinin babası vefat etmiş, buna rağmen onlar halen gidememişler izine, görememişler ölümden sonra kardeşlerini akrabalarını. Hava alanında rastladığımız bir teyzeye sordum: 'Ne zamandan beri buradasınız' diye? "25 yıldan beri" dedi. Peki bu kaçıncı izin dedim, "ikinci izin, birinci izine 14 yıl evvel gitmiştim" dedi. Yanında 17 yaşlarında bir kız var, besbelliki kızını evlendirmeye götürüyor. Yeni bir kurban daha götürecek Avustralya'ya.

Türkiye'den bir misafir gelmiş diye duyan koşup geliyor yanımıza, kucaklaşıyoruz. Dikkat ettik, bu koşup gelenler hep birinci kuşaktan insanlar. İkinci kuşağın, hele üçüncü kuşağın Türkiye diye bir derdi yok. Türkiye'li diye de bir derdi yok. O artık Avustralya'lı olmuş. Adları; Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin. Dinleri, '' İslam''. Ancak dilleri ingilizce, müzikleri ingilizce. Zeybek oynama yerine, horon tepme yerine, çifte telli oynama yerine dans etmeyi tercih ediyorlar.

Radyoları var. Günde bir saat yayın yapıyor ama onlar daha fazlasını istiyor. Türkiye'den 20.000 km. uzaktaki bu insanların nesillerine sahip çıkılması gerekiyor. Yoksa kaybolmaları an meselesi. Radyo zaman zaman isteklere cevap veriyor. Bir istek telefonu alındı biz oradayken. Bir bayan sesi 'Alo'... Bir istekde bulunacağım, bugün çalmanız mümkünmüdür? Ali Galip çok nazik bir genç, radyodan o sorumlu. ''Tabi hanım efendi buyurun, kimin için hangi türküyü istiyorsunuz?''
Cevap insanın içini acıtıyor:''Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.''

Belliki Avustralya'ya gelin gelmiş bu bacımız. O geldiği seneden beride köyüne gidememiş, özlemiş anasını ve babasını. Gurbet içerisinde gurbeti yaşayan birisi olarak gözlerimizden süzülüverdi yaşlar aşağı doğru... Başladı radyo türküyü çalmaya, ''Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.''

Benim ülkemde yedi iklim yaşanıyor. Yer altı ve yer üstü zenginlikleri de oldukça fazla. İnsanı çalışkan. Dünyanın her tarafını imar etmiş o çalışkan insanlar. Ancak kendi ülkelerini bir türlü imar edememişler. Sanki modern köleler olarak yayılmışlar dünyanın dört bir yanına.

Üç kıtada at oynatmış bir milletin torunları, işçi olarak dünyanın her bir tarafına dağılacak ve enerjilerini oralarda mı imarında mı harcayacaklardı? ''Ya Rabbi bu ne zillet böyle''. Güzel Peygamberimizin buyruğu geldi hemen aklıma, ''Cihadı terkeder de öküzün kuyruğuna yapışırsanız, Allah sizi zelil eder, taki tekrar cihada dönünceye kadar.''

Bir hafta kaldık Melburn'da. Program gereği Sidney'e gitmemiz gerekiyordu. Kamberra'ya uğradık, yolumuzun üzerindeydi. Kamberra Avustralya'nın Başşehri. Sonradan özel olarak kurulmuş bir şehir. Oldukça geniş caddeleri var. Parlemento binası şehre hakim bir tepede görkemli bir yapı. Kamberra da 40 hane kadar Türkiyeli'nin olduğunu söyledi yemek yediğimiz lokantanın sahibi. Lokantanın içerisi müze gibi, Osmanlı eserleriyle süslenmiş her taraf. Başta Had Sanatı... Bir kültür elçisi ancak bu kadar Türkiye'yi ve Türk insanını tanıtabilir yurt dışında insan. Tebrik ettik kendisini. Yemek esnasında Hafız Burhan okuyordu, inceden inceye:

"Her yer karanlık pür nur o mevki
Mağrip mi yoksa makber mi ya rab
Ya habgah-ı dilber mi ya rab
Rüya değil bu, ayniyle vaki

Kabri çiçekten bir türbe olmuş
Dönmüş o türbe bir haclegahe
Bir haclegahe dönmüşse türben
Aç koynunu aç maşukanım ben."

Türkiye'deki lüks lokantalar geldi hemen aklıma, nereye giderseniz gidin genelde batı müziği çalınır. Ülkemize kadar gelen turistlere bile kendi müziğimizi dinletemeyiz nedense. Kendi kimliğimizle onların karşışına çıkmaktan utanırız. Ne kadar garip değil mi?

Yollar çok güzel, ama yolda seyreden araba tek tük. Daha çok tırlar var yollarda. Kornasını, elinizle çektiğiniz bir iple çaldığınız o süsülü burnu kocaman tırlar. Bazen de önünüze kanguru atlıyor.

Sidney'deyiz. Şehrin merkezinde iki minare sizi selamlıyor tüm haşmetiyle. Cami yeni yapılıyor. Camiden önce minareleri yapılmış. Türkiye'liler hep orada, bizim övüncümüzdür bu cami diyorlar. Bila ücret herkes imece usulü çalışıyormuş caminin yapımında, herhalde azınlık psikolojisinin verdiği bir ezikliğin gereği bu davranış diye düşünüyorum.

Programlar bittikten sonra gece Sidney'i gezdirelim dediler. Kabul ettik teklifi. Kral Caddesi'ndeki Türkiye'li çocukların halini gördükten sonra, içinizin cız etmemesi mümkün değil. O çılgın gece aleminin içinde o benim kızımın ne işi var? Ne işi var benim delikanlımın o alemde. Dolar aşkına feda edilen nesil...

Arif'in bir arkadaşı ''önceden bizi buraya sokmuyorlardı, şimdi ise buraların kralı biziz, artık buralar bizden sorulur diyormuş'' Arif Denizli'li bir genç. Türkçe'yi çok zor konuşuyor. "Hocam eskiden bende bunlar gibiydim, ben hidayete erdim, vesile olanlardan Allah razı olsun'' diyor, utanarak. Vollongong Sidney'e 80 km. uzaklıkta bir liman kenti. Vollong'dayız. Dünyanın ikinci büyük demirçelik fabrikasının burada olduğunu söylediler. 5.000 civarında Türkiye'li çalışıyormuş burada. Genellikle ''Döner Kebap'' işinde çalışıyorlarmış.

Avustralya'da yüksek tahsil mezunu çok sayıda insanımız var. Hikmetini sorduk. Milli damat olarak geldik dediler. İlahiyat mezunları, kimya mühendisleri, inşaat mühendisleri, iktisat mezunları bir hayli fazla. Doktora yapanların yanısıra, taksiciliğe ve kebapçılığa heveslenenlerin sayısıda az değil.
Çok sıcak bir ilgi ile karşıladılar bizleri, bağırlarına bastılar, birkaç gün daha kalarak, salon programları yapmamızı arzu ettiler.
Gözlerinden okunuyordu cemaatın, ''Ne olur gitmeyin de diğer arkadaşlarımızda bu programlardan istifade etsinler'' diye yalvardıkları. Boynu bükük olarak bıraktık Volongong'luları orada, Taçura'daki programa ulaşmamız gerekiyordu. Öbür günde uçağımız kalkacağı için zaman yeterli değildi. Taçura'da köy hayatı yaşıyor Türkiyeliler, her biri bir çiflikte çalışıyor. Çilek mevsiminde gelmişiz oraya. Çileklerin her biri elma büyüklüğünde, belliki hormonlu, tadı yok. Telefonla çağırmışlar birbirlerini akşamki toplantıya.
Cemiyet başkanının evinde toplandılar. Başkan Amasya'lı. 25 yıl önce gelmiş o köye. Küçük küçük çiftlik sahibi olanlar var aralarında. Denizli'li bir kardeşimizin sekizyüz dönüm çiftliğinin olduğunu söylediler. Damadı da oradaki cemiyetin sekreteri. İşçilikten çiftlik ağalığına, tabiki hoşumuza gitti, hepsine de tavsiyede bulunduk. "İşçiliğe son verin artık. Madem ki buradasınız çocuklarınız burada, bak izine de gidemiyorsunuz, zaman çok geçmeden imkanlarınız ölçüsünde kendi çiftliklerinizi kendiniz alın" dedik.Geç vakte kadar sohbeti sürdürdük. Kimse ayrılmadı, dini sohbetlere susadıklarını birçok kez ifade ettiler.

Anladık ki, Avustralya'ya 15 günlüğüne değil, 3 aylığına gidilecek ve insanlarla doyasıya sohbet edilecek, sorularına cevap verilecek, birlikte yemekler yenilip gönülleri alınacak.

Tahir Solak, kardeşi Tarık'ın organize ettiği Kigbox dünya şampiyonnsına davet etti bizleri. Salonu hınca hınç Türkiye'liler doldurmuştu. Günün maçı bir Türk genciyle Filipinler'den bir genç arasında yapılacakmış. Aman Allah'ım o ne heyecan. Türk genci ringe çıkar çıkmaz, Türk bayrakları açıldı, sanki yer yerinden oynuyordu. Islıklar, tekbir sesleri ve alkışlar. Kıran kırana bir maç oldu. Üstün döğüştü Türk genci. Maç bittiğinde herkes ayaktaydı. Evet Türk'ün Melburn zaferi ve Dünya şampiyonluğu... Az bir şey değil. Hele azınlık durumunda olan insanlar için tamamen onur meselesi.

Velhasıl Avustralya bir başka güzellikler Ülkesi. Avustralya'lılar da bir başka güzellikler yumağı, sevincide başka Avustralya'lının, hüznü de... Selam sana Avustralya, selam sana Avustralya'lı kardeşim.

"Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler

Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim

Babamın bir atı olsa binse de gelse
Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse
Kardeşlerim yolları bilse de gelse

Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim "*

*Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar

Bu öykü Malkara köylerinden alınmış olup belli bir kişinin dilinden yazıya geçirilmiş değildir. Çevrede herkes tarafından bilinen bir öyküdür. Söylentiye göre, çok eskiden köyün birinde Zeynep isimli çok güzel bir kız vardır. Onaltıya yeni bastığında Zeynep'i köylerindeki bir düğünde aşırı (yabancı) köylerden gelen Ali isimli bir genç görür. Ali Zeynep'i çok beğenir ve köyüne döndüğünde kızın babasına hemen görücü gönderir. Zeynep'i Ali'ye verirler. Kısa bir zaman sonra düğünleri olur. Ali, Zeynep'i alıp aşırı köyüne götürür.

Zeynep'in gelin gittiği köy ile kendi köyü arası üç gün üç gece çeker. Bu kadar uzak olduğundan dolayı Zeynep, anasını babasını ve kardeşlerini tam yedi yıl göremez. Bu özlem Zeynep'in yüreğinde her gün biraz daha büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. Köyün büyük bir tepesinde bulunan evinin bahçesine çıkarak kendi köyüne doğru dönüp için için kendi yaktığı türküyü mırıldanır ve gözleri uzaklarda sıla özlemini gidermeye çalışır.

Oysa kocası, Zeynep'in bu özlemine pek aldırış etmez. Kaldı ki eski sevgisi de pek kalmadığından kendini fazlaca horlamaya, eziyet etmeye başlar. Sonunda bu özlem ve kocasının horlaması Zeynep'i yataklara düşürür.

Gün geçtikçe hastalığı artan Zeynep'in düzelmesi için, köyden gelip gidenler de anasının babasının çağrılmasını salık verirler. Başka çare kalmadığını anlayan Zeynep'in kocası da anasına babasına haber vermeye gider. Altı gün altı gecelik bir yolculuktan sonra bir akşam üstü Zeynep'in anası babası köye gelirler, Zeynep'i yatakta bulurlar. Perişan bir halde Zeynep hâlâ türküsünü mırıldanmaktadır. Aynı türküyü anasına babasına da söylemeye başlar. Çevresindeki bütün köy kadınları duygulanıp göz yaşı dökerler. Annesi fenalıklar geçirir ve bayılır.

Zeynep hasretini giderir, giderir gidermesine de, artık çok geç kalınmıştır. Bir daha onmaz, sonu ölümle biter. Herkes Zeynep için göz yaşı döker. İşte o gün bu gündür bu türkü ayrılığın türküsü olarak söylenip durur. "Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar ....................................................."
  
Rüştü Kam
 

IV. Kurban Bayramı Şenliği düzenlendi

IV. Kurban Bayramı Şenliği düzenlendi Yazdır E-posta
berl-kurb-bay-senl-a.jpgBu yıl dördüncüsü düzenlenen ''Berlin Kurban Bayramı Şenliği'' yine görkemli sahnelere ev sahipliği yaptı.  
 
IV. Kurban Bayramı Şenliği düzenlendi
Berlin Mitte ilçesi Belediye Başkanı Dr.Christian Hanke, IV. Berlin Kurban Bayramı Şenliği'nde yaptığı konuşmada, birlik ve beraberliğin önemini vurgulayarak ''Ben Neukölln'lü olmamama rağmen şenliğinize büyük bir keyifle katıldım. Çünkü kurban her üç tek tanrılı dinin de ortak kabul ettiği, ataları Hz. İbrahim'den beri uygulanagelen bir ibadettir. Bugün hepimiz O'nun sünnetinde buluştuk. Hepinizin bayramı kutlu olsun'' dedi.
berl-kurb-bay-senl-b.jpg
berl-kurb-bay-senl-c.jpg
berl-kurb-bay-senl-e.jpg
Bu yıl dördüncüsü düzenlenen ''Berlin Kurban Bayramı Şenliği'' yine görkemli sahnelere ev sahipliği yaptı. Yaklaşık 2.000 kişinin katıldığı şenlikte, önce Dünya Kur'an Okuma Yarışması birincisi Hasan Sadıki'nin okuduğu Kur'an-ı Kerim ziyafetiyle katılımcılar adeta mest oldu. Şenlik, İlahiyatçılar Derneği Başkanı Rüştü Kam ve Türk Eğitim Derneği Başkanı Ahmet Yumuşak'ın konuşmalarıyla başladı. İkili özetle: ''Kurban kesmenin asıl amacı insanlara et yedirmek değildir, insanlarla bir araya gelerek kucaklaşmaktır. Karşılıklı fedakârlıktır. Sahip olunan malın birlikte paylaşılmasıdır. Bu paylaşımda elbette herkesin kendi yaşadığı bölgedeki ihtiyaç sahiplerini de gözetmesi gerekir.'' diyerek şenliğin gayesini açıkladılar.
berl-kurb-bay-senl-v.jpg
berl-kurb-bay-senl-w.jpg
berl-kurb-bay-senl-k.jpg
Berlin Mitte ilçesi Belediye Başkanı Dr.Christian Hanke, IV. Berlin Kurban Bayramı Şenliği'nde yaptığı konuşmada, birlik ve beraberliğin önemini vurgulayarak ''Ben Neukölln'lü olmamama rağmen şenliğinize büyük bir keyifle katıldım. Çünkü kurban her üç tek tanrılı dinin de ortak kabul ettiği, ataları Hz. İbrahim'den beri uygulanagelen bir ibadettir. Bugün hepimiz O'nun sünnetinde buluştuk. Hepinizin bayramı kutlu olsun'' dedi.
Kesilen kurbanların etleri kavurma yapılarak, pilav üzerinde salata eşliğinde ve ayranla birlikte ücretsiz olarak ikram edildi.
berl-kurb-bay-senl-l.jpg
berl-kurb-bay-senl-j.jpg
berl-kurb-bay-senl-m.jpg
Değişik dünya görüşlerine sahip sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri de şenlikte yerlerini almışlardı. Türk Cemaati başkanı Bekir Yılmaz, Berlin Müsiad başkanı Veli Karakaya ve Türk Alman Merkezi başkanı Adnan Gündoğdu yaptıkları selamlama konuşmalarında, IV. Berlin Kurban Bayramı Şenliği'nin kurbanın amacına uygun olarak kutlandığını vurgulayarak ''Bu bayramın sokak şenliği olarak kutlanmasının birlik ve beraberliğimizin oluşmasında ve pekişmesinde önemli yeri vardır.'' dediler.
berl-kurb-bay-senl-p.jpg
berl-kurb-bay-senl-i.jpg
berl-kurb-bay-senl-t.jpg
Bilhassa Alman siyasetçilerinin yoğun ilgi gösterdiği görülen şenlikte, Berlin Gıda Tarım ve Tüketiciyi Koruma Bakanlığı Müsteşarı Sabine Töpfer-Kataw, SPD-Berlin Eyalet Milletvekili Rainer Michael Lehmann, Yeşiller eyalet milletvekili Turgut Altuğ birer selamlama konuşması yaptılar. Daha önceki yıllara göre Almanların şenliğe olan ilgilerinin oldukça fazla olduğu gözlendi.
berl-kurb-bay-senl-o.jpg
berl-kurb-bay-senl-g.jpg
berl-kurb-bay-senl-d.jpg
Hristiyan din adamlarının yaptığı selamlama konuşmaları da şenliğe ayrı bir güzellik kattı. Bu şenliğe davet edilmekten memnun olduklarını söyleyen Katolik din adamı Karl-Heinz Lenz ve Protestan din adamı Ralph Döbbeling özetle şöyle dediler: ''Kurban bayramı, insanların Allah'a kurban edilmelerinden kurtuluşlarının bayramıdır ve İbrahim'in sünnetidir. Bizler Müslümanlarla birlikte bu bayramı kutlamaktan mutluluk duyuyoruz. ''
berl-kurb-bay-senl-h.jpg
berl-kurb-bay-senl-n.jpg
berl-kurb-bay-senl-f.jpg
Çocuklara yönelik oyun parklarının bulunduğu ve konusu kurban olan resim yarışmasının yapıldığı bu şenlikte Karagöz ve Hacivat gölge oyunu ile Nasrettin Hoca, çocuklardan daha çok büyükleri memnun etti.
Mustafa Çetinol ve ekibinin verdikleri müzik ziyafetiyle misafirler coştukça coştular. Hele Çalınan Zeybek ve Harmandalı'nın cazibesine dayamayıp meydana çıkan efeler görülmeye değerdi.
Katılımcılar sokak şenliğinin içeriği aynı kalmak şartıyla daha da büyümesi konusunda fikir birliği yaparak şenlikten mutlu bir şekilde seneye buluşmak üzere ayrıldılar.
berl-kurb-bay-senl-q.jpg
berl-kurb-bay-senl-r.jpg
berl-kurb-bay-senl-u.jpg
berl-kurb-bay-senl-s.jpg
ha-ber.com / Zülfikar KAM / Berlin
 

''AT, SAHİBİNE GÖRE KİŞNER''


 ''AT, SAHİBİNE GÖRE KİŞNER''
 
O zaman Türkiye Cumhuriyeti Devleti daha kurulmamıştı. Birinci Dünya Savaşı'nın bittiği yıl. Bu savaşta Almanlar müttefikimiz. Savaş sonunda Almanlarla birlikte yenik kabul edimişiz. Almanlarla siyasi ve ekonomik ilişkilerimizin başladığı yıl 1763, II.Friedrich dönemi. Osmanlı tahtında ise III. Mustafa(1757-1774) oturuyor.
 
Bu tarihtan sonra, zaman zaman kesintiye uğrasa da ilişkiler devam etmiş ve 1918 yılına gelinmiş. Taht'a VI.Mehmed Vahdettin (1918-1922) çıkmış. Tam 94 yıl önce, Berlin'de büyükelçilik binası için yer satın alınmış, elçilik binası da yapılmış. Bu bina, 1943 yılında 2. Dünya Savaşı'ndaki hava bombardımanları sonucu yıkılana kadar Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin büyükelçiliği olarak hizmet vermiş.

  
1989 yılına kadar Almanya'nın başkenti Bonn olduğu için arsa sanki unutulmuş. 1989 yılından sonra da hatırlayan olmamış. Ak Parti iktidarı sahip çıkmış devletin malına. 17 ay içinde görkemli bir büyükelçilik binası dikilmiş Berlin'de. ''At sahibine göre kişner'' demişler atalarımız ve o at kişnemiş, bulmuş çünkü sahibini.
 
Berlinliler salonu hıncahınç doldurmuşlardı. Önce büyükelçi Hüseyin Avni Karslıoğlu geldi kürsüye, mutluydu, keyifliydi. 94 yıl sonra Türkiye cumhuriyeti bir elçilik binasına sahipolmuştu ve Karslıoğlu da bu binanın açılış konuşmasını yapıyordu. Bundan daha büyük bir onur olur muydu? Daha sonra Federal Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle geldi kürsüye. Alman-Türk dostluğundan bahsetti ve ''64 yıl sonra Büyükelçilik eski yerine geldi, hoşgeldiniz eski yerinize..., yaşasın Almanya Türkiye dostluğu'' dedi ve büyük alkış aldı.
 
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan da kürsüden inerken Westerwelle'ye, ''Yaşasın Türk -Alman dostluğu!'' şeklinde cevap verdi. Siyaset böyle bir şey herhalde.
 
Başbakan, Almanya'da yaşayan 3 milyon Türk'ün, Türkçe'nin yanında Almancayı da çok iyi öğrenmeleri gerektiğini tenbih etti. ''Yunus Emre'nin yanında Goethe'nin, Hegel'in, Kant'ın da öğrenilmesi gerekir'' diyerek entegrasyon konusunda hevesli olunması gerektiğinin altını çizdi.
 
Hüseyi Avni Karslıoğlu'nun Almanya'da doğan büyüyen ve eğitimini Türkiye'de tamamlayan bir büyükelçi olduğundan bahisle, Westerwelle'ye bakarak, ''Almanya'da doğup büyüyen ve eğitimini Almanya'da tamamlayan bir Türk kökenli Alman, büyükelçi olarak niçin Türkiye'ye atanmasın?'' dedi.
 
Berlin büyükelçilik binasının Türkiye'nin dünyadaki en büyük elçilik binası olmasıyla övünülüyor. Övünülmesi gerekenin büyüklük mü yoksa fonksiyon mu olduğu tartışma konusudur.
 
Başbakan özetle şöyle dedi:
 
''Dünyada önemli bir aktör olmaya devam eden Avrupa Birliği'nin Türkiye ile ilişkilerini de aynı şekilde stratejik bir bakış ışığında ele alması gerektiğine inanıyoruz. Birliğin genişleme sürecinin devam ettirilmesi suretiyle barış, huzur ve refahın daha geniş bir coğrafyaya yayılmasının sağlanmasını diliyorum. Türkiye AB'nin amacına ve başarısına inandığı için üyelik hedefinden vazgeçmedi...
 
Bu binayı yerinin geçmişi itibarıyla Almanya ile derin tarihi kökleri bulunan yakın dostluk ilişkilerimizin de sembolü olarak kabul ediyorum. Esasen Türkiye ve Almanya arasındaki diplomatik ilişkiler bundan çok daha eskilere, 2013'te 250 yılı geride bırakmış olacağız. 250 yıllık diplomatik ilişkilerde bir geçmişimiz var. Ahmet Resmi Efendi'nin Prusya'ya elçi olarak atandığı 19 Kasım 1763 tarihine kadar uzanıyor. Nitekim 2013'te de hep birlikte Türk ve Almanlar olarak diplomatik ilişkilerimizin kuruluşunun 250. yıl dönümünü kutlayacağız...
Avrupa genelinde ekonomik krizle bağlantılı olarak yabancı düşmanı ve İslam karşıtı eğilimlerin artış gösterdiğine şahit oluyoruz. Norveç'te yaşanan ve 77 masum insanın hayatına mal olan menfur olay, önlem alınmazsa bu eğilimlerin nerelere uzanabileceğini bize maalesef bir kez daha hatırlattı.
Almanya'da aşırı sağcı saldırıların hedefinde yer alan Türk toplumunun tepkilerini ve beklentilerini de muhataplarımıza her görüşmemizde ifade ediyoruz. Almanya kamuoyunun da büyük tepkisine de yol açan acımasız cinayetlerin tam olarak aydınlatılmasını bekliyoruz. Müslümanlar ve Hristiyanlar arasındaki ön yargıların yıkılmasına yönelik çabalara büyük önem veriyoruz. Bu amaçla İspanya ile başlattığımız Medeniyetler İttifakı girişimimizin ehemmiyeti giderek daha iyi anlaşılıyor. Medya, sivil toplum ve düşünce kuruluşlarının ötekileştirmeye karşı mücadelede sorumluluk üstlenmesini bekliyoruz. Hükümetlerin de bu yöndeki çalışmalarını kamuoyunda açıkça ifade etmeleri ve kararlı davranmaları gerekiyor. Türkiye gelişen ekonomisi, giderek yükselen demokratik standartları, siyasi istikrarı ve bölgesinde, dünyada izlediği çok boyutlu aktif dış politikasıyla bu konuda üzerine düşeni yapmaya hazırdır.

Türkiye yalnızca son dönemde dünyanın odaklandığı Ortadoğu'da değil, Balkanlar'dan Orta Asya'ya, Karadeniz'den Kafkasya'ya kadar geniş bir alanda barış ve işbirliği politikası izliyor. Ortadoğu ve Arap dünyasında yaşanan değişim hareketlerini, hem demokrasi hem bireysel özgürlükler hem de güvenlik ve siyasi boyutlarıyla izliyoruz. Burada diğer devletlerin yapıcı rol oynayabilmeleri için samimi olarak ve ilkeli tutum sergilemelerini özellikle vurgulamak istiyorum...

 
Sizler daima diyaloğa önem vermeli, açık fikirli olmalısınız. Çünkü sizler Hoca Ahmet Yesevi'nin, Yunus Emre'nin, Hacı Bektaş Veli'nin, Seyyid Abdülhakim Arvasi'nin, onların sevgi, barış, kardeşlik yolunun mirasçılarısınız...
 
Unutmayın, siz de çocuklarınız da tıpkı Fuzuli'yi, Mehmet Akif'i, Necip Fazıl'ı, Yahya Kemal'i okuyup anladığınız gibi Hegel'i, Kant'ı, Goethe'yi de okuyup anlamalısınız. Bu şekilde iki kültürü birden öğrenmek sizin için bir külfet değil tam tersine çok değerli bir avantaj, büyük bir zenginliktir. Bunu başardığınızda Alman toplumunun sizi çok daha kolay kabullendiğini, size daha fazla saygı duyduğunu göreceksiniz.

Türkiye'nin izlediği politikalarda ilkeli ve hakkaniyetten yana duruşunun, sizlerin bu yöndeki gayretlerinize güç ve katkı sağlayacağına inanıyorum. Şundan emin olun, sizin arkanızda artık güçlü ekonomisiyle, aktif dış politikasıyla bölgesinde ve dünyada söz sahibi bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti var. Sizler de tıpkı ülkenizde olduğu gibi hedeflerinizi büyütmelisiniz. Burada kalıcı olmaya, yerleşmeye, ev almaya, iş kurmaya karar verdiğiniz andan itibaren sizler artık buranın bir parçasısınız. Kesinlikle entegrasyon konusunda en ufak bir sıkıntınızın olmaması gerekir. Birliğinizi, beraberliğinizi, dayanışmanızı güçlü tuttuğunuzda Avrupa'daki en güçlü, en etkili, en dinamik toplum olacaksınız. İşte o zaman şu anda karşılaştığınız ve aşmakta zorlandığınız engellerin önünüzde birer birer yok olduğunu göreceksiniz. Kendinizi buralarda misafir olarak görmeyin, eğreti durmayın, kolay değil, 50 yıl geçti.''

 
Eleştirilerim:
 
1-Büyükelçilik binası dış görünüşü itibariyle çok hantal. Estetiğe fazla önem verilmemiş.
2-Selçuklu mimarisi unutulmamış ama. Osmanlı mimarisi unutulmuş. Bu bina, Osmanlı dönemindeki elçilik binası esas alınarak yapılsaydı daha güzel olurdu.
3-Mimarın Alman olması rahatsız edici. Türk Mimarlar bu konuda tercih edilmeliydi.
4-Başbakan'a Mimar tarafından binanın anahtarı verildi. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'na verildi bu anahtar. Anahtarda yazılan Türkçe yazılar elçilik görevlileri tarafından kontrol edilmeliydi. Türkiye Başnakanı'na yanlış Türkçe. Şık durmadı. ''Teşekükür leri''.
5-Elçilik binasının temelini atan,eski büyükelçiye, en azından selamlama konuşması yapma imkanı verilmeliydi.
6- Böylesi önemli toplantılarda kürsülerin estetiği çok önemlidir, üzerinde hassasiyetle durulmalıdır.(Su şişesi gibi)
  
Rüştü Kam
 


2 Ekim 2012 Salı

“IV.Berlin Kurban Bayramı Şenliği” ile ilgili bilgilendirme (28.10.2012 Neukölln, Reuterstr.58 12047 Berlin)




Sevgili Berlin’liler,

28.10.2012 tarihinde(Pazar günü) İlahiyatçılar Derneği, Berlin Türk Cemaati, Berlin Veliler Topluluğu, Hikmet Kütüphanesi, Türk Eğitim Derneği, Türk Alman Merkezi,  “IV.Berlin Kurban Bayramı Şenliği”ni  bu sene Neukölln’de birlikte düzenleyeceklerdir.

Şenliğe yaklaşık iki bin kişinin katılması beklenmektedir. Özellikle Alman komşularımızı bu şenlikte aramızda görmek istiyoruz. Halk müziğimizin ustaları bu şenlikte birbirinden güzel eserler okuyacaklardır. Ayrıca çocuklar için resim yarışması yapılacaktır. Çocuklarımız oyun parklarında bayram eğlencesinin tadını çıkaracaklar.  Sonra NASREDDİN HOCA’larından hediyeler alacaklar, kültür değerimiz KARAGÖZ ve HACİVAT gölge oyunuyla tanışacaklardır. Şenlikten sonra evlerinde ve okullarında arkadaşlarına bu şenlikten bahsedeceklerdir.

Kurban sözcüğü, Arapça bir sözlük olup “yaklaşmak” anlamındadır. Dinî terim olarak ise, Allah’a yaklaşmak için yapılan her türlü ameli, kapsamı içine alır.  Dolayısıyla kurban Allah’a yakın olmak için yapılan her türlü infak’ın adıdır.

Kurban: “Allah’a yaklaştıran veya kendisiyle Allah’a yaklaşılan şey” demektir. Yani, Kur’an’ın Allah’a yaklaşmak için vesile ve araç kabul ettiği tüm değerleri kurban kelimesiyle ifade etmek mümkündür.
Sadece hayvan kesmekle yaklaşılmaz Allah’a. Her türlü ihlâslı ve takvâlı amel müslümanı Allah’a yaklaştırır. Müslümanın Allah’ın rızasına uygun olarak yapılan harcamaları “kurban” dır.

Meselâ, Hâbil ile Kâbil Adem’in iki oğlu veya iki adem oğlu, Allah’a kurban ile yaklaşmak istemişlerdir. Hâbil çoban olduğu için kurban olarak bir koyun seçmiş, Kâbil ise çiftçi olduğu için kurban olarak bir demet buğday seçmiştir.  (Tevrat/ Tekvin, 5:17), (Maide 27-32), (Tirmizi 2812)

Özetlemek gerekirse; hayvan kurbanı ve kurban bayramı bir gelenektir. Bu geleneği Allah’ın rızasına uygun olarak devam ettirmek gerekir. Ne kadar çok müslüman bir araya gelir de bu geleneği sürdürür, müslim ve gayr-i müslim geniş kitlelere ulaştırırsa Allah’a o kadar yakın olacaklardır. İşte bu uygulamanın adıdır kurban…

Allah’a yaklaşmanın yolu samimiyet ve aşktır. Vasıtalar insanlarla ilişkilerde bir değer olurlar. Vasıtaların yararları insanlaradır. Bu yararın elde edilmesi de Allah’a yakınlaşma şuurunun layıkıyla oluşmasına ve maddi vasıtaların esas gayenin yerini almamasına bağlıdır.

Bazı müslümanlar Allah’a yaklaşmak amacıyla hayvan kesecekler ve bu şekilde Allah’ın rızasını kazanmak isteyeceklerdir. Hayvan kesmek konusunda kararlı olanlar bulundukları coğrafyanın şartlarına uymak zorundadırlar. Avrupa’da yaşayan müslümanlar kurbanlarını dünyanın neresine gönderirlerse göndersinler Avrupa’daki değer üzerinden göndermelidirler. Fazlası olabilir, ancak eksiği olamaz. Bu bir zorunluluktur. “Nerede ucuz ise kurbanımı orada kestireyim.” diye düşünmek yanlış olur.

Kurban ibadeti Hanefi Mezhebine göre vacip, diğer mezheplere göre sünnet olan bir ibadettir, hattâ Şafii Mezhebi “Bir müslümanın ailesi adına ömründe bir kez kurban kesmesi yeterlidir” der. (Prof. Dr. Zuhaylî, Vehbe; İslâm Fıkhı Ansiklopedisi c.4, s.392)  

Peygamberimiz de şöyle der: “Kurban kesmek sizin için nafiledir.”(a.g.e. c.4, s.394)
Bu durumda müslümanlar her sene kurban kesmek zorunda değildirler.

Buna rağmen her yıl kurban kesmek isteyen müslümanlar olursa, kurban etinden istifade etme önceliğini bulundukları coğrafyadaki yaşayan insanlara vermelidirler. Kurbanı sadece insanlara et yedirmek olarak düşünmek yanlış olur. Amaç kaynaşma, kucaklaşma ve paylaşmadır. İslâm’ın tebliğidir, tanıtımıdır.

Meselâ Berlin’de yaşayan müslümanlar kurbanlarını Berlin’de kesmelidirler. Bir şenlik çerçevesinde de kutlama yapmalıdırlar. Bu kutlamaya Alman, Türk, Arap, Afrikalı ayırımı yapılmadan herkes davet edilmelidir. Bu şenlik için gerekli olan masraflar da kurban için alınan meblağlardan karşılanmalıdır. “Ameller niyetlere göre değer kazanır.”(H.Ş)

Hatta, kurban bedelleri üniversite öğrencilerine burs olarak da verilebilir. Müslümanlar kuracakları bir vakıf aracılığıyla mali ibadetleri (zekat, fitre, fidye, sadaka, kurban, bağış) amacına uygun olarak daha güzel bir şekilde organize edebilirler. Böylelikle mali ibadetler üzerinden rant elde etmek isteyenlerin önü de kesilmiş olacaktır.

Kur’an kurban kesmeyi şu şekilde ifadeye koyar: “Fakat unutmayın ki, onların ne etleri Allah'a ulaşır, ne de kanları. Allah’a ulaşan, yalnızca sizin Allah’a karşı gösterdiğiniz bilinç ve duyarlılıktır. İşte bu amaçla, onları sizin yararınıza sunuyoruz ki, size ulaşma yolunu, yordamını gösterdiği (her türlü rahmet) için O’nun yüceliğini saygıyla anasınız. Öyleyse, o iyilik yapanları müjdele.” (Hac 37)

Aşağıda isimleri zikredilen dernekler olarak bizler Kur’an’ın müellefe-i kulûb (Tevbe 60) kavramını dikkate alarak organize olduk. Kur’an’ın ruhuna uygun olarak kurbanlarımızı, sünnet geleneği yaşasın diye Berlin’de değerlendirmek istiyoruz. Sizler de bu etkinliğe katılmak isterseniz buyurun tanış olalım. Müslim ve gayr-i müslim ayrımı yapmadan herkes bu etkinlikte sizlerin infaklarından istifade edeceklerdir.

Bizler her sene olduğu gibi bu sene de kurban etlerini kavurma yaptırıp, pilav üstünde, salata ve ayranla birlikte misafirlere ücretsiz olarak ikram edeceğiz. 

Bu dernekler, gelecek senelerde de bu anlayışla hareket edeceklerdir. Artık “Berlin Kurban Bayramı  Şenliği” gelenek olmuştur.

Gelin bayramlarımızı mekanlardan sokaklara taşıyalım...!  Alman komşularımızla birlikte Kurban Bayramı’nın tadına varalım...! Geleneklerimizi çocuklarımıza aktarabilmenin haklı gururunu birlikte yaşayalım...!

“Berlin Kurban Bayramı Şenliği”
 Çalışma Prensipleri:

“Berlin Kurban Bayramı Şenliği” amaç birliği içindeki çeşitli dernekler tarafından organize edilen bir şenliktir. Şenlik komisyonu, muhalif olan veya olmayan  herkese faaliyetleri ile ilgili  bilgilendirme yapar.
“Berlin Kurban Bayramı Şenliği” ni düzenlemek için bir araya gelen dernekler faaliyetlerini bir menfaat elde etmek için yapmazlar. Amaçları Kurban ibadetinin Allah’ın rızasına uygun olarak icra edilmesidir. Bu amacın gerçekleşebilmesi için de aşağıdaki prensipleri uygulamalarına esas alırlar ve bu prensiplerin dışına çıkamazlar:

1.      Şenliğin organisazyonuna ve gerçekleştirilmesine katkıda bulunan her kurum veya kişi, bunu gönüllülük temelinde, ücret almadan yapar.

2.      Hiçbir kurum veya şahıs, bu etkinlik vesilesiyle maddi çıkar elde edemez.

3.      Şenlik çerçevesinde ihtiyaç olan ekipmanın teminiyle ilgili harcamalarda (sahne ve ses düzeni, reklam giderleri, sanatçılar, resmi giderler vb.) tutumlu olmak ve tasarruflu davranmak temel ilkedir. Bu konularda birden fazla teklif alınır ve en uygun olan kişi veya kuruma, organisazyon komitesinin kararı ile verilir. Bo karar oy birliği ile alınır.

4.      Tüm gelir ve giderler, bağışlar şeffaf olarak kayıt altına alınır, harcamalar bütçeye uygun olarak yapılır, etkinlik bittikten sonra şenlik ile ilgili bilgiler rapor haline getirilir ve MOCCA dergisi aracılığıyla kamu oyuyla paylaşılır. Şayet  para artarsa, bu bir sonraki sene yapılacak “Berlin Kurban Bayramı Şenliği” nde değerlendirilmek için organizasyon komitesinin kararı ile yed-i emin altına alınır.

5.      Bu derneklerin  kurban anlayışı basın aracılığıyla veya uygun ortamlarda kamuoyuyla paylaşılır. Bununla beraber bu dernekler  mezheplerin ( Ehli Sünnet, - Hanefi, Şafii, Maliki ve Hambeli-  ve Ehli Şia) kurban konusundaki  görüşlerine saygıda kusur etmezler.

6.      Müslümanlardan alınan kurban bağışları, verenlerin arzu ve istekleri doğrultusunda değerlendirilir.  Kurban bağışında bulunanlar, ayrıca organisazyona maddi katkıda bulunabilecekleri  gibi, arzu ederlerse,  kurban bağışlarının bir bölümünü veya tamamını kurban bayramı kutlama organizasyonunun giderlerinin karşılanmasına  da tahsis  edebilirler.  “Kurban”nın hayvan olarak kesilmesini arzu edenler bu isteklerini bağış yaparken belirtmelidirler. Bağışı alan kişi de bu soruyu sormalıdır. Kurbanlar İslâmî usûle göre titizlikle kesilecektir.

7.      Kurban komisyonu derneklerin seçip gönderecekleri birer kişiden oluşur. 


Organisation:  İlahiyatçılar Derneği (İL-DE)
                        Berlin Türk Cemaati (TGB)
                         Berlin Veliler Topluluğu (BVT)
                         Hikmet Kütüphanesi (HK)
 Türk Eğitim Derneği (TED)
                        Türk Alman Merkezi (TDZ)

Sponsorlar: Alman Türk merkezi Ggmbh (DTZ)

Telefon: 030- 627 25 391
Cep:       0163-46 04 950

E-Mail: teologenvereinev@googlemail.com

25 Eylül 2012 Salı

BOZKIRIN SIRRI TÜRK PEYGAMBER(ZÜLKARNEYN)

25 Eylül 2012 Salı, 13:10 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi

Aladağ'da (Tanrı Dağları) bir toy töreni... Gülce ile Begrek evlenir... Gülce at üstünde yeni otağına gelirken ihtiyar birisinin sürekli kendisine baktığını görür. Hemen sonra ihtiyar gözden kaybolur. Gülce yeni ocağına gelmiştir ve erini beklemektedir. O sırada o ihtiyar adam yine bir anda çadırın içinde beliriverir. Gülce heyecanlanmıştır, ne diyeceğini bilemez. İhtiyar adam elindeki kızıl elmayı Gülce'ye uzatır ve Begrek'in içeri girmesiyle ortadan kaybolur. Begrek elmayı, ikiye bölüp yarısını Gülce'ye uzatır. Elmayı afiyetle yiyen Bekrek ve Gülce o gece, kendilerinden sonra gelecek olanları farkında olmadan "kut"lamışlardır...

Gülce hamiledir. Doğum yaklaşmıştır. Bekrek ve Gülce oba dışındadır. Sancıları artar Gülce'nin. Begrek, Gülce'yi hemen bir mağaraya götürür. İçeriden bir ses gelir. Dikkatle baktıklarında bembeyaz bir at ve yanında yeni doğmuş yavrusu vardır. Begrek ebe getirmek için hızla mağaradan ayrılır. Gülce, Bekrek geriye dönmeden iki çocuğunu da dünyaya getirmiştir. Bir oğlu, bir kızı olmuştur Gülce'nin.
O ihtiyar adam bu sefer mağarada ortaya çıkar. Gülce'ye korkmamasını, Tanrı tarafından gönderildiğini ve Tanrı'nın, evlatlarını koruyacağını söyler. İkizlerin göbek bağlarını keser ve yine gözden kaybolur...

Begrek geldiğinde Gülce ölmek üzeredir. Gülce, Begrek'e Öktem'e ve Aşena'ya iyi bakmasını vasiyet eder. "Bu kır tay, yoldaşı olsun Öktem'in... Kızımız da kocasının..." der ve son nefesini verir...

İki çocuğuyla ortada çaresiz kalan Bekrek, Umay adındaki dul bir kadınla evlenir. Evliliklerinin ardından Gürhan adını verdikleri bir erkek evlatları dünyaya gelir. Aradan birkaç yıl geçmiştir ki Aybars adını verdikleri bir oğulları daha olur. Umay, üçü erkek dört çocuğu öz-üvey ayırt etmeksizin büyütür...

Zaman durmaz, akar gider. Öktem 7 yaşına geldiğinde otacılığa (otlarla şifa dağıtan kişi) merak sarar ve Koca İnal'dan bunun sırlarını öğrenmeye başlar. Dağ, taş demeden dolaşır durur. Gürhan'la Koca İnal'ın oğlu Bazgan da obanın hayvanlarıyla ilgilenirler. Aybars ise kendi başına buyruktur. Kimseyi dinlemez. Ormanlarda dolaşan, kuş yakalayıp onları eğiten deli dolu biridir...

Zaman hızla geçer ve evlilik zamanı gelmiş çatmıştır. Öktem, Umay'ın obasından bir kızla evlenir. Bir kızları dünyaya gelir. Ona Bala Gülce ismini verirler...

Günler ayları kovalarken Öktem 20'li yaşların ilk yıllarında vahiy almaya başlar. Öktem şaşkınlık içerisindedir. Erdenay'ın (Cebrail) kendisine bildirdikleri onu heyecanlandırmıştır.
Bu sırada Andakan Tigin'in askerleri, tahsildarı ve yakın koruma subayı Temir obaya gelmiştir. Kendilerine bir otağ tahsis edilip dinlenmeleri sağlanır. Obadakiler misafirleri en iyi şekilde ağırlama derdindeyken tahsildarı ölü olarak bulurlar. Cinayet, Bazgan'ın üstüne yıkılır.
Tam öldürüleceği sırada, Öktem obaya gelir. Bunu yapan kişinin Bazgan olmadığını söyler. Gürhan'ın yakasını yırtıp açtığında boynunun kanlı olduğunu görürler. Tahsildarı Gürhan öldürmüştür.
Gürhan telaşla kaçmaya başlar. Ancak Temir'in yayından çıkan ok onu bulur ve öldürür...

Gürhan'ın kaçışı esnasındaki kargaşada bir de asker ölmüştür. Vaziyeti haber alan Andakan Tigin askerleriyle obaya gelir. Kendisinden iki can gitmesine karşılık obadan bir can verildiğini söyler ve bir can daha ister. Begrek ileri atılır ve boynunu Andakan'a sunar. O sırada Öktem yine ortaya çıkar. Andakan'ın haksızlık ettiğini ve bunun hesabının mutlaka sorulacağını söyler. Bu tavrı gururuna yediremeyen kibirli Andakan, bir hamlede Öktem'in babasını kılıcıyla ikiye böler. Bununla da yetinmeyen Andakan, Aşena'yı da kendine eş olarak seçtiğini söyler ve onu da alarak obadan uzaklaşır...

Öktem sıkıntıdadır. Obadakiler tarafından üvey de olsa kardeşinin ve ardından babasının ölümüne sebep olduğu düşünüldüğü için herkes tarafından hor görülür...

Öktem Erdenay (Cebrail) tarafından aldığı vahiyleri arkadaşlarıyla paylaşmaya başlar. Kamları ve onların çağırdığı ruhları inkâr eder ve insanları bir olan Tanrı'ya inanmaya davet eder. Peygamber Öktem'e(Zülkarneyn) inanan ve davet ettiği yola giren ilk kişi Bazgan'dır. Birlikte kutlu daveti insanlara ulaştırmaya çalışırlar. Fakat kimse onlara inanmaz. Herkes onları hor görür, onlarla alay eder. Kam Koray da sürekli ortalığı karıştırıp kendi itibarını korumaya çalışır.

Tigin'le birlikte Issık'a gitmek zorunda kalan Aşena, Andakan'ın kızları olan Dolunay ve Burçin'le tanışır. Onların zincirlere vurulmuş bir hâlde yaşayan anneleriyle de tanışır. Ilgın, Andakan'ın ilk eşidir. Dolunay'dan önce erkek evlatları olmuştur, ama onlar doğumdan hemen sonra ölmüşlerdir. Bu yüzden Andakan, erkek kardeşinin fitnesiyle, eşi Ilgın'ın lanetlendiğine hükmetmiş ve onu uzak bir yerde, köhne bir çadıra yerleştirmiştir. Aslında, Ilgın'ın doğurduğu erkek çocukları öldüren Andakan'ın erkek kardeşidir. Maksadı Andakan'dan sonra tahtın tek varisi olmaktır...

Issık'ta evleneceği günü bekleyen Aşena bir fırsatını bulup oradan kaçar. Aşena'ya kaçmasında Temir yardım etmiş ve Aşena'nın ardı sıra o da kaçmıştır. Aşena'yı bırakmamasının tek sebebi vardır: Ona olan aşkı. Daha Aladağ'daki obaya ilk geldiği gün, Aşena'yı görmüş ve ona âşık olmuştur.

Obadakiler Öktem'e kızgındırlar. Onun yüzünden canlarından, mallarından olacaklarını düşünürler. Onlara göre Öktem kendi ailesine zarar vermekle kalmamış, şimdi de obadaki diğer insanlara zarar verecektir.
Andakan'ın gücünü bozkırdaki herkes bilmekte ve ondan çekinmektedir. Fakat Öktem Andakan'dan korkmaz ve savaş hazırlığına başlar...

Mağarada, Tanrı tarafından verilen kutsal cevheri ilahi bilgiyle işleyip o güne kadar görülmemiş şekilde ve sağlamlıkta kılıçlar yapar. Bunların ilki olan kızıl saplı kılıcı kendisi alır, gök olanı Bazgan'a, ak olanı Temir'e ve kara olanı da Aybars'a verir. Gün geçtikçe Öktem'e inananlar da artmaktadır. Bunlardan biri de Koca İnal'dır.

Andakan'ın askerleri, Öktem'in askerlerinden çok fazladır. Fakat Öktem'in askerleri askeri araç-gereç açısından Andakan'dan üstündür. Öktem'in hazırladığı kılıçlar, oklar ve zırhlar Andakan'ın askerlerinde yoktur. Sonunda Andakan mağlup olur.
Andakan Tigin, Aşena'yla olan düğününde giymek üzere hazırlattığı altın elbiseyi de bırakıp savaş meydanından kaçar. Bu kutlu zafer obadakileri şaşkına çevirmiştir. Öktem'in vahiy aldığı Tanrı'sına inananların sayısı bir anda katlanarak artmaya başlar. Savaş sonrası ganimet obadakiler arasında paylaştırılır. Esirler serbest bırakılır. Obada ziyafet verilir. Tigin'in altın elbisesi ise Öktem tarafından bir yere götürülüp gömülür...

Issık'ta bulunan Dolunay, rüyalarında sürekli Aşena'yı görmeye başlamıştır. Aşena ve yanındaki tanımadığı kişi sürekli onu çağırmaktadır. Bu rüyaların etkisiyle artık dayanamaz ve kardeşi Burçin'le, annesi Ilgın'ı da alarak Aladağ'a gelir. Öktem'i görünce rüyalarında gördüğü kişinin kim olduğunu anlar.

Andakan Tigin kızlarını ve annesini her yerde aratır, ama bulamaz. Aladağ'a kaçmış olabilecekleri aklına gelmez. Fakat burada yine Kam Koray devreye girer ve fitne için elinden geleni yapar. Obada Dolunay'ı görünce, onu daha önce Andakan'ın yanında gördüğünü hatırlar. Hemen Andakan'a haber götürür. Andakan bu duruma çok kızsa da biraz beklemenin akıllıca bir iş olduğunu düşünür. Kam Koray'ı Öktem aleyhinde çalışması ve Öktem'in yaptığı kılıçlardaki cevherin sırrını öğrenmesi için tekrar obaya gönderir...

Dolunay, ilk gördüğü günden beri Öktem'e âşıktır. Fakat bunu dillendiremez. Çünkü kendisi de, Öktem de evlidir. Fakat bir süre sonra ona olan aşkını, ilahi aşka çevirir. Tanrı aşkı için, Tanrı'nın elçisi olduğu için sever Öktem'i. Artık yüreği Öktem'in ötesinde Tanrı aşkıyla dolmuş ve o da Öktem'in yoluna, kutlu yola girenlerden olmuştur.

Dolunay'ı eşinden kıskanan ve o güne kadar Öktem'e ikrar vermeyen Gülçiçek de, Dolunay'ın aşkındaki yüceliği görünce nihayet gerçeği anlar ve o da Öktem'in peygamberliğini kabul eder. Şahadet kelimesini getirerek eşinin yoluna, o kutlu yola girer...

Daha fazlasını okumak istiyorsanız Ahmet Turgut'un kaleme aldığı BOZKIRIN SIRRI TÜRK PEYGAMBER adlı romanı okumalısınız. Profil Yayıncılık tarafından yayımlanmıştır. 472 sayfadır.

Rüştü Kam

Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları