24 Nisan 2016 Pazar

Selçuklu ve Osmanlı Başkentleri (III) -Kapadokya’dan Konya’ya-


Göreme Açık Hava Müzesi
Öğle yemeğini Göreme’de yedik. Testi kebabı meşhurmuş. Gittiğimiz bölgede oraya has yemekleri tercih ediyoruz. Testiyi Hüseyin Bozkurt kırdı. Sanki kırk yıllık testi kıran gibiydi. Tezahüratlarımız arasında kendisinden emin olarak vurdu çekici testinin boğazına. Testi kan revan içinde yuvarlanıverdi tepsinin üstüne. Sabırsızlıkla beklediğimiz servis başladı. Başladı ama daha birinci lokmada iştahımız kapandı. Kebap söylenildiği kadar lezzetli değildi. Testi tadını aldık almasına da, hepsi o kadar. Testi kebabı sadece “testi” tadı almak için yenilmez ki. Testi kırılınca bir rayiha yayılmalıydı ortaya. Öyle bir şey olmadı. Değişik bir lezzet aradık, o da yoktu. Eti soğanla yemek Türk’ün sünnetidir. Dedelerimizin sünnetini de icra edemedik. Müşteri sıkıntısı çekmedikleri için kaliteye önem vermiyor olmalılar. Tada, kokuya değil, şekle, isme önem veriliyor galiba. İçinin malzemesinden çalınmış. Mekân sadece para kazanmak amacına kilitlenmiş. Müşteri memnuniyeti önemli değil. Servise yemeklere, temizliğe ve güler yüze o kadar riayet edilmiyor. Nasıl olsa yiyecekler mantığı hâkim. Bir gelen bir daha gelmeyecek nasıl olsa. Tereyağı, bir defneyaprağı, biraz kekik, birazcık kimyon, bir miktar arpacık soğanı yeterdi aradığımız rayihayı, tadı bulmaya. Güneydoğu mutfağını, servisini, garsonların saygısını ve güler yüzünü özlememek mümkün mü?





Fikrimizi lokantanın sahibine söyledik, sadece teşekkür etti. Teklifimizi hayata geçirir mi, geçirmezmi bilmem. Kesin olan bir şey var, o da bizim bir daha orada testi kebabı yemeyeceğimiz.
İbadet zamanı
Namaz kılmak için Göreme Köy Camii’ne gittik. Öğle namazını ve ikindi namazını cem-i takdim ederek kıldık. Gezi süresince akşam namazıyla da yatsı namazını cem-i te’hir ederek kılacağız. Her namazı kendi vaktinde kılarsak hedeflenen ve planlanan gezinin yapılması mümkün olmayacaktır. 25 kişinin abdest almasını 30 dakika olarak hesaplarsak 20 dakika da namaz için versek 50 dakika yapar. Toparlanıp otobüse binmemize de 10 dakika verelim 60 dakika eder. 4x60= 240 dakika, yani günde sadece 4 saat namaz için ayırmamız gerekecek. Bu bizim için büyük bir zaman kaybı olur. Peygamberimiz cem uygulaması yapmıştır, hem de hiç mazereti olmadığı halde. Türk Eğitim Derneği üyeleri tarafından peygamber uygulaması bilindiği için sıkıntı olmuyor.
Ucube




Camiden çıkınca gözümüze, karşıdaki peri bacalarının hemen yanına yapılan beton bina çarptı. Sorduk, ‘Bu ucubeyi buraya kim dikti?’ diye. ‘Karakol binası.’ dediler. Allah aşkına bu kadarı da olmamalı. Karakol binası yapılacaksa o dokuya uygun olarak yapılmalıdır. Hem yapılan tamiratlar aslına uygun yapılmıyor, hem de yeni yapılan binalar dokuya uymuyor. Üçüncü Dünya ülkelerinde görmeye alıştığımız manzaralar bunlar. O benim güzel vatanımda böyle paradokslar olmamalıdır. İnsanımızda tarih bilinci oluşmamış, vatanımız ne yapsın. 1923 yılından beri beline beline vurmuşlar o güzel yurdumun, takati kalmamış, kalkamıyor ayağa. Harf devrimi demişler vurmuşlar, Osmanlı haindi demişler vurmuşlar, padişahlara Kızıl Sultan- Vatan haini demişler vurmuşlar, Türk insanına gerici-yobaz demişler vurmuşlar, başörtüsü demişler vurmuşlar… Yıllar var ki yoğun bakımda yatıyor. Bugünlerde parmağını kıpırdatmaya başlamış, şöyle bir nefes alayım demiş, bu seferde “gezi” demişler, ağaç demişler, yeşil demişler, cinsi taciz demişler yine başlamışlar vurmaya. “Yol O’nundur, varlık O’nundur, gerisi hep angarya” demiş Üstad Necip Fazıl Kısakürek. Ümit ederiz ki, bu sefer “Sakarya” kalkacaktır ayağa: Çünkü, yüz üstü çok sürünmüştür.
Zaman tünelinde yolculuk
Bu bölge, Yüce Mevla’mızın özene bezene yarattığı ve bize bahşettiği masallar ülkesidir. Sanki zaman tünelinde yolculuk yapıyoruz. Bir an düşündüm; bu bölgede hizmet veren insanlar, o günkü insanların kostümlerini giyerek hizmet verseler nasıl olur acaba? diye. Aslında bütün tarihi mekânlarda görev yapanlar bu uygulamaya dâhil edilebilir. En azından Romalılardan başlayarak Osmanlı İmparatorluğu’na kadar. Böyle bir uygulama yapılabilir. Ne dersiniz?
Yaşam alanları
Açık Hava Müzesi denilen yer koruma altına alınmış, giriş ücretli. Müzenin içi korunaklı, muhafazalı değil. Her yere elinizle dokunabiliyorsunuz. Dini bir merkez burası. Romalılardan korkan Hristiyanlar bu bölgeye sığınmışlar. Peribacalarını oyarak hem



aşağıya doğru hem de yukarıya doğru katlı yaşam alanları oluşturmuşlar. Aydınlatma için keten yağı kullanılırmış. Kızlar ve erkekler için Manastırlar oyulmuş. Hemen girişte 6 kat Kızlar Manastırı, 6 kat da Erkekler Manastırı var. Dershaneleri, mutfağı, yemekhaneleri, mütalaa salonları, yatak odaları, oturma odaları ibadet için kiliseye varıncaya kadar her şey düşünülmüş.
O insanlar, doğa ve tarihin çok güzel bir şekilde bütünleştiği Kapadokya bölgesinde Peribacaları’nı oyarak evler yapmışlar, yaşam alanları oluşturmuşlar, kiliseler yapmışlar. Tıpkı Âd kavminin yaptığı gibi. Âd kavmi de kendilerinden önce yaşayan insanlardan daha ileri bir medeniyet kurmuşlardı. Dünyada o güne kadar misli görülmemiş bir medeniyet: Son derece ihtişamlı. Şan, şöhret ve kuvvet itibariyle onlardan üstünü yoktu. Her biri uzun boylu, sağlam yapılı, güçlü kuvvetli insanlar idiler onlar. Dağları kayaları oyarak, kaleler, saraylar yapan bir kavimden bahsediyor Kur’an. Âd kavminden: "Ve hatırlayın, sizi nasıl 'Âd toplumunun yerine getirdi O. Ve ovalarında kendinize konaklar yükseltip dağlarını yontarak evler yapabilesiniz diye yeryüzünde sizi nasıl sağlamca yerleştirdi. Öyleyse, hatırlayın Allah’ın nimetini de yeryüzünde bozgunculuk yapıp karanlığa yol açmayın." „Araf 74
Peri bacaları
Oğuz devam ediyor anlatmaya: “60 milyon yıl önce 3. Jeolojik Devir’de yanardağlar faaliyete




geçti. Erciyes, Hasandağı ve ikisinin arasında kalan Göllüdağ, bölgeye lavlar püskürttü. Platoda biriken küller yumuşak bir tüf tabakası oluşturdu. Tüf tabakasının üzeri yer yer sert bazalttan oluşan ince bir lav tabakasıyla örtüldü. Bazalt çatlayıp parçalara ayrıldı. Yağmurlar çatlaklardan sızıp yumuşak tüfü aşındırmaya başladı. Isınan ve soğuyan hava ile rüzgârlar da oluşuma katıldı. Böylece sert bazalt kayasından şapkaları bulunan koniler oluştu. Bu değişik ve ilginç biçimli kayalara halk bir ad yakıştırdı: "Peri bacası".
Bazalt örtüsü olmayan tüf tabakları ise erozyonla vadilere dönüştü. İlginç şekiller oluştu. Daha sonraları insan eli, emeği ve duygusu işe koyuldu. Dokuz-on bin yıl öncesine ait yerleşimlerden ilk Hristiyanların kayalara oydukları kiliselere, büyük ve güvenli yer altı kentlerine kadar uzun bir dönemde bir uygarlık yaratıldı. Günümüze kadar geldi bu uygarlık. İşte önünüzde duruyor.
Hristiyanlara baskı
İnsan yerleşimlerinin Paleolitik Dönem’e kadar uzandığı Kapadokya'nın yazılı tarihi, Hititlerle başlar. Tarih boyunca ticaret kolonilerini barındıran ve ülkeler arasında ticari ve




sosyal bir köprü kuran Kapadokya, İpek Yolu'nun da önemli kavşaklarından biridir.
Bölge MS 2. yüzyılın sonlarına kadar tamamen Romalıların yönetimi altındadır. MS 3. yüzyılda Kapadokya'ya Hristiyanlar gelir. İnançlarını yaşamak ve yaşatmak için, bölge insanına tebliğde bulunmak için faaliyete geçerler. Bölgeyi eğitim ve düşünce merkezi haline getirirler. Ancak Romalılar bu çalışmalardan memnun olmazlar. Onlar putperest bir topluluktur çünkü. Hristiyanlara göz açtırmazlar. Baskı uygularlar, işkenceye tabi tutarlar, baskılar dayanılmaz hale gelince (303-308) dağlara çekilirler. Hristiyan öğretiyi yaymak için derin vadileri ve volkanik yumuşak kayaları oyarak oraları yaşam alanı haline getirirler. Bakın şu peribacaları altışar katlıdır. Kızlar ve erkekler manastırı olarak hizmet veriyorlardı. Evler ve kiliseler aynı yöntemle oyularak yaşam alanı haline getirilmiştir. Böylece Romalı askerlere karşı güvenli bir alan oluşturulmuştur. Bu bölgede peribacalarının içine oyulmuş 400 kilise vardır. Çoğu 5 -10 kişiliktir, çok azında daha fazla insan ibadet yapabilir. En büyük kilise Yılanlı Kilise’dir. Bu tavanlarda ve duvarlarda gördüğünüz ikonlar sadece resim değildir. O gün ikonlar, yazı olarak kullanılmıştır. Hz. İsa’nın anlattıkları, Hz. Meryem’in doğumu, son akşam yemeği ve benzeri resimler eğitim amaçlı yapılmıştır. Bazılarının düşündüğü gibi bu resimler tapınmak için yapılmamıştır.



11. ve 12. yüzyıllarda Kapadokya’ya Selçuklular gelmiş, daha sonra Osmanlılar. Selçuklu ve Osmanlı devletleri döneminde bölge sorunsuz bir dönem geçirir. Hristiyanlar ibadetlerinde serbesttirler. Bölgede yaşayan Hristiyanlar Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla tekrar sıkıntılı günler yaşamaya başlarlar. Bu sefer mübadele bahanesiyle yurtlarından sürülürler. 1924-26 yıllarında yapılan mübadeleyle bölgeyi terk etmeye zorlanırlar. Ve arkalarında bu gördüğünüz medeniyeti ve mimari örnekleri bırakarak Kapadokya'yı terk ederler.
Bölge turizm açısından büyük bir öneme sahiptir. Kayalara oyulmuş geleneksel Kapadokya evleri ve güvercinlikler yörenin özgünlüğünü dile getiriyorlar. Kapadokya Bölgesi’nde taş evler görürsünüz. Yamaçlara kesme taştan inşa edilen evlerdir bunlar. Örnekleri Ürgüp’te vardır. On dokuzuncu yüzyıldan kalmadır bu evler.
Bölgenin tek mimari malzemesi olan taş, ocaktan çıktıktan sonra yumuşak olduğundan çok rahat işlenebilmekte, ancak hava ile temas ettikten sonra sertleşerek çok dayanıklı bir yapı malzemesine dönüşmektedir. Kullanılan malzemenin bol olması ve kolay işlenebilmesinden




dolayı yöreye has olan taş işçiliği gelişerek mimari bir gelenek halini almıştır.
Yöredeki güvercinlikler 18. yüzyılda yapılmış küçük yapılardır. İslâm resim sanatını göstermek açısından önemli olan güvercinliklerin bir kısmı manastır veya kilise olarak inşa edilmişlerdir. Güvercinliklerin yüzeyi yöresel sanatçılar tarafından zengin bezemeler, kitabeler ile süslenmişlerdir. Bölge, üzümüyle ve şarabıyla da ünlüdür. Eskiden ev olarak kullanılan peribacaları bugün tarihi eser olarak koruma altına alınmaya başlanmıştır.“
Tevhid inancının mensupları
Sorun her devirde aynı. Tevhid inancına sahip olan insanlar, köle düzenlerinin içinde



yaşayamıyorlar. Firavunlar o insanlara hayat hakkı tanımıyor. Ashab-ı Kehf’i hatırlayalım, putperest Romalıların zulmünden kaçtılar ve mağaraya sığındılar. Hz. İbrahim’i Mezopotamya’dan sürdüler. St. Piyer Kilisesi dağın eteğine, dağın altına doğru oyularak yapılmıştır. Kapadokya Bölgesi’ndeki Hristiyanlar da peribacalarının içini yaşam alanı haline getirmişler. Böylece, küçük küçük yüzlerce kilise yaparak ibadetlerine devam edebilmişler. Bugün de aynı olaylar tekrar ediliyor. Irak’taki, Suriye’deki, Afganistan’daki, Myanmar’daki, Eritre’deki, Mora’daki, Doğu Türkistan’daki Müslümanlar Allah dedikleri için aynı şekilde işkenceye tabi tutuluyorlar, yurtlarından sürülüyorlar, mülteci durumuna düşürülüyorlar.
Türk gecesi




Akşam Türk Gecesi’ndeyiz. Peribacasının içine oyulmuş bir mekân burası. Önce Mevlevi dervişler sahne aldı, arkasından enstrümantal meyhane havası canlı olarak çalındı. Sonra sırasıyla yöresel oyunlar oynandı kızlı erkekli, en sonunda dansöz sahne aldı. Bizim beklentimiz başkaydı. Büyük usta Neşet Ertaş’ın doğup büyüdüğü çalıp çığırdığı bölgedeyiz, O’ndan türküler havalandırırlar diye düşündük ama ne gezer, bir eser bile okumadılar. Anadolu Türkmen müzik geleneğinin önemli ustalarından Neşet Ertaş’a Devleti sahip çıkmamış hemşehrileri mi sahip çıkacak. Sanata ve sanatçısına değer vermeyen bir ülkeden ve o ülke insanından ne beklenir? Hz. Mevlana’yı içki masasına meze yapan insanlardan ne hayır gelir?




Kaptan Sezgin kardeşimiz de kaydetmemiş Neşet Ertaş’ı. Demek ki Türk insanını piyasa müziğine alıştırmışlar. Türk insanı müzik dinlemek istemiyor, gürültü istiyor. Güftenin anlamı, bestenin kalitesi Türk insanı için önem arzetmiyor. Müzik aslında insanın kalitesini belirler. Dinlediğin müziği söyle senin kim olduğunu söyleyeyim demişler. Saygımızı en azından yazımızda gösterelim ve bu bölümü Neşet Ertaş’la bitirelim:
“Zülüf Dökülmüş Yüze Kaşlar Yakışmış Göze Usandım Bu Canımdan Derd İle Geze Geze. Bu Ellerde Gez Gayri Kâtip Ol Da Yaz Gayri Bir Kazma Al Bir Kürek Mezarımı Kaz Gayrı
Gün Doğdu Aştı Böyle Gönüldür Coştu Böyle Sen Orada Ben Burada Ömrümüz Geçti Böyle. …”
Elveda Ürgüp



Emin’in düdüğü çaldı. Otobüste sayım başladı. Eksikler var denildi. Ahmet Yumuşak ve eşi yok. Fatma Mıdık o plastik bardağını hemen uzattı Yumuşak ailesinin önüne, 10 lira ceza, böylece siftah yapılmış oldu.
Ürgüp’e veda ediyoruz. Ürgüp’ün yamaçlarına yapılmış o taş evler içimizi acıtıyor. Sahipsizler, kaderlerine terkedilmişler. Bizden sonra gelenler onları görüp ibret alamayacaklar. O güzelim taş evler ıslah edilerek pansiyon haline getirilebilir. Böylece halkın hizmetine sunulmuş olur. 5 yıldızlı otele tercih edilir bu taş evler. Mardinliler yapmışlar o işi. Ne kadar da hoşumuza gitmişti, o taş evin balkonundan Mezopotamya ovasını seyretmek. İmran kardeşimizle çay eşliğinde sohbet etmiştik Güneydoğu üzerine. Çözüm süreci devam ediyordu o tarihte. Bu taş evlerden de Ürgüp’ü seyretmek ne kadar anlamlı olurdu. Ama öyle yapmamışlar, o yamaca 5 yıldızlı bir otel yapılıyor. Bir ucube de buraya yapılıyor. Aslında Ürgüp halkı tarihi dokunun bozulmasını istemiyor. Bu 5 yıldızlı otel halka rağmen yapılıyormuş. Gördük ve hayıflandık. Kapitalizm denilen şey böyle bir şey işte. Ne din tanıyor ne iman, ne örf tanıyor, ne adet tanıyor, ne de değer. İçimiz burkuldu. Aynı ucubeyi Göreme’de de görmüştük. Peribacalarının içine betondan bir karakol binası yapmışlardı.
Avanos
Hedefimizde Avanos var. Çömlek nasıl yapılıyor onu öğreneceğiz ve biraz da çömlek alışverişi yapacağız. Avanos’tayız. Müessese sahibi Emrah Bey hikâyeler ve maniler eşliğinde çömleğin nasıl yapıldığını uygulamalı olarak gösterdi bize. Sonra da grubumuzdan Pakize kızımız kalktı ve Emrah Bey’e çömlek nasıl yapılıyormuş öğretti.
Alışverişimizi yapar yapmaz koyulduk yola; önce Ihlara vadisi. Çeşme başında Sebahattin Bozkurt kardeşimizin iki gün önce Sivas’tan aldığı katmerleri yedik. Yanında ayran da vardı. Bayattı ama o vadide tazesini bulmak da mümkün değil zaten.
Vadiye 332 merdivenle iniliyor. Yeşillik, çok güzel, doğa harikası bir yer. Su sesi eşliğinde uykuya dalmak ne de güzel olurdu. Olur du olmasına da Emin’in düdüğü olmasa.



Daha çiçekler açmadığı için Ihlara vadisi, vadi olarak üzerine düşen görevi yapamadı, mahcubiyetini üzülerek ifade etti bizlere. Giyinip kuşandığı, parfümlerini süründüğü ve zülüflerini yağladığı gün tekrar davet etti bizi. Daveti kabul ettik ve bir daha görüşmek ümidiyle vedalaştık o güzelim Ihlara Vadisi’yle. Merdivenlerden inerken fazla sıkıntı çekmeyen Ayhan ile Hüseyin’in merdivenleri çıkarken radyatörleri su kaynatmaya başladı. Ama yiğitliğe de leke sürdürmediler. ‘Madem indik, o halde çıkarız da!’ dediler ve birkaç hamleyle de olsa çıkmayı başardılar merdivenleri.
Güvercinlik vadisi ve Uç Hisar
Hayran hayran seyrettik güvercinlik vadisini, Mevla’m ne güzel yaratmış bu yerleri. Biz neden bugüne kadar bu güzelliklerden uzak kaldık. Hikâyelerini misafirlerimize neden



anlatmadık bu yörelerin. Ülkemizi bizlere tanıtmadılar ki o zamanlar. Okul gezileri yapılmadı. İç turizm diye bir anlayışa sahip değildik biz. Turist deyince yabancıları anlardık. Ayağımızın altında eşi benzeri olmayan bir ülke var ve biz o ülkenin vatandaşıyız, ama o ülkeyi tanımıyoruz…
Tepedeyiz, ayağımız kaysa parçalarımız zor bulunur. ‘Aman ha, dikkatli olun!’ Uyarılarına fazla aldıran olmadı. Herkes nazar boncuklu ağacın altında fotoğraf çekilme yarışına girdi. Ramazan yine yaklaştı bana, ‘Şurada beni çekebilir misin Hocam?’
O elindeki telefonla durmadan video çekiyor. Nereye inersek inelim başlıyor koşmaya elinde telefonla. Güzel kareler yakaladığından eminim.
Geldik sütle kavrulan kabak çekirdeği dükkânına. Elma ve nar çayı ikram ettiler. Hoşumuza gitti. İçimiz ısındı. Kabak çekirdeklerini de aldık. Ancak kabak çekirdeklerini otobüste yiyemedik. Emin yasak koydu, ‘Otobüs pislenir.’ dedi. Elimiz mahkûm, uyduk yasağa.
Kaymaklı yer altı şehri
Ver elini Kaymaklı yer altı şehri. Rehberimiz Emin. Zamanında 30.000 kişi yaşamış bu yeraltı şehrinde. Şehir aşağıya doğru 8 katlı. 4 katı faaliyette. Odalardan odalara iki büklüm eğilerek geçmek gerekiyor. İçeride alışveriş merkezleri, şarap imalathanesi, kiliseler, yatak ve oturma odaları, havalandırma bacaları hepsi düşünülmüş. Ahmet Yumuşak dördüncü kata



kadar inemedi, birinci kattan geri döndü. Korkmuş olmalı.
Yeraltı şehrine giderken önümüzde bir fotoğrafçı peydahlandı, fotoğraflarımızı çekiyor. Kızdık, ‘Ne çekiyorsun kardeşim!’ falan diye çıkıştık delikanlıya. Yeraltı şehrinden çıktıktan sonra yolumuzu kesti delikanlı. Çektiği fotoğrafları küçük toprak resimliklere baskı yapmış. 10 TL. Çok güzel bir hatıra. Başta çıkışmıştık gence ama fotoğrafları görünce sevindik. Yarım ağızla da olsa özür diledik. Ahmet ve Samiye Hanım’ın fotoğrafları çekilmemiş yeraltı şehrine giderken, nerelere gittiler de çekilmediler bilmiyoruz. Fotoğraflar hoşlarına gidince, çağırdılar fotoğrafçıyı ve orada fotoğraf çekildiler, habersiz çekilen fotoğraflar gibi güzel olmadı, hoşlarına gitmedi ama, ‘Bizim baskılı fotoğrafımız niye yok?’ dememek için aldılar fotoğraflarını. Eeee sürüden ayrılanı kurt kaparmış değil mi?



Sorumsuz sorumlular 
Cuma namazını Kaymaklı’da kıldık. Tuvaletlerine girmek mümkün değil. Caminin içinde secde ettiğimiz yer kokuyor. Vaiz olarak hoparlörü dinledik. Kürsüde hatip yok. Sanki demir perde ülkesindeyiz. Din görevlileri kendi camilerinde vaaz edemiyorlar. Merkezi sistemmiş. Din görevlileri bu durumda nasıl gelişir, namaz kıldırmakla, ezan okumakla insan mı gelişirmiş. En azından haftada bir de olsa vaaz edeceği için, kitap okuması araştırma yapması imkân dâhilinde iken, din görevlisinin bu çalışmasına mani olmak doğru bir yaklaşım olmasa gerek diye düşündük. Büyüklerimiz daha iyi bilir(!) dedik. Sayın Görmez bu duruma pirim vermeyecek bir kişilik ama, neden böyle yapar hikmetinden sual olunmaz dedik.
Kültür bakanları ne iş yaparlar
Tur süresince turizm ve kültürle az çok ilgisi olan insanlarla sohbet ettik. Dertleştik. Şikâyetler aynı yönde: Müzelerde tanıtıcı yazılar/alt yazılar yok. Eserler bakımsız, tozlu. Koruma altına alınmış ama gerçek koruma değil, o güzelim eserler Rüzgâr ve sıcaktan



yıpranmış durumdalar. Görevli olan kişiler bilgisiz, yaptığı iş ile ilgili yeterli donanımları yok. Koymuşlar oraya, ‘Sen burada dur.’ demişler, o da orada duruyor. Güler yüzü ve tatlı dili olsa, o da yetecek ama. Ara da bulasın. “Kızılhisar bardağı*” gibi otuyorlar sandalyelerinde. Lütfedip de kalkmıyorlar bile yerlerinden.
Kültür bakanları, turizm bakanları ne işi yapar bu ülkede? diye sorduk konuştuğumuz, dertleştiğimiz o kişilere. ‘2002 yılından bu yana iki tane bakan geldi iş yapan, biri Atilla Koç öbürü de Ertuğrul Günay’dı. Onları da görevden aldılar. Onlardan sonraki gelenler, onların cümlesiyle söylüyorum “artiz” dirler. Fotoğraf çektirirler, demeçler verirler. Onları arazide görmek çok zordur.’ Dediler. Ekmeğe göre köfte.
Sultan Hanı



Ve Sultan Hanı. Bizi görünce koştu geldi yanımıza kollarını açarak, sarıldı bize hasretle. Çok dertli. Bir dokun bin ah işit. Mükemmel bir Selçuklu eseri. Dört bir yandan gelen kervanların konaklama yeri. Yazlık ve kışlık olarak yapılmış. Orta yerinde bir de mescidi var. Gel gör ki; dokunsan yıkılacak. İçini pislik götürüyor. Kapıda, yukarıda eşkâlini verdiğim bir bekçi var. Ne sorsak’ Ben bilmem’ diyor. Sanki kendisine “Ben bilmem” virdi verilmiş. Temiz, samimi zavallı bir insan ama temizlik ve samimiyet yetmiyor işte. Akşama Konya’dayız…





Devam edecek...
*‘Kızılhisar Bardağı gibi dizilmek’ deyimi Denizli’nin eski ismi Kızılhisar olan şimdiki Serinhisar ilçesinde üretilen testilerin(bardak) yol kenarına dizilmesine işaret etmek için kullanılır.

22 Mart 2016 Salı

Batı Avrupa Yerel Medya Çalıştayı

Nihayet devlet Avrupa’daki vatandaşlarını 55 yıl sonra da olsa hatırlayabildi. Önceki iktidarlar bizlerden sürekli alırlardı, bu iktidar vermeye başladı. Seçme hakkı verdi, askerliği bin Euro’ya indirdi, ev hanımlarını emekli yaptı, çocuk yardımı veriyor, kişisel araçların Türkiye'de kullanım süreleri 2 yıla uzatıldı. Yurtdışında yaşayan gençler için Türkiye'ye kültürel gezi ve kamp programları düzenleniyor… Çok yakında seçilme hakkının da verileceğini ümit ediyorum. 
Diaspora medyasını da hatırlamış bu arada iktidar ve Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Batı Avrupa Yerel Medya Çalıştayı’nı organize etmiş. 18,19,20 Mart tarihlerinde Frankfurt’ta gerçekleşti çalıştay. Batı Avrupa genelinde 70 gazeteci katıldı. Bu çalıştay, Türklerin Avrupa’ya gelmesinden 55 yıl sonra yerel medya kurum ve kuruluşlarıyla yapılan ilk çalıştay olması münasebetiyle fevkalade önemli. Diasporada imkânsızlıklar içinde Türkçe gazete ve dergi çıkarmak, radyo ve televizyon yayıncılığı yapmak kolay bir iş değil. Bu çalıştayda zoru başaran Türk insanının azmini de gördük. Davetliler yaşadıkları ülkelerde çıkardıkları gazete ve dergilerden örneklerle oradaydılar. Göğsümüz kabardı.
Organize ve katılım açısından baktığımızda mükemmel bir çalıştay. İyi niyetlerle hazırlanmış. Ancak, yapılan sempozyumların verimliliği açısından baktığımızda amacına uygun, verimli bir çalıştay oldu denilemez. Panelistlerin bir ikisi hariç diğerleri konunun ağırlığının altında ezildiler dersek yanlış olmaz.
Çalıştayda homojenlik yoktu. Katılımcılar yaptığımız işi daha verimli hale nasıl getiririz, bu çalıştaydan azami istifademiz ne olur? gibi sorulara cevap bulmaya değil de, sadece birkaç proje alabilir miyiz, düşüncesiyle gelmiş gibiydiler. Bu düşünceler de yanlış değildir elbet. İmkânsızlıklar içinde boğuşurken imkân kapılarından içeriye girmeye çalışmak yanlış değil. Ancak sadece proje önceliği Türk insanına yakışmıyor. 
Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı’nın yapmak istediğiyle katılımcıların yapmak istedikleri fazla örtüşmedi. Amaç birliği var gibi görünse de, yeteri kadar oluşmuş değil. Şartlar ve o şartlarda yapılabilecekler detaylarıyla masaya yatırılmadan amaç birliğini oluşturmak kolay olmayacak gibi. Aynı ülkenin insanları 55 yıl sonra bir salonda toplanmışlar ve kuvvetlerden bir kuvvet olan medyayı konuşuyorlar. Ancak birbirlerini anlamıyorlar veya anlayamıyorlar, hatta anlamaya çalışmıyorlar. Herkes kendi doğrusu etrafında dönüp duruyor. Nerede olduğunun tespitini yaparak nereye gideceğini planlayanların sayısı oldukça az.
Organizasyonu düzenleyenlere göre “Türkçe, Türk kültürü ve kimlik” öncelikli sorunlar. Davetliler ise aynı kaygıyı taşımıyorlar. Onların önceliği proje almak. Sıkıntı çekmeden yoluna devam etmek. Türkçe gazete ve dergi çıkarmayı reklam pastasına ortak olmak gibi görenler var. İdealist gazeteciler yok değildi orada. Her zaman olduğu gibi maalesef onların sayıları az ve sesleri gür çıkmıyor. Onlar zaten işlerini yapıyorlar. Davası var onların. Davalarına hizmetin ölçüsü de nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilmemek. Diklenmeden dik durmak.
Panelistler iki dilli medya konusunda anlaşamadılar. Önemli olan bir Türkün veya Türkiyelinin Avrupa dillerinde bir gazete çıkarması mıdır, yoksa Türkçe ve Almanca bir gazete çıkararak Türkçeyi ve Türk kültürünü, Türk kimliğini hem Türklere hem de Avrupalılara tanıtmak mıdır?
Bu konularda düşünceler net değil. Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları (YTB) ile panelistler ve katılımcılar aynı hassasiyete sahip değiller. Yurt dışındaki Türk medyasının kendini konumlandırma biçimine ve söylemlerine dikkat çeken YTB başkanı Kudret Bülbül açış konuşmasında, "Sizi okuyanlar doğal olarak ya bir öz güven içinde yürüyüşlerini sürdürecekler ya bir teslimiyetçi bakış açısıyla bulundukları ülkelerde kaybolacaklar ya da reddiyeci bir bakış açısıyla bulundukları toplumdan kopup savrulacaklar." Dedi. Dedi ama tartışmalarda bu konular çok fazla ilgi görmedi. Mesela, „Sizi okuyanlar doğal olarak ya bir öz güven içinde yürüyüşlerini sürdürecekler ya bir teslimiyetçi bakış açısıyla bulundukları ülkelerde kaybolacaklar…“ sözünün altı yeteri kadar çizilmedi davetliler tarafından. 
"Biz bu korkularımızı 1990’larla birlikte büyük oranda aştık. Kendi tarihinden, kültüründen, medeniyetinden korkan bir Türkiye’den bütün bunlarla birlikte yaşayan, bütün bunlarla barışan bir Türkiye’ye evrildik. Evrildikçe normalleştik, normalleştikçe rahatladık ve rahatladıkça çok farklı toplum kesimleriyle iletişim kurabilen bir Türkiye’ye geldik." Diyerek Türklerin Almanya’daki geleceklerinin özgüvenle şekilleneceğine de vurdu yaptı Bülbül. 
Diasporadaki Türklerin özgüven konusunda sıkıntıları var. Cemaatler, STK ler Avrupa’da birbirlerine destek olmak yerine birbirlerinin ayağına basmayı daha çok tercih ediyorlar. Avrupa’daki Türkler tarihlerini bilmiyorlar, bildiklerinin de çoğu yanlış. Medyaya bu konularda büyük görevler düşüyor. 
Normalleşmenin yolu, tarih bilincinin, kimlik bilincinin gelişmesinden geçer. Bu bilinci de Türkçe yayınlanan ve Türkçeyle birlikte Avrupa dillerinde yayınlanan gazeteler ve dergiler oluşturacaktır. Sadece reklam gazeteciliği yaparak gazeteci olunmaz. Olunsa bile işe yaramaz. Geleceğin inşası için duvara bir tuğla koymak lazımdır.
Türkçe gazete okumak, kitap okumak insanı özgüven sahibi yapmaz. Okunan kitabın, gazetenin verdiği mesaj insanı özgüven sahibi yapar. Dil konusunda anlaşamayan bir topluluk içerik konusunda anlaşabilir mi onu bilmem. Anlaşamazsak “reddiyeci bir bakış açısıyla” bulunduğumuz toplumdan kopup savrulup gideceğiz demektir. İşaretler çoktan görünmeye başladı bile.
Batı Avrupa’da yaşayan Türk gazetecileri kendi imkânlarıyla bir çalışmanın içine girmişler. Yaptıkları iş kolay bir iş değildir. Türk gazetecileri 50 Euroluk reklam için 50 türlü hakarete maruz kalıyorlar. Bunlar gerçektir. Ancak bu fiili durumlar gazeteciyi kendi insanına hizmet etmekten alıkoymamalıdır.
Teklif:
1-Bazı ülkeler, yurt dışındaki kendi insanına ulaşmak için veya başka ülkelerde kendi düşüncesini yaymak ve destekçi bulmak için vakıflar kuruyorlar ve bir şekilde mesajlarını istedikleri ülkelere ulaştırabiliyorlar.
YTB bu görevi üstlenebilir, vakıflar kurabilir. Kurulan bu vakıflar aracılıyla diaspora medyası desteklenebilir. Desteklenen ve bu destekle motive edilen gazetecinin önceliği de reklam değil hizmet olabilir.
2- Sayın Bülbül, bizim normalleşmemiz o kadar kolay olmayacaktır. Öncelikle, Türkçe’nin Batı Avrupa’da ortak bir dil olması gerekiyor.
Tarih bilinci çok önemli. Okulda çocuklarımıza “Türkler barbardır” denildiğinde hayır değildir diyebilmelidirler. Sadece demekle yetinmemeliler bu sözlerinin altını da doldurabilmelidirler. Çalışmalar bu yönde hızlandırılmalıdır. Türkçe’ye ve Türk kimliğine karşı var olan bu vurdumduymazlık hayra alamet olmasa gerektir.

15 Mart 2016 Salı

"İMAM HATİPLERİN VARLIK SEBEBİ VE NİTELİKLERİ"

“İMAM HATİPLERİN VARLIK SEBEBİ VE NİTELİKLERİ”
25Temmuz 2014 tarihinde Yeni Şafak gazetesinde Prof. Dr. Hayrettin Karaman yukardaki başlığın altında bazı tespitler yapmış ve sonra da temennilerini gazetede yazmış. İslâm söz konusu olduğunda kırmızı görmüş boğa gibi saldıranlar bu yazıyı manipüle ederek saldırılarına zemin hazırlamışlar. Sonra da bu uydurma haberlerini hemen sosyal medyaya taşımışlar. Haberi gören aynı düşüncedeki insanlar da aynı refleksi göstermişler ve olmadık hakaretler yağdırmışlar Hayrettin Karaman’a. 
 
Haberin manipüle edilmiş şekli şöyle: “Namaz kılmayan, oruç tutmayan memur olmasın!”
Sözün altındaki isim, İlahiyat Profesörü Hayreddin Karaman. Yanda da H. Karaman´ın fotoğrafı var. Habere yorum yazanlardan, Recep Şahin „Ya sizin gibiler ne olmalı.“ demiş. 
 
Volkan Dülger de: „Sana ne lan milletin orucundan namazından, gözüne mi gireceksin o kıt aklınla pislik.“ demiş. Sefa Doğanay kardeşimiz de bu yorumları beğenmiş.
Bu bir algı operasyonudur. Karalama kampanyasıdır. Muhafazakâr kesimin dışındakiler, bu tip haberleri sürekli yaparak kamuoyunu yanıltmaya çalışmaktadırlar. Halkla barışık olmayan, halka rağmen halkçı gibi görünen kişilerin kullandığı yoldur bu. Halka söyleyecek sözleri olmayanların başvurduğu yol…
Yazık oluyor. Ayıp oluyor. Etmeyin, eylemeyin, insaflı olun. Bu milletin dinine, din adamına saldırmayın. Belden aşağıya vurmayın. Yeteri kadar düşmanı var İslâm’ın ve Müslümanların. Düşman saflarında yer almayın. Allah’tan korkun, insaflı olun. 
 
Kimsenin İslâm’ı sevmek gibi bir mecburiyeti yoktur. Müslüman olmak gibi bir mecburiyeti de yoktur. Ancak insan olan herkesin, insan hakları çerçevesinde kalarak, İslâm’a ve Müslüman’a saygı göstermek gibi bir mecburiyeti vardır. Yanlış yapanları ikaz etmek gibi bir mecburiyeti de vardır. Terbiye sınırları içinde kalarak eleştiriler elbette yapılmalıdır. Ancak, kimsenin ifade özgürlüğü çerçevesinde fikrini beyan eden insanlara “pislik” deme hakkı yoktur. Bu ifade terbiye sınırlarını aşan bir ifadedir. Bu ifadenin sahipleri ve destekçileri değil Müslüman demokrat da olamazlar. 
 
Cumhuriyet gazetesi yazarlarının yazdıklarını/yaptıklarını ifade özgürlüğü çerçevesine oturtarak nümayişler düzenleyenler ve onları destekleyenler; İslâm konusunda, Müslümanlık konusunda fikir beyan edenlere de aynı desteği vermek zorundadırlar. Beğenseler de beğenmeseler de. Yoksa inandırıcılıkları kalmaz.
Hele hele, haberleri manipüle ederek insanlara yalan haber vermenin affedilir hiçbir tarafı olamaz. ‘Benim düşündüğüm gibi düşünürsen seni dinlerim, sana saygı gösteririm, benim düşündüğüm gibi düşünmezsen sana hayat hakkı tanımam…” Allah aşkına bu ne acayip bir mantıktır. 
 
Hayrettin Karaman’ın o yazısını iktibas ediyorum ve siz okuyucularımın istifadesine sunuyorum. Okuyun ve değerlendirin. Yazının haberin veriliş şekliyle ilgisi var mıdır yok mudur, kararı siz verin. Okuyalım: 
 
“İslâm toplumunda ilim adamlarını ikiye ayırmayı; bir gruba "İslam âlimleri", diğer guruba da "Müslüman âlimler" demeyi tercih ediyorum.
İslam âlimlerinden maksadım İslam ile ilgili sağlam, derin ve kapsamlı bilgi edinmiş âlimlerdir. Eskiden bunlar medrese adı verilen öğretim ve eğitim kurumlarında yetişiyorlardı, şimdi ise daha çok, çeşitli derecelerdeki okullarda yetişiyorlar; bu arada medrese usulü dersler de devam ediyor, okullular medreselerden, medreseliler de okullardan istifade ediyorlar.
Müslüman âlimlerden maksadım ise "din ilimleri" alanında değil de başka alanlarda ilim tahsili yapmış, ama dinini ve mümkün ise dininin (ümmetin) dilini bir ilim adamından beklenecek ölçüde öğrenmiş ilim adamlarıdır.
İslam toplumunun bu iki grup âlimlerinin ortak vasıfları "iman, ibadet, İslâm ahlakı ve İslamlaşma vazifesini amaç edinmek" tir. 
 
Bu yazıda konumuz İmam Hatipler olduğu için "İslâm âlimleri" bahsine dönmek istiyorum.
Ülkemizde İslam âlimi daha çok İmam Hatipler ve daha sonra İlahiyat Fakültelerinde okuyan, bu okulları bitirdikten sonra lisansüstü ilim tahsili yapan kimseler arasından yetişecektir. Medreseler de İslam âlimi yetiştirirler; ancak bugünün şartlarında onların, yardımcı unsurlar olarak hizmet etmeleri daha uygun görünüyor.
İmam Hatip okulları her iki âlim grubunun fideliği olacak; burada kabiliyet ve eğilimine göre yönlenecek öğrenciler mezun olunca ya İslam âlimi veya Müslüman âlim (ilim adamı) olma yoluna girecek ve bu amaca uygun fakülteleri seçeceklerdir.
 
İmam Hatip okulları bu nitelik ve imkânları elde edince halkımızın da rağbeti arttı, bu yıl yüksek puanlar almış pek çok öğrenci bu okullara akın ediyor. Bazı okulların kontenjanı şimdiden dolmuş görünüyor.
İşte benim uykularımı kaçıran, sevincimi gölgeleyen endişelerim de bu noktada başlıyor: İmam Hatip okulları bu teveccühe layık olacak, bu ulvi vazifeyi hakkıyla yerine getirebilecek mi?
Bu soruya "evet" cevabı verebilmek için asgari şartlar üzerinde düşünmeli ve bu şartları gerçekleştirmeyi "ibadet-vazife" bilmeliyiz.
Ben şartlarımı şöyle sıralayabilirim:
1. Bu okullar birer ekmek teknesi, çekildiği yere gidecek birer araç değildir/olmamalıdır; bu okullar büyük bir davanın orta öğretim seviyeli ocaklarıdır.
2. Bu okulların –Din Eğitimi Genel Müdürlüğünden itibaren- yöneticileri ve öğretmenleri mutlaka seçilmişlerden olacaktır. Bilgisi, ilgisi, uygulaması, heyecanı, gayreti ile bu okullarda çalışmaya layık olduğu anlaşılan kimseler, ancak bunlar yönetici ve eğitici olmalıdırlar.
3. Formasyonu bu davaya uygun olmayan kimseler –başka okullarda din öğretmenliğine de değil- masa memurluklarına atanmalıdırlar. Sigara içen, namaz kılmayan, itikadı ve ahlakı bozuk… Kimseleri bu okullara veya başka okullarda din eğitim ve öğretimine memur kılmak yaman bir çelişkidir.
4. İmam Hatip okullarında öğrenciler daha başından sevdirerek, ikna ederek ibadet ve güzel ahlak eğitimine tabi tutulmalı, bu hususa öğretimden daha ziyade önem verilmelidir.
5. İmam Hatip okullarında bilgi seviyesi, emsal okullardan geride değil, eşit değil, daha ileride olmalıdır.
6. Çocuklarını bu okullara gönderen Müslümanlar ile ilgili vakıflar ve derneklerin mensupları, kendi işleri ve evleri gibi bu okullara da sahip çıkmalı, eksikleri gidermek için canla başla çalışmalıdırlar. Gayret bizden başarıya ulaştırma lütfu Allah’tandır. “
 
Sonuç:
Yazıyı okudunuz. Kararınız nedir?
Habere konu olan paragraf 3. Paragraftır. Bu paragrafın söz konusu haberle ilgisi var mıdır, yok mudur, ne dersiniz?
Rüştü Kam

7 Mart 2016 Pazartesi

MÜSİAD Berlin 2016 Resepsiyonunu gerçekleştirdi



MÜSİAD Berlin yıllık resepsiyonunu gerçekleştirdi. Organizasyon mükemmel. Gençler hizmet yarışına girmişler. Şık giyimli ve saygılılar. Masalar, kendilerine önceden kimlerin misafir olarak geleceğini biliyor. Kimin kiminle oturacağı önceden düşünülmüş. Kısa bir Türk Sanat Müziği dinletisiyle program başladı. Gençler Berlin’de doğup büyümüşler, eğitimlerini de burada almışlar. Ancak Türk Sanat Müziği’ni icra ediyorlar. Mükemmel bir ud taksimi ve ney dinletisi. Ritm saz eşliğinde harika. Onları dinlerken geleceğe ümitle bakmamak mümkün değil. Müziğini kaybetmeyen bir millet kimliğini de kaybetmeyecektir.

Berlin Belediye Başkanı Michael Müller programın onur konuğu olarak takdim edildi. T.C Berlin Büyükelçiliği Elçi Müsteşarı Ufuk Gezer, Berlin Başkonsolosu Ahmet Başar Şen, IHK Berlin, HWK Berlin, Çeşitli Federal Bakanlıklar, Berlin’deki bazı yüksek okul temsilcileri,  sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ve  MÜSİAD Berlin‘in üyeleri oradaydılar.

Önder Coştan Müsiad Berlin’in faaliyet raporunu sundu. Abartı yoktu sunumda. Kısa ve net. Açış konuşması için Müsiad Berlin başkanı Veli Karakaya kürsüye davet edildi. Kırmızı atkısıyla Veli Karakaya kendinden emin bir şekilde kürsüde yerini aldı. Protokolün ismini teker teker okuyarak kendilerine “hoş geldiniz” dedi. Basın mensuplarına ve misafirlerine selamlarını sundu ve onlara da “hoş geldiniz” dedi. Sonra da konuşmasına başladı: 

“Yirmi yılı aşkın bir zamandan bu yana üyelerimiz ve içinde yaşadığımız toplumun bireyleri için eğitim ve meslek imkânlarının daha da iyi hâle gelmesi için uğraş veriyoruz. Bizler daima barış içinde bir arada yaşamak için çaba sarf ettik.
Kendilerini kamufle eden bazı siyasi hareketlerin hoşgörüsüzlüğünü ve hızla artan ırkçılığın toplumumuzun merkezine ulaştığını gözlemliyoruz.
Aynı zamanda ülkelerini terk etmeye mecbur kalan mültecilerin dini kurumlarına veya meskenlerine yönelik saldırıların arttığını da gözlemliyoruz.
Bütün bu olumsuzluklara karşın, ülke çapında(Federal Almanya) halkımızın büyük çoğunluğu tarafından desteklenen akla ve barışa çağrı yapan girişimleri de biliyoruz.
Bazı şehirlerin olumsuz tutumlarına karşın, özellikle Berlin, bir arada barış içinde yaşam için iyi bir örnek olduğunu defalarca ispat etti.
Burada Sayın Belediye Başkanımızdan bir alıntı yapmak istiyorum: “Kadın-erkek binlerce Berlinlinin, Hoşgörüsüzlüğe ve İslâm Düşmanlığına karşı bir tepki vermeleri güzel bir durum. Bütün insanlar dini inancına bakmaksızın, ister Müslüman olsun ister Yahudi, ister Hristiyan Berlin’de kendi evindedir, şehrimizin ayrılmaz parçasıdır. Bunu kimse elimizden alamaz.”

Sayın konuklar, zor zamanlarda bizi çetin sınavlar bekliyor. Dünyamız gittikçe küçülüyor ve giriftleşiyor. Olaylar artık sadece milli sınırlar dahilinde cereyan etmiyor. Sınırlar ötesini ve uzak ülkeleri de ilgilendiriyor. Küresel terör ve mülteci durumuna düşerek başlarını sokacak bir ev arayışındaki insanlar bunun acı örnekleridir. Son zamanlarda hepimiz birçok bombalı saldırıya şahit olduk. Bu vesileyle tekrar terör kurbanlarını ve ailelerini saygıyla anıyorum ve her türlü terörü ayırım yapmadan, eşit şekilde şiddetle kınamamız ve tel’in etmemiz gerektiğini hatırlarınıza getirmenizi istiyorum. Bu barbarca yapılan saldırılar sadece “Batılı Değerlere” değil bilakis tüm insanlık camiasına karşı yapılmıştır. Teröre karşı birlik isteyenler, önce kendileri birlik olmalıdırlar; terörün Paris, Ankara, Lübnan veya Filistin’de olması arasında fark yoktur. Krizler ve savaşlar bugün milyonlarca insanın vatanlarını terk edip mülteci durumuna düşmelerine sebep oluyor.

Bu insanların çoğu terör tehlikesinden kaçarken hayatlarını yolda kaybediyor. Sadece 4.000 insan bu yıl içinde Akdeniz’de hayata veda etti. Hepimiz cesedi sahile vuran 3 yaşındaki o bebeği hatırlıyoruz. Tabii ki bu durum hem Avrupa hem de Almanya için birçok açıdan büyük bir mesele. Toplumda ve siyasi arenada Avrupa’nın birliğini dahi sorgulayan şiddetli tartışmalar oluyor. Avrupa içi sınır kontrolleri ve insani yardımlardan uzak durma politikalarıyla bazı hükümetler Avrupa’ya inanmadıklarını ortaya koymuş oldular. Tüm bu olanlara rağmen ben Almanya’nın ve hepsinden evvel Şansölyemizin karşıdan esen şiddetli rüzgârlara rağmen çok net bir duruş sergilemiş olmasından dolayı mutluyum. O, yardımlarını insaniyetin gereği olarak “Yapabiliriz!” sloganıyla gerçekleştirdi. Biz, dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Almanya olarak yardımlarımızı nasıl kısıtlayabilirdik, hatta yardım etmeyi nasıl reddedebilirdik? Biz de bazı komşularımızın yaptıkları gibi Irkçılığı ve Yabancı Düşmanlığını mülteci siyasetine model mi alsaydık?
Almanya tarihi boyunca çok farklı zorlukları göğüslemiş güçlü bir ülkedir. Hep beraber bugün de bu durumun üstesinden gelebiliriz. Tabii ki bu pek kolay olmayacak. Yardım bekleyenlerin çokluğu ayrı bir yük. Ancak bu insanların korunması öncelikli görevimiz olmalı. Aksi takdirde Anayasa’mızın idealinden ve Avrupa idealinden nasibimizi alamamışız demektir. Bu insanların elimizden bir şeyleri alacakları korkusu yersizdir. Gandi, tam da bu noktada şöyle demişti: “Dünya herkesin ihtiyaçlarına yeter, ama hırslarına yetmez.”

Bu yüzden Şansölyemizin sözlerini bir kez daha tekrar etmek istiyorum: ”Evet, Yapabiliriz!”
İçinde bulunduğumuz durumun tüm zorluklarına rağmen, inanıyorum ki yapabiliriz. Göç uzun vadede toplumumuz için gerçekten bir kazanım olacaktır. Türkiye kökenli işletmeler göçün bir ülkeyi nasıl zenginleştirebileceğinin en bariz ispatıdırlar. Başlangıçları 35 yıl öncesine dayanmasına rağmen, bugün Alman toplumunun önemli bir sütunu haline geldiler. Bugün Türk kökenli işletme sayısı 90.000’e ulaşmış durumda.

420.000’den fazla insana istihdam sağlıyorlar ve yılda 40 milyar Euro’dan fazla ciro yapıyorlar. 12 milyar Euroluk doğrudan yatırımlarıyla ülkemiz ekonomisinin önemli motorlarından biri olmaya devam ediyorlar. Ve yeni istihdam yaratma dinamizmi hâlâ canlılığını yitirmiş değildir. Federal ortalamada her 100.000 kişiye 124 işletme düşerken, bu sayı Türk kökenli göçmenlerde 239 olarak tespit edilmiştir. Bu işletmeler sadece bir kültürün ve etnisitenin değil, bizim işletmelerimizdir, bizim ekonomimize yani Almanya’ya aittirler. Dinlerini ve kültürlerini korumak için gösterdikleri hassasiyet,  asla suçlamalara ve ayrımcılığa bahane teşkil edilmemelidir. Cesur olmalıyız, birbirimizi desteklemeliyiz, popülizme ve her türlü aşırılığa karşı omuz omuza durmalıyız. Benim güçlü demokrasi’ den anladığım budur. Açıklık ve saygı çerçevesinde oturup meselelerimizi konuşabilmeliyiz. Gerekirse, ki gerekiyor;  diğer rahatsız edici mevzuları da gocunmadan rahatlıkla konuşabilmeliyiz. Bu mânâda tüm sivil ve siyasi aktörler bu hedeflere ulaşmak için göreve amade olmalıdırlar.

Saygıdeğer Belediye Başkanı,
Berlin’in sahip olması gereken vasıflarını şu şekilde sıralamıştınız: “Berlin, herkes için dayanışmacı ve hoşgörülü bir şehir, herkese vatan olabilecek bir dünya metropolü, birlikte yaşamaya teşvik eden bir şehir, elini taşın altına koymaya hazır olanları cesaretlendiren bir şehir olmalıdır.” Demiştiniz.

Şu bulunduğum noktadan, burada bulunan çok sayıda göçmen kuruluşunun huzurunda sizi temin ederim ki: Hedefleriniz hedeflerimizdir. Sorumluluk alıyoruz, yerimizi alıyoruz ve işin ucundan tutuyoruz.
Kanaatim odur ki, insanoğlu tabiatı gereği nefreti ve düşmanlığı reddeder. Biz de tabiatımıza uyarak nefreti ve düşmanlığı reddediyoruz. İnanıyorum ki önümüzde çok daha iyi günler bizleri bekliyor. Çocuklarımıza daha iyi bir dünya bırakacağız. Bu hepimizin ortak tarihi sorumluluğudur. Biz insanların umuda ve güvene ihtiyacı var, düşmanlık ve hoşgörüsüzlüğe değil, çünkü:
„ Şark Tanrı‘nın!
Garb Tanrı‘nın!
Kuzeyi de güneyi de
Yatar O‘nun elinin selâmetinde…”



Eksiklikler:
1-    Türk sivil toplum kuruluşları yaptıkları toplantılarda, kendi kültür değerlerinden taviz vermemelidirler. Özellikle dernek başkanları konuşmalarını iki dilde yapmalıdırlar. Dilini kaybeden milletler kimliklerini kaybetmeye mahkûmdurlar. Bilhassa Türkiye’de Kürtçe konusunda belli bir duruş sergilediğini bildiğimiz Almanya, Türklerin Almanya’da Türkçe konuşmalarını muhakkak destekleyeceklerdir. 

2-    Türklerin toplantılarına katılan Alman misafirler, Türk damak tadına uygun yiyecek ve içecek beklentisinde olurlar. Bundan dolayı bu beklentilere cevap verilmelidir.

3 Mart 2016 Perşembe

KUR'AN AHLAKI

Kur’an ahlakı diyoruz ve insanları Kur’an’a davet ediyoruz, ancak davet etmek anlatmak yetmiyor. Önce anlatanların sonra da anlatılanların Kur’an ahlakını yaşamaları gerekiyor. Sonra da sokağa indirmeleri, çarşıya-pazara, iş yerine götürmeleri gerekiyor. Kur’an-ı Kerim’de geçen ve bizlerden istenilen ilkeler ve bu ilkeler ile ilgili ayet-i kerimeler önce Müslümanları şekillendirmesi gerekiyor.
Müslümanlar ayetleri okumalı ve özeleştiri yapmalıdır. Kendisiyle yüzleşmelidir. Ben ne kadar Müslümanım sorusunun sorulması gerekiyor? Cevap sevindirici ise sorun yoktur. Memnuniyet verici bir cevap alınamadıysa, bu sorgulama milad kabul edilerek Kur’an ahlakıyla ahlaklanmaya başlamak gerekir. Bahse konu olan ayetleri okuyalım ve sorgulamaya başlayalım:
“Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.”(Kalem 4)
“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl 90)
“İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde defet. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.”(Fussılet 34)
“Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.”(Nisa 36)
“Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, acelesi de yoktur.”(Bakara 263)
“Şüphesiz “Rabbimiz Allah’tır” deyip de, sonra dosdoğru olanlar var ya, onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki: “Korkmayın, üzülmeyin, size (dünyada iken) vadedilmekte olan cennetle sevinin!”(Fussılet 30)
“Bugün, doğrulara, doğruluklarının yarar sağlayacağı gündür.” Onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’dan razı olmuşlardır. İşte bu büyük başarıdır.”(Maide 119)
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele. Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler.”(Bakara 155-157)
“Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” derler ve geçip giderler.” (Furkan 63)
“Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu davranış onlar için daha nezihtir. Şüphe yok ki, Allah onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar…”(Nur 30)
“Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar var ya, onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.”(Bakara 274)
“Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver, fakat saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir.”(İsra 26-27)
“…İyilik ve takva üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah'a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.”(Maide 2)
“Allah’a ve Resulüne iman edin ve sizi üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı maldan, Allah yolunda harcayın. İçinizden iman edip de Allah yolunda harcayanlar var ya; onlar için büyük bir mükâfat vardır.”(Hadid 7)
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.”(Saff 3)
“Antlaşma yaptığınız zaman, Allah’a karşı verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil kılarak pekiştirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz Allah yaptıklarınızı bilir.”(Nahl 91)
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olabilecekler vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, hoş görüp vazgeçer ve bağışlarsanız şüphe yok ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”(Tegabün 14)
“Allah'tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”(Al-i İmran 159)
“Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp hevalarınıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker, sözü geveler ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.”(Nisa 135)
“Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline, sahiplerine teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir.”(Nisa 58)
“Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.”(Maide 8)
“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.”(Hucurat 12)
“İffetli ve haklarında uydurulan kötülüklerden habersiz olan mü’min kadınlara zina isnat edenler, gerçekten dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir. İşlemiş oldukları günahtan dolayı dillerinin, ellerinin ve ayaklarının kendi aleyhlerine şahitlik edecekleri günde onlara çok büyük bir azap vardır.”(Nur 23)
“Yalanı, ancak Allah’ın âyetlerine inanmayanlar uydurur. İşte onlar, yalancıların ta kendileridir.”(Nahl 105)
“…Artık putlara tapma pisliğinden ve yalan sözden kaçının.”(Hacc 30)
“Yalan sözlerle Allah'a iftira edenden veya O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir! Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler!”(Enam 21)
“Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak "Bu helâldir, şu da haramdır" demeyin, çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.”(Nahl 116)
“Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez.”(Lokman 18)
“İşte ahiret yurdu; biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere armağan kılarız. Güzel sonuç takva sahiplerinindir.”(Kasas 83)
“İçinde ebedî kalmak üzere cehennemin kapılarından girin! Kibirlenenlerin dönüp gidecekleri yer ne çirkindir!”(Mümin 76)
“Allah’ın kendilerine lütfundan verdiği nimetlerde cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır! O kendileri için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şey kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”(Al-i İmran 180)
“Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü o, israf edenleri sevmez.”(Araf 31)
“Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır.”(Furkan 67)
“…Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birinin hayatını kurtararak yaşatırsa sanki bütün insanları yaşatmıştır…”(Maide 32)
“Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”( Nisa 93)
“Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan ve maruz kaldığı şiddetli yağmurun kendisini çıplak bıraktığı bir kayanın durumu gibidir. Onlar kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”(Bakara 264)
“İşte şu namaz kılanların vay haline ki; onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, onlar gösteriş yapmaktadırlar.”(Maun 4-6)
“Ey iman edenler! Aklı örten içki ve benzeri şeyler, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumarla, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyorsunuz değil mi?”(Maide 91)
“Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.”(İsra 32)
“Rahmanın iyi Kulları, Allah ile beraber başka bir ilaha kulluk etmeyen, haksız yere, Allah’ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar.”(Furkan 68)
“Ki (bunlar) Allah'ın ahdini onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar Allah'ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. Kayba uğrayanlar işte bunlardır.”(Bakara 27)
“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki dönerler diye Allah onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır.”(Rum 41)
„Ben ağaran sabahın Rabbine sığınırım, Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, Ve düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden, Ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım!”(Felag s.)
“Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.”(Hucurat 11)
“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka. Kendinizi helak etmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir.”(Nisa 29)
“Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hakimlere rüşvet olarak vermeyin.”(Bakara 188)
„O halde, yalanlayanlara itaat etme! İstediler ki sen, alttan alıp gevşek davranasın/yağcılık edesin de onlar da yağcılık etsinler/yumuşaklık göstersinler. Şunların hiçbirine eğilme, uyma: Çok yemin eden, bayağı-alçak, Alaycı/gammaz, koğuculuk için dolaşıp duran, hayrı engelleyen, sınır tanımaz-saldırgan, günaha batmış, Kaba/obur, bütün bunlardan sonra da soyu bozuk, kötülükle damgalı. Mal ve oğullar sahibi olmuş da ne olmuş? Ayetlerimiz ona okunduğunda şöyle der: "Daha öncekilerin masalları!" Yakında biz onun hortumu üzerine damga basacağız/burnunu sürteceğiz. (Kalem 8-16)
Rüştü KAM

19 Şubat 2016 Cuma

MOCCA ZİYARETLERİ (II)

Berlin’de iş temposu oldukça yüksek. Anlaşılan o ki, 24 saat işadamlarımıza yetmiyor. 1961 yılı itibariyle Avrupa’ya yeni bir sefer düzenleyen Türkler bu kez iş bulmak için buralara geldiler. Türkler Birinci Dünya Savaşı’nda çok ağır bedel ödediler.  Arkasından Kurtuluş Savaşı da gelince, Ortadoğu’da, Balkanlarda ve Çanakkale’de perişan oldular. Üç kıtada 600 sene adaletle hükmeden Osmanlı Anadolu’ya sıkıştı kaldı. 

Birinci Dünya Savaşı’nda müttefikimiz olan Almanya da, İkinci Dünya Savaşı’nda bizim gibi perişan olmuştu, toprak kaybına uğramıştı, yaralıydı, onun da kolu kanadı kırılmıştı; kırılmıştı ama onun matemi uzun sürmedi. Hemen kolları sıvadı, toparlanma sürecine girdi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’na katıldığı ve yerle bir olduğu halde…

Türkiye savaşı önce bırakmasına rağmen toparlanma sürecine girememişti veya iş başındakiler, Osmanlı’yı paramparça eden güçlerin elinden kurtulamadığından dolayı ülkeleri için taş taş üstüne koymamayı kendilerine vazife edinmişlerdi.  

Her ne sebepten olursa olsun, Türkler ekmek peşine düştüler. Kendilerine açılan Avrupa kapısından içeri girmek için tereddüt bile etmediler. Kendi ülkelerinin imarı yerine yıllarca Avrupa’nın, Almanya’nın imarı için en ağır işlerde çalıştılar, belleri büküldü, saçları beyazladı, ciğerleri iflas etti… Ama onlar Almanya’yı Almanya yaptılar. 50 sene gibi uzun bir zamanı geride bırakarak bugünlere geldiler. Geldikleri yerden baktığımızda imkânsızlıklara rağmen bu işçilerin ve çocuklarının çok şeyleri başardıklarını görüyoruz. Bazılarının okuma yazmaları bile olmayan o güzel insanların çocukları fevkalade önemli işler başarmışlar. İş dünyasına market işletmeciliğiyle başlayan Türkler, imbislerde bockwurst yerine döner satmaya başlamışlar ve 2000’li yıllara geldiklerinde büyük ölçekli işletmelerin sahibi olmuşlar. Döner imalathaneleri, mobilya imalathaneleri, fabrikaları kurmuşlar. Gayrimenkuller satın almışlar. Ülke ekonomisine katkıda bulunmaya başlamışlar.

Hayalleri var işadamlarımızın. ‘Biz paramızı kazanıyoruz, bundan sonrası bizi ilgilendirmez.’ demiyorlar. Vakıflar kurarak, özel okullar , özel üniversiteler açmak istiyorlar. Camilerin arka binalardan, bodrumlardan, apartman katlarından kurtarılıp  kültür merkezleri haline getirilmesini istiyorlar... Kazançlarını eğitime, geleceklerine yatırmak istiyorlar, kimliklerini koruyarak Almanya’nın geleceğine damgalarını vurmak istiyorlar. Göğsümüz kabardı. Çıktığınız bu yol kutsal bir yoldur. Mevla’m sizlere yardım edecektir. Yolunuz açık olsun...

İşadamlarımızın şikâyetleri de var. Türklerin darmadağın olmalarından şikâyetçiler. ‘Birlik ve beraberlik içinde olmak lazım gelir.’ diyorlar. Mezhepler ve ırklar arasındaki çatışmalar onları da rahatsız ediyor. Sivil toplum kuruluşlarına önemli görevlerin düştüğü konusunda hemfikirler.  

Başsağlığı



Yolumuz bu kez şehitlik Camii’ne düştü. Yılmaz Gün kardeşimizin valideleri vefat etmiş. Onun cenaze namazına katıldık ve baş sağlığı diledik. Bu cenazeler birinci neslin son cenazeleri olsa gerektir. Birinci nesil tükeniyor. Ne hayallerle geldiler kim bilir Almanya’ya. Hayallerinin ne kadarını gerçekleştirdiler bilemiyoruz. Bildiğimiz kadarıyla onca imkânsızlıklara rağmen ısrarcı oldular, yıkılmadılar, ayakta kaldılar. Şu anda musalla taşında namazları kılınan cami gibi nicelerini yaptılar. Dualarımız onlaradır. Nur içinde yatasınız.

Mezar ziyareti



Cenazeleri Berlin’e defnedilen Müslüman kardeşlerimiz de var artık. Zeki Bina onlardan biri. Namazdan hemen sonra onu ziyaret ettik. Yaptığı çalışmaları andık ve dualar okuduk. Orada bulunan diğer vatandaşlarımıza da dualar okuduk. Dr. Yusuf Zeynel Abidin, Nuri Karademirli ve Ayhan Aydın’ı da hayırla yâd ettik. Ölülerimizi unutmamamız gerekiyor. Her fırsatta onları ziyaret etmeliyiz, etmeliyiz ki; kim olduğumuzu unutmayalım. Gelecek nesiller de bizden örnek alarak bu ziyaretleri devam ettirsinler. Arefe günleri veya bayramlarda onları mutlaka ziyaret ederek geleneklerimizi yaşatmalım.

Yeni bir Berlin Duvarı mı?




Şehitlik Camii’nin önüne bir duvar yapıyorlar. Hapishane duvarı gibi. Ucube demek belki daha doğru olacak. Berlin Duvarı 1989 da yıkıldı ama, Şehitlik Camii yönetimi o duvarın yıkılmasına çok üzülmüş olmalı ki, yeni duvarlar yapma peşine düşmüş. Yoldan gelen-geçenler şehitliği görmesinler diye (!) cami müştemilatı boyunca duvar örüyorlar.  Maksat mezarları korumaksa, demir çitle çok güzel bir şekilde koruma altına alınabilir.  Böylece yoldan gelen-geçenler de mezarlarla birlikte cami müştemilatını görme fırsatını yakalarlar. Ben yetkililere buradan sesleniyorum: Lütfen bu ucubenin inşasını yeniden gözden geçiriniz.

 

Devam edecek