Göreme Açık Hava Müzesi
Öğle yemeğini Göreme’de yedik. Testi kebabı meşhurmuş. Gittiğimiz bölgede oraya has yemekleri tercih ediyoruz. Testiyi Hüseyin Bozkurt kırdı. Sanki kırk yıllık testi kıran gibiydi. Tezahüratlarımız arasında kendisinden emin olarak vurdu çekici testinin boğazına. Testi kan revan içinde yuvarlanıverdi tepsinin üstüne. Sabırsızlıkla beklediğimiz servis başladı. Başladı ama daha birinci lokmada iştahımız kapandı. Kebap söylenildiği kadar lezzetli değildi. Testi tadını aldık almasına da, hepsi o kadar. Testi kebabı sadece “testi” tadı almak için yenilmez ki. Testi kırılınca bir rayiha yayılmalıydı ortaya. Öyle bir şey olmadı. Değişik bir lezzet aradık, o da yoktu. Eti soğanla yemek Türk’ün sünnetidir. Dedelerimizin sünnetini de icra edemedik. Müşteri sıkıntısı çekmedikleri için kaliteye önem vermiyor olmalılar. Tada, kokuya değil, şekle, isme önem veriliyor galiba. İçinin malzemesinden çalınmış. Mekân sadece para kazanmak amacına kilitlenmiş. Müşteri memnuniyeti önemli değil. Servise yemeklere, temizliğe ve güler yüze o kadar riayet edilmiyor. Nasıl olsa yiyecekler mantığı hâkim. Bir gelen bir daha gelmeyecek nasıl olsa. Tereyağı, bir defneyaprağı, biraz kekik, birazcık kimyon, bir miktar arpacık soğanı yeterdi aradığımız rayihayı, tadı bulmaya. Güneydoğu mutfağını, servisini, garsonların saygısını ve güler yüzünü özlememek mümkün mü?
Fikrimizi lokantanın sahibine söyledik, sadece teşekkür etti. Teklifimizi hayata geçirir mi, geçirmezmi bilmem. Kesin olan bir şey var, o da bizim bir daha orada testi kebabı yemeyeceğimiz.
İbadet zamanı
Namaz kılmak için Göreme Köy Camii’ne gittik. Öğle namazını ve ikindi namazını cem-i takdim ederek kıldık. Gezi süresince akşam namazıyla da yatsı namazını cem-i te’hir ederek kılacağız. Her namazı kendi vaktinde kılarsak hedeflenen ve planlanan gezinin yapılması mümkün olmayacaktır. 25 kişinin abdest almasını 30 dakika olarak hesaplarsak 20 dakika da namaz için versek 50 dakika yapar. Toparlanıp otobüse binmemize de 10 dakika verelim 60 dakika eder. 4x60= 240 dakika, yani günde sadece 4 saat namaz için ayırmamız gerekecek. Bu bizim için büyük bir zaman kaybı olur. Peygamberimiz cem uygulaması yapmıştır, hem de hiç mazereti olmadığı halde. Türk Eğitim Derneği üyeleri tarafından peygamber uygulaması bilindiği için sıkıntı olmuyor.
Ucube
Camiden çıkınca gözümüze, karşıdaki peri bacalarının hemen yanına yapılan beton bina çarptı. Sorduk, ‘Bu ucubeyi buraya kim dikti?’ diye. ‘Karakol binası.’ dediler. Allah aşkına bu kadarı da olmamalı. Karakol binası yapılacaksa o dokuya uygun olarak yapılmalıdır. Hem yapılan tamiratlar aslına uygun yapılmıyor, hem de yeni yapılan binalar dokuya uymuyor. Üçüncü Dünya ülkelerinde görmeye alıştığımız manzaralar bunlar. O benim güzel vatanımda böyle paradokslar olmamalıdır. İnsanımızda tarih bilinci oluşmamış, vatanımız ne yapsın. 1923 yılından beri beline beline vurmuşlar o güzel yurdumun, takati kalmamış, kalkamıyor ayağa. Harf devrimi demişler vurmuşlar, Osmanlı haindi demişler vurmuşlar, padişahlara Kızıl Sultan- Vatan haini demişler vurmuşlar, Türk insanına gerici-yobaz demişler vurmuşlar, başörtüsü demişler vurmuşlar… Yıllar var ki yoğun bakımda yatıyor. Bugünlerde parmağını kıpırdatmaya başlamış, şöyle bir nefes alayım demiş, bu seferde “gezi” demişler, ağaç demişler, yeşil demişler, cinsi taciz demişler yine başlamışlar vurmaya. “Yol O’nundur, varlık O’nundur, gerisi hep angarya” demiş Üstad Necip Fazıl Kısakürek. Ümit ederiz ki, bu sefer “Sakarya” kalkacaktır ayağa: Çünkü, yüz üstü çok sürünmüştür.
Zaman tünelinde yolculuk
Bu bölge, Yüce Mevla’mızın özene bezene yarattığı ve bize bahşettiği masallar ülkesidir. Sanki zaman tünelinde yolculuk yapıyoruz. Bir an düşündüm; bu bölgede hizmet veren insanlar, o günkü insanların kostümlerini giyerek hizmet verseler nasıl olur acaba? diye. Aslında bütün tarihi mekânlarda görev yapanlar bu uygulamaya dâhil edilebilir. En azından Romalılardan başlayarak Osmanlı İmparatorluğu’na kadar. Böyle bir uygulama yapılabilir. Ne dersiniz?
Yaşam alanları
Açık Hava Müzesi denilen yer koruma altına alınmış, giriş ücretli. Müzenin içi korunaklı, muhafazalı değil. Her yere elinizle dokunabiliyorsunuz. Dini bir merkez burası. Romalılardan korkan Hristiyanlar bu bölgeye sığınmışlar. Peribacalarını oyarak hem
aşağıya doğru hem de yukarıya doğru katlı yaşam alanları oluşturmuşlar. Aydınlatma için keten yağı kullanılırmış. Kızlar ve erkekler için Manastırlar oyulmuş. Hemen girişte 6 kat Kızlar Manastırı, 6 kat da Erkekler Manastırı var. Dershaneleri, mutfağı, yemekhaneleri, mütalaa salonları, yatak odaları, oturma odaları ibadet için kiliseye varıncaya kadar her şey düşünülmüş.
O insanlar, doğa ve tarihin çok güzel bir şekilde bütünleştiği Kapadokya bölgesinde Peribacaları’nı oyarak evler yapmışlar, yaşam alanları oluşturmuşlar, kiliseler yapmışlar. Tıpkı Âd kavminin yaptığı gibi. Âd kavmi de kendilerinden önce yaşayan insanlardan daha ileri bir medeniyet kurmuşlardı. Dünyada o güne kadar misli görülmemiş bir medeniyet: Son derece ihtişamlı. Şan, şöhret ve kuvvet itibariyle onlardan üstünü yoktu. Her biri uzun boylu, sağlam yapılı, güçlü kuvvetli insanlar idiler onlar. Dağları kayaları oyarak, kaleler, saraylar yapan bir kavimden bahsediyor Kur’an. Âd kavminden: "Ve hatırlayın, sizi nasıl 'Âd toplumunun yerine getirdi O. Ve ovalarında kendinize konaklar yükseltip dağlarını yontarak evler yapabilesiniz diye yeryüzünde sizi nasıl sağlamca yerleştirdi. Öyleyse, hatırlayın Allah’ın nimetini de yeryüzünde bozgunculuk yapıp karanlığa yol açmayın." „Araf 74
Peri bacaları
Oğuz devam ediyor anlatmaya: “60 milyon yıl önce 3. Jeolojik Devir’de yanardağlar faaliyete
geçti. Erciyes, Hasandağı ve ikisinin arasında kalan Göllüdağ, bölgeye lavlar püskürttü. Platoda biriken küller yumuşak bir tüf tabakası oluşturdu. Tüf tabakasının üzeri yer yer sert bazalttan oluşan ince bir lav tabakasıyla örtüldü. Bazalt çatlayıp parçalara ayrıldı. Yağmurlar çatlaklardan sızıp yumuşak tüfü aşındırmaya başladı. Isınan ve soğuyan hava ile rüzgârlar da oluşuma katıldı. Böylece sert bazalt kayasından şapkaları bulunan koniler oluştu. Bu değişik ve ilginç biçimli kayalara halk bir ad yakıştırdı: "Peri bacası".
Bazalt örtüsü olmayan tüf tabakları ise erozyonla vadilere dönüştü. İlginç şekiller oluştu. Daha sonraları insan eli, emeği ve duygusu işe koyuldu. Dokuz-on bin yıl öncesine ait yerleşimlerden ilk Hristiyanların kayalara oydukları kiliselere, büyük ve güvenli yer altı kentlerine kadar uzun bir dönemde bir uygarlık yaratıldı. Günümüze kadar geldi bu uygarlık. İşte önünüzde duruyor.
Hristiyanlara baskı
İnsan yerleşimlerinin Paleolitik Dönem’e kadar uzandığı Kapadokya'nın yazılı tarihi, Hititlerle başlar. Tarih boyunca ticaret kolonilerini barındıran ve ülkeler arasında ticari ve
sosyal bir köprü kuran Kapadokya, İpek Yolu'nun da önemli kavşaklarından biridir.
Bölge MS 2. yüzyılın sonlarına kadar tamamen Romalıların yönetimi altındadır. MS 3. yüzyılda Kapadokya'ya Hristiyanlar gelir. İnançlarını yaşamak ve yaşatmak için, bölge insanına tebliğde bulunmak için faaliyete geçerler. Bölgeyi eğitim ve düşünce merkezi haline getirirler. Ancak Romalılar bu çalışmalardan memnun olmazlar. Onlar putperest bir topluluktur çünkü. Hristiyanlara göz açtırmazlar. Baskı uygularlar, işkenceye tabi tutarlar, baskılar dayanılmaz hale gelince (303-308) dağlara çekilirler. Hristiyan öğretiyi yaymak için derin vadileri ve volkanik yumuşak kayaları oyarak oraları yaşam alanı haline getirirler. Bakın şu peribacaları altışar katlıdır. Kızlar ve erkekler manastırı olarak hizmet veriyorlardı. Evler ve kiliseler aynı yöntemle oyularak yaşam alanı haline getirilmiştir. Böylece Romalı askerlere karşı güvenli bir alan oluşturulmuştur. Bu bölgede peribacalarının içine oyulmuş 400 kilise vardır. Çoğu 5 -10 kişiliktir, çok azında daha fazla insan ibadet yapabilir. En büyük kilise Yılanlı Kilise’dir. Bu tavanlarda ve duvarlarda gördüğünüz ikonlar sadece resim değildir. O gün ikonlar, yazı olarak kullanılmıştır. Hz. İsa’nın anlattıkları, Hz. Meryem’in doğumu, son akşam yemeği ve benzeri resimler eğitim amaçlı yapılmıştır. Bazılarının düşündüğü gibi bu resimler tapınmak için yapılmamıştır.
11. ve 12. yüzyıllarda Kapadokya’ya Selçuklular gelmiş, daha sonra Osmanlılar. Selçuklu ve Osmanlı devletleri döneminde bölge sorunsuz bir dönem geçirir. Hristiyanlar ibadetlerinde serbesttirler. Bölgede yaşayan Hristiyanlar Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla tekrar sıkıntılı günler yaşamaya başlarlar. Bu sefer mübadele bahanesiyle yurtlarından sürülürler. 1924-26 yıllarında yapılan mübadeleyle bölgeyi terk etmeye zorlanırlar. Ve arkalarında bu gördüğünüz medeniyeti ve mimari örnekleri bırakarak Kapadokya'yı terk ederler.
Bölge turizm açısından büyük bir öneme sahiptir. Kayalara oyulmuş geleneksel Kapadokya evleri ve güvercinlikler yörenin özgünlüğünü dile getiriyorlar. Kapadokya Bölgesi’nde taş evler görürsünüz. Yamaçlara kesme taştan inşa edilen evlerdir bunlar. Örnekleri Ürgüp’te vardır. On dokuzuncu yüzyıldan kalmadır bu evler.
Bölgenin tek mimari malzemesi olan taş, ocaktan çıktıktan sonra yumuşak olduğundan çok rahat işlenebilmekte, ancak hava ile temas ettikten sonra sertleşerek çok dayanıklı bir yapı malzemesine dönüşmektedir. Kullanılan malzemenin bol olması ve kolay işlenebilmesinden
dolayı yöreye has olan taş işçiliği gelişerek mimari bir gelenek halini almıştır.
Yöredeki güvercinlikler 18. yüzyılda yapılmış küçük yapılardır. İslâm resim sanatını göstermek açısından önemli olan güvercinliklerin bir kısmı manastır veya kilise olarak inşa edilmişlerdir. Güvercinliklerin yüzeyi yöresel sanatçılar tarafından zengin bezemeler, kitabeler ile süslenmişlerdir. Bölge, üzümüyle ve şarabıyla da ünlüdür. Eskiden ev olarak kullanılan peribacaları bugün tarihi eser olarak koruma altına alınmaya başlanmıştır.“
Tevhid inancının mensupları
Sorun her devirde aynı. Tevhid inancına sahip olan insanlar, köle düzenlerinin içinde
yaşayamıyorlar. Firavunlar o insanlara hayat hakkı tanımıyor. Ashab-ı Kehf’i hatırlayalım, putperest Romalıların zulmünden kaçtılar ve mağaraya sığındılar. Hz. İbrahim’i Mezopotamya’dan sürdüler. St. Piyer Kilisesi dağın eteğine, dağın altına doğru oyularak yapılmıştır. Kapadokya Bölgesi’ndeki Hristiyanlar da peribacalarının içini yaşam alanı haline getirmişler. Böylece, küçük küçük yüzlerce kilise yaparak ibadetlerine devam edebilmişler. Bugün de aynı olaylar tekrar ediliyor. Irak’taki, Suriye’deki, Afganistan’daki, Myanmar’daki, Eritre’deki, Mora’daki, Doğu Türkistan’daki Müslümanlar Allah dedikleri için aynı şekilde işkenceye tabi tutuluyorlar, yurtlarından sürülüyorlar, mülteci durumuna düşürülüyorlar.
Türk gecesi
Akşam Türk Gecesi’ndeyiz. Peribacasının içine oyulmuş bir mekân burası. Önce Mevlevi dervişler sahne aldı, arkasından enstrümantal meyhane havası canlı olarak çalındı. Sonra sırasıyla yöresel oyunlar oynandı kızlı erkekli, en sonunda dansöz sahne aldı. Bizim beklentimiz başkaydı. Büyük usta Neşet Ertaş’ın doğup büyüdüğü çalıp çığırdığı bölgedeyiz, O’ndan türküler havalandırırlar diye düşündük ama ne gezer, bir eser bile okumadılar. Anadolu Türkmen müzik geleneğinin önemli ustalarından Neşet Ertaş’a Devleti sahip çıkmamış hemşehrileri mi sahip çıkacak. Sanata ve sanatçısına değer vermeyen bir ülkeden ve o ülke insanından ne beklenir? Hz. Mevlana’yı içki masasına meze yapan insanlardan ne hayır gelir?
Kaptan Sezgin kardeşimiz de kaydetmemiş Neşet Ertaş’ı. Demek ki Türk insanını piyasa müziğine alıştırmışlar. Türk insanı müzik dinlemek istemiyor, gürültü istiyor. Güftenin anlamı, bestenin kalitesi Türk insanı için önem arzetmiyor. Müzik aslında insanın kalitesini belirler. Dinlediğin müziği söyle senin kim olduğunu söyleyeyim demişler. Saygımızı en azından yazımızda gösterelim ve bu bölümü Neşet Ertaş’la bitirelim:
“Zülüf Dökülmüş Yüze
Kaşlar Yakışmış Göze
Usandım Bu Canımdan
Derd İle Geze Geze.
Bu Ellerde Gez Gayri
Kâtip Ol Da Yaz Gayri
Bir Kazma Al Bir Kürek
Mezarımı Kaz Gayrı
Gün Doğdu Aştı Böyle
Gönüldür Coştu Böyle
Sen Orada Ben Burada
Ömrümüz Geçti Böyle. …”
Elveda Ürgüp
Emin’in düdüğü çaldı. Otobüste sayım başladı. Eksikler var denildi. Ahmet Yumuşak ve eşi yok. Fatma Mıdık o plastik bardağını hemen uzattı Yumuşak ailesinin önüne, 10 lira ceza, böylece siftah yapılmış oldu.
Ürgüp’e veda ediyoruz. Ürgüp’ün yamaçlarına yapılmış o taş evler içimizi acıtıyor. Sahipsizler, kaderlerine terkedilmişler. Bizden sonra gelenler onları görüp ibret alamayacaklar. O güzelim taş evler ıslah edilerek pansiyon haline getirilebilir. Böylece halkın hizmetine sunulmuş olur. 5 yıldızlı otele tercih edilir bu taş evler. Mardinliler yapmışlar o işi. Ne kadar da hoşumuza gitmişti, o taş evin balkonundan Mezopotamya ovasını seyretmek. İmran kardeşimizle çay eşliğinde sohbet etmiştik Güneydoğu üzerine. Çözüm süreci devam ediyordu o tarihte. Bu taş evlerden de Ürgüp’ü seyretmek ne kadar anlamlı olurdu. Ama öyle yapmamışlar, o yamaca 5 yıldızlı bir otel yapılıyor. Bir ucube de buraya yapılıyor. Aslında Ürgüp halkı tarihi dokunun bozulmasını istemiyor. Bu 5 yıldızlı otel halka rağmen yapılıyormuş. Gördük ve hayıflandık. Kapitalizm denilen şey böyle bir şey işte. Ne din tanıyor ne iman, ne örf tanıyor, ne adet tanıyor, ne de değer. İçimiz burkuldu. Aynı ucubeyi Göreme’de de görmüştük. Peribacalarının içine betondan bir karakol binası yapmışlardı.
Avanos
Hedefimizde Avanos var. Çömlek nasıl yapılıyor onu öğreneceğiz ve biraz da çömlek alışverişi yapacağız. Avanos’tayız. Müessese sahibi Emrah Bey hikâyeler ve maniler eşliğinde çömleğin nasıl yapıldığını uygulamalı olarak gösterdi bize. Sonra da grubumuzdan Pakize kızımız kalktı ve Emrah Bey’e çömlek nasıl yapılıyormuş öğretti.
Alışverişimizi yapar yapmaz koyulduk yola; önce Ihlara vadisi. Çeşme başında Sebahattin Bozkurt kardeşimizin iki gün önce Sivas’tan aldığı katmerleri yedik. Yanında ayran da vardı. Bayattı ama o vadide tazesini bulmak da mümkün değil zaten.
Vadiye 332 merdivenle iniliyor. Yeşillik, çok güzel, doğa harikası bir yer. Su sesi eşliğinde uykuya dalmak ne de güzel olurdu. Olur du olmasına da Emin’in düdüğü olmasa.
Daha çiçekler açmadığı için Ihlara vadisi, vadi olarak üzerine düşen görevi yapamadı, mahcubiyetini üzülerek ifade etti bizlere. Giyinip kuşandığı, parfümlerini süründüğü ve zülüflerini yağladığı gün tekrar davet etti bizi. Daveti kabul ettik ve bir daha görüşmek ümidiyle vedalaştık o güzelim Ihlara Vadisi’yle. Merdivenlerden inerken fazla sıkıntı çekmeyen Ayhan ile Hüseyin’in merdivenleri çıkarken radyatörleri su kaynatmaya başladı. Ama yiğitliğe de leke sürdürmediler. ‘Madem indik, o halde çıkarız da!’ dediler ve birkaç hamleyle de olsa çıkmayı başardılar merdivenleri.
Güvercinlik vadisi ve Uç Hisar
Hayran hayran seyrettik güvercinlik vadisini, Mevla’m ne güzel yaratmış bu yerleri. Biz neden bugüne kadar bu güzelliklerden uzak kaldık. Hikâyelerini misafirlerimize neden
anlatmadık bu yörelerin. Ülkemizi bizlere tanıtmadılar ki o zamanlar. Okul gezileri yapılmadı. İç turizm diye bir anlayışa sahip değildik biz. Turist deyince yabancıları anlardık. Ayağımızın altında eşi benzeri olmayan bir ülke var ve biz o ülkenin vatandaşıyız, ama o ülkeyi tanımıyoruz…
Tepedeyiz, ayağımız kaysa parçalarımız zor bulunur. ‘Aman ha, dikkatli olun!’ Uyarılarına fazla aldıran olmadı. Herkes nazar boncuklu ağacın altında fotoğraf çekilme yarışına girdi. Ramazan yine yaklaştı bana, ‘Şurada beni çekebilir misin Hocam?’
O elindeki telefonla durmadan video çekiyor. Nereye inersek inelim başlıyor koşmaya elinde telefonla. Güzel kareler yakaladığından eminim.
Geldik sütle kavrulan kabak çekirdeği dükkânına. Elma ve nar çayı ikram ettiler. Hoşumuza gitti. İçimiz ısındı. Kabak çekirdeklerini de aldık. Ancak kabak çekirdeklerini otobüste yiyemedik. Emin yasak koydu, ‘Otobüs pislenir.’ dedi. Elimiz mahkûm, uyduk yasağa.
Kaymaklı yer altı şehri
Ver elini Kaymaklı yer altı şehri. Rehberimiz Emin. Zamanında 30.000 kişi yaşamış bu yeraltı şehrinde. Şehir aşağıya doğru 8 katlı. 4 katı faaliyette. Odalardan odalara iki büklüm eğilerek geçmek gerekiyor. İçeride alışveriş merkezleri, şarap imalathanesi, kiliseler, yatak ve oturma odaları, havalandırma bacaları hepsi düşünülmüş. Ahmet Yumuşak dördüncü kata
kadar inemedi, birinci kattan geri döndü. Korkmuş olmalı.
Yeraltı şehrine giderken önümüzde bir fotoğrafçı peydahlandı, fotoğraflarımızı çekiyor. Kızdık, ‘Ne çekiyorsun kardeşim!’ falan diye çıkıştık delikanlıya. Yeraltı şehrinden çıktıktan sonra yolumuzu kesti delikanlı. Çektiği fotoğrafları küçük toprak resimliklere baskı yapmış. 10 TL. Çok güzel bir hatıra. Başta çıkışmıştık gence ama fotoğrafları görünce sevindik. Yarım ağızla da olsa özür diledik. Ahmet ve Samiye Hanım’ın fotoğrafları çekilmemiş yeraltı şehrine giderken, nerelere gittiler de çekilmediler bilmiyoruz. Fotoğraflar hoşlarına gidince, çağırdılar fotoğrafçıyı ve orada fotoğraf çekildiler, habersiz çekilen fotoğraflar gibi güzel olmadı, hoşlarına gitmedi ama, ‘Bizim baskılı fotoğrafımız niye yok?’ dememek için aldılar fotoğraflarını. Eeee sürüden ayrılanı kurt kaparmış değil mi?
Sorumsuz sorumlular
Cuma namazını Kaymaklı’da kıldık. Tuvaletlerine girmek mümkün değil. Caminin içinde secde ettiğimiz yer kokuyor. Vaiz olarak hoparlörü dinledik. Kürsüde hatip yok. Sanki demir perde ülkesindeyiz. Din görevlileri kendi camilerinde vaaz edemiyorlar. Merkezi sistemmiş. Din görevlileri bu durumda nasıl gelişir, namaz kıldırmakla, ezan okumakla insan mı gelişirmiş. En azından haftada bir de olsa vaaz edeceği için, kitap okuması araştırma yapması imkân dâhilinde iken, din görevlisinin bu çalışmasına mani olmak doğru bir yaklaşım olmasa gerek diye düşündük. Büyüklerimiz daha iyi bilir(!) dedik. Sayın Görmez bu duruma pirim vermeyecek bir kişilik ama, neden böyle yapar hikmetinden sual olunmaz dedik.
Kültür bakanları ne iş yaparlar
Tur süresince turizm ve kültürle az çok ilgisi olan insanlarla sohbet ettik. Dertleştik. Şikâyetler aynı yönde: Müzelerde tanıtıcı yazılar/alt yazılar yok. Eserler bakımsız, tozlu. Koruma altına alınmış ama gerçek koruma değil, o güzelim eserler Rüzgâr ve sıcaktan
yıpranmış durumdalar. Görevli olan kişiler bilgisiz, yaptığı iş ile ilgili yeterli donanımları yok. Koymuşlar oraya, ‘Sen burada dur.’ demişler, o da orada duruyor. Güler yüzü ve tatlı dili olsa, o da yetecek ama. Ara da bulasın. “Kızılhisar bardağı*” gibi otuyorlar sandalyelerinde. Lütfedip de kalkmıyorlar bile yerlerinden.
Kültür bakanları, turizm bakanları ne işi yapar bu ülkede? diye sorduk konuştuğumuz, dertleştiğimiz o kişilere. ‘2002 yılından bu yana iki tane bakan geldi iş yapan, biri Atilla Koç öbürü de Ertuğrul Günay’dı. Onları da görevden aldılar. Onlardan sonraki gelenler, onların cümlesiyle söylüyorum “artiz” dirler. Fotoğraf çektirirler, demeçler verirler. Onları arazide görmek çok zordur.’ Dediler. Ekmeğe göre köfte.
Sultan Hanı
Ve Sultan Hanı. Bizi görünce koştu geldi yanımıza kollarını açarak, sarıldı bize hasretle. Çok dertli. Bir dokun bin ah işit. Mükemmel bir Selçuklu eseri. Dört bir yandan gelen kervanların konaklama yeri. Yazlık ve kışlık olarak yapılmış. Orta yerinde bir de mescidi var. Gel gör ki; dokunsan yıkılacak. İçini pislik götürüyor. Kapıda, yukarıda eşkâlini verdiğim bir bekçi var. Ne sorsak’ Ben bilmem’ diyor. Sanki kendisine “Ben bilmem” virdi verilmiş. Temiz, samimi zavallı bir insan ama temizlik ve samimiyet yetmiyor işte. Akşama Konya’dayız…
Devam edecek...
*‘Kızılhisar Bardağı gibi dizilmek’ deyimi Denizli’nin eski ismi Kızılhisar olan şimdiki Serinhisar ilçesinde üretilen testilerin(bardak) yol kenarına dizilmesine işaret etmek için kullanılır.