-Kifayetsiz Muhterisler-
Geleceğin Fatih’i
Günlerden bir gün, Muzaffer Şahin ve Battal Aslan aynı
arabada Nevzat Özpelitoğlu’nun evine gidiyoruz, Kreuzberg’ten Moabit’e. Direksiyonda
Nevzat var. Muzaffer Şahin sohbetin bir yerinde, Erbakan Hoca’nın Haldun için
“geleceğin Fatih’i” benzetmesi yaptığını söyledi. Dedim ki Muzaffer’e, ‘Ne Fatih’i
be, Haldun’dan koyun çobanı bile olmaz! Hoca onu teşvik için söylemiştir.” Bu
sözüm onların üzerinde soğuk duş etkisi yaptı, kabullenemediler. Muzaffer malum
tavrıyla, “Ne diyorsun sen be!” diyerek oturduğu yerden şöyle bir savruldu. Hepsi
beraber Haldun’un faziletlerinden bahsetmeye başladılar, o gece sohbetin konusu
değişmedi. Sonradan Haldun’un Fatih olmadığını, hatta hiçbir zaman olamayacağını
anladılar, anladılar anlamasına da, zamanı geriye doğru döndürmek mümkün
olmuyordu.
Aslında Haldun yaptığı şeyleri inandığı için yapıyordu.
Hain olabileceğini sanmam. Mesleği mimarlık, belediyede çalışıyor,
çalışkanlığına ve gayretine sözüm yoktur. Ama yaptığı işleri aklın süzgecinden
geçirerek yapmayan birisi olduğu için ve bazı şahsiyetlerin söylediklerini ayet
gibi kabul ettiği ve şartsız şurtsuz uygulanması gerektiğine inandığı için, çok
daha vahimi aklını kullanmamakta ısrar ettiği için hem kendisine hem hocalara
hem de topluma zarar veriyordu…
Devlet düşmanlığı ve hoca kıyımı
Milli Görüş cemaati Türkiye’den gelen en üst düzey
bürokratları, ilim adamlarını dinliyordu. Yaşamları boyunca para vererek
dinleyemeyecekleri makam, mevki sahipleri olan seçilmiş insanlardı bunlar.
Erbakan Hoca’nın sayesinde o insanlarla tanışıyordu Milli Görüş cemaati. Bu
hatipler arasında T.C. devletini eleştirenler, Atatürk’ü aşağılamayı marifet
sayanlar alkışlanıyor, onlardan az da olsa övgü ile bahsedenler yuhalanıyordu.
Tayyar Altıkulaç yuhalananlardan biridir.
Dr. Rıza Nur’un yazdığı “Hatırat” kapış kapış gidiyor,
yok satıyordu, en çok okunan kitaptı Hatırat. “Hatırat’ı okudun mu? ”
şeklindeki sorunun cevabı, ‘okumadıysan senden adam olmaz’ demekti. Cemaat tamamen
siyasallaşmıştı, dinlerini de siyasallaştırmışlardı. Kürsüde Allah’ın
ayetlerinden bahsedenler iyi hoca değildi, Milli Selamet Partisi’nden,
Erbakan’ın mücahitliğinden bahsedilecekti, Milli Gazete ’den ve Milli Görüş’ten
bahsedilecekti. Yeri geldiğinde de Yahudi’ye atılacaktı. Yoksa o hoca, ‘Milli Görüşçü
değil!’ denilerek hedef tahtasına konuyordu. Onlara göre dünyadaki bütün
olumsuzlukların sorumlusu, İsrail’di, Amerika’ydı, Avrupa’ydı. Müslümanlarda hiç
hata yoktu.
Milli Görüş Teşkilatları bir anlamda hoca kıyma
makinesi sayılırdı. Viyana’da tanıştığım ve kendisiyle ilgili iyi anılarım
olmayan Mustafa Arslan (Sadık hoca) Ulm bölgesinden Berlin Emir Sultan Camii’ne
getirildi, âlây-ı vâlâ ile. İyi hatipti, Kur’an’ı da iyi okurdu. Tek eksiği
vardı, biraz sinirli olduğu için hemen ayranı kabarıveriyordu. Caminin evinde
kalıyordu. Neden sonra yönetimle araları açıldı, yönetimin ilk işi hocayı evden
atmak oldu. Bu işin arkasında Nail Dural’ın var olduğuna kanaat getirdiği için,
Emir Sultan Camii’nde Nail Dural’a hesap sormuş, üzerine yürümüş, bir de yumruk
aşk eylemiş. Kavga caddeye taşmış.
Hocanın çocuklarından birisi rahatsızdı, kemik erimesi
vardı, hoca sağlığına kavuşması için onunla uğraşıyordu, dünyası kararmıştı
zavallının, onlar hocanın derdine el atacaklarına, ona yardım ellerini
uzatacaklarına onu evden atmaya çalışıyorlardı.
Aynı şeyi Faruk Kâhya Hoca’ya da yaptılar. Hoca İslâmî
ilimler Okulu’nda müdür yardımcısı. Hanımı kanser teşhisiyle hastaneye
kaldırıldı. Olayın üzerinden bir hafta bile geçmeden hoca görevden alındı. Bu
karar okul müdürü Sedat Şener hoca tarafından da tebliğ edildi. Siyami Öztürk
bölge başkanıydı.
Kamil Hoca (Hüseyin Çiçek), İbrahim Selimoğlu, Mehmet Bıyıklı,
Abdullatif hoca (Şükrü Kaya), Hidayet Hoca (Necmettin Kaya), Bilal Hoca, Mehmet
Erol Hoca, Sedat Şener Hoca, Yusuf Hoca bunlar sadece Berlin Bölgesi’nde
görevden alınan hocalardır. Gerekçe, yetersiz ve ehliyetsiz olmalarıdır.
Genel Merkez’de olduğum dönemde Münih Bölgesi’ne teşkilat
çalışması için gitmiştim. Abdussamed Temel kardeşimle cemiyetleri dolaşıyorduk.
Alp Dağları’nın eteğinde Haushamm Kasabası’nda, Haushamm Camii’ndeyiz. Manzara etkileyici,
yemyeşil, işte tam yaşanacak yer diyebileceğiniz güzellikte bir şehir. Bulunduğu
şehrin adıyla anılan veya o şehrin ileri gelen birisinin adıyla anılan fazla
cami yoktur Milli Görüş camilerinin içinde Avrupa’da. Sırf bu anlamlı
çalışmalarından dolayı yönetim kurulunu tebrik ederek başladım teşkilat
çalışmasına.
Çalışma bittikten sonra kantine çay içmek için oturduk. Cemiyet
başkanı, ‘Hoca bizlere çay yap demesin mi?!’ Bir bardak kaynar su döküldü sanki başımdan
aşağıya. Biraz önce övdüğüm yere göğe sığdıramadığım cemiyet başkanı, hocasına
‘Bizlere çay yap hoca’ diyebiliyor. O hoca namaz saati geldiğinde arkasında
namaz kılacağı hoca, kürsüde cemaate vaaz edecek olan hoca, çocuklarına Kur’an
öğretecek olan hoca. Saygı gösterilmesi gereken âlim kişi…
Birçok camide aynı uygulamanın varlığına şahit oldum.
Nedenini sorduğumda aldığım cevap enteresandı; ‘Caminin giderlerini karşılamak
için masrafları düşürmemiz lazımdır. Camide maaşlı çalışan tek kişi hocadır.
İkinci bir kişiye maaş veremeyeceğimize göre, camide yapılması gereken
hizmetleri hocanın yapması gerekir.’
Yaygın Eğitim
Erbakan hoca Müslümanların siyaset sahnesinde olmalarını
istiyordu, şuurlu bir siyasetti Hoca’nın istediği. Slogan siyaseti değildi.
Okuyacaksın, öğreneceksin, öğreteceksin, üreteceksin, çalışacaksın, koşacaksın,
terleyeceksin. Sadece bildik ibadetleri yapmakla, her sene Hacc’a gitmekle, Umre
’ye gitmekle, zikir çekmekle, sakal bırakmakla Müslümanlar haklarını
koruyamazlardı, kimliklerini koruyamazlardı, Erbakan Hoca’nın talimatı bu
yöndeydi. Hoca böyleydi ama arkasından giden cemaatlerin önderleri, hocalar,
şeyhler, cemiyet başkanları yeterli dini ve siyasi bilgiye sahip değillerdi.
Hocanın nezaketinden, giyim kuşamından onlar nasiplerini almamışlardı. Onlar usul
adap bilmiyorlardı, nezaket kurallarından uzaktılar, kaba saba olmayı marifet
biliyorlardı.
Aslında bu insanlar kötü niyetli değillerdi, heyecanlıydılar,
yıllarca horlanmışlar, itilmişler-kakılmışlar, Erbakan Hoca’yla yeniden dirilmişlerdi.
Onların eğitimleri eksikti. Eksik olan tamamlanmalıydı. Düşüncelerimi icra
kuruluna taşıdım. Tartışıldı ve oy birliğiyle uygulamaya konulması karara
bağlandı, görev bana verildi. Müfredatı hazırlayacaktım; hazırladım. Hocaları
ve seminer mahallini tespit ettim, kimlerin bu seminerlerde görev alacağını tespit
ettim. Kimlerin bu seminerlere katılabileceğini de tespit ettim ve bölge
başkanı Haldun Algan’a sundum, onaylandı: Her hafta Mevlana Camii’nde seri
seminerler düzenlenecek, bu seminerlere derneklerin yönetim kurulları ve
cemaatin ileri gelenleri katılacaktı. Sadece seminer verilmeyecek, sorular da
cevaplandırılacaktı.
Eğitim Seminerleri bir sene boyunca devam etti. İlgi
yoğundu, katılımcı sayısı artarak çoğalıyordu, 200 sayısına ulaşmıştık. Bu
durum İslâm Federasyonu Başkanı Nail Dural’ın işine gelmemiş olmalı ki, önce
bölge başkanı Haldun Algan’ı ve Mahmut Gül’ü sonra da derse gelen hocaları olumsuz
yönde etkilemiş, hocaların da işine geliyor olmalıydı ki, Nail Dural’a destek
verdiler. Gerekçe; seminerler hocalara ilave yük getiriyordu ve hocalar
yoruluyorlardı ve de asıl görev yerlerinde verimleri düşüyordu. Maalesef izin
döneminden sonra oldukça verimli geçen yaygın eğitim seminerler dizisine son
verildi.
Haftanın birinde, ‘Balık Kavağa Çıkar mı?’ üst başlığı
altında bir seminer verdim. Alt başlık şöyleydi; ‘Sarığını, Sakalını, Şalvarını
Put Yapanlar’. Konu ilginçti, ilginç olduğu kadar da hassas. Herkes dikkatle
dinledi. Özeleştiri yapıyordum. ‘Balığın kavağa çıkması mümkün değildir. Öyleyse
sizlerin de, sarığı, sakalı ve şalvarı İslam’ın sembolü olarak savunduğunuz
sürece, insanlara gerçek İslâm’ı anlatmanız mümkün değildir.’ anlamında bir
konuşmaydı. Seminerin sonunda katılımcılardan beğeni aldım. Tebrik ettiler,
cesaretime hayran kaldılar, cesaretime cesaret kattılar. Niçin böyle bir konuyu
seçmiştim: Çünkü Mevlana cemaatinden bazı kişiler bir araya geldiklerinde; Mevlana
Camii’ne gelen kaç kişinin şapkasını nasıl kestiklerinden ve kaç kravatlı adamı
camiden nasıl kovduklarından bahsediyorlardı. Marifetmiş gibi de bu
yaptıklarıyla övünüyorlardı. Bunu din adına ibadet aşkıyla yapıyorlardı.
Samimiydiler aslında, yaptıklarından dolayı sevap kazanacaklarına inanıyorlardı…
Hocalar öyle anlatmışlardı onlara, İskilipli Atıf Hoca’nın şapka giymediği için
idam edildiğinden bahsedilmişti onlara, kılık kıyafet devrimlerinden nefretle bahsedilerek
o insanlar pimi çekilmiş el bombası haline getirilmişti.
Cesaretim artınca, seminerlerimin birinde de Atatürk’ten
bahsettim, Atatürk’ün asker olarak elde ettiği başarılardan bahsettim, Kurtuluş
Savaşı’ndaki rolünden bahsettim ve bugün olsaydı mutlaka Milli Görüşçü olurdu
dedim(1987). Atatürk düşmanlığının teşkilata bir getirisinin olmayacağından
bahisle yapılan yanlışların altını çizdim. Kâmil Bayram kalktı ayağa ve ‘Seni
şiddetle kınıyorum!’ dedi… Destekçileri de vardı, tartışmalı bir seminer oldu. Anlatmak
istediğimi anlayanlar yeteri kadar vardı, seminer amacına ulaşmıştı. Kâmil
bayram Üniversite öğrencisiydi, yakışıklı bir delikanlıydı, sakalı da vardı.
Aynı zamanda cesaretliydi. Haldun’un da kıymetlisi. Çok sonraları yaptığı
hatayı anlamış olmalı ki, geldi ve benden özür diledi.
Yaptığı hatalardan dolayı özür dileyenlerden birisi de
Zülküf Ayık’tır. O da Almanya Türk Televizyonu’nda (TFD) reklam müziği olarak
yayınladığım sambadan dolayı beni tehdit etmişti Berber İbrahim’in dükkânında.
Milli Görüş’ün televizyonunda böyle bir müzik çalınamazdı, derhal o reklam
yayından kaldırılmalıydı… Ufak tefek birisiydi ama cesaretliydi. Şimdilerde bu
gençlerden yok veya çok az var. En azından tepkilerini koyuyorlardı ortaya, onların
hatası heyecanlarını yanlış yerlerde kullanmalarıydı, akıllarını kiraya
vermeleriydi, akıllarını kullanmaları gerektiğini öğrenince, eğitilince
yollarını bulacaklardı, buluyorlardı da, taşkınlık yapmıyorlardı. Şimdiki
gençlerde sorumluluk duygusu yok, üretken değiller, tepkisizler, uyur- gezer
gibi dolaşıyorlar ortalıkta…
Benzer bir eğitim seminerine Mahmut Gül’ün bölge
başkanlığı zamanında Hilal Spor Kulübü’nde başladım. Genel Merkez’de ikinci kez
işime son verilince Berlin’e gelmiş ve tekrar pazarcılığa başlamıştım, bu kez
çocuk tekstili satıyorum. Sermayeyi Crazyboy Tekstil verdi, sahibi Altunay
Gülen. Malları satıyor ve parayı getiriyordum. Satamadığım mallar bende kaldığı
için borç birikiyor ve beni sıkıntıya sokuyordu, sermayesiz ticaretin
olamayacağını anlamam çok sürmedi. Sürmedi de yapacak başka bir şey yoktu.
Çaresiz o pazar senin bu pazar benim tam 5 sene koştum durdum Almanya’nın o
keskin soğuklarında semt pazarlarında. Böbreklerime zarar vermeye başlayınca
bıraktım pazarcılığı. Bıraktım da yine kaldım işsiz güçsüz ortalıkta. Sami
Aydoğdu ikinci kez elini uzattı. O güne kadar hep karşı çıktığım ve
eleştirdiğim bir iş, holding temsilciği. 3 ay yaptım o beğenmediğim işi. Kendim
ortak olmadığım bir holdinge başkalarını ortak yapamazdım, ilk iş olarak
Türkiye’deki kooperatif aracılığıyla zor-zar yaptırdığım evimizi sattım ve
holdinge ortak oldum. Kar payı dahi alamadan, 2000 yılında holdingler tarih
oldu. Paramız da tarih oldu holdingle birlikte. Böylece evim de gitmiş oldu. Çaresiz
kalınca bazı şeyleri yapmak zorunda kalıyorsunuz. Bu durumda insanlar, sizin
çaresizliğinizle ilgilenecekleri yerde yaptığınız işle ilgileniyorlar ve sizi
dedikodu malzemesi olarak kullanıyorlar.
Pazarcılığım devam ederken Hilal Spor Kulübü’nden teklif
aldım. Teklifin sahibi Erol Aydın ve Hatem ceylan (Allah rahmet eylesin).
Kulübün başkanı Zeki Bina(Allah rahmet eylesin).. O da destek vermiş
arkadaşlara. Milli Görüş Berlin Bölgesi’ne rağmen yapılmış bu teklif bana. Çekincelerimi
söyledim gençlere. ‘Arkanızda duracağız hocam., merak etme sen.’ dediler. Cumartesi
günleri saat 20:00’ de başlıyordu seminerler ve ucu açık olarak devam ediyordu.
Tıklım tıklım doluyordu kulüp. Beni orada da rahat bırakmadı Milli Görüş’ün o
saygıdeğer(!) yöneticileri. Bazen Nail Dural, bazen Koçyiğit Hoca, bazen de Genel
Merkez’den gelenler misafirlerimiz oluyorlardı. Raporlar tutuluyor, gerekli
mercilere gönderiliyordu. Gençler baskıya 6 ay dayanabildiler. İzin sezonundan
sonra seminerler iptal edildi. En ufak bir ücret almadan devam ettirdiğim
seminerlerdi bunlar. Sermaye engel oldu çalışmalarımıza. Parayı veren düdüğü
çaldı. Nail Dural’ın ve Mahmut Gül’ün de başları böylece göğe değdi sanırım.
Kifayetsiz muhterisler...
Hasır Restoran’da yemek
Berlin’de yemek yiyebileceğim ciddi bir restoran yoktu o
günlerde. Benim bildiğim, cemaatin gittiği Elif Restoran vardı. Üç ortaktılar. Sahipleri
iyi insanlardı, saygılıydılar, gayretliydiler. Berlin’de oturum almam konusunda
bana çok yardımları olmuştur. Onlar beni, ben de onları severdim, hâlâ severim.
Ancak, iyi insan olmak iyi aşçı olmak anlamına gelmiyor. Yemekleri ahım şahım
değildi. İzmir’in, Denizli’nin yemekleri
nerede, Elif Restoran’ın yemekleri nerede… Alışamadım o yemeklere. Tadı-tuzu
yok, yağlı, ızgarası bile zevkle yenilmiyor, bazen yanık, bazen de kuru oluyordu.
Zaman zaman sonradan keşfettiğim Hasır Restoran’a gitmeye
başladım. Türkiye’yi tutmasa da Elif Restoran’dan çok daha lezzetli yemekler
pişiriyorlar. Bilhassa, işkembe ve mercimek çorbası hoşuma gidiyordu. Benim
Hasır Restoran’da yemek yemem dedikodu malzemesi yapıldı. “Hüdaverdi Hoca Hasır
Restoran’da yemek yiyormuş…” O zamanlar Hasır Restoran’da yemek yemek, domuz
eti yemek gibi algılanıyordu. İcra heyeti toplantısına getirdiler konuyu. Milli
Görüşçü birisi Hasır Restoran’da yemek yiyemezdi, hele hocaysa hiç yiyemezdi. “Ehl-i
Kitap bir ülkede kesilen hayvanlar yenir, bu konuda Kur’an amirdir” desem de faydası
olmadı. Derenin üst tarafında oturanlar suyun benim tarafımdan bulandırıldığını
söylemekte ısrar ediyorlardı. ‘Ben suyun alt tarafındayım sizlerin suyunu nasıl
bulandıracağım?’ desem de derdimi anlatamadım. Bir daha böyle bir şikâyetin
kendilerine gelmemesini temenni ettiler uhuletle ve suhuletle. Aba altından
sopa gösterdiler yine...
Gel zaman git zaman, ben Nail Dural’ı, Paşa Güven ve
Ertan Taşkıran’la birlikte Avrupa Center’in altında Amerikan Tavuğu(Kentucky Fried Chicken)
yerken gördüm. İcra kuruluna getirdim olayı, ‘Amerikan tavuğu yemek helal
midir?’ diye sordum. Ancak, sadece sormuş oldum, kimse ilgilenmedi onların
yediği tavukla, ciddiye alan bile olmadı. Çifte standardın böylesine de şahit oldum…
Hüdaverdi Hoca yerse haram, Nail Dural yerse helal, yersen yani…
İslâmî İlimler Okulu Müfredatı
Haldun Algan ‘İslâmî İlimler Okulu’nun yeni öğretim
yılına hazırlanması için toplantı yapalım’ Dedi. Fikri Emanet Hoca’yı da davet
etmiş Dortmund’dan. Yeni öğretim yılında öğretmen olarak o da görev yapacakmış
okulda. Toplantıyı benim o bir odalı evde yapıyoruz. Haldun toplantıyı açtı.
Okulda hangi dersler okutulacak, kaç saat okutulacak ve bu dersleri kimler
verecek, müfredat programında hangi konular yer alacak, bunları anlatıyor.
Öğretmen olan biziz, uzman olan biziz, hangi derslerin okutulacağına karar
veren ise Haldun, değil karar vermek, müfredatı belirleyen bile Haldun. Demek
ki insan bölge başkanı olunca bir anda her konuda uzman olabiliyor.
Fikri Emanet söz aldı; ‘Öğretmen ben miyim yoksa siz
misiniz? Bizlere sorup fikrimizi almanız gerekirken hep siz konuştunuz ve ben
sadece dinledim, bu durumda sizinle çalışmam mümkün değil. Öğretmen değilsin, konunun uzmanı değilsin,
kalkıyorsun bize eğitimin nasıl olması gerektiğini anlatıyorsun!” dedi ve
toplantıyı terk etti. İlk defa gördüğüm birisi, hatır için söz söylemiyor,
sözünü de esirgemiyor. Menfaat için kafa sallayanlardan değil. Keşke kalsaydı
okulda da birlikte çalışsaydık dedim içimden. Sonradan kendisiyle dost olduk,
hâlâ haberleşiriz, dertleşiriz…
Toplantı bitti, iş başa düştü, hazırda bir müfredat yok,
hemen müfredat hazırlığına girişmeliydim ve giriştim. Kısa sürede müfredatı
hazırladım. Kayıtlar yapıldı ve okul açıldı. Öğrenciler hep erkek, kız öğrenci yok.
Sebebini sordum, ‘Kadın hocamız yok, erkek hocalar da kızlara ders veremeyeceği
için kız öğrenci almıyoruz.’ dediler. Bu konuyu tartışmak için tek gündemli bir
toplantı düzenlenmesini istedim. Kabul edildi. Bölgede görev yapan bazı hocalar
ve bölge yönetim kurulu toplantıda hazır oldular. Sunumu Ali Kemal Saral
hocamız yaptı. Hoca, emekli müftü, 1.50 boylarında, hoş sohbet birisiydi. Yakup
Taşçı’nın oğlu Tahir: “Hocam bir adam var, 20 katlı bir binanın ancak 10. katına
kadar çıkabiliyormuş sebebi nedir? diye sormuş. Anlatırdı da gülerdik. (Allah
rahmet eylesin)
Sunumdan sonra fetvayı da verdi Ali kemal Saral: “Erkek
hoca, kız öğrencilere ders verebilir, dinen bir sakıncası yoktur. Ancak kadın
hocanın olması tercih edilir.”
Heyet fetvayı kabul etmedi. Mahmut Gül şiddetle karşı
çıktı. Saygı sınırlarını aşan tonda konuşuyor ve Ali Kemal Hoca’nın fetvasını
reddediyordu, başında ter burçak burçak. Hoca değildi, kaportacıydı ama din
adına fetva verebiliyordu, oldukça cesurdu, ne de olsa başkan yardımcısıydı. Başkan
her konuda uzman olur da yardımcısı uzman olamaz mıydı?
Hocalardan bazıları da dâhil olmak üzere çoğunluk Mahmut
Gül’ü desteklediler. Biz birkaç kişi kaldık Ali kemal Hocamızın yanında. Teklif
reddedildi. 2 sene sonra Mahmut Gül’ün kızı Ankara’da Hamidiye Koleji’ne
okumaya gidince sordum; ‘Mahmut, senin kızın öğretmenleri hep kadın mı?’
‘Hayır’ dedi.
‘Peki, haram değil mi erkek hocalardan ders alması’? Kendisini haklı çıkaracak savunma yaptı
yapmasına da, kimse onun savunmasına prim vermedi. Dolayısıyla, ertesi sene biz
de İslâmi İlimler Okulu’na kız öğrenci almaya başlayabildik.
Mahmut Gül aslında babacan birisidir. Bana çok yardımları
dokunmuştur, zaman zaman fikirlerimi desteklediği bile olmuştur. Bir sene boyunca
3 ayda bir Avusturya’ya vize için gidip gelirdim Muzaffer Şahin’le birlikte.
Her gittiğimizde onun arabasıyla giderdik Avusturya’ya. Ayrıca cömert birisiydi.
Haldun ve Nail’in yörüngesinden çıkabilseydi Berlin’e yararlı hizmetler
yapabilirdi.
İzine gidiyorum
İzin zamanı gelmiş, herkes yol için hazırlık içinde. Ben
de hazırlıklara başladım. İzine gidiyorum. Kâbus gibi üzerime çöken olayların kaynağı
olan Milli Görüşçülerden uzaklaşmam gerekiyor. Bavulumu hazırladım, eşim ve
çocuklarım için hediyeler aldım, hemşerim Paşa Güven’e uğradım, babasına
ulaştırmam için bir paket verdi, ilaç varmış içinde. Kayınbabamın dostudur Paşa
Güven, seçim çalışmalarında tanıdım onu, O Demokratik Parti için ben Milli
Selamet Partisi mücadele ettim Denizli’de.
Oldukça heyecanlıydım, sevdiklerime kavuşacaktım. Uçak, Schönefeld
Havaalanı’ndan havalandı. O zamanlar Türk Hava Yolları’na Tegel Havaalanı’ndan
uçuş yasağı vardı. Atatürk Havaalanı’na iner inmez polisler aldı beni. ‘Bizimle
karakola kadar geleceksiniz’. ‘Niçin?’, ‘Neden?’ sorularına cevap alamadan
koluma çoktan girdiler. ‘Bavullarımı almam lazım.’ dedim, ‘Biz alır getiririz.’
dediler. Önce havaalanında biraz tuttular, bu arada eşyalarımı getirdiler ve
doğru Terörle Mücadele Şubesi’ne. Yolda konuşuyorlar telsizle; ‘Nasıl birisi,
sakallı mı sakalsız mı?’
Ayakkabımın bağcığını, kemerimi, sigaramı, çakmağımı
aldılar ve penceresi olmayan bir odaya koyuverdiler. Oturmak için bir tane
sandalye var bir de küçük bir masa. Daldım derin düşüncelere ne olabilirdi bu
apar topar alınmamın sebebi, üzerinden altı yıl geçmişti ama buna rağmen 80 İhtilali’nin
artçıları olabilir miydi? diye düşünürken birisi içeriye girdi.
‘Kimsin sen? Ana adın, baba adın, doğum tarihin, tahsil
durumun, evli misin bekar mı…? Berlin’de ne işin var, adını neden değiştirdin? Vakıf
Camii’nde yaptığın konuşmalarında Atatürk’e niçin hakaret ettin? Atatürk
düşmanı mısın? Paşa Güven’i nereden tanıyorsun? Doğu Almanya’da ne işin vardı?
İşin rengi anlaşıldı, belli ki hakkımda şikâyet var. Berlinliler beni çok sevmiş
olmalılar ki, izinde bile yakamı bırakmıyorlar.
Herhalde verdiğim cevaplar hoşlarına gitmedi, aniden peş
peşe bir kaç yumruk geldi ve ben sandalyeden aşağıya, kalktım bir daha, bir
daha… “Batı Berlin’de yaşıyorum, Türk Hava Yolları oradan uçamadığı için
Schönefeld Havaalanı’ndan uçtum, ben Atatürk düşmanı değilim, Paşa Güven de
benim hemşerimdir, THY’nin Berlin müdürüdür…” dediysem de kâr etmedi. Aşk ile
bir daha… O gitti. Biraz sonra başka biri geldi ve aynı soruları tekrarladı ve
aldığı cevaplar onu da tatmin etmeyince vurmaya devam etti… O gidiyor bir
başkası geliyor derken artık sorulara cevap veremez hale geldim. M.T.T.B
başkanı olduğum sırada(Denizli) Birinci Şube Müdürü Orhan Işıklar canı
sıkılınca bizleri nezarete atardı ve bazen bir gece orada kalırdık, bazen de bir
arkadaşımız Vali Münir Güney’e durumu iletir ve hemen dışarı çıkarılırdık.
Dayak falan olmazdı. İstanbul’da Münir Güney yoktu tabii…
Ertesi sabaha kadar o betonun üzerinde yattım, sabah birisi
daha geldi. Ben dayak faslı tekrar başlayacak diye dayağa konsantre olmaya
çalışırken, müjdeli bir haber verdi; ‘Ben Paşa Güven’in eniştesiyim’ bir yanlış
anlaşılma olmuş, şimdi çıkacaksın ve ben seni otobüs terminaline kadar
götüreceğim’ Sevindim. Yediğim
yumrukların acısı bile birden yok oldu sanki. Peki, nedir mesele, niçin
aldınız, niçin bırakıyorsunuz? ‘
Uçaktan alınma sebebin, şikâyet var hakkında. Valizinden
Paşa Güven ismi de çıkınca işin rengi değişmiş. Bir Paşa Güven daha var ve
terörist, isim benzerliği olduğu anlaşıldı ve seni bırakıyoruz’.
Karakola alınış sebebimin Paşa Güven olmadığı anlaşıldı.
Uçaktan alınış sebebi, güya Atatürk aleyhinde konuşmuş olmam ve müstear isim
kullanmam, Hüdaverdi Nebioğlu, iddia bu. Kimlerin ihbarda bulunabileceği aşağı
yukarı belliydi, belliydi ama elimde delilim yoktu ve ben o dayağı yediğimle
kaldım.
İslâmî İlimler Okulu Öğrenci gezileri
İzin dönüşü kolları sıvadım, öğrenci sayısını artırmam
lazımdı. Bana isimleri verilen velileri akşamları tek tek dolaşıyorum, onlarla
sohbetler ediyorum ve çocuklarını İslâmî İlimler Okulu’na kaydettirmelerinin
öneminden bahsediyorum. Öğrencilerden ilahi grupları oluşturdum, 10 dakika
kadar konuşabilecekleri vaazlar hazırlattım onlara, camilerde programlar
yapmaya başladık. Berlin, İslâmî İlimler Okulu’nu konuşmaya başladı. Bir de
gezi düzenledik, iki minibüs ve bir taksi ile yola çıktık. Hacı Gün, Mustafa Tunç
(Derviş Mustafa) ve Muhittin’in babası şoförlerimiz. Fransa, Hollanda, Belçika,
dolaştık geldik. Milli Görüş Teşkilatları’nın misafirhanelerinde kalıyorduk.
Paris’te bizden fazla hoşlanmadılar. Yemeğimizin içine müshil ilacı koymuşlar, Derviş
Mustafa o çocukları sabaha kadar tuvalete taşımış. Ben de misafir olduğum Hacı
Gün’ün amcasının evinde öğrencilerle aynı kaderi paylaştım. Bu olaydan sonra Paris’i
hızlıca gezdik ve hemen sonra terk ettik. Okyanus kenarından Hollanda’ya doğru
yola çıktık. Yolumuz semt pazarına düştü, domates, biber, soğan, ekmek, biraz
meyve, peynir ve içecek aldık. Değişik bir uğraş oldu, çocuklar için de ilginç
oldu. Onlar da kendileri için alışveriş yapmışlar. Niyetimiz açık havada Okyanus
kenarında uyumak. Sahilden devam ettik ve Okyanus’a iyice yaklaştık, Fatih’in
atını denize sürdüğü gibi biz de Okyanus’a doğru doğrulttuk araçlarımızın
burnunu, çocuklar için müthiş bir eğlence oldu. Birbirlerine sular serperek,
kumdan kuleler yaparak eğlendiler.
Bu arada derviş Mustafa sofrayı hazırlamış, çayı
demlemiş, çağırıyor, “haydin sofraya.” Ellerimizi yıkadık ve toplandık o yer
sofrasının etrafında. Adeta saldırdık sofraya, güle oynaya yedik yemeklerimizi,
ne var ne yok süpürdük. Gün batımında çayımızı da içtik. Fıkralar anlatıldı,
ilahiler söylendi, şarkılar okundu. Geç vakitte ancak uyuyabildik. Okyanusun hemen
kenarında ayakkabılarımızı yastık etmişiz, çekmişiz üzerimize
battaniyelerimizi, dalmışız derin uykulara.
Derviş Mustafa’nın çığlığıyla uyandık. Baktık ki, “Deniz
üzerimize üzerimize geliyor, boğulacağız, çabuk olun, haydi, haydi.” Apar topar
atladık arabalara, sahilden uzaklaştık ve seyre koyulduk Okyanusu, yanımıza
kadar gelip durdu. Aman Allah’ım o ne müthiş bir heyecandı öyle. Böylece okul
kitaplarında okuduğumuz Med- Cezir dedikleri olayı canlı olarak seyretmiş
olduk. Meğer biz çadırı Okyanusun
çekildiği yere kurmuşuz. Derviş erkenden kalkıp olan biteni fark etmeseymiş,
okyanus balıklarının kahvaltı sofrasında yerimizi alacakmışız.
Olayın şokunu üzerimizden attıktan sonra, Hacı Gün topladı öğrencileri, başladı o gece
gördüğü rüyasını anlatmaya: “ Rüyamda Derviş Mustafa beni uyandırdı, sabah
namazını kılıyorum, baktım deniz üzerime üzerime geliyor, namazı bırakmak ve
orada bulunan çocukları kurtarmak için koşmak istiyorum koşamıyorum, sanki
ayağım yere çakılmış gibi, kan ter içindeyim, neredeyse boğulacağım, çaresiz
kaldım, ümidimi yitirdim, kendimden ziyade o çocuklaradır feryadım. Derken
Derviş Mustafa peyda oldu, denizin üzerinden koşarak geliyor, önce çocukları aldı
denizden teker teker, sonra da beni. İşte tam bu sırada Derviş’in çığlığıyla
uyandım.” Bu rüya derviş Mustafa’yı çok duygulandırdı, geldi Hacı Gün’ün
boynuna sarıldı, o dehşet anı yerini hüzne bıraktı, hepimiz duygulandık. Rüya
gerçek miydi, yoksa dervişi onurlandırmak için mi anlatılmıştı orasını
öğrenemedik, ancak o olaydan sonra ekipteki herkes birbirine karşı daha nazik
davranmaya başladı, Paris Camiindeki o müshil olayından sonra, hepimizin morale
ihtiyacı vardı. Med-Cezir olayı ihtiyacımız olan moralin katbekat fazlasını
verdi bize…Berlin’de anlatacağımız sıra dışı bir hatıramız vardı cebimizde. Önce
Hollanda, sonra da Belçika. Hatıralarla dolu müthiş bir gezi oldu. Aynı zamanda
ilk ve son gezi…
ATT televizyonu
Nevzat Özpelitoğlu’nun teşvikiyle Avrupa Türk
Televizyonu’nda (ATT) dini programlar yapmaya başladım. Deniz Olcayto (Allah
rahmet eylesin), Adnan Gündoğdu ve Enver Canoğlu ile orada tanıştım. O zamanlar
Berlin’de yerel bazda yayın yapan 2 televizyon daha vardı. BTT ve TD1.
Bana televizyonda, din sohbetleri yapmam teklif edildi.
Zaman 3 dakika. Belli ki bu program Nevzat ve Enver Canoğlu’nun hatırına binaen
yapılıyordu. Deniz Olcayto biraz endişeliydi; bu endişesi benim
anlatacaklarımdan mı kaynaklanıyordu yoksa dine olan olumsuz tavrından mı?
Anlayamadım, zamanla anlaşılacaktı zaten, üzerinde de durmadım. Tamam, yapalım
dedim ve besmeleyi çektim. 3 dakikalık o yayın o kadar beğenildi ki, yayından
sonra telefonlar susmadı. Bu durum Deniz Olcayto’nun çok hoşuna gitti. Reytink
meselesi. Yüzünde güller açıyordu, yayınla ilgili teklifler getirmeye başladı
ve zamanla o 3 dakika 30 dakikaya kadar
uzatıldı.
Din programı Cuma Sohbeti adı altında cuma günü yapılıyordu.
Program, üzerine doğa görüntüleri, cami görüntüleri bindirilerek, alttan
verilen fon müzikleriyle çekici hale getiriliyordu. Önce Kur’an’dan bir bölüm
okuyordum, sonra mealini veriyordum, sonra bir ilahi veya şiir, daha sonra da
güncel ihtiyaçlara göre hazırladığım bir konuşma yapıyordum. İlahileri İslâmî
İlimler Okulunun öğrencileri okuyorlardı. Çocukların o masumiyeti Berlinlileri
büyülüyordu adeta. Berlin onları çok sevdi. Böylece benim de popülaritem arttı,
yolda, pazarda camide beni görenler aaa bu Hüdaverdi hoca değil mi? Demeye
başladılar. Öğrenciler ve aileleri mutluydular ve öğrenci sayımız seksene geldi
dayandı.
Mustafa Genç, Mehmet Kaçar, Ali Kemal Saral, Nail Dural,
Hidayet(Necmettin) Kaya, Yakup Taşçı, Mehmet Bıyıklı İslâmî İlimler Okulu’nda
ders veren öğretmenlerimiz arasındaydı.
Devam edecek