GİRİŞ
Erken dönemlerden günümüze dek başta fıkıh kitapları olmak üzere
konuyla doğrudan ya da dolaylı ilgili nerdeyse tüm eserlerde küçüklerin
evlendirilebileceğine hükmedilmiştir.
[1]
Bu eserlerde konuyu delillendirme bağlamında özellikle Talâk sûresinin
4. ve Nisâ sûresinin 6. âyetlerine, Hz. Âişe’nin küçük yaşta
evlendirildiğine dair rivayetlere, icmâ deliline, fıkhî kıyas metoduna
ve maslahat prensibine atıf yapılmıştır.
[2]
Konu, fürû-ı fıkıh ve usul-i fıkıhta Kuran, sünnet ve kıyasın nasıl
algılanıp uygulandığı açısından teorik; varılan sonucun hukuki, sosyal
ve psikolojik etkileri açısından da pratik öneme sahiptir. Bu yazıda, bu
hükmün delili olarak öne sürülen âyetlerden yapılan istidlaller, Hz.
Âişe’nin küçük yaşta evlendirildiğine dair rivayetler, icmâ delili,
yapılan kıyas işlemi ve maslahat prensibi değerlendirmeye tabi
tutulacaktır. Yanlış hatta vahim olduğunu düşündüğümüz bu hükme
varılırken yapılan hatalara değinilecektir. Bu hükmün sadece yanlış bir
hüküm mü yoksa bir usul ve anlayış meselesi mi olduğu üzerinde
durulacak, ilgili âyetlerin nasıl anlaşılması gerektiği anlatılmaya
çalışılacaktır. Bu bağlamada âyetler arası ilişkiler üzerinde durulacak,
sünnetin konumu ve fonksiyonu hakkında açıklamalarda bulunulacak ve
yapılan kıyas işlemi en azından kendi teorisi içinde teste tabi
tutulacaktır.
I- KONUNUN FÜRÛ-I FIKIH ESERLERİNDE ELE ALINIŞI
Furû-ı fıkıh eserlerinde özellikle nikâh ve talâk bölümleri ve bu
bölümlerin ilgili meselelerinde küçüklerin velileri tarafından
evlendirilebileceğine hükmedilmektedir.
[3]
Bu eserlere göre evlilik akdini yapanların âkil bâliğ olmaları ise de
evlilik akdinin yapılabilmesi ve sıhhati için evlenen kişilerin âkıl
baliğ olmaları şart değildir. Küçüklerin yerine bu görevi veliler
yapmaktadır. Mezhebler arasında bir takım farklılıklar olsa da genel de
baba, dede, vasî, hakim ya da asabelerden birinin velâyet sebebiyle
küçükleri evlendirebileceği kabul edilmektedir.
[4]
Hanefîlere göre şayet velâyet icbârî ise, yani küçükler baba veya
dedeleri tarafından evlendirilmişse bu durumda tarafların büluğdan sonra
muhayyerlik hakları (bülûğ muhayyerliği)
[5] da bulunmamaktadır.
[6] Yine bu kitapların talâk bölümlerinin iddet
[7] konuları içerisinde küçüklerin iddetlerinin üç ay olduğu hükme bağlanmaktadır.
[8] Bu, evlendirilen küçüklerin boşamaya da konu olabilecekleri anlamına gelmektedir.
[9] Şimdi bu kitaplarda zikredilen delillere kısaca göz atalım: Bazı fakihler Talâk suresinin
“Kadınlarınız
içinden âdetten kesilmiş olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt
ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır.” mealindeki 4. âyetinde, küçüklerin iddetinin düzenlendiği görüşündedir.
[10]
Bu görüşte olanlara göre âyette geçen “lem yahıdne = لم يحضن ” ifadesi
ile henüz hayız görmemiş olanlar yani çocuklar kastedilmekte, âyet
küçüklerin iddetini düzenlemekte, şer’an iddetin sebebi nikah olduğu
için de küçükler evlendirilebilmektedir.
[11]
Nûr sûresinin
“Aranızdaki bekarları evlendirin…”
mealindeki 32. âyetinde bekarlar diye tercüme edilen “el-eyâmâ = الايامى
” kelimesinin küçük ya da büyük, eşi olmayan kadınlar anlamına geldiği
iddia edilerek babanın küçük kız çocuğunu evlendirebileceğine
hükmedilmektedir.
[12] Yine bu âyetten hareketle, baba ve dedenin küçükler üzerinde evlendirme velâyetinin sabit olduğu kabul edilmektedir.
[13]
Küçüklerin evlendirilmesiyle ilgili olarak Rasûlullah’ın Âişe
validemizle henüz küçük bir kız iken nikahlandığı da delil olarak
gösterilmektedir.
[14]
Bizzat Âişe validemizin rivâyet ettiği söz konusu olay hadis
kaynaklarında çeşitli tariklerle ve bir takım metin farklılıklarıyla
geçmektedir.
[15]
Rivâyetlerde Hz. Hatice’nin hicretten üç yıl önce vefat ettiği,
Rasûlullah’ın iki yıla yakın bekar hayatı yaşadıktan sonra Âişe
validemizle evlendiği, bu arada Âişe’nin altı yaşında olduğu, dokuz
yaşında ise onunla zifafa girdiği ve Rasûlullah’ın vefat ettiğinde
Âişe’nin onsekiz yaşında olduğu iddia edilmektedir.
[16] Şevkânî (ö. 1250/1834), hadisin müttefakun aleyh olduğuna dikkat çeker.
[17]
İbn Hacer (ö. 852/1449), bu hadisin bu hükme delâletinin açık
olmadığını, bu olayın muhtemelen bakirenin izni olmadan onun
evlendirilemeyeceğine dair hükümden önce vuku bulduğunu, zira bu olayın
hicretten önce Mekke’de geçtiğini söyler.
[18]
Nevevî (ö. 676/1277) ise bu hadisin, izni olmadan babanın küçük kızını
evlendirebileceğinin cevazı hususunda sarih olduğunu, bu hadis sebebiyle
bu hüküm konusunda Müslümanların icmâı bulunduğunu bildirir.
[19] Buhârî (v. 256/870), bu hadisi rivâyet ettiği bölüme
“ واللائي لم يحضن
âyetinde büluğdan önce iddetin üç ay olarak belirlenmesi sebebiyle babanın, küçük çocuğunu nikahlaması” başlığını koymuştur.
[20] Pek çok hadis kaynağında da bu hadis, yine aynı hükmün ifade edildiği başlıklar altında ele alınmaktadır.
[21]
İbnü’l-Hümâm (ö. 861/1457), babanın, çocuğun şahsı üzerindeki velâyet
yetkisini, kıyasın hilafına sabit olmuş bir hüküm olarak görmektedir. O,
bu yetkinin şahsın hürriyetiyle bağdaşmadığını fakat Âîşe validemizin
durumunu anlatan hadis sebebiyle böyle hükmedildiği görüşündedir.
[22]
İbn Hazm (ö. 456/1064) ise bu rivâyetten hareketle, babanın sadece
küçük kız çocuğunu evlendirebileceğini söylemektedir. Ve bunu da Hz. Ebû
Bekir’in, Âişe’yi Rasûlullah ile altı yaşında iken evlendirmesine
dayandırmaktadır.
[23] Ancak küçük erkek çocuğun evlendirilebileceğine dair hükme de bu hadisten çıkartılan hükme kıyasla varılmaktadır.
[24] Ayrıca bu hadisten, zifaf yaşının dokuz olduğuna dair istidlâlde de bulunulur.
[25]
Serahsî (ö. 483/1090) ’ye göre bu hadisten hareketle, babanın küçük
kızını evlendirdiğinde bülûğdan sonra kızın muhayyerlik hakkı yoktur.
Zira Âişe validemiz bâliğ olduğunda Rasûlullah ona muhayyerlik
tanımamıştır. Şayet evlendirilen küçük çocukların bülûğa ermeleri
halinde muhayyer kılınmaları hükmü sabit olsaydı, Rasûlullah bu hakkı
Hz. Âişe’ye tanırdı.
[26]
Yine bu hükmü delillendirme bağlamında Hz. Ali’nin, kızı Ümmü Gülsüm’ü
henüz küçük iken Hz. Ömer’le, Abdullah b. Ömer’in, kızını henüz küçük
iken Urve b. Zübeyr ile evlendirdiği rivayet edilmekte ve bu hükmün
aksine ifadelerin, sahabenin icmâına muhalefet anlamı taşıyacağı
söylenmektedir.
[27]
Öte yandan küçüklerin evlendirilmesinde, kaçması istenilmeyen bir takım
fırsatlar olabileceği için maslahat prensibinden de bahsedilmektedir.
[28]
Şafiîler maslahat olması durumunda küçük ya da büyük olsun akıl
hastalarının (mecnûn) bir kadınla evlendirilebileceğini, âkil olan
küçüğün ise birden fazla kadınla evlendirilebileceğini söylerler
[29].
Malikîler de, zinaya düşme korkusu veya malını koruyacak birisi olsun
düşüncesiyle, mehri babaya ait olmak üzere maslahat için küçüğün ve akıl
hastasının evlendirilebileceğine hükmetmişlerdir.
[30]
II- KONUNUN FIKIH USÛLÜ ESERLERİNDE ELE ALINIŞI
Fıkıh usûlü eserlerinde küçüklerin evlendirilmesi meselesi özellikle
ehliyet, velâyet ve kıyas konuları içerisinde geçmektedir. Bu bağlamda
Nisâ suresinin
“Yetimleri, evlenme çağına
gelene kadar deneyin; onlarda olgunlaşma görürseniz mallarını
kendilerine verin; büyüyecekler de geri alacaklar diye onları israf
ederek ve tez elden yemeyin. Zengin olan, iffetli olmağa çalışsın,
yoksul olan uygun bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz
zaman, yanlarında şahid bulundurun. Hesap sormak için Allah yeter.” meâlindeki 6. âyetine atıfta bulunulmaktadır.
Âyette, velilerin küçüklerin malları üzerindeki velâyet hakkından
hareketle şahısları üzerinde de velâyet hakları olduğu sonucuna
ulaşılmaktadır. Abdülaziz el-Buhârî (v. 730/1330), mal velâyetinde
küçüklüğün müessir vasıf olmasına binaen bu vasfın nikah velâyetinde de
geçerli kabul edildiğini söyler.
[31]
Debûsî (v. 430/1039) de erkek yahut kadın olsun, bâkir ya da bâkire
yahut da dul olsun küçüğün zorla evlendirilebileceğini, küçüklüğün
müessir bir vasıf olduğunu, zira bu vasfın mal velâyetinde müessir
olduğunu, evlenme velâyeti ile mal velâyetinin aynı cins maslahata mebni
olduğunu söyler.
[32]
Abdülkerim Zeydan, eserinde, “illet ile hüküm arasındaki münâsebet”
başlığı altında “müessir münâsebet”i incelerken, Nisâ sûresinin 6.
âyetinin, bâliğ olmayanın malı üzerinde velinin velâyetine işaret
ettiğini, bu hükmün illetinin küçüklük olduğunu ve bu konuda icmâın
olduğunu söyler.
Müellif, aynı konuyu “mülâim münâsebet” başlığı altında da ele
almaktadır. Müellif konuyu “Şâriin, aynısını hükmün cinsinde dikkate
aldığı vasıf” alt başlığında ele almakta ve şöyle devam etmektedir:
“Hanefîlere göre, babanın, küçük bakire kızı evlendirme konusunda sabit
olan velâyetin illeti bekaret değil küçüklüktür. Zira Şâri mal
üzerindeki velâyet konusunda bu vasfı dikkate almıştır. Mal ve evlilik
konusundaki velâyet aynı cinstendir ki o da mutlak velâyettir. Yani bir
nevi Şâri küçüklüğü tüm bu cinsten velâyetler için illet kılmıştır.
Dolayısıyla küçüklük, bekar veya dul olsun küçüklerin evlendirilmesi
konusunda velâyet hükmünün bağlandığı münâsib bir vasıf olmuştur.”.
[33]
Zekiyüddin Şabân, illetin tespit edilmesi durumunda icmâın asl
olabileceğini söyler. O, illeti tespit etme yolu olan “münâsebe” yani
hüküm ile o hükmün uygulanacağı olay arasındaki uygunluk bağının burada
kullanılabileceğini önermekte ve şu örneği vermektedir: “Babanın küçük
bakire kızını evlendirme konusunda velâyet yetkisine sahip olduğu, icmâ
ile sabit bir hükümdür. Fakat bu hükmün dayandığı delil
zikredilmemiştir. Bununla beraber, bu hükmün konusundaki illet olayın
incelenmesinden anlaşılabilmektedir ki bu illet “küçüklük” vasfıdır.
Zira “küçüklük” vasfı ile “evlendirme velâyeti” hükmü arasında bir
uygunluk “münâsebe” vardır. Şu halde bu illet esas alınarak kıyas
yoluyla şöyle bir hükme varılabilir: Baba küçük dul kızını evlendirmede
de velâyet yetkisine sahiptir.”.
[34]
Müellif burada, küçük bakire kızın evlendirilmesi konusunda babanın
velâyet yetkisine sahip olduğuna dair icmâî hükmün dayanağının
zikredilmediğini, fakat münâsebet yoluyla –ki bu münâsebet küçük bir
kızın küçüklük vasfı sebebiyle evlenme velâyetinin babasına verilmesi
şeklinde gerçekleşiyor- bu vasfın tespit edildiğini söylemektedir.
Ayrıca bu vasıf tespit edildikten sonra babanın küçük dul kızını da
evlendirebileceği hükmüne varılabildiğinden bahseder. Aynı eserin
ilerleyen sayfalarında müellif illeti belirleme metodlarını incelerken,
“illeti icmâda araştırmak” başlığı altında, şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Küçüğün üzerindeki mal ile ilgili velâyet hükmünün illeti,
müctehidlerin ittifakıyla, “küçüklük” vasfıdır.
Evlendirmedeki velâyet de, mal ile ilgili velâyet üzerine kıyas edilir; küçük üzerinde evlendirme velâyeti sabit olur.”.
[35]
Oysa müellif daha önce babanın küçük bakire kızını evlendirme konusunda
velâyet yetkisine sahip olma hükmünün icmâ ile sabit olduğunu
söylemekteydi. Burada bu hükme, yani küçüğün evlendirilme velâyetine
küçüğün üzerindeki mal ile ilgili velâyet hükmüne kıyas edilerek
varıldığı söylenmektedir. Belki mal velâyetine kıyasla ulaşılan, küçüğün
evlendirilmesi hükmü üzerinde daha sonra icmâ oluştuğu söyleniyor
olabilir. Fakat münâsebet yoluyla bulunduğu söylenen “küçüklük” vasfının
herkesçe paylaşılmadığı, en azından Şâfiîlerin bu vasfı kabul
etmedikleri eserin ileriki sayfalarında bir başka vesileyle ifade
ediliyor.
[36]
Müellif aynı eserde “Münâsib Vasfın Kısımları” başlığı altında Şâri’
tarafından muteber sayılan münâsib vasfa şu örneği vermektedir: “Küçük
kızın evlendirilmesi hususunda velâyet hükmü için, “küçüklük”, münâsib
bir vasıftır ve bu vasfın hükmün illeti olduğu nasslarda veya icmâda
belirtilmemiştir. Fakat aynı vasfı, Şârî’in başka bir olayla dikkate
aldığı ve ona hüküm bağladığı görülmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm'de:
“Evlilik
çağına varıncaya kadar yetimleri deneyin. Eğer onların rüşde
eriştiklerini tesbit ederseniz, hemen mallarını kendilerine verin”
buyurularak küçüğün malları konusunda velâyet hükmü kabul edilmiştir.
Bu, Şâri’in küçüklük vasfını dikkate alıp bunu hükme bağladığını
göstermektedir, Her ne kadar mal hususundaki velâyet ile evlendirme
velâyeti birbirinden farklı birer velâyet ise de, ikisi de “velâyet”
olma noktasında birleşmektedirler.”.
[37]
Küçüğün üzerindeki mal velâyeti ile şahsına yönelik olan evlenme
velâyeti hakkında benzerlikten bahseden Şa’bân, eserinin bir başka
yerinde fer’in şartlarından bahsederken, “kıyâs ma’a’l-fârık”tan söz
etmekte ve burada mâli işlerle evlenme gibi şahsî işlerin birbirine
benzemediği, benzetilmesi halinde “kıyâs ma’a’l-fârık”ın söz konusu
olacağını şöyle dile getirmektedir: “Hanefî hukukçular, büluğ çağına
gelmiş ve temyiz kudretine sahip kızın kendi evlenme akdini kendi
iradesiyle yapabileceğine hükmetmişlerdir.
Onlar, aynı durumdaki kızın herhangi bir malının satışını kendi
bağımsız iradesiyle yapabileceği hükmüne kıyasla bu sonuca varmışlardır.
Onlara göre, bu akîdlerden herbiri kadının kendisine ait hakların
kullanılmasıdır, birinde kendi şahsı diğerinde kendi malı sözkonusudur.
Oysa bu kıyas, bir “kıyâs maalfârık”tır. Makîs (evlenme akdi) ile makîs
aleyh (alım-satım - akdi) arasında kıyasa elverişli bir benzerlik
yoktur. Çünkü alım-satım akdi malla ilgilidir ve bu, kadının sırf
kendisine ait bir haktır. Evlenme ise, evlenecek kadının şahsı olduğu
gibi aynı zamanda ailesi ile de ilgilidir.
Evlenme akdi, sadece karı ile kocayı birbirine bağlayan bir bağdan
ibaret değildir; diğer taraftan iki aileyi birbirine bağlar, aileye yeni
bir üyenin katılması sonucunu doğurur. Bu yeni üye, aileye karışacak,
ailenin sırlarına ve ahvaline muttali olacaktır. Öyleyse, evlenme
konusunda, -alıım-satımdan farklı olarak- velilerin de hakkı bulunduğunu
kabul etmek gerekir.”.
[38]
Fer’de sabit olacak hükmün, aslın hükmüne ayniyet açısından olduğu gibi
cins açısından da mümasil olmasını yeterli gören Hanefîler, cins
açısından mümâselet bağlamında bu örneği verirler. Yani onlar mal ile
evlenme velâyeti arasında cins birliğinden sözederler ve bunu kıyâs
ma’a’l-fârık olarak görmezler.
[39]
III- DELİLLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Küçüklerin veliler tarafından evlendirilebilmesine cevaz veren hükmün
âyet, rivâyet, icmâ, kıyas ve maslahat gibi delillerine kısaca değindik.
Şimdi bu delilleri değerlendirip meseleyi Kuran açısından hükme
bağlamaya çalışacağız.
“Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş
olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların
bekleme süresi üç aydır…” mealindeki Talâk sûresinin
4. âyetini “henüz hayız görmemiş olanlar” olarak yorumlayanlar
küçüklerin evlendirilebilmesi için bu âyeti delil getirirler. Oysa
Arapça’da “lem = لم” edatı dili ve mişli geçmiş zamanın olumsuzu (cahd-i
mutlak), “lemmâ = لما” edatı ise şimdiki bitmiş zamanın olumsuzunu
(cahd-i müstağrak) ifade etmek için kullanılır. Dolayısıyla “henüz”
anlamını “lem” değil “lemmâ” edatı verir.
[40]
“lemmâ = لما” edatı başına geldiği muzari fiilin zamanını geçmişe,
anlamını olumsuza çevirir. Fiilin henüz olmadığı ama olmasının
beklendiği anlamını kazandırır.
[41]
Ayrıca çocuk için “hayız görmedi” ifadesi kullanılmaz. Çünkü zaten
hayız görmediği için çocuktur. Bu ifadenin kullanılması için şahsın önce
hayız görmeye başlaması sonra da çeşitli sebeplerle hayız görememesi
gerekir.
[42]
Bize göre “lem yahıdne = لم يحضن ” ile kastedilen “mümteddetü’t-tuhr”
denilen ve hayzı bir kaç yıl uzayabilen kadınlardır. Âyet bu kadınların
durumunu düzenlemektedir. Aksi halde bu durumda olan bir kadının
boşandıktan sonra iddetinin bitmesi ve kocasının evinde geçireceği zaman
seneler sürebilir.
Ayrıca
“Ey iman edenler! Kadınlarla nihaklanıp da ilişkiye girmeden boşadığınızda onlara iddet yoktur”
mealindeki Ahzâb sûresinin 49. âyeti ile yukarıda zikrettiğimiz Talâk
sûresinin 4. âyeti beraberce düşünüldüğünde “lem yahıdne” ile
kastedilenin “mümteddetü’t-tuhr” denilen kadınlar olduğu kuvvet
kazanmaktadır. Zira cinsel ilişki olmaksızın boşama olduğunda iddet
gerekmiyorsa ve çocuklarla da fıtraten ilişki kurulamayacağına göre
Talâk sûresinin 4. âyetinde geçen “lem yahıdne = لم يحضن ” ifadesi
çocuklar için söz konusu olamayacaktır.
[43]
“Yetimleri, evlenme çağına gelene kadar deneyin; onlarda
olgunlaşma görürseniz mallarını kendilerine verin; büyüyecekler de geri
alacaklar diye onları israf ederek ve tez elden yemeyin. Zengin olan,
iffetli olmağa çalışsın, yoksul olan uygun bir şekilde yesin. Mallarını
kendilerine verdiğiniz zaman, yanlarında şahid bulundurun. Hesap sormak
için Allah yeter.” mealindeki Nisâ suresinin 6.
âyetinden hareketle, velilerin küçükler üzerindeki mali velayetlerine
kıyasla şahsi velayetlerinin de olacağına ulaşılıp, dolayısıyla
velilerin küçükleri evlendirebileceklerine hükmedilmiştir.
Yani mal velayetinde müessir vasıf olmasından hareketle aynı vasfın
küçüğün şahsı üzerinde de geçerli olması gerektiği düşünülüp kıyasen
küçüklerin evlendirilmesi hükmüne ulaşılmıştır. Bu, fâsid bir kıyastır
(kıyâs ma’a’l-fârık). Mal ile nikah arasında benzerlik olduğunu iddia
etmek hem sosyal yönden hem de fıkıh usulünde teorisi çizilen kıyas
açısından kabul edilebilir değildir. Yine İbn Şübrüme (ö. 760)
[44] ve Ebû Bekir el-Es’amm’ın (ö. 200/816)
[45]
da dile getirdikleri gibi Nisâ sûresinin 6. âyeti küçüklerin
evlendirilmelerinin mümkün olamayacağının en açık delilidir. Zira âyette
bir nikah çağından söz edilmektedir.
Nikah çağından bahseden bir âyetin küçüklerin evlendirilmesinin cevazı
için kullanılması anlaşılır gibi değildir. Hakkında nas olan bir konuda
kıyas yapmak da fasid bir kıyastır (kıyâs fâsidü’l-i’tibâr). Biz Nisâ
suresinin ilgili âyetlerinden hareketle evlilik çağının büluğ ile değil
rüşd ile başladığını düşünmekteyiz.
[46] Nisâ sûresinin 2 ilâ 6. âyetleri şöyledir:
2.
Yetimlere mallarını verin. Temizi murdara değişmeyin, onların
mallarıyla kendi mallarınızı karıştırarak yemeyin, çünkü bu büyük bir
suçtur. 3. Eğer, (velisi olduğunuz) o
yetimlere karşı hakka uygun davranamamaktan korkarsanız onları değil,
hoşunuza giden başka kadınları iki, üç ve dörde kadar nikahlayın;
aralarında adaleti yerine getirememekten korkarsanız bir tek kadını veya
eliniz altında olan cariyeyi nikâhlarsınız. Sıkıntıya düşmemeniz için
en uygun olanı budur. 4. Kadınlara mehirlerini cömertçe verin, eğer ondan gönül hoşluğu ile size bir şey bağışlarlarsa onu afiyetle yiyin. 5.
Allah'ın sizi koruyucu kılmış olduğu mallarınızı, beyinsizlere
vermeyin, kendilerini bunların geliriyle rızıklandırıp giydirin ve
onlara güzel söz söyleyin. 6.
Yetimleri, evlenme çağına gelene kadar deneyin; onlarda olgunlaşma
görürseniz mallarını kendilerine verin; büyüyecekler de geri alacaklar
diye onları israf ederek ve tez elden yemeyin. Zengin olan, iffetli
olmağa çalışsın, yoksul olan uygun bir şekilde yesin. Mallarını
kendilerine verdiğiniz zaman, yanlarında şahit bulundurun. Hesap sormak
için Allah yeter.
Görüldüğü gibi Nisâ sûreninin 2. âyetinde yetimlerin mallarının
kendilerine verilmesi emredilmektedir. 6. âyette ise nikah çağına kadar
yetimlerin sınanması ve nikah çağına girdiklerinde, yani rüşde
erdiklerinde de mallarının kendilerine verilmesi emredilmekte,
dolayısıyla 2. âyette mallarının kendilerine verilmesi gereken
yetimlerin rüşde erenler olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim sûrenin 3.
âyetinde, kendileriyle evlenilmesi söz konusu olan yetimlerin 2. âyette
malları kendilerine verilen, yani 6. âyete göre rüşde ermiş yetimler
olduğu ortaya çıkmaktadır. “Rüşd çağına erişinceye kadar, yetimin
malına, sadece iyi tutumla yaklaşın…” mealindeki En’âm sûresinin 152 ile
İsrâ sûresinin 34. âyetleri de konuya açıklık getirmektedir.
[47] Bu iki âyette rüşd çağına kadar yetimlerin mallarına iyilikle muamale edilmesi emredilmektedir.
Nisâ sûresinin 6. âyetinde de evlilik çağına dek yani rüşde erinceye
kadar aynı şeyler emredildiğine göre bu âyetlerde geçen “eşüddeh = اشده ”
kelimesi ile rüşd aynı anlama gelmektedir. Aynı kelimenin kullanıldığı
Yûsuf sûresinin
“Yûsuf rüşde ulaştığında ona hüküm ve ilim verdik” mealindeki 22
[48], Kasas sûresinin
“Musa rüşde ulaşıp istiva ettiğinde ona hüküm ve ilim verdik” mealindeki 14 ve Ahkâf sûresinin
“…Nihayet insan rüşde erdiğinde ve kırkına vardığında…”
mealindeki 15. âyetleri de bu kelimeyle ( اشده ) kastedilenin rüşd
olduğunu desteklemektedir. Yine aynı kelime Mü’min sûresinin
“Sizi
önce topraktan sonra meni parçasından, sonra rahme yapışık kan
pıhtısından yaratan odur. Sonra sizi bir bebek olarak çıkarır, sonra
kuvvetli çağınıza (rüşde) eresiniz, sonra ihtiyarlar olasınız diye
yaşatır…” mealindeki 67. âyetinde de aynı anlamda kullanılmıştır.
Rüşd ile bülûğun ayrı şeyler olduğu ortaya çıkmakta, böylece Kur’an’ın
evlilik çağı olarak bülûğu değil rüşdü esas aldığı görülmektedir.
Serahsî’nin iddia ettiği gibi
[49]
6. âyette geçen evlilik çağından kastedilenin ihtilam olması mümkün
gözükmemektedir. Zira küçüklerin bülûğa ulaşmalarından bahseden âyetler
Nûr sûresinin 58 ve 59. âyetleridir. Sûrenin 58. âyetine göre el
altındaki köle ve cariyeler ile bülûğdan önce çocukların, efendi ve
ebeveynlerinin odalarına sabah namazından önce, öğleyin soyunduklarında
ve yatsıdan sonra olmak üzere üç vakit girmelerinin izne bağlı olduğu
görülmektedir. Sûrenin 59. âyetinde ise artık bülûğa erdiğinde
çocukların her vakitte izin istemeleri emredilmektedir.
Aynı sûrenin 31. âyetinde, kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin
farkında olmamanın, çocukların bir sıfatı olarak zikredilmesi de
önemlidir. Öte yandan Serahsî’nin iddia ettiği gibi Nisâ sûresinin 6.
âyetinde kastedilenin ihtilam olduğu kabul edilse dahi bu anlayış en
azından bülûğdan önce küçüklerin evlendirilmelerinin mümkün
olamayacağını gösterir. Zira ihtilam bülûğun başlangıcını tayin eder ki
bülûğun anlamının küçüklüğün sona ermesi olduğu hususunda şüphe yoktur.
[50]
Ayrıca Nûr sûresinin 59. âyetinde bülûğun başlangıcının ihtilam olduğu
da görülmektedir. Uyanıncaya kadar uyuyanın, ihtilam oluncaya kadar
çocuğun ve iyileşinceye kadar mecnunun sorumlu olmadığına dair hadis de
bunu desteklemektedir.
[51]
İbn Hacer (ö. 852/1449), erkek ya da kadın olsun ibadet ve diğer
ahkâmda ihtilamın gerekli olduğu hususunda ulemânın icmâı olduğundan
bahsetmektedir.
[52]
İbn Kudâme (ö. 620/1223) de farz ve ahkâmın ihtilam olmuş erkek, hayız
görmüş kadın üzerine olduğu hususundaki icmâdan bahsetmektedir.
[53]
Fakat İbn Hacer eserinin bir başka yerinde babanın küçük kızını zorla
evlendirebileceği hususunda âlimlarin icmâı olduğunu söylemektedir.
Hatta İbn Hacer, Talâk sûresinin 4. âyetinde geçen “ لم يحضن ”
ifadesinden bu hükmün çıkartılmasının güzel bir istinbât olduğunu fakat
bu yetkinin sadece babaya verilmesi ve sadece bakire kızları kapsadığına
dair tahsisin âyette olmadığını belirtmektedir.
[54] Kâsânî, Nûr sûresinin
“Aranızdaki bekarları, kölelerinizden ve carielerinizden elverişli olanları evlendirin…” mealindeki
32. âyetinde geçen “eyâmâ = الايامى ” kelimesinin küçük ya da büyük,
eşi olmayan kadınlar anlamına geldiğinden hareketle babanın küçük kız
çocuğunu evlendirebileceğini söylemektedir.
[55] Kâsânî’nin ifadelerinden anlaşıldığına göre bu âyeti aynı amaçla Ebû Hanîfe de delil olarak kullanmaktadır.
[56] Oysa âyetin devamında
“Eğer fakir iseler, Allah kendi lutfu ile onları zenginleştirir”
buyrulmaktadır. Yani fakir oldukları söylenen kişiler, evlendirilmesi
istenilen kişilerdir. Bu, bu kişilerin kendilerine yetecek kadar malları
olmadığını gösterir.
Nisâ sûresinin 6. âyeti ile bu âyet beraber düşünülürse malı üzerinde
tasarruf yetkisi olmayanlar için bu ifade kullanılamaz. Çünkü malı
üzerinde tasarruf yetkisi olmayanlar reşit değildir. Dolayısıyla bu
âyette geçen “eyâmâ = الايامى ” kelimesinden kastedilenler rüşde eren
kişilerdir. Nitekim sözlüklerde “eyâmâ = الايامى ” kelimesin tekili
olan “eyyim” kelimesi, eşi olmayan kadın veya erkek anlamına gelir.
[57]
“Eyyim” kelimesi bir hadiste şöyle geçmektedir: “Eyyime sorulmadan,
bakireden izin alınmadan nikahı kıyılmaz. Dediler ki: Ey Allah’ın
Rasulü! Onun izni nasıldır? Dedi ki: susması.”.
[58]
Bu kelime ile kastedilen dul kadındır. Hadis dul kadınların evlilik
için görüşlerinin alınması gerektiğinden bahsetmektedir. Şayet bu
kapsama çocuklar da girseydi çocuklar üzerinde iddia edilen velâyet
sebebiyle bunlara görüşlerinin sorulmaması gerekirdi. Ayrıca âyetin
hemen devamında yine evlendirilmeleri emredilen köle ve cariyelerin
“sâlih” yani evliliğe uygun olmaları
[59]
kaydının konulmuş olması da önemlidir. Öte yandan Kuran’daki evliliğe
dair ayetlerin bütününde küçüklerin bu kapsama girmediği görülür. Mesela
Bakara sûresinin 221. âyetinde iman etmedikçe müşrik kadın ve
erkeklerle evlenilmemesi, bunlara duygusal yakınlık hissedilse ( ولو
اعجبتكم ־ ولو اعجبكم ) bile mümin erkek ve kadına tercih edilmemeleri
emredilmektedir. Hiçbir çocuğun cinsel ilişki bağlamında bir erkek veya
kadına duygusal yakınlık hissettiği düşünülemez.
Evlilik bağlamında duygusal yakınlığın konu edinildiğini Nisâ sûresinin
3. âyetinde de ( ما طاب لكم ) görmekteyiz. Burada, yetimlerin haklarına
riayet hususunda emin olunmaması halinde duygusal yakınlığın söz konusu
olabileceği kadınlarla evlenilebileceği belirtilmektedir. Buradaki
“hoşa gitme” çocuklar için düşünülemeyeceğine göre âyetin başındaki
yetimlerin küçükleri de kapsadığı bu açıdan da söylenemez. Oysa âyette
geçen “el-yetâmâ = اليتامى ” kelimesinin küçükleri de kapsadığından
hareketle bu âyet yetim çocukların da evlendirilebileceğine delil
getirilmektedir.
[60]
Hatta bu kelimenin sadece bülûğa ermemiş küçükler için kullanıldığı
söylenip bu âyet, küçük yetimlerin velileri tarafından
evlendirilebileceğine delil gösterilmektedir.
[61]
Yetim kelimesi, âyetler dikkate alındığında küçükleri de büyükleri de
kapsamaktadır. Fakat Nisâ sûresinin 6. âyeti başta olmak üzere nikah
çağına işaret eden âyetler dikkate alındığında yetim kelimesinin
Kur’an’da küçükleri de içine alacak şeklindeki kullanımının, küçüklerin
evlendirilebileceğine delil olmayacağı anlaşılır.
Yine evlenecek çiftlerin “muhsan” ve “muhsana” olması Kur’an’ın olmazsa
olmaz şartlarındandır. Nisâ sûresinin 25. âyetinde hür muhsana
kadınlarla evlenmeye güç yetiremeyenlerin cariyelerle evlenebilecekleri
belirtilmekte, bu cariyelerin iffetli olmaları, zina etmemeleri, dost
tutmamaları gibi özellikleri olmasından, fuhuş yapmaları durumunda
takınılacak tavırdan ve tüm bunların günaha düşmekten korkanlar için
olduğunda bahsedilmektedir. Tüm bunlar evlilik çağına ulaşmamış bir
küçük için düşünülemez. Bu özellikler erkek ve kadında müşterektir. Yine
Nûr sûresinin 3. âyetinde zina eden adamın yine zina eden veya müşrik
kadınla, zina eden kadının da zina eden veya müşrik bir erkekle
evlenebileceğinden bahsedilmektedir. Zina ve şirk fiilinin küçüğe
nisbeti düşünülemez. Nisâ sûresinin 23 ve 24. âyetlerinde evlenilmesi
yasak olan kadınlar sayıldıktan sonra
“Bunlar dışında kalan
kadınları, namuslu yaşamanız ve zinadan kaçınmanız şartıyla mallarınızı
vererek eş olarak almanız size helal kılınmıştır.”
buyrulmuştur. Buradaki “en tebteğû = ان تبتغوا ” ifadesinin faili
evlenecek erkeklerdir. Malını kullanma yetkisine yani rüşde sahip
olmayanlar için böyle bir ifade kullanılamaz. Bu sûrenin 6. âyeti buna
manidir. Burada evlenilecek kadın da kendi malında tasarruf yetkisine
sahip olmalıdır.
Yüce Allah bu sûrenin 4. âyetinde şöyle buyurmuştur:
“Kadınlara mehirlerini cömertçe verin. Eğer ondan gönül hoşluğuyla size bir şey bağışlarlarsa onu afiyetle yeyin.”
Mehir de bir mal olduğu için kadının o mehri alıp sahiplenmesi reşit
olmasına bağlıdır. Gönül hoşluğuyla yapacağı bağışın geçerliliği de
ancak reşit olması halinde geçerlidir. Nitekim Bakara sûresinin 229 ve
Nisâ sûresinin 19. âyetlerinde de evli kadınlar kendi malları üzerinde
tasarrufa yetkili kadınlar olarak tanımlanmıştır. Bütün bu âyetler
gösteriyor ki, eşlerden her biri malları üzerinde tasarruf yetkisine
sahip reşit kimseler olmalıdır. Nikah anından itibaren evli kişi vasfını
kazandıkları için nikah esnasında reşit olmaları kaçınılmazdır.
Hz. Âişe’nin küçük yaşta evlendiğine dair yukarıda sözü edilen
rivayetle birlikte aynı konuyla ilgili farklı rivâyetler, tarihi olaylar
arası mukayese ve çıkarımlar ve tarihi kaynaklardan hareketle Hz.
Âişe’nin zifaf yaşının 8-21 yaş aralığında olduğuna dair tespitler de
bulunmaktadır.
[62]
Yapılan bir çalışma şu hususlara dikkat çekmiştir: Âişe’nin risaletten
önce yani cahiliye döneminde doğduğunu söyleyen Tabarî’nin, Ayşe’nin 620
yılında nişanlanıp 623 yılında Rasûlullah ile birlikte yaşamaya
başladığını söylemesi tarihi bir çelişkidir. Zira bu, Âişe’nin 613
yılında yani risaletten sonra doğduğu anlamına gelir. İbn Hacer’e göre
Fâtıma doğduğunda Rasûlullah otuzbeş yaşındaydı. Fâtıma Âişe’den beş yaş
büyüktü. Dolayısıyla Âişe doğduğunda Rasûlullah kırk yaşındaydı.
Rasûlullah’ın, Âişe ile Medine’de evlendiği dikkate alındığında Âişe’nin
en az oniki yaşında olması gerekir. Abdurrahman b. Ebi’z-Zinâd, İbn
Kesir ve İbn Hacer’e göre Ablası Esma Âişe’den on yaş büyüktü. Esmâ
hicri 73 yılında yüz yaşında öldü. Dolayısıyla Esmâ’nın hicrette 27-28
yaşlarında olması gerekir. Esmâ Âişe’den on yaş büyükse Âişe hicrette
17-18 yaşında olmalıdır. O halde Âişe Rasûlullah’la beraber yaşamaya
başladığında 19-20 yaşlarında olmalıdır.
[63]
Âişe’nin Bedir ve Uhut savaşlarına katılmış olduğu ve kadınların
savaştaki fonksiyonlarını icra ederken olması gereken yaşları dikkate
alındığında yaşının büyük olması gerekir. Rivayetlerde Âişe’nin
hicretten sekiz yıl önce doğduğu söylenmektedir. Oysa Âişe Kamer
suresinin ayetlerinin indiği esnada oyun çağında bir kız çocuğu olarak
Rasûlullah’ın yanında bulunduğunu söylüyor.
Kamer suresi hicretten sekiz yıl önce inmiştir. Bu olayı beşikteki bir
çocuğun idrak edemeyeceği düşünülürse bu ayetler indiğinde Âişe’nin
6-13, Rasûlullah ile evlendiğinde de 14-21 yaş aralığında olması
gerekir. Hz. Hatice vefat ettiğinde Havle binti Hakîm Rasûlullah’a
gelerek dul ya da bakire biriyle evlenmek isteyip istemediğini sordu.
Rasûlullah, bakirenin kim olduğunu sorunca o da Âişe’yi önerdi. Bâkire
kelimesi çocuk için kullanılamaz. Birine bâkire denebilmesi için o
kişinin en azından bâliğa olması gerekir.
[64]
Hz. Âişe’nin başta olmak üzere küçüklerin evlendirildiğine dair sözü
edilen rivayetler, Nisâ sûresinin 6. âyetinde geçen nikah çağı ifadesi
ile birlikte düşünülmelidir. Çünkü o günkü toplumun zihninde bu ifadenin
bir anlam taşıyor olması gerekir. İbrahim sûresinin 4. âyetinde iyice
açıklasın diye her elçinin kendi toplumunun dili ile gönderildiği
bildirilmektedir. Ayrıca Rasûlullah o toplumun genel kabulünün dışında
bir iş yapmış olsaydı bunu gündeme getirmek için yarışanlar olurdu.
[65]
Küçüklerin evlendirilmesine cevaz verirken sözü edilen maslahat
prensibi de oldukça tartışmaya açıktır. Küçükler evlendirilerek
ekonomik, biyolojik ve psikolojik olarak kaldıramayacakları yükün altına
sokulmuş ve kişinin sevme, sevilme gibi en tabii hak ve ihtiyaçları
ihlal edilmiş olmaktadır. Evlilik müessesesinden beklenilen hangi
maslahatlar bu evlilikten beklenebilir? Görüldüğü gibi âyetlerden
istidlâl yaparken, âyetler arası ilişkilere dikkat edilmemiş, sünnet
başlı başına müstakil bir delil kabul edilip küçüklerin evlendirilmesine
dair zihinlerde oluşturulan ön kabul, âyetleri anlamanın önünde engel
teşkil etmiş, bu sebeple Arap dilbilgisi kuralları, fıtrat delili ve
toplumun kadına bakış açısının bir uzantısı olarak kadın ve mal arasında
benzerlik olduğu düşüncesiyle fıkhî kıyas şartları ihlal edilmiştir.
İleri sürülen her delil üzerinde ihtilafın olmasına rağmen icmâdan
bahsedilebilmiş, küçüklere yapılabilecek en büyük kötülük maslahat
olarak görülebilmiştir.
SONUÇ
Sonuç olarak küçüklerin evlendirilmesine dair getirilen deliller bize
göre kabul edilebilir değildir. Küçüklerin evlendirilmesi hükmüne
ulaşmak için küçüklük vasfından hareketle mal velâyetine yapılan kıyas,
hem kıyâs fâsidü’l-i’tibâr yani nassa muhalif hem de kıyâs ma’a’l-fârık
yani asl ile fer arasında örtüşmenin olmadığı bir kıyastır. Âyetlerle,
küçüklerin evlendirilemeyeceği hükmüne varıldıktan sonra, küçüklerin
evlendirilebilmeleri hükmünü doğuracak kıyas yapılamaz. Âişe validemizin
küçük yaşta evlendirilmiş olduğunu kabul edenler en azından bu
evliliğin evlilikle ilgili âyetlerin inmesinden önce gerçekleştiğini
dikkate almalıydılar.
Ancak bize göre fıtraten hiçbir zaman küçüklerin evlendirilmesi mümkün
olamaz. Günümüzde de çocuk istismarcılarına karşı toplumumuzun diğer
olaylarla kıyaslanamayacak derecede gösterdikleri sert tepki ve
hassasiyetleri fıtratın bir tezahürüdür. Bu hükmün günümüzde kimi
vicdanlarda sebebiyet verdiği sıkıntı, büluğ muhayyerliğinden bahsetmek,
konunun tartışmalı olduğunu ya da tarihi, coğrafi, kültürel ve sosyal
yönleri bulunduğunu söylemek ya da Osmanlı Aile Kararnamesinde bir takım
düzenlemeler yapıldığı refleksini göstermekle değil, bu hükmün Kuran
açısından yanlış olduğunu ortaya koymakla giderilmelidir. Zira bu hükmün
günümüzde de hala çocuk istismarına sebep olduğu bilinmektedir.
[66]
Not: Bu yazının aslı İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dergisinin 19. sayısında yayınlanmıştır.
[1]
Şeybânî, el-Câmi’u’s-sağîr ( en-Nâfiu’l-kebîr isimli şerhle birlikte),
Âlemü’l-kütüb, Beyrut, 1986, s. 170 vd.; 171; Kitâbü’l-asl el-ma’rûf
bi’l-Mebsût, Âlemü’l-kütüb, Beyrut, 1990, I, 409-410, II, 395;
el-Câmi’u’l-kebîr, Dâru’l-kütübi’l-ılmiyye, Beyrût, 2000, s. 101, 102;
Mergînânî, el-Hidâye, Beyrut, 1995, I, 186, 191, 193, 194, 195, 197,
222, 224, 258, 264, 274, 276, 286, 292, 293, 294; Mevsılî, el-İhtiyâr,
İstanbul, 1984, III, 94, 95, 155, 158, 172, IV, 12; Meydânî, el-Lübâb,
İstanbul, t.y., III, 10, 14, 18, III, 80, 83, Şirbînî, Muğni’l-muhtâc,
Mısır, 1958, III, 168 vd.; Derdîr, eş-Şerhu’s-sağîr, Kahire, II, 396 vd.
[2]
Serahsî, el-Mebsût, Dâru’l-ma’rife, Beyrût, 1406, IV, 212-213; Zeydân,
el-Vecîz, Dersaadet, t.y., s. 209; Şa’bân, İslam Hukuk İlminin Esasları,
trc. İbrahim K. Dönmez, TDV, Ankara, 1990, s. 143-144; Buhârî,
Sahîhu’l-Buhârî, thk. Mustafa Dîb el-Büğâ, Dâru İbn Kesîr, Beyrût, 1987,
“Nikâh”, 38; Müslim, Sahîhu Müslim, thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî, Dâru
İhyâi’t-türâsi’l-arabî, Beyrût, t.y., “Nikâh”, 69, Nesâî, Sünen
(el-Müctebâ), Haleb, 1986, “Nikâh”, 29; İbn Mâce, thk. Muhammed Fuâd
Abdülbâkî, Dâru’l-fikr, Beyrût, t.y., “Nikâh”, 13.
[3] 1 nolu dipnotta verilen kaynaklar burada da geçerlidir.
[4]
Hanbelilere göre küçükleri baba, vasî ya da hakim, Malikilere göre
baba, dede, vasî ya da hakim, Hanefilere göre baba dede ve bunun
dışındaki asabelerden biri, Şafiilere göre baba ve dede evlendirebilir.
Bkz. Vehbe Zuhaylî , el-Fıkhü’l-İslâmî ve Edilletühû, Dımeşk, 1989,
VII, 180 vd.
[5]
Büluğ muhayyerliği. Hanefîlere göre babası veya baba-dedesi dışındaki
bir velisi tarafından evlendirilen küçüklerin buluğa erdikten sonra
hakime başvurup evliliği feshedebilme hakları.
[6]
Mevsılî, el-İhtiyâr, III, 94; Meydânî, el-Lübâb, III, 10. Ebû Hanife ve
İmam Muhammed’e göre küçüğü baba veya dedesi evlendirirse bülûğ
muhayyerliği yoktur. Ebû Hanife’ye göre hakimin evlendirmesi durumunda
da bülûğ muhayyerliği yoktur. Ebû Yusuf’a göre küçükleri kim
evlendirirse evlendirsin bülûğ muhayyerliği yoktur. Bkz. Vehbe Zuhaylî ,
el-Fıkhü’l-İslâmî ve Edilletühû, VII, 180 vd.
[7]
İddet, kocası ölmüş veya boşanmış bir kadının beklemek zorunda olduğu
süredir. Boşanmış kadın, âdet görüyorsa üç kur’, görmüyorsa üç ay,
hamile ise doğuma kadar bekler (Talâk, 65-4). Eşiyle ilişkiye girmeden
boşanan kadın iddet beklemez (Ahzâb, 33-49). Kocası ölmüş kadın ise dört
ay on gün bekler (Bakara, 2-234). Kadın bu süreyi doldurmadan yeni bir
kocayla evlenemez.
[8] Şeybânî, el-Asl, I, 409-410.
[9]
Fıkıh kitaplarında boşama erkeğe verilmiş bir haktır. Boşama için
erkeğin âkıl bâliğ olması gerekiyor. Adamın karısı küçükse ve karısını
boşuyorsa bu kadın için iddet söz konusu oluyor.
[10] Serahsî, el-Mebsût, IV, 212-213.
[11]
Diyanet vakfının komisyona hazırlattığı Kuran mealinin ilk baskılarında
(1987) “lem yahıdne = لم يحضن ” ifadesi “henüz âdet görmeyenler”
şeklinde tercüme edilirken daha sonraki baskılarda (2003) aynı ifade
“henüz” kelimesi kaldırılarak “âdet görmeyenler” şeklinde tercüme
edilmiştir.
[12] Kâsânî, Bedâi’u’s-sanâı’ fî tertîbi'ş-şerâi’, Dâru’l-kütübi’l-arabî, Beyrût, 1982, II, 240.
[13] Kâsânî, Bedâi’u’s-sanâi’, II, 240.
[14] Serahsî, el-Mebsût, IV, 212.
[15] Başta Urve olmak üzere hadisi Âişe’den Esved, Abdullah, Ebû Ubeyde ve Câbir b. Zeyd rivâyet etmişlerdir.
[16]
Buhârî, “Nikâh”, 38, 39, “Menâkıbü’l-ensâr”, 44; Müslim, “Nikâh”, 70;
Tirmîzî, el-Câmi’u’s-sahîh Sünenü’t-Tirmîzî, thk. Ahmed Muhammed Şâkir,
Dâru İhyâi’it-türâsi’l-arabî, Beyrût, t.y., “Nikâh”, 18; Ebû Dâvud,
Sünen-ü Ebî Dâvûd, thk. Muhammed Muhyiddîn Abdülhamîd, Dâru’l-fikr,
y.y.,t.y., “Nikâh”, 32; Nesâî, “Nikâh”, 29; İbn Mâce, “Nikâh”; 13;
Ahmed, Müsned, VI, 42, 118.
[17] Şevkânî, Neylü’l-evtâr, Neylü’l-evtâr, Dâru’l-ceyl, Beyrût, 1973, VI, 252.
[18] Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VI, 252
.
[19] Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, Dâru İhyâi’t-türâsi’l-arabî, Beyrût, 1392, IX, 206.
[20] Buhârî, “Nikâh”, 38.
[21] Müslim, “Nikâh”, 69, Nesâî, “Nikâh”, 29; İbn Mâce, “Nikâh”, 13.
[22] İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, Dâru’l-fikr, Beyrut, t.y., III, 275.
[23] İbn Hazm, el-Muhallâ, Dâru’l-âfâkı’l-cedîde, Beyrût, t.y., IX, 460.
[24]
Abdülkerim Zeydân, el-Müfessal fî ahkâmi’l-mer’eti ve’l-beyti’l-müslim
fi’ş-şerî’ati’l-İslamiyye, Beyrut, 1993, I, 390; Cubûrî, el-Velâyetü
‘ale’n-nefs fî’ş-şerî’ati’l-İslâmiyye ve’l-kânûn, Beyrut, 1976, s. 53.
[25] Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, IX, 206.
[26] Serahsî, el-Mebsût, IV, 212-213.
[27] Kâsânî, Bedâi’u’s-sanâi’, II, 240.
[28] Serahsî, el-Mebsût, IV, 212-213.
[29] Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, Mısır, 1958, III, 168,169.
[30] Derdîr, eş-Şehu’s-sağîr, Kahire, II, 396.
[31] Buhârî, Keşfü’l-esrâr, Dâru’l-kütübi’l-ılmiyye, Beyrût, 1997, III, 527.
[32]
Debûsî, Takvîmü’l-edille, thk. Halil Muhyiddin el-Meys,
Dâru’l-kütübi’l-ılmiyye, Beyrût, 2001, s. 314–315; Hayyâde Muhammed
el-Hasen, et-Ta’lîl bi’ş-şebeh, Mektebetü’r-rüşd, Riyâd, 2001, s. 109
vd.; Ebû Zehra, Muhâdarâtü fî ‘akdi’z-zevâc ve âsâruhü, Kahire, 1971, s.
154 vd.
[33]
Zeydân, el-Vecîz, Dersaadet, t.y., s. 209. Ayrıca bkz. Vehbe Zuhaylî,
Usûlü’l-fıkhi’l-İslâmî, Dâru’l-fikr, Dımeşk, 1986, I, 684-685.
[34] Şa’bân, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 121-122.
[35] Şa’bân, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 142.
[36] Şa’bân, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 145.
[37] Şa’bân, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 143-144.
[38]
Şa’bân, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 127; Aynı konuyla ilgili
olarak bkz. Muhammed Zekeriyya el-Berdîsî, Usûlü’l-fıkh (Süllemü’l-vüsûl
ile birlikte), y.y., 1961, s. 238.
[39] Âmidî, el-İhkâm, thk. Seyyid el-Cemîlî, Dâru’l-kütübi’l-arabî, Beyrût, 1404 (1984), III, 274.
[40]
Akyüz, Vecdi, Arapçada Fiil Kipleri ve Yardımcıları, İstanbul, 1994, s.
71 vd.; Çörtü, Mustafa, Arapça Dilbilgisi Sarf, İstanbul, 1995,
146-147; Akdağ, Hasan, Arap Dilinde Edatlar, Konya, 1996, s. 118.
[41]
Muhammed Sa’îd Esber, Bilal Cüneydî, eş-Şâmil Mu’cem fî
‘ûlûmi’l-lüğati’l-‘Arabiyyeti ve mustalahâtihâ, Beyrut, 1985, s. 751,
752.
[42] Bayındır, A., 10.01.2008 tarihinde Süleymaniye Vakfı’nda yapılan müzakere.
[43]
Bayındır, Abdülaziz “İlahiyat Fakülteleri I. İslam Hukuk Ana Bilim Dalı
Eğitim-Öğretim Meseleleri Koordinasyon Toplantısı ve “İslam Hukuk
Usulünün Problemleri” Sempozyumu”, Çorum, 2004, s. 45 vd.
[44]
İbn Şübrüme, büluğa erinceye kadar babanın küçük kızını
evlendiremeyeceğini, Rasûlullah’ın Âişe ile evlenmesinin mehirsiz
mevhube olarak ve dörtten fazla kadınla evlenebilmesi gibi Rasûlullah’a
mahsus fiillerden olduğunu söylediği rivâyet edilmektedir. Bkz. İbn
Hazm, el-Muhallâ, IX, 459. Ayrıca bkz. Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VI, 252.
[45] Muhaliflerin arasında Osman el-Bettî (v. 760)’nin de adı geçmektedir. Bkz. Kâsânî, Bedâi’u’s-sanâi’, II, 240.
[46]
Bu çağın büluğ ile başladığını söyleyenler için bkz. H. İbrahim Acar,
“İslam Hukukunda Evlenme ehliyeti Bakımından Küçüklerin Evlendirilmesi
Problemi”, Dini Araştırmalar, Mayıs-Ağustos 2003, Ankara, s. 136-137.
[47]
Âyete geçen “ حتى يبلغ اشده ” ifadesiyle rüşdün kastedildiğine dair
bkz. Şevkânî, Fethu’l-kadîr, Dâru’l-fikr, Beyrut, 1983, II, 177;
Komisyon, et-Tefsîru’l-vasît, Kahire, 1977, III, 1357; Tantâvî,
et-Tefsîru’l-vasît li’l-Kurâni’l-Kerîm, Dâru’l-maârif, Kahire, t.y., V,
219; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, (Sadeleştirilmiş Baskı) İstanbul,
t.y., III, 547; Vehbe Zuhaylî, et-Tefsîru’l-münîr, Beyrut, 1991, VIII,
104.
[48]
Zaten sûrenin 23 ve devamındaki âyetlerden de kadının da Hz. Yûsuf’a bu
aşamadan, yani Hz. Yûsuf’un rüşde ermesinden sonra ilgi duyduğu
görülmektedir.
[49] Serahsî, el-Mebsût, IV, 212.
[50]
Bu konudaki iki araştırma için bkz. Huzâî, Davâbitu’l-bülûğ
‘ınde’l-fukahâ, Beyrut, 2002, s. 12 vd.; Kübeysî, es-Sağîr beyne
ehliyyeti’l-vücûb ve ehliyyeti’l-edâ, Dâru’s-sakâfe, Katar, t.y., s. 36
vd.
[51] Dârimî, Dâru’l-kütübi’l-‘ılmiyye, Beyrût, 1407, “Hudûd”, 1.
[52] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, Kahire, 1959, VI, 204-205.
[53] İbn Kudâme, el-Muğnî, Dâru’l-fikr, Beyrût, 1405, IV, 297.
[54] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, XI, 95.
[55] Kâsânî, Bedâi’u’s-sanâi’, II, 240.
[56] Kâsânî, Bedâi’u’s-sanâi’, II, 241.
[57]
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyrut, 1990, “eym” maddesi; Hasaneyn
Muhammed, Mahlûf, Safvetü’l-beyân li me’âni’l-Kur’ân, Kahire, 1984, s.
452.
[58] San’ânî, Sübülü’s-selâm, Beyrut, 1990, III, 252.
[59] Ak, Halid, Mevsû’at-ü fıkhi’l-mer’eti’l-müslime mine’l-kitâb ve’s-sünne
, Beyrut, 1992, s. 177.
[60] İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, III, 275.
[61]
Şeybânî, el-Hucce, Âlemü’l-kütüb, Beyrut, 1965-1971, III, 146 vd.
Adevî, Câmi’u ahkâmi’n-nisâ, III, 354 (1 nolu dipnot). Şeybânî, Nisâ
sûresinin 127. âyetiyle ilgili olarak el-Hucce’de لاتؤتونهن ifadesini
لاتزوجوهن şeklinde tefsir etmekte ve bunu desteklemek bağlamında da
لاتؤتونهن ما كتب لهن وترغبون أن تنكحوهن ifadesini zikretmektedir.
وترغبون ifadesini olumsuz yani nikahlamayı istemediğiniz anlamda
kullanmakta ve şayet yetimlerin nikahı caiz olmasaydı Allah azarlar
mıydı? demektedir. Bkz. a.g.m., a.g.e., III, 144 vd.
[62]
Coşkun, Selçuk, “Hadislerin Tarihe Arzı”nin Uygulamadaki Bazı
Problemleri (Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Örnekleminde Bir İnceleme)”, Ekev
Akademi Dergisi, yl. 8, sy. 20, Yaz 2004, s. 184 vd. Öte yandan
Rasûlullah’ın Hz. Âişe ile altı yaşında nişanlanıp dokuz yaşında
evlendiği sonucuna ulaşan bir çalışma için bkz. Azimli, “Hz. Âişe’nin
Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı”, İslâmî
Araştırmalar Dergisi, c. 16, sy. 1, 2003, s. 28 vd. Bir başka
araştırmacı her iki grubun görüş ve delillerine yer verdikten sonra Hz.
Âişe’nin küçük yaşta evlendiğine dair rivâyetlerin kısmen daha güçlü
olduğuna dikkat çekmektedir. Bkz. Erul, Bünyamin “Hz. Aişe Kaç yaşında
Evlendi? Dokuz Mu? On Dokuz Mu? ”, İslâmî Araştırmalar Dergisi
, C: XIX, sy. 4, 2006, s. 637 vd.
[63]
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nin “Âişe” maddesinde Hz. Âyşe’nin
614 yılında doğduğu söylenmektedir. Aynı ansiklopedinin “Esmâ bint Ebû
Bekir es-Sıddîk” maddesinde, Esma’nın Ayşe’den on yaş büyük olduğu ve
yüz yaşında 73/692 yılında vefat ettiği söyleniyor. Bu iki madde
arasında tarihi bir çelişki gözükmektedir. Şayet Esma Ayşe’den on yaş
büyükse ve yüz yaşında iken 692 yılında vefat ettiyse Ayşe’nin 602
yılında yani risaletten önce doğmuş olması gerekir. Krş. Fayda, Mustafa,
DİA, “Âişe”, II, 201 vd.; Yardım, Ali, DİA, “Esmâ bint Ebû Bekir
es-Sıddîk”, XI, 402 vd.
[64] Dr. T.O. Shanavas, “¿Era novia Aisha a los seis años? El viejo mito expuesto por”, http://www.webislam.com/?idt=5292.
Makalenin Beşir Bekârî tarafından Arapça’ya tercümesi için bkz. oasisdetolerancia.maktoobblog.com/966459.
[65] Coşkun, “Hadislerin Tarihe Arzı”nin Uygulamadaki Bazı Problemleri (Hz. Âişe’nin