28 Mart 2023 Salı
DOĞU ANADOLU GEZİSİ (Vlll-8): TUNCELİ/DERSİM
Tunceli
Sabah saat 08’de grup üyeleri otobüste yerlerini aldılar. Emel kızımız tekmilini verdi. Eksik yoktu. Hedefimizde Tunceli var. Elazığ gezisini, Tunceli dönüşü yapacağız. Keban Barajı’nın oluşturduğu suni göl kenarından gidiyoruz. Sabah erken olduğu için otobüste bir sessizlik var. Arkadaşlar hâlâ uyuyorlar. Rehberimiz Cem, uyuyanları uyandırmaya çalışsa da faydası yok. Daha kendisini tanımadığımız için de Cem beyle senli benli olamıyoruz. Çekincelerimiz var. Vereceği tepki belli değil. Emin devreye girdi ve başladı düdük eşliğinde otobüsün içinde kültür fizik hareketlerine. Birdenbire herkes canlandı. Ondan sonra da her sabah bu hareketleri yapmaya devam ettik. “Eller yukarı; bir, iki, üç…”
Murat nehri üzerinden feribotla Pertek’e geçiyoruz. Biz Niğmet kızımız ile sohbete dalmışız. 15 dakika sonra iniyoruz komutuyla sohbetimizi sonlandırdık. Pertek Tunceli’nin bir ilçesi. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Pertek ile ilgili şu bilgileri veriyor: “Pertek ismi Moğolca’dan gelmektedir. Karakuş demektir. Pertek kalesi üzerinde tunçtan bir karakuş heykeli vardır. Her yıl Nevruz gününde, kanat çırpıp bütün Ekrad (Kürtler) ve Mığdisi kavimlerini bu şehrin pazarına toplamak için işaret verirmiş. Bunun için de bu şehre Pertek denirmiş, Halid Bin Velid bu şehri ele geçirince bu heykeli yıkmış ancak kalenin üzerinde heykelin yeri hâlâ belli olmakta" diye bahsetmiştir.” (Seyahatname 3. cilt sayfa 1439)
Murat Irmağı’nın kıyısındaki bir tepenin üzerinde inşa edilen Pertek Kalesi, Keban Baraj Gölü (1965) suları altında kalmış. Bizim gezinin adı; “Kültür ve Araştırma Gezisi.” Kültür varlıkları bizim için önemli. Oradaki tarihi eserlerin suyun altında kalmaları bizi üzdü. Keşke bu baraj buraya tutulmasaydı da o şehirler capcanlı dursaydı yerlerinde… Bu keşkeler anlamlı elbet ama bir de çağın gerçeği var. O baraj oraya kurulmasaydı enerji ihtiyacımızı nasıl karşılayacaktık?
Tunceli sarp dağların arasına saklanmış gerçek bir Anadolu hazinesi. Tepeden seyri bambaşka. Tıpkı kabuğundaki inci gibi. Tunceli’ye doğru inerken durup fotoğraf çekme imkanını yakalayamadık. İşte şurası daha güzeldir, fotoğraf oradan daha güzel çekilir, şu virajı dö-nünce duralım derken Tunceli’ye inivermişiz. Güvenlik kontrol noktasındayız. Görevliler tek tek kontrollerini yaptılar ve sonra da iyi günler dilediler. Güzelim memleketimizi ne hale getirdiler ayrılıkçılar. Neredeyse elli yıldan beri güzel yurdumuz terör yurdu olmuş. Kars’tan bu tarafa şehir girişlerinde ve bazen de yol üzerlerinde güvenlik kontrol noktaları var. Yazıktır günahtır. Sözüm Türkiye üzerinde çıkarları olan ve o çıkarlarının peşinde ko-şan dış mihraklara değildir; onların içerideki işbirlikçilerinedir. Bu güzelim vatan topraklarını yabancılara peşkeş çekerek menfaat devşirmenin bir gün sonu gelecek ve hepiniz hak ettiğiniz sona kavuşacaksınız. Birgün güneş ufuktan doğacaktır. “Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın…”
Rehberimizin anlattığına göre: Tuncel’inin içinden iki ırmak geçermiş. Munzur Çayı ve Murat Nehri. Öyle bir kentmiş ki Tunceli; ur kekliğinden, çengel boynuzlu dağ keçisine, tek dişli doğal sarımsağından, ışkınına kadar birçok açıdan özel bir coğrafyaymış. Nüfusu 85.000 kadarmış. Topraklarının % 70’i dağlarla, % 25’i platolarla kaplıymış. Tunceli’yi Doğu Toroslar ve Munzur Dağları çevrelemekteymiş. Munzur Dağları’nın doruklarında rakım 3.000 metrenin üzerindeymiş. Tunceli ovasında ise Keban Barajı’nın tutulmasıyla birlikte çok büyük bir göl oluşmuş.
Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde, Munzur Çayı için şunları yazmış: “Munzur çayı, Ovacık Nahiyesinde, Munzur Baba Aziz’in dağından çıkan küçük bir kaynak olup Murat Nehri’ne karışır. Bu nehir her sene Ağustos’tan başlayıp kırk gün acı ve kırk gün tatlı akar. Nehrin lezzetli alabalığı olur. Bu pınarın kuzeyinde bir dağ vardır. Orada Munzur Baba’nın diktiği bir ağaç vardır ki, gayet siyahtır. Bu ağacı kim keserse zarar çeker...”
Munzur Dağları’nda, başka hiçbir yerde bulunmayan endemik bitkiler varmış: Çan Çiçeği, Erzincan Kirazı, Bindebir Keklik Otu, Munzur Kekiği, Munzur Düğün Çiçeği, Dağ Çayı, Munzur Dağı Oltu Otu ve Menekşe bu bitkilerdenmiş.
Bir de Tunceli Yaban Sarımsağı varmış. Dağların zirvesinde yetişirmiş. 1.500-2.000 metre yüksekte. Yalnızca Tunceli’nin Ovacık ilçesinde yetişirmiş bu sarımsak. 1980 yılında keşfedilen Tunceli sarımsağının başları tek dişli olurmuş. Kabuklarının arasında çok sayıda küçük dişçikler bulunurmuş.
Çengel Boynuzlu Dağ Keçisi de Tunceli’de yetişirmiş. Kayaların usta tırmanıcısı. Kafatasından dik olarak çıkıp uç kısmına doğru çengel gibi içe bükülen boynuzlarından dolayı bu adı almış. İki bin metreden yüksek alanlarda yaşarmış. Rengi kışın siyah, yazın ise açık soluk veya turuncuya yakın kahverengi olurmuş. Sırtında omuz başından kuyruğa kadar siyah bir şerit uzanırmış. Keçiler, sabahın erken saatlerinde ve akşam serinliğinde beslenirlermiş; diğer zamanlarda dinlenirlermiş. Su ihtiyacını ise yediği besinlerden karşılarmış.
Tunceli yemekleriyle de meşhurmuş; Buğday döğmesinden yapılan ‘döğme pilavı’, ‘keşkek, 12 imam çorbası, tarhana, erişte ve haşıl, yörenin yaygın yemeklerindenmiş. Ayrıca, siron, babiko ve Keledoş da önemli yemekler arasındaymış.
12 İmam çorbası, Muharrem’de tutulan 12 gün orucun sonrasında pişirilen bir çorba imiş ve içinde on iki çeşit yiyecek maddesi bulunurmuş. Çorbaya, malzemeleri atarken 12 İmamın adı anılırmış. Genel olarak Muharrem’de 12 İmam’ı anmak için yapılan bu çorba; cenazelerde, kurbanlarda ya da düğünlerde de yapılmaktaymış.
Munzur
Munzur’la ilgili şöyle de bir hikâye varmış; “Munzur, daha yedi yaşındayken, Ovacık’ın Koyungölü Köyü’nden bir ağanın koyunlarına çoban olur. Yaşı yirmiye yaklaşmıştır. Çobanlıkta uzunca bir yol katetmiştir, ehildir. Ağa hacca gidecektir. Koyunlarını arkasına bile bakmadan Munzur’a emanet eder. Ağa hacdayken, Munzur, ağanın eşinin yanına gelir ve “Hanım’ım, ağamın canı sıcak helva istiyormuş, sen yapıver de ben kendisine götüreyim”, der. Ağanın hanımı önce şaşırır; sonra da “herhalde zavallı çobanın canı helva yemek istiyor, ama utandığı için ağasını bahane ediyor” diye helvayı yapar ve Munzur’a verir. O sırada Hacda namaz kılmakta olan ağa, sağ tarafında Munzur’u görünce şaşırır. Niye geldiğini sorar. Munzur da “Canın çekmiştir diye hanımım sana helva gönderdi; onu getirdim” diye-rek, elindeki bohçayı ağasına uzatır. Helvanın hâlâ sıcak olduğunu gören ağa, bunun nasıl olduğunu sormak için başını çevirdiğinde Munzur’un sırra kadem bastığını farkeder. Hacdan veya savaştan döndüğü gün, herkes, elinde bir hediyeyle, ağayı karşılamaya gelir. Karşılayanlar arasında, kovasındaki sütüyle Munzur’u gören ağa, yanındakilere, “öpülecek el varsa benim değil Munzur’un elidir” der ve Munzur’a doğru hamle yapar. Bunun üzerine Munzur, “aman ağam Allah aşkına. Ben yıllarca senin ekmeğini yedim. Ben sana elimi öptürmem”, der ve kaçmaya başlar.
Bugünkü su gözelerin bulunduğu yere gelindiğinde, sendeleyen Munzur’un elindeki süt dökülür. Sütün her döküldüğü yerde, süt gibi bembeyaz bir su fışkırır. Munzur kırk adım daha atar. Fışkıran bu sulardan bir ırmak meydana gelir. Munzur’un arkasından koşanlar bu ırmaktan öteye geçemezler. Munzur da kayanın içinden fışkıran gözede kaybolur gider. Bugün, gösterdiği kerametten sonra Munzur’un sırra kadem bastığı yerden çıkan çaya ve çayın çıktığı yerin arkasında uzayıp giden dağa, adını veren Munzur, bölgenin de sembolik isimlerinden biri haline gelir. Munzur Çayı’nın kaynağının kırk göze olması da ‘Kırklar’ı simgelemektedir. Günümüzde önemli ziyaret yerlerinin başında gelen Munzur adına her yıl, kurbanlar kesilip, lokmalar dağıtılmaktadır.”
Anadolu Alevîliğini Naki Dede’den dinliyoruz
Bize verilen saatte Cemevinin ana kapısından içeriye girdik. Ziyaretçisi çok fazla olduğu için randevu ile içeriye alıyorlar. Mütevazi bir Cemevi. Naki Dede bizden önceki grubun son üyelerini uğurlamakla meşgul.
Dede deyince aksakallı başında sarığı olan elinde bastonuyla ve cübbesiyle yaşını başını almış, başında fötrü ile bir pîrifani hayal ediyorduk. Hayal kırıklığına uğradık. Genç birisini tanıttı rehberimiz. Naki DEDE. Kot pantolonlu. Başı açık, modern birisi. Elinde bir de kitap var. Naki Dede yüzündeki tebessümüyle saygılı bir şekilde “Hoş geldiniz.” dedi. Kendimizi tanıttık. Hal ve hatır sordu. Sonra da kendisinden ne öğrenmek istediğimizi. “Benden ne öğrenmek istiyorsunuz?”
- Tunceli deyince Alevîlik akla gelir. Hazır bir Dede bulmuşken ilk ağızdan, Alevîlik hakkında bilgilenmek isteriz. Alevîlik nedir, nasıl bir inançtır?
Naki Dede, kim bilir günde kaç gruba anlatıyor Alevîliği. Onun işi de zor. Aynı şeyleri anlatıp durmak sıkıcı olmalı. Yarım ay şeklinde önüne dizildik. Bizden sonra başka grupların varlığından bahisle kısa bilgiler verebileceğini söyleyerek söze başladı:
“Alevî”, Hz. Ali ailesinin adıdır. Hz. Ali’ye bağlı olan, O’nu seven, Hz. Ali’nin yolundan giden, Hz. Ali’nin taraftarı olan Müslümanlara Alevî denir.
Alevîlik; İslami bir dinsel inanç sistemidir.
Alevîlik, İslam kökenli bir mezheptir. Kitabı Kur’an’dır. Allah’a kul, Hz. Muhammed’e bağlı, Hz. Ali’ye talip, Hz. Hüseyin’in yolunu süren, Hacı Bektaş-ı Veli’nin ‘eline, diline, beline sahip’ olmayı ilke edinen, iyi düşünce, iyi söz ve iyi davranışta kendini bulan inançtır.
Alevîlik; “Tanrı korkusu” yerine “Tanrı sevgisini benimseyen, “Zâhir’i bâtın’la, bâtın’ı Zahir’le birleştiren”, “Şeriat kapısını aşıp, marifet yoluyla hakikat dünyasına ulaşan”, Kur’an’ın şekline değil, özüne inen, akıl ve gönül ile ruhsal olgunlaşma yoludur.
Alevîlik; İslam’ın özüdür, anasıdır.
Alevîlik; Ehlibeyt ’in yoludur. Kur’an ve İslâm’ı, Hz. Ali’nin anlattığı gibi anlamaktır.
Alevîlik, Muhammed’le Hz. Ali’yi birbirinden ayırmamaktır. Alevîler Allah’ın birliğine, Hz. Muhammed’in Resul olduğuna ve Hz. Ali’nin Velayet makamına sahip olduğuna inanır. Bu nedenlerden dolayı Alevîlik İslam’ın içindedir.
Alevîlik; Allah-Muhammed-Ali üçlüsünün sürekli öncelendiği bir inanç biçimidir. Kendine özgü ibadetleri, ritüelleri ve duaları vardır.
Alevîler Müslüman olduğuna göre, ibadetlerinde Sünnilerle farklılıkların olmaması gerekir değil mi?
“Alevîlikte, Müslümanın insani değerleri, günlük yaşamına ne kadar yansıtabildiği önemlidir. Müslümanın (Can)’ın insanlarla ilişkilerindeki dürüstlüğü, nefsini kontrol altında tutma feraseti, yalan söylememesi, hak yememesi, adaletli olması, kendini kibirden arındırması, içindeki Allah, Muhammed ve Ehl-i Beyt bağlılığını sürekli canlı tutması ve onlara duyduğu sevgiyi içinde büyütmesi önemlidir.
Alevîliğin inançsal ve sosyal düzeni; mürşit-pîr-rehber-talip sistemi üzerine kurulmuş dört mertebe oluşturmaktadır. Birinci mertebede bulunan mürşit; pîrin pîridir. Her talibin bir pîri olduğu gibi her pîrin de bir pîri vardır. Pîr, inancın yayıcısı, cemdeki on iki hizmetin yürütülmesinde rehberlik eden, yol bilgilerini taliplerine aktaran dini otoritedir. Evlad-ı resuldendir.
Bu yolda her talip bir pîre, rehbere ve mürşide bağlıdır. Hiyerarşik bakımdan her talip mürşit, pîr ve rehber tarafından denetlenir. Talibin suçsuz yere eşini boşama, başkasının namusuna yan gözle bakma, yalancı şahitlik yapma, faizle borç para verme, başkasına iftira atma gibi suçları varsa talip “düşkün” ilan edilir. Toplumdan tecrid edilir. Lokması alınmaz ve ona lokma verilmez.
Talibin girdiği yolda kalbi ile ikrar vermesi ve bu ikrarı dili ile onaylaması gerekmektedir. Talip, kibirden, insanları hor görmekten ve incitmekten, hak yemekten, iftira atmaktan, yalan söylemekten uzak durmalıdır. Hakka varmak isteyen talip pîrin eteğini tutar, aynı yolda yürüyen kardeşleriyle bir can olur. Kısaca talibin biricik hedefi bütün ömrü boyunca eline, beline, diline sahip olmaktır.
Bu yolda ilerleme süreci, dört kapıyı kırk makamı birer birer geçerek gerçekleşir. Şeriat, tarikat, marifet, hakikat olarak adlandırılan bu dört kapıdan şeriat zahir, diğerleri batındır. Kırk makam ise bu dört kapının ara basamaklarını oluşturmaktadır.
Her makamın on esası vardır. İnsan-ı kâmil olma, edep, erkâna uyma, yedi ulu ozanın inançları, kırklar meclisi, tevella ve teberra, miraçlar, düşkünlük, dâr, barış, esenlik, kar-deşlik, eşitlik, toplumsal dayanışma hoşgörü, kul hakkını yememe, iyiliği emretme, kötülükten uzak durma, yalan ve riyadan sakınma, zina vb. çirkinliklerden kaçınma, haksız kazanç edinmeme, zulme karşı çıkma gibi, ahlaksal ilkeleri yaşama egemen kılan tüm değerler Alevî İslâm inancında olduğu içindir ki, Alevîlik İslâm’ın özüdür.
Aslında cem törenlerini yürüten her pîrin Alevî şiiriyle ilgili, geniş bir repertuara sahip olması gerekmektedir. Pîr cem törenlerinde, saz eşliğinde özellikle Kerbela zulmünü, On İki İmam’ın ve diğer velilerin kerametlerini konu alan deyiş ve semahlar söylemek zorundadır.
Alevîlikte her yıl Muharrem ayında tutulan on iki günlük oruçta da canlar nefislerini köreltmek, dünyevi olandan elini çekmek, yokluğu daha iyi anlayabilmek ve hakla yakınlaşmak için su içmezler, et gibi içinde can barındıran gıdalar tüketmezler, iftarlarını çok basit yiye-ceklerle çok az yiyerek açarlar.
Alevî inancında çok eski anaerkil toplumların bazı izleri de görülmektedir. Mesela kavga sırasında bir kadının başörtüsünü çıkarıp ortaya atmasıyla kavga sona erer. Aralarında bü-yük husumetler bulunan ailelerden suçlu olan taraf eşini alıp düşmanının evine giderse bağışlanır ve düşmanlık son bulur. Ayrıca evin en yaşlı hanımı evin her şeyinden sorumludur, onun rızası olmadan önemli kararlar alınmaz. Kadına, Fatma Ana’nın yüzü suyu hürmetine büyük bir saygı duyulur.” Arkadaşların sorularına da uzun uzun cevap verilince sohbet uzadıkça uzadı. Yarım saatlik randevu bir buçuk saat sürdü.
Ogün, Cemevi’nde taziye yemeği varmış. Sohbetten sonra, Naki Dede bizi de davet etti yemeğe. Canlarla birlikte taziye yemeği yedik. Cenaze sahipleri bize izzet ikram ettiler. Pilav üstü, et kavurma. Yanında ayran. Tabağını bitirenler bir tabak daha aldı. Müthiş bir lezzet. Yemekten sonra Naki Dede bizi dış kapıya kadar uğurladı.
Tunceli Belediyesi
Cemevi’nden sonra Tunceli Belediyesi’ne gittik. Türkiye Komünist Partisi (TKP)’ne mensup bir belediye başkanı. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde seçilmiş. Öncesinde Ovacık belediye Başkanı imiş. Türkiye onu Komünist Başkan lakabıyla tanıyormuş. Fatih Mehmet Maçoğlu. Türkiye'nin ilk TKP’li İl Belediye Başkanı. Bir ay öncesinden randevu almıştık. Kendisinin Almanya’da olacağından bahisle bizleri, yardımcısı karşılayacaktı. Öyle de oldu. Bizi salona aldılar. Çay ikram ettiler. Biraz sonra başkan yardımcısı da geldi. Biz kendimizi tanıttık. Başkan yardımcısı da kendisini tanıttı. Belediyede yaptıkları hizmetleri anlattı. Mocca dergimizi ve hediyelerimizi kendisine takdim ettik. Çaylarımızı içtikten sonra vedalaştık.
Askıda kitap hizmeti
İçeriye girerken salondaki kitaplar dikkatimizi çekmişti. Sorduk; bu kitaplardan vatandaş nasıl istifade ediyor?
“Kitap okumak isteyen raflardaki kitaplardan istediğini alır evine götürür. Kayıt falan da alınmaz. Vatandaş isterse geriye getirir kitabı. Getirmeyebilir de. İsteyen vatandaş da evindeki kitabı başkaları da okusun diye bu raflara bırakır. Çark böyle işler.” Örnek alına-cak çok önemli bir hizmet. Askıda kitap hizmeti...
Munzur Dağları
Munzur Dağları’nın eteğindeyiz. Munzur Dağları senelerce terör korkusundan kimse yaklaşamayınca yalnızlığa terkedilmiş. Şimdi eteğine kadar geldik. Yükseklerde aynı terör tehlikesi hâlâ var mıdır, tam emin değiliz. Ama teröristlerin belinin kırıldığı belli. Dağın eteğinde Munzur Çayı varmış. Belediyeden ayrıldıktan sonra Munzur Çayı’nın kaynağına gittik. Manzara müthiş, şırıl şırıl sular akıyor. Su sesine kuş sesleri eşlik ediyor. Arkadaşlar cıvıl cıvıl. Kimisi çayın kenarına oturmuş ayağını suyun içine daldırmış, kimisi sıvamış pantolonunun paçasını yürüyor suyun içinde. Ellerini yüzlerini yıkayanlar da var. Avuçlarıyla su içenler de. Bir kısım arkadaşımız da deklanşöre basıyor. Sırt üstü yatarak dinlenmeye çalışanlara ne demeli… Arkadaşların sesi de su ve kuş sesine karışınca olağanüstü bir harmoni meydana geliyor. Mevla’m, özene bezene yaratmış sanki bu dağları. Üzerinde envaı çeşit endemik hayvanı ve bitkisiyle, suyuyla, şelalesiyle...
Yemekten sonra Munzur Çayı iyi geldi. Doğrusunu söylemek gerekirse yemeği biraz fazla kaçırmışız. Et kavurma ve pilav o kadar lezzetli olunca yeniyor işte. Biz de yedik zaten. Zaman, ne zaman geçtiyse geçmiş. Birden geçmiş. Hem de çok geçmiş. Herkes mutlu. Ah, şu Emin’in düdüğü de olmasaydı, …
Organik Dondurma
Tunceli Ocak Köyü sapağında bir dondurmacı varmış. Fikret Usta. Tavsiye ettiler. Biz de tavsiyeye uyduk. Onun dondurmasını yemeden geçip gitmek olmazmış. Fikret Usta Yıllarca Ankara’da dondurmacılık yapmış. Emekli olunca köyüne gelmiş. Ocak köyüne yakın bir köyde yaşarmış. Rahat bırakmamışlar Fikret Usta’yı. Yeniden dondurmacılığa başlatmışlar. Amacı para kazanmak değilmiş Ustanın. O güne kadar kazanacağını kazanmış zaten. Dostlar alışverişte görsün anlamında yapıyormuş bu işi. Orada Eğin Belediye Başkanı ve Arapgir Belediye Başkan yardımcısı ile tanıştık. Ayaküstü sohbet ettik. İlçelerine davet ettiler bizleri ama zamanımız bu davete icabet etmeye müsait değildi. Teşekkür ettik kendilerine. Sıcak kanlı insanlar…Dondurmalarımızı yedik. Aroması harika. Fikret Usta dondurma malzemelerini kendisi hazırlarmış. Hepsi organikmiş.
Ocak Köyü
Vedalaştık Fikret Usta ile. Oradan Ocak Köyü’ne çıktık. Tırmanarak çıktı otobüs köye. Alevî Köyü. Cami de var köyde. Rehberimiz caminin ziyarete gelenlerin namaz kılması için yapılmış olduğunu söyledi. Ancak o köyde mukim olan Süleyman amca bu bilgiyi doğrulamadı; “Bina okul olarak yapılmıştır, hâlâ aynı amaçla kullanılır. Minare de öylesine yapılmıştır.” Dedi. Öyle veya böyle minare çok yakışmış o köye.
Hıdır Abdal
Ocak Köyüne köy dememek lazım. Adeta minyatür bir şehir. Hıdır Abdal Türbesi’nin yanı sıra; çeşmeler, hamamlar, köy odası, cemevi, köy fırını, kütüphane, müze, kültür merkezi, okul ve yeni konuk evi gibi sosyal amaca yönelik yapılar ve yapıtlar köyün ortak kültür varlıklarından.
Köyün sokakları tertemiz. Sokakları köy halkı temizliyormuş. Arkadaşlar köye katkı olsun diye orada satılan hediyelik eşyalardan aldılar. Hem de pazarlık yapmadan. Anadolu’da bir köy var, Ovacık Köyü, o köy dağın tepesinde. Tarihin içinden geliyor. Tertemiz sokakları var. Temizleyen de köy halkı.
Burada bir de müze var. Ancak pazartesi günleri kapalıymış. Biz müzeye giremedik. Müzenin önünde elinde sazıyla, yıllardan beri ziyaretçilerini bekleyen Hızır Abdal’ın Heykeli var. Selamlaştık kendisiyle. Bizlere lisan-ı hal ile “Hoş geldiniz canlar” diye cevap verdi. Sonra-sında sohbete daldık. O anlattı biz dinledik; Hıdır Abdal Seyyit imiş. "Yeşil sarık sarma" hakkına sahip bir Seyyit. Ocak Köyü, Hıdır Abdal’ın türbesi etrafında kurulmuş. Hıdır Abdal’ın bize anlattığına göre köy 13’üncü Yüzyılda kurulmuş. Hıdır Abdal’ın ceddi, Hz. Hüseyin'in oğlu Zeynel Abidin'e dayanırmış. Köy Osmanlı devrinde yoldan gelip geçene yemek veren bir vakıf niteliğindeymiş. Bu nedenle de o devirde her türlü vergiden muaf tutulmuş. Selçuklularla başlayan tekke ve zaviye şeyhlerinin korunması ve kurumlarının tamamen vakıflara bağlanmış olması geleneği, Osmanlılar döneminde de süre gelmiş. Cumhuriyet dönemine gelince de tekke ve zaviyeler kapatılmış. Böylece yüzyıllar boyu devam edip gelen bu güzelim gelenek kaybolmuş gitmiş. Sadece o gelenek değil o geleneğin oluşturduğu kültür de yok olmuş. Hıdır Abdal hoş sohbet birisi. Onu dinleyebilmek için onun dünyasını biraz da olsa tanımak gerek…
Milli şairimiz Mehmed Akif Ersoy, ne de güzel söylemiş anlayanlar için:
“Bir canlı izin varsa şu toprakta silinmez
Ölsen seni sırtında taşır toprağın altı
Ey gölgeden ümmid-i vefa eyleyen insan!...”
Başbağlar Köyü Katliamı
Ocak Köyünün tam karşısındaki dağda Başbağlar köyü varmış. Parmağıyla gösterdi rehberimiz. Karşıdan seçebiliyoruz. 5 Temmuz 1993'te, 33 sivilin katledildiği Başbağlar Köyü. Ezanın okunduğu sırada camiye giren teröristler cemaati zorla dışarı çıkarmış ve kur-şuna dizmişler. Burada 29 kişi katledilmiş. Daha sonra köy ateşe verilmiş ve 214 ev, köy okulu, köy camii, halkevi yakılmış. Yakılan evlerde saklanan 1'i kadın 4 kişi de yanarak can vermiş.
2 Temmuz 1993’te de Sivas’ta Madımak otelinde 33 Alevi yakılarak katledilmiş. Başbağlar katliamından 3 gün önce. Başbağlar güya, Madımak’ın rövanşıymış. Kim inanır bu masala.
Türkiye’de öteden beri iç savaş provası yapılır. Bazen Alevilerle Sünniler vuruşsun istenir, bazen Kürtlerle Türkler, Bazen Ermeniler üzerinden toplum gerilir, bazen de tarikatçılar üzerinden, bazen de şeriatçılar üzerinden. Bazen de üniversitelerde başörtülü kızlar için ikna odaları kurularak, bazen de başörtülü anneleri ordu evine almayarak toplum gerilmek istenir. Maraş olayları da Alevî Sünnî gerginliği yaratmak için tezgahlanmıştır. (19 Aralık 1978).
Bu işlerin gizli bir el tarafından yapıldığı söylenir. Ama o gizli el kime veya kimlere aittir bilinmez. Bilinse bile aşikâr edilmez. Yapılan suikastlar ve faili meçhul cinayetler de aynı amaçla işlenir. Alevî’siyle Sünnî’siyle, Kürdü ile Türkü ile, Ermeni’siyle Rum’uyla; Türk halkının vatanseverliği ve Müslümanlığı bu tezgâhları boşa çıkarmıştır. Bundan sonra da boşa çıkaracaktır.
Dünyanın ilk cemevi
Dünyada bilinen en eski Cemevi Onar Köyü’nde bulunuyormuş. Onar Köyü Malatya’nın Arapgir ilçesine bağlı. Gittik oraya. Ziyaret ettik Cemevini.
Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat döneminde (1221-1237) Sultan Keykubat'tan alınan belge ile kurulmuş. Türkmen şeyhlerinden Hasan Onar tarafından inşa edilmiş. 796 seneden beri ayakta duran Cemevi hakkında Rehberimiz Cem Kaya şu bilgileri verdi:
"Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat'ın bölgeye yaptığı bir ziyaret sonrası Türkmen Şeyhlerinden Hasan Onar'a verdiği ‘Zaviye Yerleşim Birimi Belgesi’ ile Türkmen Şeyhlerinden Hasan Onar tarafından inşa edilen Cemevinin girişinde dört kapı bulunur. İlk kapı şeriat, ikinci kapı tarikat, üçüncü kapı marifet, dördüncü kapı hakikat kapısıdır. Dört Kapı, normal bir insanın başlangıçta ham olan ruhunun ve benliğinin dört aşamadan geçerek, ergin olgun hale gelmesini, ilahi sırra ulaşmasını ifade etmektedir.
Ağaçlardan yapılan Cemevinin çatı sistemi yedi katlı olup yedi kat göğü simgeler. Tepedeki üçgen şeklindeki havalandırma boşluğuna 'sır lokma' derler. Yani bu boşluktan lokma atılır, kimsenin ne getirdiği ne götürdüğü bilinmez. Lokma, her canın kendi olanakları ve isteği doğrultusunda ceme sunduğu yiyecek, içecek ve diğer yardımlardan oluşur. Cemevine yapılan bağışlar, bu bağlamda birer lokmadır ve bunların da cemi yürüten kişi tarafından tek tek ya da lokma sahiplerinin adları topluca anılarak dualanması gerekir. Bu katkılar, cemin 12 hizmetlisinden lokmacı ve diğer görevliler tarafından ikram edilir.”
Devam edecek
18 Mart 2023 Cumartesi
ÇANAKKALE GEÇİLMEZ DEDİK; GEÇİRMEDİK...
Rüştü KAM
Ha-ber.com
1915 yılının temmuz ayı. Ramazan ayı. Mehmetçik Çanakkale Cephesi’ndedir. Oruçludur. Kurşun yağmurunun altında arkadaşının şehadetine tanıklık eden, sıranın her an kendisine gelebileceğinin hesabını yapmadan siperden sipere koşan o Mehmetçik, Çanakkale’de orucundan taviz vermemiştir. Bir Ramazan boyu hoşafla, bir dilim ekmekle tutmuştur orucunu. Siperinden de hiç ayrılmamıştır.
Ramazan Bayramı
Ramazan Bayramı yaklaşmıştır. Mehmetçik bayram namazının kılınıp kılınmayacağını merak etmektedir. Herkes birbirine sorar, “Acaba bayram namazı kılınacak mıdır? Kılınacaksa nerede kılınacaktır?”
Olayı anlatan bir Çanakkale Gazisidir:
“Çanakkale’de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydolmuştum. Gelibolu’da siperimdeyim. Hafız olduğum için bir taraftan da devamlı Kur’an okuyordum, dua ediyordum. Savaşın süresi uzadıkça, kayıplar da çoğalmaya başlamıştı, cephedeki din görevlileriyle irtibatlarımız da kopmuştu, herkes ayrı bir siperdeydi. Onlarla konuşup istişare edemiyorduk, savaş tüm hızıyla devam ediyordu, ana-baba günüydü, dehşetli çarpışmalar oluyordu. Bizim gibi gençler -o zaman 28 yaşındaydım- cephede savaşırken, yaşlılar geri hizmetlerde ve hastanelerde görev yapıyorlardı. Ben, savaş bitinceye kadar Seddülbahir Cephesi’nden hiç ayrılmadım.
Arefe günü idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı yanına. “Hafız, askerlerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Askerlerin toplu halde bir yerde bulunmaları çok tehlikeli ve bu düşman için bulunmaz bir fırsattır. Ben tekliflerini kabul etmedim. Sen de münasip bir lisan ile anlatırsın onlara” dedi. Paşa’nın yanından ayrılmıştım ki; zamanın ulularından gözü gönlü Hak adına bağlanmış arif, zarif bir zat çıktı karşıma. Bilgide kimse onunla yarışamazdı. Develer yüküyle kitap okumuştu o. Sohbet sırasında onu dinleyenler yangın içinde olsalar bile dinlerler, asla sohbetini bırakıp kaçmazlardı, şimdi karşımda duruyordu, tanıyordum onu. O zat o gün orada idi, evet oradaydı… Gerçek miydi Allah’ım bu gördüklerim diye düşünürken, o zat bana yaklaştı ve dedi ki: “Sakın ola ki askerlere bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! Allah ne derse o, olur!” Sabahı bekle…
Bayram Namazı
12 Ağustos 1915 Perşembe günü, sabah erkenden kalktım. Askerler de ayaktaydı, bayram namazını eda etmek istiyorlardı. Aynı göle dökülen sular gibi, Allah sevgisinde birleşen yüzlerce asker saf tutmuştu. Hak katında birlikte secdeye varacaklardı. Hep beraber başımızı göğe kaldırdık, hevenk hevenk beyaz bulutlar gördük. Biraz sonra da bu bulutlar olduğu gibi yere çöküverdi. Bu olağanüstü olay karşısında herkes kendinden geçti ve hep birlikte “Allahü Ekber!” deyip secdeye kapandık. İçimizde ince bir huzur çiçeklenmişti ve Yüce Allah bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. O, arafe günü konuştuğumuz ulu kişi de oradaydı. Askerle birlikteydi. “Dokuz tekbirle vacip bayram namazı için durun divana uyun imama, Allahü Ekber.”
Kısa bir sessizlikten sonra, o arif kişi, tatlı ve yanık sesiyle, Fetih Sûresi’nin 1. ayetinden 9. ayetine kadar okudu. Sonra ikinci rekât, tekbirler alındı, secdeye gidildi ve selam verildi, bayram namazı eda edilmişti. Koro halinde yüksek sesle Kelime-i Tevhidi tekrarlıyorduk. O kadar gür sesle okuyorduk ki Kelime-i Tevhidi, dağ taş inliyordu, “La ilahe İllallah”.
Seslerimiz yankılanarak geri geliyor gibiydi, ilk başta bize öyle gelmişti. İyice dikkat edince anladık ki bu ses bizim sesimizin yankısı değildi, kulaklarımıza inanamadık, bir yerlerden daha Kelime-i Tevhid okunuyordu, yüzlerce asker hep birden, “La ilahe İllallah” diyordu. Hepimizin beti benzi soldu, kül gibi oldu, herkesin yüreği ağzındaydı. Kimdi bunlar, bu sesler nereden geliyordu. Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi dayanacak yoksa anlatanlar mı dayanacak? “Allah! Allah!” diyen kendinden geçiyor, sanki hep birlikte kanatlanıp göklerde uçmaya başlamıştık. O barut ve kan kokusundan bıkmış olan askerler, Allah ile bütünleşmenin ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi. Allahü Ekber…
Zığındere’nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen “La ilahe İllallah” sesleri, onların kalbini kâh varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kâh yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. Hak’tan başka Hak yoktu. Tekrarlanan hep buydu… “La ilahe İllallah...”
Sonradan anladık ki bu sesler İngiliz sömürgesi içinde bulunan Müslüman askerlerin sesleriymiş… Bayram namazında okunan duaları ve tekrarlanan şehadet kelimesini duyunca, anlamışlar ki Müslüman Türk Askeri'yle savaşıyorlar, çılgına dönmüşler, kandırıldıklarını anlamışlar ve isyan etmişler. Hemen geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlar. Hepsi de infaz edilmiş. ”(M.İhsan Gençcan, Ç.S. ve Menkıbeler, İst.1998 s. 75)
Seyit Onbaşı
“İngiliz’i, Fransız’ı, Avustralyalısı dünyada ne kadar güçlü ve büyük devlet varsa toplanmışlar gelmişler Çanakkale Boğazı’na. Gayeleri bizi geldiğimiz yere, Orta Asya’ya sürmekmiş. Çoktan paylaşmışlar bile kendi aralarında Osmanlı Toprağını. Güya, bizimle müttefik(!) olan Almanya, Anadolu haritasının üzerine Almanya (Deutschland) yazarak gelmiş Çanakkale'ye. Savaştan sonra onun payına Anadolu düşecekmiş, böyle anlaşmış olmalılar işgalcilerle. Çanakkale komutanı Liman von Sanders’in çıkarmayı 24 saat geciktirmesinin ve askeri yanlış yerde, Saroz Körfezi’nde mevzilendirmesinin sebebi bu olsa gerektir.
İşgalciler, birkaç bomba atarak Çanakkale’yi geçip sabah kahvelerini Marmara Denizi’nde yudumlamak istemekteymişler. Balkan Savaşları’nda yorgun düşen ve hırpalanan Osmanlı’nın dayanacak gücünün kalmadığını düşünmekteymişler. Osmanlı’nın Boğaz’a döşedikleri mayınları, mayın temizleme gemileriyle temizlemek zor olmamış onlar için, sonra da kendilerinden emin bir şekilde 19 Şubat sabahı başlamışlar Osmanlı tabyalarını bombalamaya. Yer yerinden oynamış, neredeyse taş üstünde taş gövde üstünde baş kalmamış. Cesetler havada uçuşmaya başlamış.
Komutanı çıkarmış Seyit Onbaşı’yı enkazın altından, ayakta kalan üç kişi varmış. Biri subay, biri er ve bir de Seyit Onbaşı. Yapabilecekleri fazla bir şey yokmuş. Oraya buraya bakınıp neleri yapabileceklerinin hesaplarını yaparlarken, Seyit Onbaşı “Ya Allah bismillah” diyerek almış yerde duran 250 kiloluk o son top mermisini, sürmüş topun ağzına ve yollamış hedefine. Tam isabet. Bir telaştır almış düşman donanmasını. Birbirlerini yedeklerine almaya çalışan diğer gemiler de Anadolu yakasına paralel olarak ne zaman döşendiğini bilemedikleri mayınlara çarparak, başlamışlar birer birer denize gömülmeye. “Gerçekten inanıyorsanız ve sabırlıysanız, Ben sizin 20 kişilik gücünüze 200 kişilik güç veririm”. Seyit Onbaşı Allah’ın bu yardımına mazhar olmuş. Çanakkale Boğazı’ndan geçememiş düşman ve 19 Şubat sabahı, yudumlayamamışlar kahvelerini Marmara’da. Arkalarına bile bakmadan başlamışlar kaçmaya ve deniz savaşı böylece Osmanlı’nın zaferi ile sonuçlanmış.
Yahya Çavuş Sahne Alıyor
Deniz savaşı böyle sonuçlanmış sonuçlanmasına da düşmanın gayesi Türkleri geldikleri yere göndermek olduğu için pes etmemişler ve karadan boğaza inmek istemişler. Arıburnu’ndan çıkarma yapmışlar Gelibolu’ya. Bu sefer de Yahya Çavuş çıkmış karşılarına, 63 askerle. Gerçek bir destan yazmışlar orada, müttefik ordularını karaya çıkarmamak için direnmişler ve neticede 63 asker hepsi orada şehit olmuşlar. Beklenmedik bir olay da burada gerçekleşmiş. Müttefikler, nihayet 63 askeri şehit edip karaya ayak basınca, Fransız ordusuna mensup Senegalli askerler, Müslüman Osmanlı askerleriyle savaştıklarını fark etmişler, subaylarından ikna edici bir cevap alamayınca da silahlarını çevirmişler Fransız askerlerine, Allah ne verdiyse… Sonra da kalan Fransız askerleri tarafından hepsi şehit edilmişler...
Conk Bayırı
63 kişiye karşı kazandıkları bu mevzi başarılarından cesaret alan düşman askeri, Conk Bayırı’na doğru başlamış ilerlemeye. Bigalı köyünde geri hizmette görevlendirilen Mustafa Kemal çıkmış bu sefer karşılarına. Kurmay Yarbay Hüseyin Avni Paşa ile birlikte yapmışlar planı. 57’inci Alay’ın komutanıymış Hüseyin Avni Paşa. Anzaklarla girişilen çatışmada hepsi şehit düşmüş. Önlerine çıkan engelleri birer birer aşan düşman askerleri için an meselesiymiş artık savaşı kazanmak, böyle düşünmeye başlamışlar. Allah’ın yardımı bu sefer de Mustafa Kemal’e ulaşmış. Mermileri bittiği için Anzaklardan kaçan askerlerle karşılaşmış Conk Bayırında. Arkalarından kovalamaktaymış Anzaklar onları. Tehlikeyi gören Mustafa Kemal birden askerlere, “asker yat” komutunu vermiş. Bu komutla askerlerimiz yatarken, birdenbire ne olduğunu anlayamayan Anzak askerleri de yatmışlar o an yere. İşte Çanakkale savaşının kırılma noktası bu komut olmuş. Hemen sonra, “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum” komutuyla şahlanan askerler ‘Allah Allah’ nidalarıyla hücuma kalkmışlar, püskürtmüşler Anzakları. Kara savaşında zafere doğru gidilen yolda ilk adım işte böyle atılmış.”
Metrekareye 8.000 merminin düştüğü, bir gecede on bin gencin kaybedildiği, nişanlıları birbirinden, öğrencileri okullarından ayıran Çanakkale savaşı, 250 bini şehit olmak üzere tamamı 316 bin kayıpla 29 Ağustos 1915’te zaferle sonuçlanmış.
Bu savaşı en iyi anlayan ve yaşayan kişi hiç kuşkusuz Mehmet Akif Ersoy’dur. Kendisi savaş esnasında gönüllü asker toplamak üzere Mısır’da görevli olmasına rağmen sanki savaşın en kızgın yerinde savaşıyormuş gibi yazmıştır bu destanı. Mehmet Akif olmak işte böyle bir şey… Bu destanı mutlaka okuyunuz, sadece okuyunuz, anlamaya çalışmayınız, inanın, bitirdiğinizde anlamış olacaksınız.
Çanakkale Destanı
“Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu: bir Avrupalı! “
...
Ben derim ki, Çanakkale anlatılmaz ancak yaşanır. Avrupa ülkelerinde yaşayan ve izinlerini Türkiye’de geçirmek isteyenler, sizlere tavsiyem; Çanakkale’yi mutlaka yaşamanızdır.
13 Mart 2023 Pazartesi
ORUC 2023
Rüştü Kam
Ramazan ayı yaklaşıyor. Esnaf, dernekler, dini kuruluşlar imsakiye dağıtmaya başlayacaklardır. İmsakiyeler bu sene de birbirini tutmayacaktır. Her cemaat farklılığını ortaya koyacak ve kendi imsakiyesinde belirtilen zamanların doğru zamanlar olduğunu hararetle savunacaktır. Müslümanlar da tabiatıyla bu tartışmanın dışında kalmayacaktır. İftar sofralarında dünya Müslümanlarının durumları değil de; kimin imsakiyesinin doğru olduğu tartışılacaktır. Sinekli seccade…
Ben bu yazımda Almanya’da oruç tutacak olan Müslümanların elinden tutmaya çalışacağım. Oruç tutmak için sağlıklı olduğu halde hasta olduğunu doktoruna söyleyerek hiçbir Müslümanın rapor almaması gerektiğinin altını çizeceğim. Oruç tutmak için yalan söyleyerek rapor almanın kul hakkı olduğuna vurgu yapacağım. İbadetlerin sağlıklı olmasının, bireylerin kendilerini ikna etmeleriyle doğru orantılı olacağını yazacağım. Oruç ayı gelmeden önce Müslümanlara ulaşmaya çalışmamın sebebi budur. Yazdıklarımı sakin bir şekilde düşünenler olacaktır elbet. Ben onları selamlıyorum. Yazdıklarımdan dolayı bana kızanlar da olacaktır. Geçtiğimiz senelerde olduğu gibi beni itham edenler de olacaktır. Ben onları da selamlıyorum.
UZUN GÜNLERİ OLAN COĞRAFYALARDA ORUÇ
Allah her şeyi bir ölçü dâhilinde yaratmıştır. "Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık" (Kamer suresi, 49) Allah kurduğu bu düzenin bozulmasını istemiyor. Bunun için yaratıklarının içinden insanoğluna farklı bir statü veriyor. İnsanoğlu akıllıdır, zekidir, yetkileri ve sorumlulukları vardır.
Yaratıcı insanoğluna bir de yol haritası vermiştir (Kur’an). Allah, insanoğlu Kendisiyle devamlı irtibat halinde olsun ki, ölçü bozulmasın istemektedir. Namaz, oruç, hac gibi ibadetlerle insan Yaratıcısıyla istenilen irtibatı kuracaktır. Bu ibadetler eğitim amaçlıdır. Müslüman bu ibadetleri yaparak kendisini eğitecektir. Bu ibadetleri yaptı diye Müslüman Cennet’e konulmaz. Müslümanı bildiğimiz günlük ibadetler değil, dünyanın imarı ve insanlığın barışı için yaptıkları Cennet’e taşıyacaktır.
Bu ibadetlerin genel çerçevesi yol haritasında çizilmiştir. Ancak, yol haritasını tam olarak anlayabilmek için haritanın çizildiği o bölge; o bölge insanının kültürü, anlayışı, yaşam şartları, coğrafi konumları, yaşam standartları iyice analiz edilmelidir, anlaşılmalıdır.
Müslüman birey, bu çerçeve içinde kalarak kendi hareket kabiliyetlerini geliştirecektir. Herkes gücü nispetinde görevlerini yerine getirecektir, kimseye gücünün üstünde yük yüklenmeyecektir ve bireyler kendileriyle ilgili kararları kendileri verecektir. Buyruk böyledir. Allah aklını kiraya verenleri sevmez. "Allah hiçbir nefse gücünün yeteceğinden öte yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir. " (Bakara Sûresi 2/286)
Oruç ibadeti de eğitim amaçlı ibadetlerden biridir. Nasıl icra edileceği ile ilgili çerçeve bilgiler, yol haritasında mevcuttur: Hitap Kur’an’ın indiği zamandaki bölge insanınadır, bölge insanının anlayabileceği şekilde kolay bir hitaptır. Bu açıklama Kur’an’ın açıklamasıdır. Oruç ibadetinin zamanı ve süresi yol haritasında açıklanmıştır, bu süre içinde nelerin yapılamayacağı da açıklanmıştır.
Oruç ibadetinin ifadeye konulduğu bölgede (Hicaz) yaşayan insanlar yol haritasında çizildiği gibi oruçlarını tutacaklardır. Çizgiler oldukça belirgindir, nettir: Evin dışındaki varlıklar çıplak gözle birbirlerinden seçilinceye kadar yenilecek ve içilecek, cinsel ilişkiye girilebilecek (sahur), varlıkların seçilmesinin zorlaşmaya başlandığı zaman gelince de yeme içme ve cinsel ilişki yasağı kalkacaktır (iftar). Kur’an’ın bölge insanına verdiği teknik bilgi aynen böyledir.
Hicaz bölgesinin dışında kalan Müslümanlar, bilhassa gece ve gündüzü birbirine eşit olmayan bölgede yaşayan Müslümanlar, kendi şartlarını göz önünde bulundurarak oruca başlama zamanlarını kendileri belirleyeceklerdir. Süre zaten bellidir. Bu çalışmaya içtihad denir: Yol haritası Müslümanların elindedir. Nereye gidileceği de bellidir. Allah’ın rızası kazanılacaktır. Hicaz bölgesini esas alarak kendilerinin yaşadıkları bölgelerle ilgili kararları verebilecek bilgiler ve donanımlar Müslümanların fıtratlarında mevcuttur.
UZUN GÜNLERDE ORUÇ NASIL TUTULUR
Kur’an’ın indiği yerde gece ile gündüz arasındaki fark oldukça azdır. Orası Ekvator bölgesidir. Kur’an o bölgede inmiş ve o bölge insanına hitap etmiştir. O insanların zaman birimi güneş ve aydır. Kur’an buna rağmen o insanlara, oruca başlama zamanı(imsak) olarak güneşin doğuşunu, bitiş zamanı(iftar) olarak da güneşin batışını esas alacaksınız dememiştir. Güneşle ilişkili ifadeler yoruma açık ifadelerdir.
Eski ilmihal kitaplarında zaman tespiti için, ağaçların gölgesi iki misliyken gibi ibareler kullanılırdı. Bu ifadeler yöre insanlarının günlük yaşamları ile ilgili ifadelerdir. Müslümanların kolayca konuya hakimiyeti sağlanmak istenmiştir.
Güneşin doğmadığı, geç battığı veya hiç doğmadığı-batmadığı yerlerle ise Allah detay vermemiştir. Ölçüyü koymuş ve o bölgelerdeki kararları Müslümanlara bırakmıştır.
Bu belirsizlikten dolayı, Allah oraları unutmuştur diyemeyiz. Allah o insanlara zulmetmek için detay vermemiştir de diyemeyiz. O coğrafyada yaşayan Müslümanlara oruç farz değildir de diyemeyiz.
Allah zulmetmekten beridir. Allah, o bölge insanlarının hür iradeleriyle karar vermelerini (içtihad) uygun görmüştür diyebiliriz: Çünkü, Allah insan sağlığına zararlı olan bir ibadeti farz kılmaz. Böyle yapması zulüm olur. Allah kullarının üzerine gücü yetmeyeceği bir yükü de yüklemez. Çerçeve bellidir.
Müslüman akıl, bu çerçevenin içinde kalarak o bölge insanının ihtiyacı olan çözümü üretecektir (içtihad). Akıl böyle zamanlarda gereklidir. “Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım.” (Yunus 10/100)
Almanya Müslümanları ne yapacaklardır
Almanya'nın coğrafi şartları ve iş durumunu göz önünde bulundurarak Almanya’da yaşayan Müslüman bireyler oruç ibadetlerinin zamanını ve süresini kendileri tespit edeceklerdir. Bu yönteme takdir yöntemi denir.
Bu konuda; Süleyman Ateş, Mehmet Said Hatipoğlu, Muhammed Hamidullah, Hayrettin Karaman gibi İslâm âlimleri görüş belirtmişlerdir: “Gece ile gündüz arasındaki farkın fazla olduğu bölgelerde “takdir yöntemi” ile oruç tutulabilir demişlerdir.
Müslümanların takdir ederek oruç tutacakları bölgelerden biri de Almanya‘dır. Bilhassa yaz aylarında Almanya ‘da oruç zamanı yaklaşık 20 saate kadar uzayabilmektedir. İnsan sağlığı açısından, bu zaman çok uzundur. Oruç ibadetinin farz kılınma sebeplerinden biri de insan sağlığını düzene koymaktır, bozmak değildir. Oruç tutsun diye, Müslümanlar telafisi mümkün olmayan hastalıklara maruz bırakılmamalıdır.
Takdir konusunda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fetvası şöyledir
“Normal vakitlerin oluşmadığı dönemlerde namaz ve oruç vakitleri hususunda takdir yöntemine başvurulması kaçınılmazdır. Bazı hadislerde de ifade edildiği gibi vakitlerin oluşmadığı yerlerde "takdir yöntemi" ile ibadet edilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Fakat İslam Dini’nin birlik beraberlik ve kardeşliğe verdiği önem gereği bu bölgelerde uygulanacak olan takdir yönteminde belli bir birliğin sağlanması gerekmektedir. Bu birlik de ancak ilgili tarafların bir araya gelerek meseleyi görüşmeleri ve ortak bir karara varmalarıyla mümkün olacaktır. Diyanet İşleri Başkanlığı bu birliğin sağlanabilmesi için öteden beri gayretlerini sürdürmektedir.“ (Tarih: 10-11/06/2009 Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı)
Kur’an Mekke’de inmeye başlamış ve Medine’de tamamlanmıştır. Arapların anlayacağı dille inmiştir. Oruç Medine’de farz kılınmıştır ve Medine’nin coğrafi şartları ibadet zamanlarında esas alınmıştır.
Dünyanın diğer bölgelerinde aynı coğrafi şartlar geçerli değildir. Altı ay gece altı ay gündüz olan yerler var. Bu bölgelerde yaşayan Müslümanlar var. Onlar “Takdir” ederek oruçlarını tutabilirler, namazlarını kılabilirler. Güneş batmıyor diye 20 saat oruca mahkûm edilemeyecekleri gibi, vakit girmiyor diye namazı ve orucu terk etmeleri de istenemez. Takdir ederek ibadet zamanlarını belirleyebilirler. Takdir edecekleri zaman biriminin Medine’nin zaman birimi olması daha uygundur.
Oruca başlama zamanı
Orucu farz kılan Allah, oruca ne zaman başlanması ve ne zaman sonlandırılması gerektiğini de açıklamıştır. Bu bilgiler yol haritasında mevcuttur. Kur'an'ın buyruğu açıktır: ''Fecir vakti sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın.'' (5)
Ayetten anlaşılacağı üzere, güneşin doğmasına yakın zamana kadar yiyip içilebilir, yani 30 dakika, 45 dakika öncesine kadar. Bu uygulama ayetin ruhuna uygundur. Bu konuda Peygamberimiz ’in uygulaması da var. Hz. Ömer, Huzeyfe, İb. Abbas, Talk İb. Ali, Ata İb. Ebî Rabah, Ameş, Ali İb. Ebû Talip gibi sahâbelerden gelen rivayetler de var:
Huzeyfe şöyle der:
''Sabah oluncaya kadar Resûlullah ile beraber yiyip içtik ki, güneş henüz doğmamıştı.'' (4) Bu hadise göre, oruca başlama vakti, sabahleyin yolların dağların, tepelerin belli olacağı zamandır. Yani çıplak gözle eşyaların birbirinden seçildiği zamandır.
Zirr b. Hubeyş’ten:
"Sahur yemeğini yiyip mescide gittim. Giderken, Huzeyfe'nin evine uğradım. Bir deve sağmamı emretti, sağdım. Sütü pişirmemi emretti, pişirdim, sonra; "iç" dedi. Ben oruç. tutmak istiyorum" dedim. "Ben de istiyorum." dedi. Yedik, içtik sonra mescide geldik, hemen namaza başlanıldı.”
Zir b. Hubeyş devam ediyor:“Huzeyfe’ye bu durumu sordum. O da bana "Resûlullah bana böyle yap dedi" veya "ben Resûlullah'la böyle yaptım" dedi. "Sabahtan sonra mı?" dedim. "Evet, sabahtan sonra, ancak güneş henüz doğmamıştı" dedi. (Ateş c.1. s.312- 315)
Ebû Davud'un hadîsi de bu görüşün delilleri arasındadır:
"Biriniz su ve yemek kabı elinde iken ezanı işitirse ihtiyacı kadar yiyip içsin" (Musned: II-423- Ebu Davud c. 2, s.258, h. 2350)
İbnü'l-Münzîr'in rivayetine göre;
Hz. Ali sabah namazını kıldıktan sonra; "Şu an beyaz ipliğin siyah iplikten ayrıldığı andır" demiştir.( Ateş . c.1s. 312- 315)
İçtihad yapmak farzdır
Oruç ibadetinin zamanının tespiti ve süresi ile ilgili çalışmalar yapılmasını Kur’an teşvik etmiştir. Gece ile gündüzün eşit olmadığı yerlerde Müslümanlar şartları göz önüne alarak ve çerçeve içinde kalarak içtihadlar yapma serbestisine sahiptir:
“Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan O’dur. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Dinleyen bir toplum için bunda âyetler vardır. (Yunus 10/67)
“Görmediler mi; dinlensinler diye geceyi yarattık. Gündüzü de aydınlatıcı yaptık. İnanan bir toplum için bunda göstergeler vardır.” (Neml 27/86)
“Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan Allah’tır. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Allah insanlara gerçekten çok ikram eder ama insanların çoğu şükretmezler.” (Mü’min 40/61)
Gece, dinlenme; gündüz ise çalışıp kazanma zamanıdır. İlgili âyetlerden biri şöyledir: Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan odur. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Dinleyen bir toplum için bunda âyetler vardır. (Yunus 10/67)
Gündüz, yaşama zamanıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Gündüzü yaşama zamanı yaptık.” (Nebe’ 78/11)
Güneşe ve duhâsına, onu takip ettiğinde aya, güneşin duhâsını gösterdiğinde gündüze, güneşin duhâsını örttüğünde geceye, (yemin olsun) (Şems 91/1-4)
Ayetlerden anlaşıldığına göre. Gece istirahat zamanı, gündüz çalışma zamanıdır. Gece ile gündüz arasındaki fazlalıktan dolayı iş zamanı ile ibadet zamanını, istirahat zamanını saatle tespit etmek gerekiyor.
Prof.Dr.Abdulaziz Bayındır bu ayetleri şu şekilde açıklamıştır
„Duhâ ile ışık arasındaki temel fark ısıdır. Bu sebeple gece ile gündüz arasında ısı farkı olur. Beyaz gecelerde gökyüzünde dolaşan güneş ışık verir ama ısısı gündüz gibi hissedilmez. Aydınlatan şeyin güneş değil de gündüzün kendisi olması, güneşi gündüzün göstergesi olmaktan çıkarır ve güneşsiz gündüzlerin olabileceğini gösterir. Nitekim Arapçada gündüze nehar denir ve aydınlığın yayıldığı vakit, diye tanımlanır. İnsanların yaşadığı en kuzey yer olan Tromso’da güneşin doğmadığı günlerde, güneşten gelen ışınlarla çevre aydınlanmakta ve gündüz oluşmaktadır. Güneşin hiç batmadığı Haziran ayında Tromso’da gündüz kısa kollu gömlekle dolaşırken gece, pantolonun altına içlik, kalın çorap, yün kazak, ceket, kaban ve başlık giyilir.
Ekvatorda güneş ışınları, dünyanın eksenine sürekli 90 derecelik bir açıyla geldiği için o bölgede gece ile gündüz hemen hemen eşit olur. Yazın gece ile gündüz kutup noktalarında da eşittir. Buralarda aydınlığın sürekli olması ve gecenin göstergesinin kaldırılmış bulunması sebebiyle gece ile gündüzden birini diğerinden uzun saymanın delili olmaz. Bu eşitlik, güneşin batmadığı salât dönencesi boyunca devam eder. Diğer enlemlerde güneş ışınlarının geliş açısı gece ve gündüzün uzunluklarını değiştirir. Kışın salât dönencesinden sonra günün uzunluğu, ışığın o bölgeye gelişine bağlı olarak değişir.“( www.suleymaniyevakfi.org)
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır, “Norveç’te yaptığı tespit ve gözlemlerle, insanların burada 13 saatten fazla oruç tutamayacaklarını tespit ettiklerini söylüyor.
Molla Hüsrev’in de fetvası böyledir: Gündüzleri 24 saatten daha uzun yerlerde, mesela altı ay gündüz olan yerlerde, oruca saat ile başlanır ve saat ile bozulur. Gündüzü böyle uzun olmayan, vakitleri normal teşekkül eden, yani gündüzleri 24 saatten az olan bir şehirdeki Müslümanların zamanına uyularak oruç tutulur. (Dürer*)
Prof.Dr. Mehmet Said Hatipoğlu, bu konuda şöyle der: “Bu gibi bölgelerde Mekke’nin ve Medine’nin zaman ölçüleri esas alınarak, ibadet zamanları belirlenmelidir.” Prof.Dr.Hayri Kırbaşoğlu da bu tespite katılır.**
Sonuç
Bu açıklamalardan sonra biz de deriz ki, Almanya’da oruç; Mekke ve Medine’deki (Hicaz) oruca başlama ve orucu açma zamanları esas alınarak tutulmalıdır.
Almanya gece ve gündüzün 12 saat olmadığı coğrafyadaki ülkelerdendir. Gündüzü 20 saate kadar uzanır. Yukarıda yapılan açıklamaları göz önüne alırsak, Almanya’da sahur ve iftar zamanı güneşin doğuşu ve batışıyla değil, saatle tespit edilmelidir. 13 saat uygun olan süredir. Bu tespit hem Bayındır ve hem de Hatipoğlu ve Kırbaşoğlu’nun görüşlerine uygundur. Dürer sahibi Molla Hüsrev de aynı kanaattedir.
20 saate yaklaşan bir süre oruçlu olmak, oruç ibadetinin ruhuna uygun değildir. Oruç ibadetinin süresi 20 saat olduğu zaman, oruç faydalı değil, zararlı olmaya başlar. Günde en az iki litre su alması gereken vücut 20 saat susuz kalırsa sağlık sorunları başlayabilir. Bu durum beyin kanamalarına, kalp krizlerine sebep olabilir.
Dini cemaatlerimiz, Ramazan ayında toplayacakları zekât ve fitre konusunda harcadıkları mesai kadar, veya o çalışmaların yarısı kadar üyelerinin ibadetleriyle ilgili kolaylıklar üzerinde de mesai harcasalar, hem cemaatin sıkıntısını giderecekler, hem de istedikleri meblağı yine de toplamış olacaklardır.
“Allah, her kimi doğru yola erdirmek isterse, onun gönlünü İslâm’a açar…” (Enam;6/125)
…………………………………………………………
(1) Bakara suresi 3
(2) Bakara suresi / 184-185
(3) Bakara suresi / 187
(4) Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul,1988.1. cilt 312- 315.
(5) Bakara 187
* Dürer, Molla Hüsrev’in eseridir. Hanefi Fıkhına göre yazılmıştır. 1460 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından şeyhülislamlığa tayin edilmiştir. Molla Hüsrev, yirmi sene boyuncu bu görevi yürütmüştür. Fatih Sultan Mehmet Molla Hüsrev için ‘Zamanımızın Ebu Hanife'sidir.’ diyerek sevgisini belirtmiştir. Eserinin tam adı: Dürerü’l-Hukkâm Fî Şerhi Gureri’l-Ahkâm, Musannıfı : Muhammed Bin Ferâmûz.
**Daha geniş bilgi için, Uzun günlerde oruç; Musa Carullah Bigiyev, İz Yayıncılık, İst.2009).
9 Mart 2023 Perşembe
DEİZM III
DEİZM KUR’AN İLE SAVUNULABİLİR Mİ? (III)
-Deizm gibi, dağarcığımıza yeni yeni düşen kavramlar hakkında negatif açıklamalar yapmadan evvel, Müslümanlar kendi eteklerindeki taşları dökmelidir. Deiste deist demeden evvel, ateist demeden evvel, kafir demeden evvel, dinsiz demeden evvel; Deizm ile ilişki kurulabilecek Kur’an buyruklarının, hadislerin kendi zamanlarındaki anlamlarının; şartlar, bölge, örf ve adetler göz önünde bulundurularak çok iyi yorumlanması gerekir-
Rüştü KAM
İman amelden bir cüz müdür, değil midir?
Tartışmalı bir konu. Tarihte de çok tartışılmış. Sonunda bu tartışmalar âlimleri gruplara ayırmış. Birbirlerini tekfir derecesine bir gruplaşmadan bahsediyorum. Tekfir eden de tekfir edilen de Allah adına, Müslüman olarak birbirlerini tekfir etmişler. Her bir grubun İslâm anlayışında diğeri İslâm’ın dışında kalmış.
Önce, amel ve iman ilişkisine Kur’an ne diyor ona bakalım: “Ey iman edenler! Cuma günü salat için seslenildiği zaman, alışverişi bırakıp, hemen Allah'ın öğüdüne koşun. Eğer bilirseniz, bu, sizin için daha hayırlıdır.” (Cuma 62/9. Erhan Aktaş Meali)
-“Ey iman edenler ! Kat kat faiz yemeyin. Allah’a itaatsizlikten sakının ki kurtu-luşa eresiniz.” (Âl-i İmran 3/130. Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Meali)
-“İman edip hayra ve barışa yönelik işler yapanlar için bir bağışlanma ve bol bir rızık vardır.” (Hac 22/50. Yaşar Nuri Öztürk Kur’an Meali)
-“İman edip hayra ve barışa yönelik işler yapanlar müstesnadır. Onlar için kesintisiz bir ödül vardır.” (İnşikak 84/25. Yaşar Nuri Öztürk Kur’an Meali)
-“İman edip hayra ve barışa yönelik işler yapanlara gelince onlar için, altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Büyük başarı işte budur.” (Bürûc 85/11. Yaşar Nuri Öztürk Kur’an Meali)
Bu âyetlerden anladığımıza göre iman başkadır, amel başkadır. İman ile amel aynı şey değildir.
İkinci sırada rivayetler var, bir de o rivayetlere bakalım: Ebû Hureyre’den rivayet edilen bir hadise göre Peygamberimiz;
*“ Ey Ebû Hreyre! Bu duvarın arkasında, gönülden inanarak “Lâ ilâhe illallah” diyen kime rastlarsan, onu Cennet’le müjdele!” (Müslim, Îmân 52)
*“Dünyadan son sözü ‘lâ ilâhe illallah’ olan Cennet’e girer!” (Ebû Dâvûd, Cenâiz 15, 16; Hâkim, Müstedrek 1/503, 678)
*“Sadece O’nun rıza ve hoşnutluğunu düşünerek kim ‘lâ ilâhe illallah’ derse Allah (c.c) ona Cehennem’i haram kılar.” (Buhârî, Salât 46, Teheccüd 36, Et’ıme 15; Müslim, Mesâcid 47; Tayâlisî, Müsned 2/357)
*“Kim ‘lâ ilâhe illallah’ derse, bu sözünden dolayı Allah ona Cennet’i vacib kılar ve yine bu sözü sebebiyle onu Cehennem’den kurtarır!” (Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 25/164)
*“Ölmek üzere olanlarınıza ‘lâ ilâhe illallah’ı telkin edin; zira dünyadan ayrılırken son sözü bu olan Müslüman bir kimseye Allah (c.c), Cehennem’i haram kılar.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef 2/447)
Bu rivayetlere göre de iman ile amelin ayrı ayrı olduğu anlaşılıyor. Amel yoksa iman yok olmuyor, devam ediyor.
Üçüncü sırada mezhepler var. Önce İtikadî Mezhepler:
Hâricîler; “iman’a” öznesi cihetinden baktıkları için yaklaşım tarzları hep olumsuz olmuş. Yani onlar sorgulamaya “kâfir kimdir?” sorusu ile başlamışlar.
Bundan dolayı Hâricîler İslâm toplumunu oluşturan bireyleri tespit etmek ve mümini tanımlamak yerine, Müslüman toplumdan kovulacak olanları belirlemeye çalışıp İslâm toplumunu sürekli olarak kâfirlerden temizlemekle meşgul olmuşlardır.
Mürcie; “mümin kimdir” sorusuna cevap vermeye çalışmış. Ahlâki davranışın önemini inkâr etmiş, bunun yerine imanı veya toplumun üyeliğini önermiş, bunu ifade etmenin en güzel yolunun da “imanla birlikte günahın zarar vermeyeceğini” söylemek olduğunu ileri sürmüş.
Mu’tezîle; Hicri III. asrın başında bir itikat mezhebi olarak zuhur etmiş. Kebîre (büyük günah) işleyen kimselerin ne Hâriciler’in iddia ettiği gibi kâfir, ne de Mürcie’nin iddia ettiği gibi mümin olduğunu iddia etmiş. Böyle birinin iman ile küfür arasında “fısk” denilen üçüncü bir mertebede olacağını savunarak farklı bir izah getirmiş. Her iki görüş arasında orta bir yerde duran Mu’tezîle, “Kebîre işleyen kimse imandan çıkar ama küfre de girmez. Küfür ile iman arasında bir yerde bulunur.” şeklinde bir izah getirmiş.
Eş’arî; kebîre işleyeni kâfir değil, günahkâr mümin kabul etmişler. (Eş’ârî, İlk Dönem İslâm Mezhepleri, s. 238‐239)
İmam Mâturîdî ise; yalnız kalp ile tasdik etmeyi, iman etmek için yeterli görmüş. (Şerhu’t-Tahaviye, 2/275-Şamile)
Cebriye; bu fırka, bize imanı veren de ibadet ettiren de Allah’tır. Allah her işi zorla yaptırır. İnsan kaderine mahkûmdur. Hiç kimse, işlediği günahtan mesul değildir diyerek şu mealdeki âyetleri delil olarak gösteri:” Allah, dilediğini hidayete kavuşturur, dilediğini dalalette bırakır.” (İbrahim 14/4. Muhammed Esed Meali)
“Sizi de yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.” (Saffat 37/96. Diyanet İşleri Meali(yeni)
Cebriye’nin dışındaki mezhepler iman eden kimse büyük günah işlese bile dinden çıkmaz. Yani iman ile amel aynı şey değildir. Günah işleyen Mü’minin imanı devam eder demişler.
Cebriye’de ise sıkıntı yok. Günahı da sevabı da Allah işletmiştir. Dolayısıyla Allah kendi kendine sevap veya ceza verecek değildir. Yani kişi zaten günahsızdır. Kişi Deist olmuşsa Allah istediği için olmuştur.
Konu ile ilgili bazı yorumlar da şöyledir: Amel, insanın, dînin emrettiklerini yerine getirmesi, yasakladığı şeylerden de kaçınması demektir. Amelin îman ile alâkası vardır. İnsan önce bir şey`i benimser, doğruluğuna inanır, sonra da o inandığı şey`i yaparak yaşar. Bununla beraber amel, îmanın bir parçası değildir. Yani, insan dînin emirlerini yerine getirmese ve ibâdetini yapmasa dahi, îmandan çıkmış olmaz, inancını inkâr etmiş sayılmaz; sadece günahkâr olmuş olur. Amel imandan bir cüz değil, imanın kemâlinden bir cüz'dür. (Taftezani, Saduddin, Şerhu'l- Akaid, Salah Bilici Kit. İst. 1973, V, 197; Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 183)
Eğer iman amelden bir parça (cüz) olsaydı, amelin düştüğü hallerde, imanın da düşmesi gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir.” (Aliyyü’l Kari, Fıkh-ı Ekber, İst:1981, sh. 216. Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları: 206)
Amelî Mezhepler:
Hanefi mezhebine göre Kelime-i Tevhidi söyleyen herkes cennete girecektir. Amel imandan bir cüz değildir.
Malikî, Şafii ve Hanbelîlere göre, amel imandan bir cüz değildir ama amel etmeyen de kâfir olmaz. Çünkü, amel imanın asıl parçası değil, onu kuvvetlendiren tamamlayıcı bir unsurudur. Amelin imanı güçlendiren, onu tamamlayan bir unsur olduğunda şüphe yoktur. Çünkü, aynı kişinin Allah’a ibadet etmekle meşgul olduğu zaman dilimindeki durumu, Allah’a karşı hissettiği sevgi ve saygı ile gaflet içerisinde olduğu zamandaki durumundan çok farklı olduğu tecrübe ile sabittir. (Gazalî, el-İktisad fi’l-İtikad-Şamile-1/73).
İslâm alimlerinin büyük çoğunluğuna göre, iman; dil ile ikrar, kalp ile tasdikten ibarettir. Böyle bir iman kişiyi Allah katında mümin yapar. Nitekim Peygamberimiz (s) bazı münafıklara hitaben “Ey kalplerine iman girmeyen, yalnız dilleriyle iman eden topluluk!” diye hitap etmiştir. (Bakıllanî, el-İnsaf, 1/18-Şamile).
Bu kadar açıklamadan sonra şunu diyebiliriz: Sadece Allah’a iman etmek kurtuluş için tek başına yeterlidir. Yukarıda zikrettiğimiz ayetlerden, rivayetlerden ve İslâm alimlerinin açıklamalarından anladığımız budur. Deistin dediği de budur. “Bana Allah yeter. Bir başkası gerekmez. Ben de zaten O’na inanıyorum.” Deist böyle diyor.
Sonuç
Deizm gibi, dağarcığımıza yeni yeni düşen kavramlar hakkında açıklama yapmadan evvel, Müslümanlar eteklerindeki taşları dökmek zorundadır. Deiste; ateist demeden evvel, kafir demeden evvel, dinsiz demeden evvel dini literatürümüzdeki Deizm ile ilişkisi kurulabilecek bazı yerleşik kavramların izahının ya-pılması veya anlaşılır biçimde içinin doldurması gerekir.
Yukarıda yaptığımız açıklamalardan anlaşılan budur. Sâbiîlerin kimliği konusunda dini literatürdeki bilgilerimiz net değildir. Literatürümüzde; Yıldıza tapanlar, Mecusiler, Harranlılar, Iraklılar v.s gibi kimliği net olarak belli olmayan gruplar Sabiî olarak açıklanmıştır. Oysa Sabiî Kur’an’ın kurtuluş müjdesine muhatap olan kişidir. Kur’an’ın ifadesi böyledir. Yukarıdaki tanımlara baktığımızda bizim onlara Müşrik dememiz gerekir. Çünkü Mekke Müşrikleri de onlar gibi Allah’a inanıyorlardı. Hatta bir olduğuna da inanıyorlardı. Şirkle mücadeleyi esas alan Allah, Sâbiîleri Ehl-i Kitap’ın içinde zikrediyorsa Ehl-i Kitab’ın yelpazesi oldukça geniş demektir. Bu durumda deizme yeşil ışık yakılmaması için bir sebep yoktur.
Zorlama yorumlarla, bizim gibi inanmayanları, sadece kıskançlığımızdan dolayı, Allah’a ve ahiret gününe inanan ve iyi işler yapanları İslâm’ın dışında bırakmanın kimseye fazdası olmaz. Bütün bunlar, Allah’ın gözüne girmek için yapılıyorsa, yapılmakta olandan vazgeçilmesi gerekir. Çünkü Allah herkesin niçin inandığını, neye inandığını gayet iyi bilir. Bize düşen, insanları İslâm dairesinin içinde tutmaya çalışmaktır. Mümkün olduğunca toleranslı olmaya çalışmaktır. Bırakalım sonrasını Allah düşünsün. Din de O’nun kul da O’nun.
O zaman şöyle diyelim:
1-Allah inancının yanında, Ahiret inancı ve amel-i sâlih olursa kurtuluş için kapı aralanmıştır. Sadece Allah’a inanmak ve amel-i sâlih işlemek kurtuluş için yeterli olabilecektir. Çünkü ahiret inancı oradaki cezadan korkarak, kişinin salih amel işlemesi için olmalıdır. Çünkü, vurgu ahiret inancına değil, salih ameledir.
3-Sadece Allah’a inanıp da bu benim için yeterlidir, amal-i salih işle-meye gerek yoktur demek kurtuluş için yeterli olmayabilir. En iyisini Allah bilir.
4-Deizm, Allah’a inanıp da Allah’tan gelenleri inkâr üzerine bina edilirse orada deist için bir kurtuluş olmasa gerektir.
5-Toplumdaki yanlış olarak yaşanan, ekranlarda sarık ve cübbe içine sığdırılan din anlayışına, Kur’an’a rağmen yaşanan o din anlayışına, din hizmetlilerinin yaptıkları haksızlıklara, kutsal kitaplarda, rivayetlerde, rivayet külliyatında peygamberleri aşağılayan rivayetlere karşı, tavır koyarak, baş kaldırarak, isyan ederek Tek Allah inancı bana yeter deniliyorsa, Allah’tan gelenler inkâr edilmiyorsa; o zaman deistler için bir kurtuluş yolu vardır denilebilir. Bu şekildeki inaç sahibine, Kur’an yol verecektir. Allah’ın işine karışmamak lazımdır.
Geniş bilgi için bakılacak kaynaklar:
-19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. Sayı: 39 Samsun – 2015
-Kur’an mealleri ve tefsirleri
-https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/188828
-Soruvecevaplar@suleyman-ates.com,
-Doç.Dr. Muammer Esen, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 51:1(2010), ss. 93-110,
-Sâbiilik-TDV İslâm Ansiklopedisi,
-Gündüz Şinasi İslâm ve Sabiilik. İstanbul hikav yayınları 2018,
-Dr. İsmail Cerrahoğlu https://dspace.ankara.edu.tr/
BİTTİ
22 Şubat 2023 Çarşamba
BERLİN’DE, TÜRKİYE VE SURİYE’DE HAYATLARINI KAYBEDENLER İÇİN ANMA ETKİNLİĞİ DÜZENLENDİ
Rüştü Kam
Almanya'nın Başkenti Berlin’de bir anma etkinliği düzenlemişler. Ben ilanı Berlinli Gazeteciler WhatsApp grubundan öğrendim. Bu etkinliği Almanya Türk Toplumu (TGD) ve Almanya-Suriye Yardım Dernekleri Birliği düzenlemiş. Katılımcı sayısı 300 civarındaydı. Belirli bir grubun temsilcileri oradaydı sanki. Renkli bir katılımcı profilinden söz etmek mümkün değildi. 300 bin Türk'ün yaşadığı ve Suriyelilerin de yoğun olarak bulunduğu Berlin’de bu sayı, merkez üssü Pazarcık olan depremi kamuoyu nezdinde önemsiz hale getirdi denilebilir.
Türk ve Suriye halklarının o etkinlikte olmamaları da manidardı. 15 milyon insanı ilgilendiren böylesine bir depremde ölenlerin anma törenine bu kadar az katılımcının gelmesi düşündürücü. Zaten katılımcıların içinde o acıyı hisseden de yok gibiydi.
16 Şubat’ta aynı mekânda (Brandenburger Tor meydanı) İslâm Federasyonunun düzenlediği anma törenine 3.000’den fazla katılımcı itibar etmişti. Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in konuşma yapacağı bir etkinliğe daha fazla katılımcının gelmesini beklerdik. Şahsen ben böyle bir beklentiyle gittim etkinliğe.
“Dünya kamuoyunda asrın felaketi” olarak bilinen 7.7 ve 7.6 şiddetindeki böylesine bir afette şehit olanlar için keşke Sivil Toplum Kuruluşları (STK) birlikte bir anma etkinliğini düzenleseydi. Daha anlamlı olurdu. Dosta düşmana karşı ayıp da olmazdı. Şehit yakınlarının ve Türkiye halklarının da acısını biraz olsun dindirirdi. Onlar da, “Evet yakınlarımızı kaybettik ama yeni yeni dostlar edindik, baksanıza Almanya da 10 binler bizim acımızı paylaşıyor, başlarında da Cumhurbaşkanları var” derlerdi.
Bizler toplantılar, etkinlikler düzenlemeyi beceriyoruz da nedense bu toplantıları birlikte yapmayı beceremiyoruz. Her grubun amacı başka başka oluyor. Herkes kendi davulunu çalıyor. Bu beceriksizliğimizden dolayı da erbabınca istismar edilmeye müsait hale geliyoruz.
Törende Suriye bayrakları dalgalanıyordu. Buna karşılık bir tek Türk bayrağı dalgalanmıyordu. Yoktu ki dalgalansın. Toplantıyı düzenleyen Almanya Türk Toplumu ama alanda Türk bayrağı yok. Böyle bir şey gözden kaçmış olamaz. Törende Türk bayrağının olmayışının oradaki duyarlı kişilerin gözünden kaçmadığı gibi.
Ayrıca T.C. Büyükelçisi Ahmet Başar Şen’de oradaydı, konuşma yapacak diye beklentimiz vardı. Konuşma hakkı verilmemiş olmalı ki, sadece dinledi ve gitti.
Her ne kadar konuşmacılar, Türkiye’deki depremden ve depremzedelerden bahsetseler de bu etkinlik Türkiye’den ziyade Suriyeliler için düzenlenmiş gibiydi. Yapılan konuşmalardan ve Katılımcı profilinden anlaşılan buydu. Suriyelilerin de Kobani/Ayn el Arap bölgesinde yaşayanlarını ilgilendirdiği besbelliydi.
Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier yaptığı konuşmada şunları söyledi: "Acınızı ve sıkıntınızı görüyoruz, biliyoruz. Yardım çağrılarınızı duyuyoruz. Sizi yalnız bırakmayacağız. Yıkılan şehirlerden gelen haberler bizi şaşkınlığa düşürüyor. Görüntüler hafızalarımıza kazındı. Bu felaket yüzyılın felaketidir. Burada, ülkemizde, oralarda akrabalarını ve arkadaşlarını kaybeden birçok insan yaşıyor. Bu yıkıcı felakette hayatını kaybedenleri anmak için bu akşam Berlin'de toplandık.
Suriye’de yakınları olanlar, ülkemizdeki birçok insan sizin de üzüntülerinize ve endişelerinize ortak oluyor. Sizin acınız da bizim acımızdır.
Suriye'deki Esed rejimine sesleniyorum, yardım görevlilerinin hayat kurtaran işlerini yapmasına izin verin. İnsani yardımı engellemeye kimsenin hakkı yoktur. Biz, felaketten etkilenen tüm insanlara, yanlarında olduğumuzu ve yanlarında kalacağımızı göstermek için buradayız ve her zaman yanınızdayız.”
Türkiye'de arama kurtarma çalışmalarına katılan Alman Federal Teknik Yardım Kurumu (THW) ekibinden Jörg Eger de deprem bölgesindeki izlenimlerini şu cümlelerle aktardı: "Her görevin kendine göre zorlukları vardır. Uzun yıllardan beri ülke dışına göreve çıkıyorum. Ancak daha önce böyle bir felaket, yıkım görmedim. Türk halkı bunca acılarına rağmen, sadece acı ve üzüntüyle değil aynı zamanda olağanüstü bir misafirperverlik, dostluk ve anlayışla karşıladı bizleri. Bunu hiçbir zaman unutamayacağım.
Ben Türkçe biliyorum. Konuşulanları anlıyorum. İnsanlar birbirleriyle karşılaştıklarında şöyle diyorlardı; 'Nasılsın arkadaş?' Bu cümle benim için, korkunç bir felaket anında, karşınızdakine verilen umut ve dostluk anlamına geliyor. Ne kadar güzel ne kadar sıcak bir ifade. Başın sağolsun Türkiye."
DİAYENET KİTAP YASAKLIYOR: ALLAH AŞKINA BU NEDİR ŞİMDİ
“DİYANET” KİTAP YASAKLIYOR: ALLAH AŞKINA BU NEDİR ŞİMDİ
-Susma! Sustukça sıra sana da gelecek-
Rüştü Kam
Duydum ki; İhsan Eliaçık’ın Meali yasaklanmak üzere mahkemeye verilmiş. Mahkeme de kitapların toplatılmasına karar vermiş. İstanbul birinci Sulh ceza mahkemesi (06.02.2023). Yasaklanan, Kitap, Yaşayan Kur'an Türkçe Meali. Hazırlayan Recep İhsan Eliaçık. İnşa Yayınlarından çıkmış. Mahkemeye veren de Diyanet İşleri Başkanlığı Hukuk Müşavirliği (26.01.2023). Karar jet hızıyla verilmiş. Karara sebep olan gerekçe: “İslâm dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı unsurlar içermek.”
Gerekçe gülünç. Belli ki bazı mihraklar İhsan Eliaçık’ın biletini kesmiş. Neyse o ‘sakıncalı unsurlar’ herhalde kararın detayında vardır. Belki birgün onları da okuma şerefine nail oluruz. Eliaçığın Mealinde yanlışlar da olabilir, ikna edilirse yanlış olarak görülen açıklamalar düzeltilebilir. Ama kitap yasaklamak nedir? Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır?
Prof.Dr.Mehmet Azimli Müslümanların Engizisyonu adıyla bir kitap yayınlamıştı. Kendisiyle Frankfurt’ta karşılaştık (2022). O zaman Azimli’ye demiştim ki, hocam bu isim biraz ağır olmamış mı?
“Rüştü Hocam Müslümanlar kendileriyle yüzleşmelidirler. Bu yüzleşme gerçekleşmeden Müslümanlar yazdıklarına itibar edilen dünya çapında bir ilim adamı çıkaramazlar. Bu kitap İslam Tarihinden bir kesittir. Farklı fikirlerinden dolayı katledilenlerden sadece bir kısmıdır benim yazdıklarım:
Bu kitapta; halifeye payanda olmadığı için hapiste işkence altında katledilen Ebu Hanife'yi,
Bağnaz Hanbelilerin baskısıyla şehirden şehire sürülürken, sığındığı bir köyde ölen İmam Buhari'yi,
Emevilerin kaderciliğine karşı çıktığı için dili, elleri ve ayakları kesilerek katledilen Gaylan ed-Dımeşki'yi,
Farklı fikirlerinden dolayı vahşice öldürülüp yakılan cesedinin külleri Dicle'ye savrulan Hallac-ı Mansur'u,
Sünni fikirlerinden dolayı diri diri derisi yüzülerek katledilen İbnu'n-Nablusi'yi, Zındıklık ithamından kurtulmak için tövbe ettiğini söylediği halde Ebussuud Efendi tarafından öldürtülen Şeyh Karamani'yi,
Bir doktorun (Huneyn b. İshak) mihnesini, İki uçak mühendisinin (İbn Firnas, Hezarfen) çilelerini,
Bir müzisyenin (Ziryab) sürgününü, Bir uzay bilimcinin (Takıyuddin) dramını, İki matematikçinin (İbn Heysem, Gelenbevi) çilelerini,
Siyasi öngörüsüzlükle idam edilen Dünyanın en önemli Coğrafyacısı Piri Reis’i, Sağlığında 28 bin maddelik eseri yok edilen İbn Sina’yı,
Dine Muğayir olmak suçundan cezalandırılan Şeyh Hamdullah’ı,
Dünyada ilk füze denemesi yaptığı için sürülen Lagari Hasan Çelebi’yi,
İlhad suçlamasıyla idam edilen Bektaşi Kıncı Baba’yı,
Fitne çıkardığı gerekçesiyle idam edilen Sudanlı Muhammet Taha’yı,... Veee daha nicelerini okuyacaksınız...”
Uzunca bir sohbet oldu. Bu sohbet Frankfurt’ta bir lokmacı dükkanında yapıldı. Azimli’ye dedim ki; Hocam haklısınız, bu durumda sizlere söyleyecek bir sözüm olamaz, haddimi de aşmak istemem. Anladığım kadarıyla yazılması geç kalınmış bir kitaptır yazdığın bu kitap (Müslümanların Engizisyonu). Allah seni engizisyonculardan korusun. Kitaplarınızı önce okuyayım sonra tekrar konuşuruz dedim ve ayrıldık.
Dün akşam Diyanet İşleri Başkanlığının merkez üssü Pazarcık/Kahramanmaraş olan 7.7. ve 7.6 depreminden sonra ihtiyaca binaen gündeme gelen evlat edinme ile ilgili fetvası hakkında bir araştırma yapıyordum. WattsApp’a bir haber düştü. Azimli Hoca göndermiş. İhsan Eliaçık’ın mealine yasak geldi. Mahkeme kararını okudum. Diyanet önce kendi eteğindeki taşları dökmeden başkalarıyla neden uğraşır ki diye düşündüm. Kendi meallerindeki yanlışlıkları düzeltmeden başkalarının meallerine yapılan bu saldırılar neyin nesidir.
Benzer bir olay da benim başıma gelmişti(1995) Avrupa Milli Görüş teşkilatlarında çalışırken(AMGT). Bir ilmihal yazmıştım. Ogünün Fetva komisyonu başkanı Sefer Ahmedoğlu toplanttırmıştı ilmihali. Kütüphanede bile bulunması caiz değildir demişti. Gerekçe Diyanet İşleri Başkanlıuğı’nın gerekçesinin aynısıydı. “İslâm dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı unsurlar içermek.”
Bu tavır, yani kitap yasaklama tavrı, toplatılma ve de yakılma tavrı Hitler Almanya'sında görülen bir tavırdır. Almanya'da bundan tam 90 yıl önce Nazi rejiminin tasvip etmediği yazar ve düşünürlerin kitapları yakılmıştı. On binlerce kitap, meydanlarda ateşe verilmişti.
Yıl, 6 Nisan 1933. Nazi Alman Öğrenci Birliği, edebî anlamda ateşle temizlik ya da “arındırma” havası yaratmak üzere ulus çapında “Alman Olmayanlara karşı Eylem” deklare etti. Kaygı verici öneme sahip sembolik bir eylem olarak üniversite öğrencileri, 10 Mayıs 1933’te 25.000 ciltten fazla “Alman olmayan” yazarların kitabını yaktı. Nazi propaganda bakanı Joseph Goebbels'in her zaman söylediği gibi, Almanya'da toplumun iç ve dıştan temizlenmesi" gerekiyordu.
Berlin’in Opera Meydanı’ndaki merkezî tören, radyodan da naklen halka aktarılıyordu. Çok sayıda öğrenci, Nazi SA ya da SS üniforması giymişti. Sıra sıra gelen yeni kitapları ateşe atarken belirli ifadeler de kullanıyorlardı: “Ateşe, Sigmund Freud Okulu’nun yazılarını atıyorum… Alman tarihinin saptırılmasına, onun yüce önderlerinin aşağılanmasına karşı çıkıyor, tarihî geçmişimiz önünde saygıyla eğiliyor ve ateşe, Emil-Ludwig Cohn'un yazılarını atıyorum.”
Dünya şaşkınlık içindeydi. Amerikan Newsweek dergisi, Nazilerin kitap yakma törenini “Kitapların Soykırımı” diye nitelemişti. Kitapları yakılan Alman şair Heinrich Heine: “Bugün kitap yakanlar, yarın insanları da yakarlar” şeklinde tepkisini göstermişti. Ve öyle de oldu: Bu olaydan birkaç yıl sonra Yahudi Soykırımı başlatıldı, insanlar ırkları nedeniyle fırınlarda yakıldı. Çalışmaları yakılan yazarlar arasında Franz Werfel, Max Brod ve Stefan Zweig gibi Yahudi yazarlar da bulunmaktaydı.
Bunlar arasında ünlü Alman yazarların kitapları da bulunuyordu. Heinrich Mann, Erich Maria Remarque, Joachim Ringelnatz.
Opera Meydanı'nda o kitapların yanıp tutuşmasıyla adeta bir ateş denizi oluşmuştu. Henüz 23 yaşındaki Herbert Gutjahr, ateşe kitapları atan ilk öğrenci oldu. Bu kitaplar nasyonal sosyalist ideolojinin benimsetildiği yüksek okul öğrencilerinin görüşlerine uygun değildi, onlara göre bu kitaplar Almanya’yı yansıtmıyordu.
Öğrenciler herhangi bir direnişle karşılaşmayı beklemiyordu, zira kütüphane görevlileri ile çok sayıda profesör, -onları desteklemese bile- öğrencilerin bu kitapları kütüphanelerden çalmalarına göz yumuyorlardı.”
Tarih boyunca hem ülkemizde hem de dünyada yüzlerce kitap kimi değerlere aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklandı. Siyasi ve ahlaki değerlere uygun düşmediği gerekçesiyle yasaklanan bu kitapların satışı yasaklandı, eserlerin çoğaltılmasına izin verilmedi, hatta kimi eserler sadece yazarını değil, okuyucusunu bile mahkûm etti.
Şunu unutmamak lazımdır, bir gün sıra, bugün Eliaçık’ın başına gelenlere sessiz kalanlara da gelecektir. Hatırlatmak isterim. Protestan Papaz Martin Niemöller. Şöyle demişti:
“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.
Sonra Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü Yahudi değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”
Recep İhsan Eliaçık’ın kitabı yasaklanırken eli kalem tutan ilim adamları, yazarlar, çizerler bu yasağa itiraz etmelidirler. Koro halinde itiraz etmelidirler. Sağcısıyla- solcusuyla, milliyetçisiyle, Müslümanıyla- Gayrimüslimiyle, akademisyenleriyle, herkes itiraz etmelidir. Yasağa sessiz kalanlar bilmelidirler ki; Protestan Papaz Martin Niemöller’in pişmanlığı sizlerin de pişmanlığı olmasın. O zaman iş işten geçmiş olacaktır.
Bugün bu haksızlıklara ses çıkarmayanlar bir gün mutlaka, “Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı” diyeceklerden olacaktır.
.............................
Geniş bilgi için bakınız:
(Deutsche Welle Türkçe. Marc Lüpke-Schwarz / Marie Todeskino / Çelik Akpınar) (https://encyclopedia.ushmm.org/content/tr/article/book-burning)
(https://www.agos.com.tr/tr/yazi/4997/nazi-almanyasinda-ilk-trajedi-1933-kitap-yakma-olayi)
(https://www.avlaremoz.com/2020/06/27/opera-meydaninda-yakilan-kitaplarinin-izinde/)
(https://yenihayat.de/2018/05/09/oence-kitaplar-yakildi/)
(http://www.sabitfikir.com/dosyalar/naziler-tarafindan-yakilan-kitaplar)
10 Şubat 2023 Cuma
BERLİN TEK YUMRUK OLMUŞKEN
BERLİN TEK YUMRUK OLMUŞKEN
- Yüce Mevla’m: “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri helak edecek misin?”(Ayet)-
T.C. Berlin Başkonsolosu Sayın Rıfkı Olgun Yücekök başkanlığında bir organizasyon yapıldı. Merkez üssü Pazarcık/Kahramanmaraş olan ve Türkiye'nin on ilini kapsayan 7.7 büyüklüğündeki deprem (9 Şubat 2023) felaketiyle ilgili bir organizasyon. Ayni ve nakdi yardımların toplanması ve sevkiyatı ile ilgili çalışmalar yapıyor. Bu çalışmanın daha verimli olabilmesi için bir de WhatsApp grubu oluşturuldu.
Berlinli vatandaşlarımız, bu organizasyonda görev almak için seferber olmuş durumda. Sivil Toplum Kuruluşları, iş adamları, resmi makamlar hepsi orada. İşyerlerinden izin alıp hangarda çalışmaya gelen insanlarımızı tanıyorum ben. Kadınlarımız orada, karınca gibi çalışıyorlar. Bu ne saadet. Özlediğimiz birlik ve beraberlik işte bu.
Dilerim bu birlik ve beraberlik bundan sonra da devam eder. Ben sadece Depremzedelere yardım etmek amacıyla orada bulunan o özverili insanımızın ellerinden öpüyorum.
Halkımız da öyle duyarlı ki; hangarın adresi belli olur olmaz ellerinde torbalarla oraya koştular. Ellerinde ne var ne yoksa onları depremzedelerle paylaşmak istediler. Bankaların önünde kuyruklar oluşturdular. Onları da kutluyorum.
Elbette 300 bin insanımızın yaşadığı Berlin’de insan seli hedefe doğru akmaya başlayınca. Bazı sıkıntıları da beraberinde getiriyor. Orada gönüllülük esasına göre çalışan insanlarımız bu işin uzmanı değiller. Bu vesileyle uzmanlaşacaklar, kısa sürede tecrübe kazanacaklar, kazanıyorlar da zaten. Kervan yolda düzelecektir. Belki de bu çalışmadan sonra Başkonsolosluğumuzun nezdinde kalıcı bir sosyal yardımlaşma ekibi kurulacaktır. AFAD gibi.
O ekip gerekli eğitimi alacak ve bundan sonrası için ehliyetli kişiler işbaşında olacaktır.
Sevgili Berlinliler o zamana kadar biraz sabırlı olmak lazımdır. Hangarda çalışanların kalplerini kırmamak lazımdır. Onlar ne istiyorlarsa o şekilde yapmak lazımdır. Vereceğimiz eşyaları evde sınıflandırarak oraya götürmek lazımdır. Böylece onların işleri az da olsa kolaylaşmış olacaktır.
Hazırladığımız kolinin içinde ne varsa onların kolinin üzerine yazılması gerekiyor. Elbise ise ve ayakkabı ise bedenleriyle birlikte yazılması gerekiyor. Eski eşyaların yani çöpe atacağımız eşyaların hangara götürülmemesi gerekiyor. Kimse bilerek ve isteyerek böyle bir yanlışlık yapmaz ama belki elinde olan sadece eski bir eşyadır, yenisini alacak gücü de yoktur; o zaman iyice temizlenerek, yıkanarak, ütülenerek o eşyanın bağışlanması gerekiyor.
Lütfen bu acılı günlerde birbirimize tahammül edelim. Hepimizin amacı mağdur olan insanımızın elinden tutmaktır.
Sevgili Berlinliler, böylesine hummalı bir çalışmayı istemeyenler, aramıza fitne tohumu atmak isteyenler de olabilir. Hatta bu depremi siyasi çıkar elde etmek için kullananlar da olabilir. Onlara geçit vermeyelim. Bulunduğumuz ortamdan onları uzaklaştıralım. O yüzsüzlere yüz vermeyelim. Lütfen fırsatçıların önünü keselim. Gün 85 milyonun tek yürek olma günüdür. Rabbim ülkemizi tüm afetlerden korusun.
Sevgili Berlinliler, yüreğimiz dağlandı, ciğerimiz parçalandı. İçimiz kan ağlıyor. Türkiye yasta. Bu kara günler elbet geçecektir. Acılar unutulacak, yaralar sarılacaktır. Bize lazım olan birlik ve beraberliktir. Bundan sonrası için ne yapacağız onu düşünelim.
Yüce Mevla’m, Sana yalvarıyoruz; bizlere böylesine acıları bir daha yaşatma! …
Yüce Mevla’m: “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri helak edecek misin?”(Ayet)
Rüştü KAM
9 Ocak 2023 Pazartesi
DOĞU ANAAADOLU GEZİSİ VI: MUŞ- BİNGÖL
DOĞU ANADOLU GEZİSİ (Vl)
-Hatırlıyorum, siyah beyaz televizyonun çıktığı o tarihleri. Devleti yönetenlerden birisi inşallah derse, Allah’a ısmarladık derse; “aaa inşallah dedi, Allah’a ısmarladık” dedi diye sevgimiz akıveriyordu o tarafa. “Müslüman adam be. Baksana İnşallah dedi…”-
MUŞ
“Muş, Doğu Anadolu Bölgesi’nde bir ilimizdir. Deniz seviyesinden 1350 m. Yüksekliktedir. Çavuş Dağı’nın eteklerinde kurulmuştur. Medeniyetler şehridir. M.Ö.2000 yıllarına tarihlenir. Muş’ta hayat Urartularla başlar. Muş’un, Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in torunu Muş tarafından kurulmuş olabileceği de rivayetler arasındadır. Muş, İbranicede ‘Sulak, verimli otlak’ anlamına gelir. Havası, suyu, dağları, yaylaları, laleleri, çiçekleri, yemyeşil yazları, ilkbaharda gelinlik giymiş gibi bembeyaz renge bürünen ovası ile adeta bir yeryüzü cennetidir. Muş ovasına Murat nehri hayat vermektedir.
Malazgirt, Muş’un önemli bir ilçesidir ve Türklerin Anadolu’ya giriş kapısıdır. Malazgirt, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Selçuklu Sultanı Alpaslan ile adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır. Yeni kazanılan vatan, siyasi ve askeri mücadelelerin merkezi olduğu kadar Türk dilinin, Türk Kültürünün, Türk sanatının ve İslam medeniyetinin de merkezi olmuştur...”
Rehberimiz Emin otobüste bu şekilde tanıttı Muş’u. Çünkü biz Malazgirt’e maalesef gidemeyecektik. Malazgirt Meydan muharebesinin yapıldığı toprakları görsek ve hayalimizde muharebeyi canlandırsak iyi olurdu ama olmadı. Önceden belirlediğimiz gezi güzergâhının dışına çıkamazdık. Çıkarsak bütün güzergâhta değişiklik yapmamız gerekirdi. Belki başka sefere inşallah.
Muş onuncu yüzyılda Bizans tarafından ilhak edilmiş. Xll. Yüzyılda da Selçuklular tarafından. Selçuklular yerli halka (Ermeniler) adil bir yönetim sağlamış, onların sosyal, dinî, ticarî ve kültürel hayatlarına müdahale etmemiş. Ağır vergilerle halkın belini bükmemiş. Bu yüzden Türkler Ermeniler tarafından çok sevilmiş ve hatta Bizans’a tercih edilmişler.
Gel zaman git zaman, aradan 700 yıl geçmiş. 1916 yılına gelindiğinde bölgeyi Ruslar işgal etmiş ve Ermeniler de tercihlerini bu sefer Ruslardan yana koymuşlar. Ruslarla birlikte olup o güzelim tarihi mirası talan etmişler. Binlerce yıllık birikim yok edilmiş.
Muş, lalesi ile meşhur olan bir şehirmiş. Nisan sonu ve Mayıs başlarında çiçek açarmış ve 15 gün sonra da maalesef dünyaya gözlerini yumarmış. 15 günlük kısa bir ömür. Vardır bunun da bir hikmeti. Yoksa 15 günlük bir yaşam için niçin yaratılsın? Hem de sadece Muş’ta.
Yemen türküsü eşliğinde girdik Muş’a. Koro halinde söyledik bu türküyü. Aradan geçen zaman unutturmamış Yemen’e giden kınalı kuzuları. Nesilden nesile nakledilip geliyor acılarımız. Yemen türküsünde vurgulanan yerin Muş olmadığını biliyoruz. Muş yerine “Huş” denileceğini de biliyoruz. Buna rağmen Muş demeye devam ediyoruz. Alışkanlıklar öyle kolay kolay terkedilmiyor. Tabi ki Yemen’e giden askerlerimiz de oralardan dönmeyince... Birçok ailenin ocağına ateş düşmüş, kolay değil. Muş, telaffuz olarak Huş’a da yakın olunca “Burası muştur yolu yokuştur, giden gelmiyor acep ne iştir” şeklinde ağıt yakmak o kadar da zor olmamış.
Öğle yemeğinde İbo Kardeşlerin mekânında idik. Ciğer yedik orada. Ocak başında ciğer. Ocağın başındaki görevli kişiye, ciğer, şişe takılmış olarak veriliyor o da pişirip elinizdeki lavaşa koyuyor. Ben bir şiş yerine iki şiş koydurdum lavaşa. Ciğer yediğim belli olsun istedim. Birkaç lavaş arka arkaya yenilince sonradan sıkıntı doğdu. Ocak başında taze ciğer yerseniz ve biraz da abartırsanız olacağı budur. Aç gözlü olmamak gerekiyor. Soda falan içerek şişkinliği düşürmeye çalıştım ama fayda etmedi.
Mekân sahipleri ve çalışanları güler yüzlerini ve tebessümlerini bizden esirgemediler. Biraz sohbete dalınca işçilerden bazıları yanımıza yaklaştı ve Almanya’ya nasıl gidebileceklerini sordular. Demek ki Almanya Türkiye’den bakınca hâlâ cazibesini sürdürüyor.
Cumhuriyet caddesindeyiz. Caddede yenileme çalışması yapılıyor. Ortalık toz duman. Terör yavaş yavaş sona ermeye başlayınca, esnafın yüzü gülmeye başlamış. Ticaret gelişmekteymiş. Şehrin çehresini değiştirme çalışmaları başlamış.
Emin para bozdurmak isteyenlerin Muş’ta bozdurmaları gerektiğini söyledi. Bundan sonraki uğrayacağımız şehirlerde müsait zamanımız olamayabilirmiş. Akşam şehre geç vakitte varılacak ve sabah da erkenden yola çıkılacakmış. Tavsiyeye uyduk ve paramızı burada bozdurduk.
Emin, Muş’ta tarihi ve kültürel dokunun fazla olmadığından bahisle yemekten sonra yola devam etmemiz gerektiğini söyledi. Malazgirt Meydan savaşını da otobüste anlatınca Emin, yolumuza devam ettik. Hedefimizde Elâzığ var. Akşam Elâzığ’da konaklayacağız. Bingöl üzerinden geçeceğimiz için önce yüzen adalara varacağız.
Yüzen adalar, Bingöl’ün Solhan ilçesinin Hazarşah Köyünde. Daracık sokaklardan yokuş aşağı iniyoruz otobüsle. Köy evlerinin arasından. Köylüler gelip gidenlere alışmış olmalılar ki; otobüsle oradan geçiyor olmamız onları fazla ilgilendirmedi. Bizim oradan geçiyor olmamız tavukları, koyunları, inekleri de ilgilendirmedi. Bakmadılar bile yüzümüze. Hepsi kendi alemindeydi.
Madem turizme açtınız yüzen adaları, yollarını bari düzenlesenize, onu da yapmamışlar. Bırakın yolları düzenlemeyi, çevre düzenlemesi de yapmamışlar. Oraya bir kahve açmışlar. Başına bir de görevli kişi koymuşlar, her şey olmuş bitmiş. Biz adalardan önce o kahveye uğradık. Bir Türk kahvesi içelim istedik. Görevli kişi “o konuda hazırlığım yok” dedi. Çay içmemizi önerdi. “Çaykur çayı” mı? Diye sordum. Hayır, kaçak çay dedi. Çay içenlerimiz oldu.
Doğanın güzelliğini doya doya yaşayalım, içimize bolca oksijen çekelim kahve eşliğinde dedik ama olmadı. Öyle her şey istemekle olmuyor.
Mekân da ormanların içinde olduğu halde dokuyla uyum değildi.
Kahveyi işleten görevli orta yaşlarda biri. Biz yukarıdan gelirken mekânda Kürtçe müzik çalıyordu. Son ses. Ormandaki börtü böcek- kuşlar ve hayvanlar da dinlesin diye ses o kadar yüksek açılmış olmalı. Kahvenin terasına girdiğimizde müzik Türkçe olarak değişti. Ben görevliden Kürtçe müziğin devam etmesini istedim. “Peki abey” dedi. Ayrıca volümü de düşür dedim. Ona da ”peki abey” dedi. Anladık ki, Hâlâ oralarda Kürtçe-Türkçe ayırımı yapılıyor. Bu konuda ayırım yapan kendini bilmezler vardır elbet.
Önce tuvalet ihtiyacımızın giderilmesi için gösterilen yere gittik. Türkiye’de genelde görmeye alıştığımız manzarayla karşılaştık. Koku ve pislik. Burada biraz daha abartı var.
Görevli kişiye tuvaletin neden bu kadar pis olduğunu sordum, aldığım cevap, “Abey sizden önce bir grup vardı, arkasından siz de gelince temizlemeye vaktim olmadı.”
Çaylar da yolcu işi. Ortalık darmadağın. Üçüncü bir personel istihdam edecek kadar yoğunlukta gruplar geldiğini sanmıyorum. İki kişi çalışıyormuş, birisi adalardan sorumluymuş öbürü de kahveden. Madem oranın görevlilerisiniz, ortalığa çeki düzen verin be adamlar.
Gölde yüzen üç tane ada var. Göl dedimse öyle gözünüzde büyütmeyin, bir su birikintisi işte. Görevlinin dediğine göre derinliği 50 metreymiş. Hatta adalardan birinin üzerinde ağaç bile var. Diğerlerinin üzerinde değişik otlar ve çimler yetişmiş. Etrafı çit ile çevrili. Yaşlı bir görevlisi var. Elinde kocaman bir değnek, dışarıdan adaları küçük dokunuşlarla hareket ettiriyor. En fazla bir metre oynuyorsunuz yerinizden. Hepimiz çıktık adaya. Aslında eğlenceli. Alışılmadık bir durum. Adacıklar topraktan ve gölden bağımsız bir şekilde oluşmuşlar. Görevli küçük küçük dokunuşlarla bir oraya bir buraya iteledi bizi. Fotoğraflar çekildik, adaklar diledik.
Göl ıslah edilirse, balık falan atılırsa, çevre düzenlemesi yapılırsa ve işin ehli kişiler orada istidam edilirse, sırf yemek yemek için bile oraya gidilir.
Saat 18 civarında otele geldik. Eşyalarımızı yerleştirdik. Elâzığ’ı keşfetmek isteyenler şehre gittiler. Ben ve Zülfikar otelde kaldık. Yıllar sonra kadim dostum Rüştü Emir’le buluştuk otelde. Eski defterleri karıştırdık. Güncel konulara değindik, biraz da siyaset…Rüştü çok dertli. Eskiden de dertliydi. O derdi ona Çameli’ne balık çiftlikleri kurdurdu. Elma ve kiraz bahçeleri yaptırdı. Vizyon getirtti Çameli’ne. O zamanlar Çameli’nde ziraat müdürü olarak çalışıyordu. 1980’ li yıllar. “Çameli’ne bir ziraat müdürü gelmiş, namaz kılıyormuş, oruç tutuyormuş, hanımının başı da kapalıymış” diye tanıttılar bana onu. O dönemler, halkın Müslümanlıkla alakası olan bir devlet memuruna hasret kaldığı dönemler.
Hatırlıyorum, siyah beyaz televizyonun çıktığı o tarihleri. Devleti yönetenlerden birisi inşallah derse, Allah’a ısmarladık derse; “aaa inşallah dedi, Allah’a ısmarladık” dedi diye sevgimiz akıveriyordu o tarafa. “Müslüman adam be. Baksana İnşallah dedi…”
700 sene dünyaya Müslüman olarak nizam ver, sonra da torunların kendi yöneticilerinden ‘inşallah’ kelimesini duymaya hasret kalsın… Nereden nereye…
Sevgili Adaşım, cevizli sucukların lezzetliydi. Severek yedik onları. Senin kulağını da çınlattık.
Sevgili Adaşım, dosttan gelen tavsiyelere kulak tıkamayacağını ümit ederek derim ki; olanlara, olup bitenlere biraz sükûnetle mi yaklaşsan, ne dersin?...
Devam edecek
DOĞU ANADOLU GEZİSİ VII: ELAZIĞ/HARPUT
Rüştü Kam
Ha-ber.com
Elazığ (Harput)’da yeni bir rehber katıldı ekibe. Cem Kaya. Cem Kaya Malatya Üniversitesi Öğretim Görevlisi. Asıl mesleği Arkeolog. O yöreyi çok iyi tanıyan bir akademisyen. Malatya’ya kadar bizimle olacakmış. Rehberliği severek yaptığı her halinden belli. Arkadaşlarla kısa sürede kaynaştı. Malatya’da bir gün öncesinden işi bittiği halde, ertesi gün otele kadar gelerek bizleri uğurlama nezaketini gösterdi. Kendisine şükranlarımızı sunuyoruz.
Elazığ’da bir de misafirimiz katıldı gruba. Niğmet Balcı. Onu Berlin’den tanıyoruz. Doğu Anadolu turu yapacağımızı öğrenince eskimez dostlarını görmek ve onlarla hasret gidermek için çalıştığı işyerinden kısa süreliğine izin alarak aramıza katıldı. Hakikatli kızdır Niğmet. Gazetecidir. Berlin’de olduğu süre içinde Mocca Dergisi ekibinde çalıştı. Çok güzel çalışmalar yaptık onunla. Niğmet kızımız, Allah seni güzel insanlarla tanıştırsın ve ayağına taş değdirmesin…
Cem Kaya kendisini tanıtarak başladı işe. Önce Tunceli’ye gitmemiz gerekiyormuş. Harput dönüşte ziyaret edilecekmiş. Programa sadık kaldık. Tunceli dönüşü Harput’taydık.
Harput’a girer girmez aracımızı park ettik. İhtiyaç molasından sonra rehberimizin etrafında toplandık. Tunceli’ye gidip gelmek bizleri yormasına rağmen anlatılanları can kulağıyla dinledik: “Harput (Elâzığ), Doğu Anadolu Bölgesi’nde yer alan bir ilimizdir. Deniz seviyesinden yüksekliği 1067 metredir. Harput; “Taş Kale" demektir. Tarihi Harput şehrinin, yerleşime elverişli olmaması ve tabiat şartlarının zorluğu nedeniyle, 1834 yılında, Reşid Mehmet Paşa tarafından bugünkü yerine taşınmıştır. İsmi de Ma’muretül-Aziz olarak değiştirilmiştir.
Elazığ’ın tarihi yeni olmakla beraber bölgenin tarihi oldukça eskidir. Bu nedenle Elâzığ tarihini onun menşei sayabileceğimiz Harput'un tarihi ile ele almamız gerekiyor.
Şehrin çekirdeğini Harput oluşturur. Etrafı derin uçurumlarla çevrili bir Kalesi vardır. Harput Kalesi. Kalenin ilk defa milattan önce 2.000 yılında yapıldığı tahmin edilmektedir. Sonraki dönemlerde kalenin eteklerinde de yerleşme olmuştur. Sonra da yeni oluşan şehrin etrafı tekrar surlarla çevrilmiştir. Ancak parlak bir tarihi geçmişe sahip olan Harput, bugün neredeyse terk edilmiş bir harabe görünümündedir.
Yörenin tarihi, yapılan arkeolojik kazılarla M.Ö 10.000’lere (Paleolitik -Yontma Taş Devri) tarihlenmektedir. Harput, tarihi süreç içinde Bizanslılar ile Sasaniler arasında pinpon topu gibi gidip gidip gelmiştir. Hazreti Ömer döneminde (634-644), Harput ve yöresine Arap akınları başlamıştır. Harput ve çevresi 26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Türkler için vatan toprağı haline gelmiştir.
Harput Koleji
19.yüzyılın ikinci yarısında ve 20.yüzyılın başlarında Ermeniler arasında Protestanlığı yaymak amacıyla Amerikan Misyonerleri buraya yerleşmişler ve 1876’da bir kolej açmışlar. Bu kolej, Elâzığ halkı arasında Harput Amerikan Koleji/ Fırat Koleji olarak bilinir.
American Board of Commissioners for Foreign Missions (ABCFM) misyonerlik teşkilatı, 1810’da Amerika'nın Boston eyaletinde kurulmuştur. Bu teşkilat Osmanlı topraklarında 1820’den itibaren faaliyetlerine başlamıştır. Robert Koleji”ni (1863) kuran da aynı misyonerlik teşkilatıdır. Temel eğitim kurumları (eğitim hizmeti) haricinde, kilise (dini hizmet), yetimhane (sosyal hizmet), hastane (sağlık hizmeti) ve matbaa (basın hizmeti) açarak farklı alanlarda faaliyetlerini etkin bir şekilde sürdürmüşlerdir. Halka her alanda nüfuz edebilmişlerdir.
Başlangıçta sadece erkek öğrencilere eğitim veren Ermeni Kolej (1878), daha sonra ayrı bir binada, kız öğrencilere de eğitim vermeye başlamıştır (1881). Osmanlı hükümetinin isteğiyle, Ermeni Koleji ismi 1888’de Fırat Koleji olarak değiştirilmiştir. Kolejin açılması için 180.000 dolardan fazla para harcanmıştır. Bunun 40.000 Doları yerli Ermenilerden toplanmıştır. Kolej 1915 yılına kadar yaklaşık 600 öğrenci mezun etmiştir.
O dönemde Harput'ta Amerikan konsolosluğu da bulunmaktadır. Konsolosluk ve misyonerler aracılığı ile birçok Ermeni vatandaşımız Amerika’ya gönderilmiştir. O dönemlerde Amerikan Koleji’nin haricinde Harput'ta bir de Fransız Koleji vardır. Bu yapılar günümüze kadar ulaşamamıştır.
V. Cuinet, XIX. Yüzyılın sonlarına doğru Harput’ta 12.600 Müslüman, 4850 Gregoryen, 1845 Protestan, 252 Katolik ve 453 Ortodoks’un yaşadığını yazar.
Şemseddin Sami ise 2670 ev, 843 dükkân, on cami, on medrese, sekiz kütüphane sekiz kilise on iki han ve doksan hamamın olduğunu kaydeder.
Bugün, kalesi, camileri, türbeleri, tarihi evleri, çeşmeleri, hamamları, diğer tarihi kalıntıları ve piknik alanlarıyla, yerli ve yabancı turistlerin ve hatta yöre halkının en çok ziyaret ettikleri mekân haline gelmiştir Harput.”
Bir taraftan yorgunluk öbür taraftan soğuk. Harput’un hikayesini içimize sindirmemize mani oldu.
Amerika 1776 yılında kurulmuş. Kuruluşundan 100 sene sonra Osmanlı topraklarında kolejler açmaya başlamış. İlk koleji İstanbul’da açmış. Roldschild ailesi finanse etmiş bu koleji. İkinci kolej 1876 da İskenderun’da açılmış. Üçüncü kolej de Harput’ta. Amacı, parçalamak istediği ülkelerdeki etnik yapıyı dini yapıyı, sinir uçlarına dokunarak parçalamak olmuş. Anlaşılan o ki, emeklemeye başlar başlamaz, hedefine kendisinden 477 yıl önce kurulan Osmanlı İmparatorluğunu koymuş. Amerika bugün aynı alışkanlığını devam ettirmektedir. Parçalıyor ve yutuyor. Bazen kılçıkların boğazına takıldığı da oluyor. Her milletin bir eceli olduğunu söyler Yüce Mevla’mız. Amerika’nın devlet oluşunun üzerinden 246 yıl geçmiş. Zirveye doğru yaklaşmış. Büyüklerimiz “zulümle âbâd olanın akıbeti berbat olur demişler.” Bu söz boşuna söylenmiş olamaz…
Akıllarını vahyin emirine teslim etmeyenler, hakikati göremezler, hak ve batılı ayıramazlar. Unutmayalım ki, imtihan olduğumuz bu dünyada, insanlara tek bir soru sorulmaktadır. Hak’tan yana mısınız, batıldan yana mı? İnsanlar hür iradeleriyle bu soruya verdikleri cevaba göre hareket ederek, imtihanı ya kazanacaklar ya da kaybedeceklerdir. “Hak gelince batıl zail olacaktır.”
Kurşunlu Camii
“Harput’ta birçok eser inatla hâlâ varlığını sürdürmektedir. Bunlardan biri ve en önemlisi Harput Kurşunlu Camii’dir. Osmanlı devri camilerinin en güzel örneklerinden biridir. Ulu Cami’ye ait olan ve burada muhafaza edilen ahşap minber 4. Murat tarafından hediye edilmiştir. Ağaç oyma sanatının örneklerinden biridir.
Abanoz ağacından kündekâri tekniği kullanılarak yapılan minber, görülmeye değer eşsiz bir sanat eseridir. Kündekâri; küçük ölçüde ahşap geometrik parçaların birbirine geçmesi ile elde edilen, oymalı, çatmalı, tutkalsız ve çivi kullanmaksızın yapılan ahşap işlerinde kullanılan bir bezeme ve yapım tekniğidir.
Caminin harim kapısı yonca yaprağı şeklindedir. Son cemaat mahalli üç kubbelidir. Kubbelerin üzeri kurşunla kaplıdır. Caminin minaresi eğri bir şekilde durmaktadır. Kimilerine göre kalın gövdeli ve gittikçe daralarak inşa edilen bu minare bilinçli olarak eğri inşa edilmiştir, kimilerine göre ise bir deprem sonrasında minare eğri bir şekle dönüşmüştür.”
Üzülerek söylemem gerekiyor; maalesef caminin iç duvarlarındaki restorasyon o tarihi esere hakarettir. Bilmiyorsan yapmayacaksın. Sorumlu kişiler de yaptırmayacaklar. Ecdat emek vermiş, yapmış, yaptırmış. Torunları da ecdadının bıraktığı mirası hovardaca harcamamalıdır.
Minberin süpürgelik kısmındaki yazıdan, ustasının Kazvinli İsmail oğlu Ebu Sa'id, hattatının da Sa'd Ali olduğu anlaşılıyor. Hicri 582 (M. 1186) yılında yapılmış. Aslında minber, Harput Ulu Camii'ne aitmiş. Güvenlik nedeniyle sonradan Kurşunlu Camii'ne taşınmış. Ulu Camii, Harput'un en önemli ve eski camisiymiş. Bugün, Kurşunlu Camii’nde bulunan minberi, Türk ahşap sanatının şaheserlerinden biriymiş. Minberin iki yanı birbirinden ayrı motiflerle süslenmiş. Kufi yazıları da oldukça dikkat çekicidir. Artukoğulları dönemine ait olan bu cami 1156-1157 yıllarında Fahrettin Karaaslan tarafından yaptırılmış.
Çınar Ağacı
Caminin ilgi çeken diğer özelliği de avlusundaki çınar ağacı. Ağaç, camiyle aynı yaştaymış. Çınar 1.60 çapında gövdeye sahipmiş. Anıt ağaç olarak tescillenip, koruma altına alınmış. Cami avlularına çınar ağacı dikilmesi Osmanlı geleneği imiş. Çınar ağaçları paratoner işlevi görürmüş. Nemi seven kökleri sayesinde, cami duvarlarını nemden korur, yaprakları havadaki tozları tutar, zamanla geniş bir alana yayılan dal ve yaprakları cami cemaati için gölgelik oluştururmuş.
Yaprakları dahil, çok kıymetli bir ağaçmış. Yaprağı suyla kaynatılıp içilirse birtakım rahatsızlıkları giderirmiş. İlgili olanlar bunu bilirmiş. Günün her saatinde çınarın üstünde kuşlar, altında vatandaşlarımız, burada oturur ve dinlenirlermiş.
Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Bey de rüyasında çınar ağacı görmüştü. Şeyh Edebali tabir etmişti rüyayı. Osmanlı ile bütünleşen ve sembolleşen çınar ağacının ülkemizdeki tek yaygın türü olan "Doğu Çınarı"nın ömrü 600 küsür yılmış. Osmanlı'nın ömrünün de 600 küsür yıl olması ilginç bir tevafuk olmalı.
Arap Baba Mescidi
“Arap Baba mescidi 1279 yılında, Yusuf Bin Arap Şah Bin Şaban tarafından yaptırılmıştır. Arap Baba (kesik baş) mescidi aynı zamanda türbedir. Arap Baba türbesi. Arap baba, üzeri yeşil kumaşla örtülü camdan bir sanduka içerisindedir. Cesedi çürümemiştir. Kesik başı da sandukanın içindedir. Çürümemiş cesedi görmek isteyen ziyaretçilere sandukanın örtüsü açılarak gösterilmektedir. Biz geç kaldığımız için maalesef göremeyeceğiz. Arap baba Allah dostlarındandır.
Arap Baba hakkında pek çok efsane anlatılmıştır. Bunlardan en çok bilineni şöyledir: Harput ve yöresinde bir yıl yağmur yağmaz. Kuraklık başlar ve ardından kıtlık kapıya dayanır. Halk perişandır. Alacalı mescidin yanındaki bir evde Selvi adında yaşlı bir kadın ikamet etmektedir. Birgün rüyasında Arap Baba'nın kesik başı bir dereye atılırsa, yağmurun yağacağını görür. Yaşlı kadın önceleri buna pek bir anlam veremez. Ancak aynı rüyayı üç gece üst üste görünce karar verir ve bir gece Arap Baba'nın kesik başını sandukadan alır ve dereye atar.
Yağmur yağmaya başlar. Ama ne yağmur… Yağmur değil adeta tufan, dereler coşar, seller-sular alır başını gider. Yağmur bu sefer de dinmek bilmez. Yağmuru dört gözle bekleyen insanlar muzdarip olurlar. Selvi kadın bu sefer rüyasında Arap Baba’yı görür. Arap Baba kadına “git başımı attığın yerden al getir, yağmur da kesilsin” der. Sabahleyin Selvi hatunun ilk işi o kesik başı yerine koymak olur. Yağmur durur.”
Bu tür hikayelerin genelde uydurulduğunu biliyoruz. Ama halk bu hikayeleri elbette durduğu yerde uydurmamıştır. Ateşin olmadığı yerden duman çıkmazmış.
Mescidin Kitabesinde şöyle yazıyor: “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazlarını kılan, zekâtlarını veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler yapar ve imar ederler, umarım ki, bunlar doğru yolu bulmuş ve hidayete ermiş kimselerdir. Bu metin ve âli bina, Selçuklu Sultanlarından din ve dünyası ma'mur ve âbâdan olan büyük Sultan Kılıç Arslan’ın oğlu Keyhusrev’in zamanında ve onun istek ve emirleriyle, Şaban’ın torunu ve Arabi Şah’ın oğlu Sahib’ül- Atâyâ ve’l -İhsân olan Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini rica eden Yusuf tarafından hicretin 678 inci yılında yapılmıştır.”
Sâre Hatun Camii
“Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın annesi Sara (Sâre) Hatun tarafından 1465 yılında yaptırılmıştır. Külliye olarak inşa edilen Sâre Hatun Camii’nden günümüze sadece cami gelebilmiştir.
Kare planlı cami dört büyük kemerin taşıdığı kubbe ile örtülüdür. Son cemaat mahalli üç kubbelidir. Minarenin merdiven kısımları koyu renkli, diğer kısımları ise beyaz taştan yapılmıştır (1897). Minaredeki zarif işçilik dikkat çekicidir. Cami, Selçuklu dönemindeki taş işçiliğinin en güzel örneklerindendir. Minaresi de renkli taş işçiliğinin eşsiz örneğidir. Günümüze kadar gelmeyi başarmıştır.
Caminin bitişiğinde hamam bulunmaktadır; Cemşid Bey Hamamı. Yavuz Sultan Selim Han'ın sipahi beylerinden Cemşid Bey tarafından XVI. asrın ilk yarısında yaptırılmıştır.
Günümüze sadece kalıntıları ulaşan hamam hakkında Evliya çelebi şöyle yamıştır (17.yy): "Kale Hamamı, Cemşid Hamamı bunlar has olan hamamlardır. Yüz yirmi adet hanedan hamamları dahi vardır."
Ayrıca Şemseddin Sâmi'nin Kamus’û-l Âlâm (1889-1898) isimli eserinde; “Harput'ta 90 tane hamam, 2670 ev, 843 dükkân, 10 cami, 10 medrese, 8 kütüphane, 8 kilise ve 12 adet han” bulunduğunun bilgisi vardır.
Temizlik ve toplumsal hijyen, Selçuklu ve Osmanlı kültüründe önemli bir yere sahipmiş. Hamam kültürü oldukça yaygınmış. Hamamlardan bir kısmı şehrin girişine inşa edilmiş. Şehre gelenler önce hamamda temizlenirler sonra şehre alınırlarmış. Harput’ta, o hamamlardan günümüze kadar ulaşan iki tane hamam kalmış. Hoca Hasan Hamamı ve Cemşid Bey Hamamı. Üzerleri kubbe ile örtülü olan hamamlar, soyunma odası, ılıklık odası ve yıkanma yerlerinden müteşekkilmiş.
Harput Kalesi
“Kale milattan önce 8. yüzyılda Urartular tarafından inşa edilmiştir. Kale, Harput’un günümüze ulaşan en eski tarihi kalıntısıdır. İç kale ve dış kale olmak üzere iki ayrı bölümden oluşmaktadır. Kaleyi, 1115 yılında Artuklu emiri Belek (Balak) Gazi hükümet merkezi olarak kullanmıştır.
Yerleşmeye elverişli olmayışı, tabiat şartlarının zorluğu, iaşe teminindeki güçlük Harput’un daha fazla gelişmesini önlemiştir. 1834’de doğu eyaletlerini ıslah etmek üzere görevlendirilen Reşid Mehmed Paşa, şehri aşağıya, ovaya taşımıştır ve ismini de değiştirerek Mamuretül-Aziz yapmıştır. Fakat telaffuzu güç olduğundan halk arasında kısaca “Elaziz” olarak söylene gelmiştir. 1937 yılında şehre gelen Atatürk, şehrin ismini değiştirmiş, “azık” ili anlamına gelen “Elazığ” adını vermiştir.
Kale, ovaya hâkim yalçın kayalar üzerinde bulunmaktadır. Kale hakkında çeşitli efsaneler anlatılır. Rivayete göre; kalenin yapımı sırasında kuraklıktan dolayı, harcın hazırlanmasında su yerine civarda beslenen koyun ve diğer büyükbaş hayvan sürülerinden günlük sağılan sütler, tahta oyuk kanallarla kale inşaatının yapıldığı alana akıtılır ve içine yumurta katılarak, beyaz kireçle karıştırılır. Böylece Horasan harcı elde edilir ve elde edilen bu özel harç taşların arasına konarak kale inşa edilir. Bu efsaneye istinaden Harput Kalesi, halk arasında “Süt Kalesi” olarak da anılır.
Harput’un, İç Kale'deki kurtarma ve arkeolojik kazılarına 2005 yılında başlanılmış. Kazılar, halen devam etmektedir. Bu kazılar sonucunda; mahalle mektebi, Kale Cami ve çevresindeki ticarethaneler, konutlar, atölyeler, tüneller ve 36 m derinliğinde 100 basamaklı taş merdivenli su sarnıcı gün yüzüne çıkarılmıştır.”
Gördüğümüz ve anladığımız kadarıyla Harput, antik çağlardan günümüze kadar uzanan tarih ve kültür kentidir. Birisi gelmiş o gelince de öbürü gitmiş. Her gelen orada bir eser bırakmış. O eserler bazen yıkılmış ve talan edilmiş de olsa orada iz bırakmışlar. Böylece tarihi doku oluşmuş. Bugün baktığımızda sanki açık hava müzesi gibi. Urartular, Hititler, Hurriler, Moğollar, Araplar, Selçuklular, Ermeniler, Bizanslılar, Osmanlılar hepsi oradaymış.
Müslüman Araplar ve Türkler orada binlerce şehit vermiş. Sinesinde onlarca evliyayı barındırmaktaymış. Evliyalar diyarı Harput. Harput, yüzyıllar boyu, İslâm’ın hoşgörüsüyle Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Süryani ve Rum kimliklerini bir arada yaşatan bir şehirmiş. ‘Aziz’ bir şehir.
Doğu Anadolu’yu gezmeden, görmeden, o toprakların suyunu içmeden, ekmeğini yemeden, insanıyla oturup konuşmadan, tarihi dokularına dokunmadan, Türkiye'yi anlamak, Türkiye'nin üzerinde oynanan oyunları anlamak mümkün değildir. Ben bunu bilir bunu söylerim.
Balak Gazi Parkı
Harput’un girişine güzel bir park yapılmış. Balak Gazi Parkı. Oradaki heykel de Balak Gazi'nin heykeli imiş. Heykel, 1965’ te heykeltıraş Nurettin Orhan’a yaptırılmış. Halk arasında Balak Gazi diye anılan Belek Gazi’nin tam adı Nûrü’d Devle Belek bin Behram Bin Artuk’muş. Balak gazi, İslam ve Türk tarihine kahramanlıklarıyla damga vurmuş büyük bir komutanmış ve Harput’un en önemli simgelerinden biriymiş. 1124 yılında Suriye'de, Membiç Kalesi’nin kuşatılması esnasında kaleden atılan bir okla şehit düşmüş.
Türk Tarih kurumunun kurucularından, Büyük tarihçi Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç diyor ki: "Balak bütün ömrünü gaza ve cihad içinde geçirmiş, ülkesinde emsalsiz bir sükûn ve asayiş temin etmiş, adalet ve kanunu hâkim kılmış, dindar ve mütevazi bir emir idi. Ölümü, Müslümanlık ve Türklük için hakiki bir ziyan ve musibet olmuş ve mağlup olmaya başlayan Haçlıların yeniden kalkınmalarına sebebiyet vermiştir. Haçlılar böylesine bir düşmandan kurtuldukları için çok sevinmişlerdir. Balak, yalnız Suriye tarihinde değil, Anadolu tarihinin seyir ve cereyanı üzerinde de tesir icra etmiştir."
Harput’u yürüyerek dolaşıyoruz. Tunceli’den kalan yorgunluk yavaş yavaş kendini belli etmeye başladı. Biraz da hava soğuk olunca, grubu bir arada tutmakta zorlandı Emin. Cem bey de kendisiyle birlikte yol alabilenlere açıklamalar yapmaya başladı. Arkadan gelenleri beklemiyordu artık. Bekleseydi Harput turunu tamamlayamazdı. Başta verilen genel bilgi yetmiş olmalı ki; herkes bir yerlere dağıldı veya takıldı.
Fatma Mıdık yine alacak bir şeyler bulma peşinde olmalı. Türk Eğitim Derneği’nin eksiksiz bütün turlarına katılan Mıdık, aldığı eşyalarla evinde bir müze oluşturmuştur herhalde. Harput tam Gülcan hanımın aradığı yer. O da kedilerin ve köpeklerin karınlarını doyurmak ile meşguldür.
Buluşma yeri otobüsün yanı. Sonunda nasıl olsa oraya geleceklerdir. Biz, Cengiz ve Eşi Funda hanımla kalakaldık. Birlikte dolaşıyoruz. Anlatılan tarihi eserleri takip etmeye çalışıyoruz. Balak Gazi’nin hemen yanında bir kahve var. Oraya attık kendimizi. Bir baktık ki, oraya sığınan sadece biz değiliz. Bizim grup orada. İçerisi oldukça kalabalık. Türk kahvesi içiyorlar. Kumda kahve. Türkiye'nin her tarafında kumda kahve pişirmek meşhur. Bazı yörelerde fincanda kahve de pişiriyorlar. İçimi çok hoş. Bol köpüklü. Kahvesini alıp Balak Gazi’nin gölgesinde içenler de var. Elâzığ’ı kuşbakışı seyrediyorlar. Hureyre ve nişanlısı Zelifa bunlardan. Yanınızda sevdiğiniz, sevgiliniz varsa gezinin tadı başka oluyor elbet.
Biz de kahvemizi sipariş ettik ve dışarıya çıktık. Kahvenin hemen karşısında hediyelik eşya satan dükkanlar var. Funda hanımın kahve içerken gözü oraya takıldı. Böyle gezilerde beğendiğiniz bir şeyi başka yerde alırım diye almaktan vazgeçerseniz ileride o şeyi bir daha bulamazsınız. Hemen almalısınız. O da öyle yaptı. Gitti aldı…
Meryem Ana Kilisesi
“Anadolu'nun en eski kiliselerinden biri olan Meryem Ana Kilisesi, Kızıl Kilise ve Yakubi Kilisesi adlarıyla da anılmaktadır. M.S 179 yıllarında kaledeki putperestler tarafından tapınak olarak inşa edilmiş. Süryaniler daha sonra burayı kiliseye çevirmişler. Meryem Ana Kilisesi, günümüze kadar ayakta kalmayı başarabilmiş en önemli antik kiliselerden biridir. Yaklaşık 20m x 8m boyutlarındaki kilise, Harput kalesinin hemen yanında yüksek bir kayanın üzerinde bulunmaktadır. Kilise, kayaların içine gömülmüş gibidir.”
Ağa camii
Ağa Camii, Harput'un girişinde. Zaman içinde yıpranan cami tamir edilerek 1998 yılında tekrar ibadete açılmış. Yalnız minaresine dokunulmamış, öylece duruyor. Onu da elden geçirmek lazım.
Alacalı Camii
Alacalı Camii, Balak Gazi Parkı’nın girişinde. Cami de yıpranmış ve çeşitli tarihlerde onarım görmüş. Bakınca anlıyorsunuz, ehil ustaların elinden çıkmamış tamirat. Muhtelif devirlerin izlerini taşıdığı her halinden belli. Yonca yaprağı şeklindeki giriş kapısı üzerinde, merdiven ve minare bulunmakta. Minaresi enteresan, şerefeye kadar sıra ile siyah-beyaz taşla, şerefenin üstü ise dama şeklinde siyah-beyaz kesme taşlarla örülmüş.
Karanlık iyice çöktü. Harput kahvelerinde çay kahve içmek başka bir zevk. Ayrılmak istemedik aslında oradan. Ama akşam yemeğine otele ulaşmamız gerekiyor. Parkın içinden yürüyerek otobüse doğru ilerliyoruz. Herkes ikişerli üçerli gruplar oluşturmuş, kendi arasında sohbet ediyorlar. Oradaki tarihi eserler üzerinde konuşuluyor. Rehberlerimize de sorular soruluyor bu arada. Böyle olunca grup ilerleyemiyor. Rehber ile yapılan grup gezilerinin önemi burada biraz daha öne çıkıyor. Derken otobüsümüze geldik. Zülfikar, Kadir ve Kaptan Sezgin bizi bekliyorlar. Biraz da sitemliler, üşümüşler…
Yolda bazı arkadaşlar ev yemeği yemek istediler. Bu alışkanlık güzel bir alışkanlık. Grup olarak gittiğimiz bölgelerde yöresel yemekleri tercih ediyoruz. Otelde standart menüler olduğu için kahvaltı dışında otel yemeklerini fazla tercih etmiyoruz. Cengiz, grubunu aldı ve gitti. Ancak günümüz yorucu geçtiği için bazı arkadaşlar oteldeki akşam yemeğini tercih ettiler. Sonradan öğrendiğimize göre o arkadaşlar geç kaldıkları için istedikleri yemekleri bulamamışlar… Harput yazısını güzel bir Harput türküsüyle noktalayalım:
Kar mı yağmış şu Harput'un başına
Kurban olam toprağına taşına
Küçük yaşta bir yar sevdim vay nenni
O da girmiş on üç on dört yaşına
Bir ah çeksem karşıki dağlar yıkılır
Bugün posta günü canım sıkılır
Ellerin mektubu gelmiş okunur
Benim yüreğime hançer sokulur
Küçük yaştan bir yar sevdim zulmü var
Benim gibi bahtı kara kul mu var
Küçük yaştan bir yar sevdim vay nenni
Görmek için düşmanlardan yol mu var
Devam edecek
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)