24 Haziran 2014 Salı

GÜNEYDOĞU GEZİSİ (VIII)


"Gâvur isot tarlasına girdi!..", "Gâvur isot tarlasına girdi!.."


Emin’in, verilen saatten sonra gelenler için 5 € ceza uygulaması isabetli olmuş olacak ki, herkes 7’den önce otobüsteydi. Yola çıktık. İmran Mardin yolculuğuna Urfa’nın isot’unun hikâyesini anlatarak başladı. “İşgalci Fransızlar’ın Adana'dan sonra, Maraş, Antep, Urfa istikametine doğru ilerlemekte olduğu haberi alınır. Zamanın bölge komutanı halkı örgütlemek için müftüden yardım ister. O hafta cuma hutbesinde konu edilir düşman tehlikesi.:. 
"Ey cemaat!. Gâvur Maraş'a, Antep'e kadar gelmiş durumda yakında Urfa’ya dayanacaktır... Geçtiği her yerde halkı kurşuna diziyor..."
Cemaat hutbeyi dinler, ama tepki vermez. O hafta oldukça durgun geçer. Hafta içinde bölge komutanı müftüden bir kere daha aynı ricada bulunur ama bu sefer hutbeye biraz daha ajitasyon katmasını ister. İkinci Cuma müftü: 
"Ey cemaat!.. Gâvur, Urfa sınırlarına kadar dayanmış durumda. Yakında Urfa’ya girecektir…Geçtiği her yerde kadınlarımızın, kızlarımızın ırzına geçiyor, erkekleri genç ihtiyar demeden kurşuna diziyorlarmış, gün bugündür silahını alan herkes Allah için düşsün yola..." Tısss... Cemaatte yine bir hareket yok. 
Sonraki hafta, Fransızlar Urfa'ya iyice yaklaşmıştır, yol üzerindeki bütün köyleri yakıp-yıkmış ve yağmalamıştır. Halkta bir kıpırdama yine yoktur. Bölge komutanının da halktan pek ümidi kalmamıştır. Komutan, kendi yağıyla kavrulmanın yollarını ararken bir mucize olur. Üçüncü cuma hoca hutbedeyken nefes nefese birisi girer camiye ve ulu orta bağırır: ”Gâvur isot tarlasına girdi!..", "Gâvur isot tarlasına girdi!.."
Cemaatin ileri gelenleri ayaklanır hemen: Ey"Ümmet-i Muhammed..." daha ne duruyorsunuz, gün bugündür, gün namus günüdür…”

Mardin’e doğru yol alırken arkadaşlarda başka türlü bir heyacan vardı. Sanki geziye yeni çıkıyormuşuz gibi. Televizyon dizilerinin bu heyacana katkısı oldukça büyük olmalı.
Harran Ovası ayağımızın altından kayıp gidiyor. Topraklar oldukça verimli. Harran Ovası sulama kanallarıyla ve yağmurlama usulüyle sulanıyor.  Yol geniş ve düzgün, bölünmüş yol diyorlar bu yola.

İmran’dan müsaade isteyerek aldım mikrofonu ve  Urfa’da anlatılan Hz. İbrahim’in hikayesinin bilindik olmayan versiyonunu anlattım: 
Kur’an der ki, “Ey Ateş! Serin ol dedik, selam olsun İbrahim’e!” (Enbiya; 69) 
Bu ayet Hz. İbrahim’in ateşe atılıp tam yanacakken orada bir gül bahçesi oluşmasına değil; İbrahim’in hicret etmek suretiyle ateşte yakılma (idam) cezasından kurtulmasına, yaktıkları ateşin de sönüp gitmesine delalet eder. Nitekim İbrahim’in ateşten nasıl kurtulduğunu satır aralarında görürüz:  “İbrahim’in sözlerine kavminin cevabı sadece ‘öldürün yahut yakın” demek oldu.” Yani bunu ‘demekten’ başka bir şey yapamadılar. Çünkü Hz.İbrahim tıpkı Hz. Peygamber’in, yerine Ali’yi bırakıp, şehri terk etmesi gibi,  o da ateş yakıldığı sırada şehri terk etmiştir: “Onu ve Lut’u âlemler için kutlu kıldığımız yere ulaştırıp kurtardık” (Enbiya; 71). 

Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Hz.İbrahim’in ateşe atılması, O’nun Nemrut tarafından sürgün edilmesidir. Ateşin gül bahçesine dönmesi de ilerlemiş yaşına rağmen iki çocuk sahibi olması ve Kâbe’yi yapma göreviyle görevlendirilmiş olmasıdır. Anlatıldığı gibi İbrahim mancınığa bağlanarak, günlerce yakılan harlı ateşe atılmamıştır, odunlar balık olmamıştır, o mekân da göl olmamıştır. Balıklıgöl, hikâyenin Türkiye versiyonunda anlatılır.

Kızıltepe

Kızıltepe Mardin’in bir ilçesi. Mardin’in hemen yanıbaşında. Nüfusu yaklaşık 230 bin civarındaymış. Kızıltepe’nin, Mezopotamya'nın verimli toprakları üzerinde kurulmuş olması, ayrıca Asya ile Avrupa kıtaları arasında önemli bir ticaret yolu olan İpek Yolu'nun kavşağında yer alması nedeniyle, tarih boyunca önemli bir yerleşim merkezi olma özelliğini korumuş. Bu özelliği nedeniyle birçok savaşlara sahne olmuş ve çeşitli milletler tarafından birçok kez yağmalanmış. 
Son olarak, Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim'in İran üzerine düzenlemiş olduğu Doğu Seferi sırasında, Büyük Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından ele geçirilmiş. Bundan sonra da Cumhuriyet dönemine kadar Osmanlıların yönetiminde kalmış.

Kızıltepe’ye yaklaşınca İmran; Kızıltepe’de oturduğundan, babasının banka müdürü olduğundan bu vesile ile Anadolu’nun birçok şehrini dolaştığından bahsetti. Kızıltepe’de kiraların ve daire fiyatlarının çok yüksek olduğunu da söyledi. Böylece hâlâ evlenememesinin sebebini anlamış olduk. Burada kara para da aklanırmış. Kaçakçılıktan elde edilen paralar varmış. Pahalılığın asıl sebebi buymuş, halk çok zenginmiş. 

Mardin

“İşte Mardin karşınızda duruyor”, bütün arkadaşlar gözünü karşıya dikti. Konuşan İmran. Arkadakiler öne doğru koşuştular görmek için Mardin’i. Dalında tüneyen ürkek bir bülbül gibi, tepenin üzerine konuvermiş. Oldukça görkemli görünüyor. Yukarı Mezopotamya ayağının altından uzayıp gidiyor Suriye’ye doğru.

Sol taraftaki dağın yamacında “Ne mutlu Türk’üm Diyene” diye yazıyor. Oldukça büyük yazılmış. Hemen aklıma,  rahmetli Erbakan Hocamız’ın geçmişte yaptığı bir konuşma geldi. Arkadaşlarımla paylaştım: ”Siz dağın yamacına ne mutlu Türküm diye yazarsanız, onların da ne mutlu Kürdüm  diye yazma hakları doğar.” 


Mardin’e girişte sağda bloklar halinde yapılmış apartmanlar var. Askeri lojmanlarmış bunlar. Hemen Mardin’e tırmanacağınız yerde yapılmış. Komünist Almanya’da sıkça görünen bloklara benziyorlar. Mardin’in siluetine hiç yakışmıyor. Estetik diye bir şey yok. Hangi akla hizmet edilerek yapılmış olduğu belli değil. Bütün arkadaşlarımız aynı fikirde. Yazık olmuş Mardin’e... Bu sevimsiz bloklar çok güzel bir kadının yüzündeki patlamamış sivilce gibi duruyor, Mardin’in girişinde…

Tırmanışa geçtik, tepeye çıkınca sağda eski Mardin, solda yeni Mardin. Yeni Mardin cazip değil. Yeni Mardin’de, eski Mardin’deki yapılarda, yani Mardin Evleri’nde kullanılan taşlar kullanılmalıydı. Yanlış olmuş. Ünal’ı, çocuğunu ve eşini otele gitmeleri için orada bıraktık. Yanlış yaptığımızı düşündüm sonradan.’ Keşke hastaneye götürseydik’ dedim. Dedim ama, vaktimiz de oldukça kısıtlıydı. Gezilecek yer oldukça fazla, zaman ise daralıyordu.

Rehberimiz hemen başladı görevine: ‘Mardin; tarihsel gelişim içerisinde, onlarca uygarlığa ve onlarca değişik din, etnik grup ve mezheplere ev sahipliği yapmıştır. Müslüman, Süryani, Yakubi, Keldani, Nesturi, Yezidi, Yahudi, Kürt, Arap, Çeçen, Ermeni vs. gibi farklı din ve farklı etnik kökenden gelen topluluklar hep birlikte "barış ve kardeşlik içerisinde" yaşamıştır Mardin’de. 
Şehrin adı Süryanice kaleler kenti demek olan "Marde" den gelir. Romalıların Süryanilerden alarak ‘Maride’ dedikleri şehire, Araplar ‘Maridin’ demişler. Sonradan da Mardin’e dönüşmüş.
Mardin teolojik olarak çok zengin bir kent. Yeni bir inanç sistemini benimseyenler diğerlerini rahatsız etmemiş. Değişik dini cemaatler birbirleriyle evlilikler bile yapmışlar. Bu akrabalık bağları da tabiatıyla ortamı yumuşatmış. 
Verimli Mezopotamya Ovası’nın ortasında yükselen, kalker ve lavlarla örtülü bir dağın yamacındaki kent, neredeyse bütün kültürlerin uğrak yeri olmuş. Kentin doğum tarihi M.Ö. 4500 yılına kadar dayanıyor’ 

Maalesef restorasyondan dolayı Mardin Kalesi’ne de çıkamıyoruz. Mardin denince gözümüzde oluşan görüntülerin pek çoğu Mardin Evleri’ne ait. O güzelim taş evlerin üzerine biriketle katlar çıkılmış. Hani derler ya, altı kaval üstü şişhane. İşte tam da böyle. Avrupa’nın bütün şehirlerini gezdim-dolaştım. Türk milleti kadar tarihi eserleri katletme meraklısı bir başka ülke ve millet görmedim. Umarım Mardin’in yeni belediye başkanı Ahmet Türk bu çarpıklığa son verir.

Turizm bakanlığından bir müfettişle karşılaştım kuruyemişçide, hemşehrim çıktı. Gördüğüm çarpıklıkları anlattım ona. ‘Gel seni Mardin‘in Turizm müdürüyle tanıştırayım şikâyetini ona anlatırsın’ dedi. Bilhassa Kasımiyye Medresesi’ni ve oradaki tarih katliamının sebebini sordum müdüre; ‘Bakın öbür tarafta manastır var, şehri gezmeye ilk oradan başladık. Tertemiz bir mekan. Güleryüzlü insanlar var orada, ayrıca manastırın kendi rehberi de var, manastırı bize o rehber anlattı. Sonra kapıya kadar da geçirdi.  

Hemen sonra Kasımiye Medresesine geldik. Müslüman ilim adamlarının yüz akı olmuş bir ilim yuvası. Mardin dünyaca ünlü ilim adamlarının yetiştiği, hizmet verdiği, icadlar yaptığı böylesine önemli bir ilim yuvasına sahip. Ancak üvey evlat muamelesi görüyor. Her tarafı kırık dökük. Başı- gözü yaralı. Kolu-bacağı kırık. Üstü başı yara bere içinde. Neden bu haldedir’ dedim. Çok rahat bir şekilde, söylediklerimi hiç dikkate bile almadan‚ orası vakıflara aittir, bize ait değildir, ‘ demez mi? Şoke oldum. Sanki Vakıflar Genel Müdürlüğü başka bir devletin kurumu. 

Bekri Mustafa’nın hikâyesi geldi aklıma. Hikâye şöyle:

„ Ayyaşlığı ile meşhur olan Bekri Mustafa, “Küçük Ayasofya Camii”nin önünden geçmektedir. O sırada musallada bir tabut vardır, fakat namazı kıldıracak imam ortalarda yoktur.
Cemaatin, beklemekten canı sıkılır ve başında kavuğu, sırtında cübbesiyle oradan geçen Bekri Mustafa’yı “hoca” zannederek namazı kıldırmasını söylerler.
“Yok, ben hoca değilim” dese de, dinlemezler ve zorla öne geçirirler.
Bekri Mustafa namazı kıldırdıktan sonra tabutun örtüsünü açar ve ölünün kulağına bir şeyler fısıldar.
Cemaat, ölüye ne söylediğini merak eder.
Bekri Mustafa gülerek cevaplar:
“Sen şimdi aramızdan ayrılıp ahirete gidiyorsun. Eğer orada, bu dünyanın ahvalini sana sorarlarsa, Bekri Mustafa Ayasofya’ya imam oldu dersin. Onlar durumu anlarlar...” dedim. Bu müdürün aymaz-lığını görünce Türkiye’nin ne halde olduğunu anlamış olmalısınız.

Deyrulzaferân Manastırı


Deyrulzefarân Manastırı Mardin'in 3 km doğusunda, 5. yüzyılda yapılmış. Süryanilerin önemli merkezlerinden biri. Mor Hananyo Kilisesi, Azizler Evi, Meryem Ana Kilisesi ve Güneş Tapınağı manastırın önemli yapılarını oluşturuyor. Manastırın içinde Süryanice bir İncil ve kutsal taş bulunmakta, ilk tıp fakültesinin burada kurulduğu söyleniyor. Kurulduğu dönemden kalma mozaikler bugün de aynen durmaktaymış. İçinde 52 Süryani patriğinin mezarları bulunmaktaymış. Burası, 1932’ye kadar 640 yıl boyunca Süryani Ortodoks patriklerinin ikametgah yeriymiş.
Bölgeye ilk matbaayı getiren kişi bu Manastır’da patriklik yapan ve 1895’te vefat eden 4. Petrusmuş. Manastır bugün de Süryani Kilisesi’nin önemli dini merkezlerinden biri. Mardin Metropoliti’nin ikametgahı olan Deyrulzaferân Manastırı, dünyanın dört bir yanına dağılmış Süryaniler tarafından dua ve bereket almak için ziyaret ediliyormuş. 
Manastırla ilgili ilginç bir de rivayet varmış: Deyrulzaferân'ın duvarlarında, ibadethanelerinde, koridorlarında adeta cirit atan akrepler varmış. Soktukları insanları zehirleri ile anında öldürüyorlarmış. Ancak rahiplere asla dokunmuyorlarmış. İnanmak güzel tabii ki. Rahipler inandığı sürece mesele yok. 

Kasımiye Medresesi
700 yıllık bir tarihe sahip mükemmel bir mimari yapısıyla, nakış nakış süslenmiş, her köşesi ilim ve irfan kokan Kasımiye Medresesi‘ndeyiz. Orada hem dini ilimler hem fenni ilimler icra edilmiş. Medrese duvarlarında astronomi ve tıp bilimine ait simgeler var. Kasımiye Medresesi‘nin yapımına, Artukoğulları zamanında başlanmış, Akkoyunlu hükümdarı Cihangir‘in oğlu Sultan Kasım tarafından tamamlanmış. 
Rivayetlere göre Kasım Paşa burada katledilmiş. Kasım Paşa’nın kız kardeşi, kanlı gömleğini ağıtlar eşliğinde medresenin duvarlarına sürmüş ve hala o duvarlara su döküldüğünde duvarda ki kan izleri belli olmaktaymış. İnanalar için sorun yok. Ancak Kasımiye Medresesi başka özellikleriyle gündeme gelse daha faydalı olurdu bence. 

Medresenin avlusunda duvardan aşağıya su düşüyor. Bu suyun hikayesi de şöyleymiş:  Çeşmeden dökülen su doğumu, döküldüğü yer gençliği, ince uzun oluk bölümü olgunluğu ve suların bir havuzda toplanması ölümü temsil edermiş. Daha sonra bu su, kanallarla toprağa aktarılır ve bu da toprağın can bulmasına sebep olurmuş. Hikaye güzel. İbret verici. Medresenin bahçesinde olması da ayrıca anlamlı. 

Medresede iki tane mescid var. Hanefilerin mescidi ve Şafiilerin mescidi. Hanefilerin kullandığı mescit binanın doğusunda, bu mescit Şafiilerin kullandığı mescidten biraz daha küçük. Binada toplam 23 medrese odası bulunuyor. Bunların on biri alt katta, on ikisi üst katta.
Dersliklerin kapı yüksekliği bir metreden biraz fazla. Bu yükseklik özellikle tercih edilmiş, öğrenci hocasının huzuruna girerken başını eğsin, hürmette kusur etmesin diye. 

Mardin Kasımiye Medresesi’nde Benî Musa kardeşlerin buluşlarından bir kısmı sergileniyor. Medrese çok bakımsız. Uluorta koymuşlar o tarihi eserleri. Güneş üstlerinden geçiyor, yağmur suları akmış üzerlerine. Güneşten ve yağmurdan sararmışlar, buruşmuşlar. Bakımsız bir müze. Suntadan yapılmış dolaplar da koymuşlar tarihi müzeye, bazı eşyalar müzeyle uyum sağlamayan o dolaplarda sergileniyor. Bakanı çekeni de yok. Mardin Kültür ve Turizm Müdürü‘ne göre burası Vakıflar’a ait!!!

Burada eserleri sergilenen âlimlerin isimleri, Ahmed, Hasan ve Muhammed’dir. Halîfe Me’mûn’un sarayında astronomi ilmiyle uğraşan Mûsâ bin Şâkir’in oğullarıdır. Bağdâd’da doğup yetişmişler. Mûsâ bin Şâkir genç yaşta vefât edince, Halîfe Me’mûn, oğullarının terbiye ve yetişmesini üzerine almış. Yahyâ bin Mansûr’un yanında ilim öğrenen gençler,  matematik, mekanik, geometri, tıp, fizik ve diğer ilimlerde yüksek dereceye erişmişler.


Alman araştırmacı Sigrid Hunke; Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi isimli eserinde, Muhammed bin Mûsâ hakkında; “Muhammed, astronomi ve matematik sahasında büyük bir âlim olduğu gibi, hikmet ve mantık alanına da girmiş ve bu sahalar da eserler vermiştir. Metalurjiye önem vermiş ve kardeşi Ahmed’in faaliyet sahası olan mekanik mevzuunda da çalışmıştır” demektedir.

Sigrid Hunke, Ahmed bin Mûsâ hakkında da şöyle demektedir: “Ahmed bin Mûsâ; mekanik ve geometri dalında otorite idi. Meselâ üzerine ateş yaklaştırıldığında fitili otomatik olarak ortaya çıkan kandiller yapmıştı. Kandilin fitili ortaya çıkınca, yağ da hemen fitilin üzerine yanacak mikdarda fışkırıyordu. Rüzgâr esse bile, kandil sönmüyordu. Ayrıca, geliştirdiği zirâat ve sulama âleti, tarlada sulama yaparken, tâyin edilen sulama miktarını aşınca hemen sinyal veriyordu...
Benî Mûsâ kardeşler, gerçek anlamda ilmî bir atmosfer içinde yaşamışlar ve bu atmosferi güçlendirmişlerdir. Otomatik saatler, mekanik âletler, otomatik oyuncaklar, ev âlet ve edavâtı onların başta gelen buluşlarındandır.“

Alman araştırmacının övgüyle bahsettiği, Beni Musa kardeşler’den, Mardin Turizm Müdürü’nün haberi var mıdır, bilmiyorum!  

Devam edecek

Rüştü Kam

19 Haziran 2014 Perşembe

GÜNEYDOĞU GEZİSİ (VII)

-Ezber bozan bir kalıntı-

Göbekli Tepe

Göbeklitepe giriş kapısında Mahmut Kılıç karşıladı bizi. Bilet alınarak giriliyor içeriye. Sohbet ettik kendisiyle. Mahmut Kılıç dertli: “Ben karasabanla çift sürerken sabanın ucuna takılan oymalı taşı müzeye götürdüm, teslim ettim. Yıl 1963. Yetkililer geldiler keşif yaptılar ve sonra da burayı kamulaştırdılar. 



Arazide, çok güzel kırmızı mercimek yetişirdi. 55 dönümlük araziye 80 bin TL. ödediler. Bu çok az bir para. Ben para istemiyorum, arazime karşılık arazi verin dedim. Yapmadılar. Burada kesilen her biletin 50 kuruşunu bana verin dedim, onu da yapmadılar. İstediğimi alamayınca hakkımı aramak için istemeden de olsa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gittim, sonucu bekliyorum. Şimdilik burada bekçilik yapıyorum.”   

Biz Mahmut Kılıç’ı samimi bulduk ve ‘Haklısın’ dedik. Vatanını seven mütedeyyin bir Müslüman olduğu her halinden belli mahmut Kılıç’ın. Devlete de saygılı. Devlet Mahmut Kılıç’ı ve onun gibileri mağdur etmemelidir.

Şanlı Urfa’ya 15 km uzaklıkta Göbeklitepe. Günümüzden tam 12.bin yıl önce inşa edilmiş bir tapınağı saklamış bağrında bugüne kadar. Ezber bozan bir kalıntı.



İmran anlatıyor: “Göbeklitepe, Şanlıurfa’da bulunan, dünyanın bilinen en eski mabetler topluluğunun bulunduğu bölge. Göbeklitepe, insanlığın doğduğu yer olarak kabul ediliyor ve son yılların en büyük arkeolojik keşfi olarak nitelendiriliyor. Zira şehir hayatına geçmemiş olduğu düşünülen avcı-toplayıcı toplumların mabet inşa etmiş olduğunu gösteren ilk örnek yapı burası(M.Ö 9.600 – 7.300). 

Göbeklitepe yapıları,  yerleşim amaçlı olarak kullanılmamışlar. Bu yapılar dünyanın ilk tapınaklarıymış. 1995 yılında kazılara başlayan Alman Arkeolog Prof. Klaus Schmidt’in dediği bu.  Taş devrinden kalma bu tapınakların yapılış biçiminde, ortak bir özellik göze çarpıyormuş. Bu tapınakların merkezinde, iki tane ‘ T ’  biçiminde sütun varmış. 



Bu sütunlar üzerine işlenmiş hayvan tasvirleri ve soyut semboller de var. Boğa, yaban domuzu, tilki, yılan, turna ve yaban ördekleri en sık görülen hayvan tasvirleriymiş. Taşlar üzerine kazılan bu hayvan tasvirlerinin yanında üç boyutlu kabartma şeklinde yapılan başka betimlemeler de bulunmuş. Bunlardan en önemlisi‘ T ’ biçimindeki sütunun yan tarafından aşağı doğru iner biçimde tasvir edilen aslan kabartması.

Göbeklitepe’nin günümüze kadar bu denli mükemmel olarak korunmuş şekilde gelmesi, arkeologları şaşırtan bir diğer konuymuş. Yapılan araştırmaya göre, tapınağın yapıldıktan yaklaşık 1.000 yıl sonra bilinçli olarak toprağın altına gömüldüğü anlaşılmış. Göbeklitepe’nin niye gömüldüğü, cevabı bilinmeyen sorular listesinde yer alıyormuş. 

Stilize edilmiş insanları tasvir eden ‘ T ’ biçimindeki sütunların ağırlıkları 40 ile 60 ton arasında değişiyormuş. İlkel el aletlerinden başka bir aletin olmadığı bu dönemde sütunların nasıl taşındığı ve nasıl dikildiği arkeologlar tarafından henüz çözülememiş. Belki tüm bu sorulara cevap bulunduğunda insanlık tarihi yeniden yazılacaktır.” 

İlknur Çağlar’la yaptığı röportajda Prof. Klaus Schmidt şu tespitleri yapıyor: “Dönemin Tanrı tasavvurunun tam olarak nasıl olduğundan da emin olamayız. Bundan 40 bin yıl önce, Göbeklitepe’de yaşamış olan insanların tek bir Tanrı tasavvuruna mı sahip oldukları, yoksa canlılığa inanan bir tasavvurun mu hâkim olduğunu bilemiyoruz. Ancak bu tasavvurda bütün hayvanlar tıpkı insanlar gibiler ve bütün insanlar da hayvanlar gibi. Aralarında herhangi bir fark bulunmuyor ve üstün bir Tanrı tasavvuru yok gibi. Bu tasavvurda hâkim olan doğa. Ve doğa, sürekli tekrar eden, belli bir çevrimde, sürekli dönüp durmakta. İnsan varlığının ne zaman bizatihi idrak edildiği, insandan ya da doğadan üstün bir varlığın olduğuna dair fikrin ne zaman vusule geldiği sorusuna cevap verebilmek için elimizdeki bilgiler maalesef yeterli değil. Ama bu, Göbeklitepe zamanında olmuş gibi görünüyor. İnsan suretlerinin anlaşıldığı büyük T-oklarına baktığımızda da net bir sonuç elde edemiyoruz; burada da üzerinde tartışılması gereken sorular var. Zaten hâlâ bu sorular ve cevapları üzerine çalışmaktayız. 
Göbeklitepe’de hâlihazırda dört, beş, altı... yedi tapınak ortaya çıkarılmış durumda. Geri kalan 15 tapınağı da hasarsız olarak ortaya çıkarmak istiyoruz.”



Göbeklitepe, arkeoloji dünyasının en büyük keşiflerinden biri kuşkusuz. Çünkü daha şehir hayatına geçmemiş olduğu düşünülen avcı-toplayıcı toplumların, tapınak inşa etmiş olduğunu gösteren ilk örnek ve bu da şehirleşmede, yani medeniyet tarihinde devrim niteliğinde bir çaslışma. Hatta kazıyı yapan Dr. Klaus Schmidt, "Önce tapınak yapıldı, şehir sonradan geldi" diyor. Bu sözüyle erken medeniyet tarihine yeni bir açılım getiriyor.

İncelemelerimizi yaptıktan sonra Göbeklitepeden ayrılırken, oradaki bekçi yanıma geldi ve bana, “Rehberiniz eksik söyledi. Doğum odası aşağıda değil yukarıdadır, - eliyle işaret ederek- işte ta şurada.” dedi. Mahmut Kılıç’ın oğluymuş.

Eyyüb Peygamber



Harran Üniversitesi ile vedalaştıktan sonra, Eyyüb Peygamber’in çilehanesine doğru döndürdük otobüsü. Ziyaretçisi fazla yok. Dışardan bakıldığında öyle özel bir ziyaret mekânı gibi de durmuyor. Sanki Eyyüb Peygamber’in hastalığı devam ediyormuş gibi, ortam sessiz ve sakin. Önce çilehaneyi ziyaret ettik. Sonra da „şifalı su“ yazan çeşmeden su içtik. Şifa beklentisi ile değil elbet, sususluğumuzu gidermek için. Abdestimizi aldık ve camide öğle ile ikindi namazlarını cem ederek kıldık. Duamızı yaptık ve Halil İbrahim Peygamber’i fazla bekletmemek için düştük yollara.



Eyyüb Peygamber’in hikâyesi Şöyle: Önce malını mülkünü, koyununu keçisini kaybediyor. Arkasından evini, arkasından da çocuklarını kaybediyor. Daha sonra da sağlığını. Eyyüb Peygamber bu durumlarda hep sabrediyor. Allah’a tevekkülü tam, isyan etmiyor. Dudağından da dua hiç eksik olmuyor. “Ey güzel Allah’ım! Halim sana malumdur. Adını anamayacak kadar hastayım! Sen Şifa verensin! Şifana muhtacım…”



Yüce Allah, kulu Eyyüb’ten hoşnuttur. Bu teslimiyet Eyyüb Peygamber’in makamını, Allah katında daha da yüceltir ve kul’u Eyyüb’e: “Ayağını yere vur” diye vahyeder. Eyyüb Peygamber güçlükle ayağını kaldırıp yere vurur. Ayağını vurduğu yerden berrak bir su kaynamaya başlar. Eyyüb Peygamber o suyla yaralarını temizler. Yaraları kısa sürede kuruyup kaybolur. Yine o sudan kana kana içer ve içindeki dertler de şifa bulur. Böylece Eyyüb Peygamber, hastalanmadan önceki sağlığına kısa zamanda kavuşur. Sağlığıyla birlikte eski servetini de yeniden kazanır. Eyyüb Peygamber, refah ve sağlık içindeyken Allah’ı unutmadığı gibi, yoksulluk ve hastalıktayken de O’nu unutmaz, şükrü devam eder, isyan etmez. Böylece, Allah’ın sadık ve sabırlı bir kulu olarak tarihe geçer.

Hz. İbrahim



Urfa’daki son ziyaret mahallimiz. Tertemiz bir bahçesi var Halil İbrahim Peygamber’in. Duygu dolu bir müzik eşliğinde karşılıyor misafirlerini. Atmosfere uygun bir müzik. İmran hikayeyi anlatmaya başladı bile, biraz da acele ediyor. Buradan sonra otele gidilecek, yemek yenecek ve akşam 20.00’de sıra geceleri için salonda yerimizi alacağız. Zaman kısa. Ama biz etrafı görmek istiyoruz, balıkları görmek istiyoruz, mancınıkları görmek istiyoruz ve İbrahim Peygamber’in doğduğu mağarayı görmek istiyoruz. Bütün bu yerleri gezeceğiz ve iki saat sonra da otelde olacağız. Ferman Emin’den.
Bir taraftan İmran anlatıyor öbür taraftan Berna kızımız not alıyor. Bütün gezi boyunca düzenli not aldı Berna. Mocca Dergisi’nde yayınlanacak o notlar. Aferin Berna. İyi ki varsın. İmran’ı dinleyenlerin sayısı oldukça az. Kızlar fotoğraf çekmekle meşguller. 



Hz. İbrahim; Müslümanlık açısından, haniflik açısından, “oğlunu kurban et” emrine itiraz etmemesi, Kabe’yi inşa etmesi, Nemrut'la mücadelesi ve Nemrut tarafından atıldığı ateşte yanmaması gibi hikayelerin kahramanı ve sembol kişisidir. Kur'anda birçok ayette ismi geçer. Peygamber olarak kabul edilir ve Allah kendisine samimiyetinden dolayı "Halil" yani dost sıfatını vermiştir. Ayrıca, İbrahim Peygamber'in, "Hanif" olduğu, yani Allah'ın birliğine inanan, Allah'a ortak koşmayan biri olduğu özellikle belirtilmiştir. 

Müslümanlar,  İbrahim'in gördüğü rüyayı, oğlu İsmail'i kurban etmes gerektiği şeklinde yorumlarlar. Onun, oğlunu kurban etmek üzere yanında dağa götürdüğüne ve bu teslimiyetin de Allah tarafından ödüllendirildiğine inanırlar. Gökten bir koç indirilmiş ve İsmail Kurban edilmekten kurtulmuştur. Kur'anda çocuğun ismi verilmeden anlatılan bu hikaye Kurban Bayramlarında kürsülerden tekrar tekrar anlatılır:



"İbrahim, Ey Rabbim! Bana salihlerden olacak bir çocuk bağışla’ diye niyazda bulundu. Biz de ona uysal bir oğul müjdeledik. Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona, ‘Yavrum, ben rüyamda seni Allah’a kurban ettiğimi gördüm. Sen ne düşünürsün, ne dersin bu rüyaya?’ dedi. O da, ‘Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.
Nihayet her ikisi de boyun eğdi ve İbrahim Allah’ın buyruğunu yerine getrirmek için oğlunu yüz üstü yere yatırdı. Tam bıçağı boynuna çalacağı vakit ona, şöyle seslendik: ‘Ey İbrahim! Gördüğün rüyanın gereğini yerine getirdin. Sözünde durdun. Allah’a teslim oldun. Şüphesiz biz duruşu belli olan sadık kullarımızı böyle mükâfatlandırırız. Şüphesiz bu apaçık bir imtihandır.’
Biz, (İbrahim'e) büyük bir kurbanlık vererek O'nu sevindirdik ve onradan gelenler arasında ona güzel bir isim bıraktık. İbrahim'e selam olsun.(Saffat:100-109)



“İbrahim, ne bir "Yahudi", ne de "Hristiyan" idi, ama kendini Allah'a teslim ederek her türlü batıldan yüz çevirmiş biriydi; ve O'ndan başka bir şeye ilahlık yakıştıranlardan değildi.” (Al-i İmran 67)

Kuran'da İbrahim'in, putperestlerle ve kendini ilah sayan Nemrut’la yaptığı çetin mücadeleler anlatılmaktadır. Bu tartışmalarda ona cevap veremeyenler, onu ateşe atarak cezalandırmak istemişler, fakat bunda başarılı olamamışlardır. İbrahim için ateşin bir gül bahçesine dönüştüğü rivayet edilir.

Hikaye şöyledir: İbrahim Nemrut'u ve putları ilah edinmeyi asla kabul etmemiş, putları kimse görmeden kırarak baltayı büyük putun boynuna asmış ve Nemrut'u tek tanrı inancına çağırmıştır. İbrahim'in çağrısına kulak asmayan Nemrut, büyük bir ateş yaktırıp, İbrahim'i mancınık ile ateşe attırmış, ama ateş Allah'ın emri ile onu yakmamıştır. Rivayete göre İbrahim ateşlerin içindeyken onun Tanrısı ateşi ona bir gül bahçesi haline getirmiştir. Hikâyenin Türkiye versiyonunda olay Urfa’da gerçekleşir, ateş göle (Balıklıgöl), odunlar ise gölde yüzen balıklara dönüşür. Kur’an bu konuyu şu şekilde ifadeye koyar: “Bir kısmı eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin! dediler. Biz de Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!" dedik. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. (Enbiya suresi; 68-69) 



İmran’ın  açıklamalarından sonra grup serbest kaldı. Hüseyin ve ben hanımlarla birlikte Urfa Çarşısı’na daldık. İsot alacağız. Harran’da aldığımız isotu beğenmedi hanım. “Bunlar, sıcakta fazla kalmıştır, özelliğini kaybetmiştir, buraya gelmişken gerçek bir isot almamız lazım dedi…” Daldık çarşıya, yine de bulamadık o aradığımız isotu. 
Neden sonra hanımlar da yoruldu biz de. Hanımlar bu sefer gümüş takı peşine düştüler. Biz onları kendi haline bıraktık. Hüseyin Sebahattin, Yunus ve ben Hz. İbrahim’in bahçesinde dolaştık, balıkların fotoğraflarını çektik. 


Bu esnada ziyaretçilerden bir müslüman kardeşimiz, eliyle işaret ederek ‘Şu balığın kuyruğu ateşe atılma esnasında yanmış olabilir bakın bakın!’ diye bağırınca, dikkatimizi o tarafa çevirdik. Vatandaşın heyacanına saygı göstermeyi yeğledik. ‘Evet olabilir’ falan dedik. Hatta o balığın fotoğrafını da çektik. Kuyruğunun ucunda bir beyazlık vardı. Vatandaşa anlatılan şekliyle vatandaşın mantığı doğruydu. O heyacanda samimiyet vardı. Yapılacak bir şey yoktu.

Kalabalık fazlalaşınca, biz oradan ayrıldık ve Nemrut Tepesi’nin  karşısındaki tepeye çıktık. Nemrud’u seyrettik oradan, yaptıklarını hayal ettik. Zulümlerine tanık olduk. Allah’ın zulme uğrayan samimi kullarına nasıl yardım ettiğinine tanık olduk. Karıncanın, Hz.İbrahim’e su götürürken sarfettiği sözdeki samimiyetin, teslimiyetin gücünü gördük, “Oraya ulaşamam ve o ateşin de harını söndüremem belki ama, safımı da belli ederim ya.” 





Mancınkların bağlandığı kulenin resmini çektik ve Nemrut’un karşısında bacak bacak üstüne atarak keyifli ve onurlu bir kahve içtik. Mancınığın ne olduğunu Gizem’e anlatma da güçlük çektik. Almancasını söyleyerek anlatmak kimsenin aklına gelmedi. Sonunda sebahattin’in aklına geldi de Gizem de rahatladı biz de.

Hanımlar da geldi biraz sonra o tepeye. İsotu bulamamışlar, istedikleri modelde bir gümüş takı da bulamamışlar. Haklılar, akşam oldu, dükkanlar kapandı. Yoksa arayıp da bulunamayanlar aslında  Urfa’da olması gerekenler. Hanımlar kahvelerini içemediler Nemrut’un karşısında. Garsonlar gecikti, bizim de otele dönmemiz gerekiyor. Emin’i kızdırmamak lazım. Sıra gecesine geç kalabiliriz.



Otelde yemeğimizi yedik ve hemen yola çıktık. Emin yerimizi önceden ayırtmış. Program başlamış, Urfa türkülerini çalıyorlar ve oynuyorlar. Zılgıtlar atılıyor: 
“Urfalıyam ezelden/Gönlüm geçmez güzelden/Göynümün gözü çıksın/Sevmeseydim ezelden.”

Derken bizimkiler de coştular. Çıktılar ortaya ve başladılar halay çekmeye. İlk önce biraz çekinerek oynasalar da sonradan açıldılar, bu sefer de sahneden inmediler. İkram olarak çiğ köfte, çay ve tatlı var. Müthiş keyif aldık. Teşekkürler Emin.



Gece sona erdi otele gideceğiz, sayı eksik diyor Emin, bakıyoruz, Nusret ile Ünal yoklar. Emine hanım tutturdu ‘kocamı bulmadan otele gitmem!’ diye. Nusret’in kaybolmayacağını Emine hanımı bir türlü anlatamadık. Kocam da kocam diye tutturdu. Sonunda, onların maç seyretmeye gittiğini söyledi de birisi otele gidebildik.

Sabah erkenden Mardin’e gidilecek. Emin otobüse binme saati 7 dedi. Erken yatmak ve erken kalkmak lazım… 






Devam edecek